Suriye'deki gelişmelerin Marksist Leninist bir değerlendirmesi; kısa vadede kazananlar ve kaybedenler.
Her
değerlendirme, doğru-gerçek olarak kabul edilen bazı belirli öncüllerden
hareket eder. Değerlendirmenin öncülleri yanlışsa, ulaşılan sonuçların, nihai
değerlendirmenin de yanlış olması kaçınılmazdır. Ancak çoğu durumda yanlış
sonuçlara ulaşmanın nedeni, büyük resme bakmaktan ziyade küçük resme, olayın
kendisine, genel olarak etkilerine dayalı bir değerlendirme yapmaktır.
Parça-özel, bütün-genelden kendi başına izole edilemez. Parça-özel ve
bütün-genel, her biri diyalektik olarak bağlantılıdır ve karşılıklı olarak
birbirini etkiler; birbirini tamamlar veya birbiriyle çelişir. Suriye'deki
gelişmeler için ulaşılan sonuçların çoğu ya yanlış öncüllerden hareket ediyor
ya da genel olarak dünyanın somut koşullarından ve durumlarından tamamen
bağımsız olarak kendi başına inceleniyor.
Bizler, somut
koşulların ve durumların olgusal bilgisine dayalı değerlendirmeler yaparız. Bizler
bilinen ve mevcut verilere dayanarak gelişmenin mevcut aşamasının doğru
değerlendirmesini yapabiliriz, ama ilerisinin-devamının ne olacağı konusunda sadece
tahmin yürütebiliriz. Çünkü Suriye'nin geleceği, sadece Suriye için değil, tüm
Ortadoğu ve Arap ülkeleri için bilinmeyen, öngörülemez kaotik bir duruma
girmiştir. Sadece, önümüzdeki haftalarda veya aylarda yönünü daha iyi
anlayabiliriz.
Bilinmeyenler şunlardır;
Hükümeti
kim kuracak?
Bu, arkasındaki
ana aktörlerin kim olduğunu ve yönünün ne olacağını anlamak için kilit sorudur.
Hükümet
kurabilecekler mi?
Türk
Hükümeti'nin "ayaklanmayı" yöneten İdlib merkezli Hayat Tahrir
el-Şam'ı (HTŞ) desteklediği anlaşılıyor. HTŞ, El Kaide'nin doğrudan bir
üyesiydi, ancak daha sonra El Kaide ile saflarını açıkça bozdu ve birkaç benzer
grupla birleşti. Bu nedenle, CIA ve Mossad'ın örgüt içinde ajanları ve
varlıkları olması oldukça olasıdır, ancak bu, HTŞ'nin büyük ölçüde Türkiye
İstihbarat Servisleri tarafından kontrol edildiği gerçeğini değiştirmez. Lideri
Ebu Muhammed el-Cevlani, "kapsayıcılık ve şiddet veya intikamın
reddi" konusundaki son söylemiyle Bati gözünde yükselişte ve Suriye'de
Esad sonrası geleceğin sembolü olarak kabul ediliyor gibi görünüyor. HTS diğer
isyancı ve muhalif gruplara karşı çatışmalarıyla iyi biliniyorlar.
HTS ile birlikte
hareket eden bir diğer önemli koalisyon grubu Suriye Ulusal Ordusu'dur
(SNA). Sultan Süleyman Şah Tugayı, El Hamza Tümeni ve Sultan Murad Tugayı
gibi SNA, Türkiye ile yakın bir ilişki içindedir ve Türkiye ile daha güçlü
bağlar sürdürmektedir.
"Özgür
Suriye Ordusu" bayrağı altında (özellikle) güneydeki kasaba ve şehirlerin
dağınık kısımlarında bulunan bir başka "artık" isyancı grup daha var.
En azından liderlikleri İsrail ve ABD'nin yoğun etkisi altında.
Batıda, Suriye
çölünde, İslam Devleti olarak adlandırılan
tarafından kontrol edilen farklı ölçeklerde bölgeler var. Tüm ikiyüzlülüğe
rağmen, bunlar ABD tarafından finanse ve kontrol ediliyor
Kuzeydoğuda, ABD
ile ortaklık içinde Kürt liderliğindeki güçler olan Suriye Demokratik Güçleri
(SDG) var.
Bu koşullar
altında birleşik bir hükümetin kurulup kurulmayacağı oldukça şüpheli.
Durum, yeni çatışmalar ve kaos için veya bir iç çatışmadan sonra mevcut
veya değişen güç dengesi temelinde Suriye'nin bölünmesi için olgunlaşmış
durumda. Birleşik bir hükümetin kurulması ve/veya geleceği kasvetli
görünüyor. Her büyük Cihatçı grubun farklı ülkeler tarafından desteklendiği
gerçeğini göz önünde bulundurarak; Türkiye, ABD, İsrail, İran, bu ülkelerin
stratejik çıkarlarını temsil edeceklerdir, kurulan hükümet Suriye'nin ve
Suriye için değil, dış güçlerin ve dış güçler için olacak.
Hükümetin
kurulduğunu varsayalım;
Hükûmetin Diğer
azınlıklara, özellikle Şii'lere karşı tutumları ne olacak?
Suriye kıyıları
Şii'lerin yaşadığı ve hala Hizbullah'ın elinde. Rus üsleri, havaalanları ve
gemileri orada. Burada Hizbullah'a saldırmaya cesaret edip etmeyecekleri önemli
bir soru.
İsrail'e
karşı tutumları ne olacak?
İsrail ve
Ürdün'ün etki alanı içinde olan güney Suriye'deki Dera bölgesine karşı
tutumlarının ne olacağını henüz bilmiyoruz ve bilemiyoruz.
İsrail Golani'yi
geçip Suriye'ye girerse tutumlarının ne olacağını bilmiyoruz.
Kürtlere
karşı tutumları ne olacak?
Eğer bir şekilde
iç çatışma önlenirse ve hükümet çoğunluğu Türkiye destekli HTŞ'den oluşursa, şu
anda SDG'nin kontrolünde olan petrol ve gıda tedariki zengini bölgeyi dahil
etmek istemeleri oldukça olasıdır. Bu, esas olarak ekonomik nedenlerle,
kaçınılmaz olarak HTŞ hakimiyetindeki Suriye Hükümeti'nin birincil
hedeflerinden ve amaçlarından biri olacaktır. Bu, "yeni hükümetin
ABD-Batı'ya karşı tutumu nasıl olacak" sorusunu gündeme getirecek. ABD,
Türkiye ile anlaşma yapan SDG’ye ihanet mi edecek?
Bunlar,
elimizdeki bilgilere ve mevcut verilere dayanarak cevaplanması veya hatta spekülasyon
yapılması zor olan kritik sorular. Sağlam bir değerlendirme yapabilmek için
önümüzdeki haftalarda ve aylarda gelişmeleri bekleyip görmemiz gerekecek.
Kısa vadede
kazananlar ve kaybedenler hakkında bir yargıya varmak için yeterli bilgi ve
veriye sahibiz. Kazananlar ve kaybedenler, kısa vadede "tarafların
amacı neydi ve hedeflerinde başarılı oldular mı" sorusuna verilen
değerlendirme ve yanıtlara göre belirlenmelidir. Bunu, elimizde yeterli veri
olduktan sonra uzun vadede aynı soruya verilen yanıtlar izlemelidir.
Bir diğer önemli
soru ise ABD'nin Suriye ekonomisini mahveden ve Suriye halkını aç bırakan ekonomik
yaptırımları kaldıracak mı? Bu karar alındığında ve eğer alınırsa, bu ABD'nin
Cihatçılar üzerinde ne ölçüde kontrol sahibi olduğunun bir göstergesi
olacaktır, çünkü eğer onlar üzerinde kontrol sahibiyse, vekiline ekonomik
yaptırımlar uygulamak için hiçbir sebep olmayacaktır.
Bu sorulara
verilecek doğru yanıtlar, yine, analizimiz için dayandığımız doğru öncüllere
dayanacaktır.
Türkiye
ABD-Batı'nın bir kuklası mı yoksa politik olarak bağımsız bir ülke mi?
Daha önce de
belirttiğim gibi, yanlış öncüllerden hareket etmek kaçınılmaz olarak yanlış
sonuçlara varacaktır. Özellikle Türkiye'deki Marksist Leninist partilerin
değerlendirmesi, Türkiye'nin ABD'nin bir vekil devleti olduğu ve bağımsız
hareket edemeyeceği, dolayısıyla onun kazanımlarının dolaylı olarak
ABD-Batı'nın kazanımları olduğu öncülünden hareket etmektedir. Bu öncülden
daha yanlış bir şey olamaz.
Doğanın
diyalektiği, hiçbir şeyin statik olmadığı, her şeyin sürekli değişim
içinde olduğudur. Bu yasa ile eşitsiz ekonomik gelişme yasası arasındaki
bağlantıyı kurarsak, hiçbir ülkenin sonsuza kadar aynı ekonomik yapı ve güçte
kalmayacağı tarihsel olarak kanıtlanmış sonuca ulaşırız. Çin, Vietnam,
Malezya, Endonezya vb. sömürge ve feodal ülkelerdi, bugün dünyanın en
büyük ekonomilerine sahip politik olarak bağımsız ülkeler haline geldiler.
Osmanlı, Roma ve İngiliz imparatorlukları gibi diğerleri de çöktü ve yenileri
ortaya çıktı. İşte diyalektik budur ve eşitsiz ekonomik kalkınmanın yasası
budur.
Türkiye'yi
1950'lerin Türkiye'si olarak görmek, tüm yapısal, askeri ve ekonomik
değişimleri görmezden gelmek ve onu özellikle 1990'ların sonundan sonra hala
ABD'ye bağımlı bir kukla ülke olarak görmek oldukça eski bir anlayış ve
değerlendirmedir.
İnsanlar,
özellikle Rosa'ya yönelik eleştirisinde Lenin'in açık ayrımını göz ardı ederek,
siyasi bağımlılığı her zaman ekonomik bağımlılıkla karıştırıyor veya eşitliyorlar.
Bu kadar çok
ülkenin olduğu bir dünyada, her ülke var olmak, gelişmek ve ilerlemek için
belirli bir ölçüde birbirine ekonomik olarak bağımlıdır. Önemli olan siyasi
bağımsızlıktır. Türkiye'yi, sadece ekonomik bağımlılığı olduğu için ABD'ye
siyasi olarak bağımlı bir kukla ülke olarak görmek için, iç ve dış
ilişkilerdeki herhangi bir gelişmeden veya değişiklikten habersiz olmak
gerekir.
Lenin'in
okuduğu, katıldığı ve girişini yazdığı kitabında Buharin, bir ülkenin ve
devletin ekonomik anlamda emperyalist bir devlete dönüşümünü özetler. Analizini
Türkiye'deki gelişmeyle karşılaştırdığında çarpıcı bir şekilde örtüşüyor.
İlgili tarafların kitabı dikkatlice okumalarını öneririm.
"Emperyalizme
doğru eğilim" diyor Bukharin, "ekonomik olguları büyük siyasi güçle
birleştirir. Her şey büyük ölçekte örgütlenir... Yeni ekonomik ve sosyal
güçler hem ülke içinde hem de sınırları dışında güçlü bir koruma
gerektirir; devlet bu amaçla yeni organlar, çok sayıda memur ve kurum
yaratır... Ulusal ekonomi ve siyaset en sıkı şekilde iç içe geçmiştir.
Devlet gücü genel olarak önem kazanıyorsa, askeri örgütlenmesinin, ordunun
ve donanmanın büyümesi özellikle dikkat çekicidir... Muazzam bir şekilde
büyüyen devlet bütçesi, militarizasyonun yumuşak bir şekilde ifade edildiği
gibi "savunma amaçlarına" giderek daha büyük bir pay ayırmaktadır...
çünkü devletin askeri gücü kapitalist güven, ekonomik mücadelesinde
kullanılacak silahtır... Kapitalist toplum, savaşlar olmadan
düşünülemeyeceği gibi silahlar olmadan da düşünülemez... Dolayısıyla finans
kapitalinin yönetimi hem emperyalizmi hem de militarizmi içerir. Bu anlamda
militarizm, finans kapitalinin kendisinden daha az tipik bir tarihsel olgu
değildir... Devlet aygıtı, yalnızca genel olarak egemen sınıfların
çıkarlarını değil, aynı zamanda kolektif olarak ifade edilen iradelerini de
temsil eder... Finans kapital, bunların neredeyse tüm çeşitlerini birçok
merkezi örgütte toparlayıp tek bir "sağlam gerici kitle" halinde
birleştirmiştir. "Demokratik" ve "liberal" duygular,
her zaman bir devlet diktatörlüğüne ihtiyaç duyan modern emperyalizmde açık
monarşist eğilimlerle yer değiştirmiştir. Parlamento şu anda daha çok dekoratif
bir kurum olarak hizmet vermektedir; iş adamları örgütlerinde önceden
hazırlanmış kararları geçirir ve konsolide olmuş burjuvazinin kolektif
iradesine yalnızca biçimsel onay verir. "Güçlü bir iktidar" modern
burjuvazinin ideali haline gelmiştir... Bu, finans kapitalinin büyümesinin
neden olduğu tamamen yeni bir sosyopolitik oluşumdur."
Türkiye, tekelci kapitalizm, tüm kamu
endüstrilerinin özelleştirildiği devlet kapitalizmi, finans kapitalinin
oluşumu, sermaye ihracatı, askeri sanayinin geliştirilmesi, savaş yolunda askerileşme
ve askeri ihracat aşamalarından geçmiştir. Üstüne üstlük bir ülkeyi istila
etmiş ve topraklarının bir kısmını işgal etmiştir. Bu bağlamda Türkiye, sadece
ekonomik anlamda değil, birleşik, bütünlük içindeki tanımıyla da
emperyalist bir ülkedir. Politikalarına ve uygulamalarına bakıldığında,
çıkarları çatıştığında ve çakışmadığında ABD veya Rusya olsun, diğer
emperyalist ülkelerle farklı olduğu somut bir gerçektir. "Küçük
emperyalist" bir ülke olarak, Turkiye süper güçler arasındaki
çatışmadan doğan her fırsatı değerlendirmek için stratejik önemini ve
askeri gücünü kullanmakta, büyük riskler
almaktan çekinmemektedir ve şimdiye kadar da hemen hepsinin sonuçlarından kazançlı
olarak çıktı. Elbette bu Türkiye’nin onlardan daha güçlü olduğu için değil,
kendisinin süper güçler açısından stratejik ve ekonomik önemi nedeniyle. Süper güçler,
Türkiye’nin bütün “kalleşliklerine” ve güvenilmezlik karakterine rağmen, büyük güçler,
Türkiye’yi yabancılaştırmak istemiyorlar, bu nedenle kendi stratejik ve
ekonomik çıkarları için uzaklaşmayı ve taviz vermeyi tercih ediyorlar.
Türkiye'nin bir vekalet devlet olmadığı ve aksine, kendi egemen sınıfının
çıkarları için hareket ettiği gerçeğinden yola çıkarsak, en azından kısa vadede
ilk analizimde kazananlar ve kaybedenleri şöyle sıralayabiliriz;
Görünüşe göre
Suriye'de gerçekten kazanan tek güç, Suriye'de oynadığı oyundan kâr eden
Türkiye'dir; bunun başlıca bir nedeni, vekil HTS ve SDN aracılığıyla Esad'ı
devirme hedefine ulaşmasıdır. Bu onlara Suriye hükümetini kurmada- eğer
kurulabilirse- bir üstünlük sağlayacak, bir kaldıraç olacak.
Ancak Suriye'deki
bu gelişme, Ortadoğu'dan Orta Asya'ya, El Kaide'nin bulunduğu birçok
Müslüman ülkeye, ırkçı ayrımcı politikaları nedeniyle Müslüman nüfusun
radikalleştiği Hindistan'a ve oradan da birçok büyük ve küçük Müslüman nüfusun
bulunduğu Çin'e korku ve endişe yayacaktır. Bu gelişme, bu ülkelerdeki
tüm Cihatçıları ve radikalleri cesaretlendiren ve harekete geçiren bir etkiyle
gelebilir. Suriye'deki Cihatçıların hepsi Suriyeli değil, birçok ülkeden
gelen "profesyonel" Cihatçılardır ve bunların Cihatçı savaşlarını
yürütmeleri için olgunlaşmış başka ülkelere geri dönme veya oraya gitme
niyetleri olması oldukça olasıdır. Bu anlamda da, Türkiye'nin yönetici
sınıfı kazanan kategorisindedir, çünkü diğer ülkelerde, bu cihatçıları kullanarak
şantaj yapma etken kartı elinde olacaktır.
Suriye özelinde,
bu belirsizlik ve olası kaos, birincil kazanan olarak Türkiye için de
tehlikeli bir şekilde geçerlidir. Halktan toplanan vergilerle ve Suriye'den
çalınan petrolün kârıyla bu çetelere maaş ödemek, cihatçıları desteklemek ve
yönetmek başka bir şey, İsrail sınırına kadar uzanan bir ülkeyi bu çetelerle
uzaktan yönetmek ve beslemek başka bir şeydir. Kazanmak başka bir şey,
kazandığınızı elinizde tutmak ve bundan en iyi faydayı çıkarmak ve bu
kapasitede olmak iki ayrı şeydir.
Küçük
emperyalist Türkiye, küçük resme bakıldığında birincil kazanan olsa da,
büyük resme ve uzun vadeli çıkarımlara bakıldığında daha kötü kaybeden
kategorisine geçebilir.
Önümüzdeki gelişmelere dayanarak bazı tahminlerde bulunabiliriz.
Herkes Rusya'nın
kaybeden olduğunu söylüyor. Bir dereceye kadar doğru çünkü desteklediği
Suriye Hükümeti çöktü. Ancak, hiç kimse Suriye ordusunun bu kadar pasif
olacağını ve saldırıya karşı ciddi bir direniş göstermeyeceğini beklemiyordu. Hiçbir
dış ülke, kendini savunamayan veya savunmaya ilgi göstermeyen bir ülkeye anlamlı
bir şekilde yardım edemez. Rusya, buna rağmen Suriye'de savaşmaya devam
ederse, bu onlar için bir felaket olurdu ve ABD'nin umduğu da buydu.
ABD, Ukrayna'da savaşan Rusya'nın Suriye'de sıkışıp kalacağı uzun süreli bir
Suriye savaşı bekliyordu. Bu olmadı. Saldırıyla Rusya'yı sırtından
bıçaklayan Türkiye, "barışçıl bir geçiş" sağlayarak Rusya'nın
yardımına geldi ve Rusya'yı bu sorundan "kurtardı" - sanki yaptığı
kalleşliğine bir "ödeme" gibi görünüyor. Bu tavır, Türkiye elitinin genel
uygulamasına, aslında emperyalist ikiyüzlü bir uygulamanın tipik
politikasına uyuyor. ABD'nin Suriye'de uzun bir savaş ve Rusya'yı
oyalama, genişletme stratejisi ve taktiği gerçekleşmedi. Bu anlamda
Rusya bundan kazanan olarak çıktı ve ABD de kaybeden olarak çıktı. Özellikle
Cihatçıların Rusya'ya Rus ordusunun ve üslerinin sağlam kalacağına dair garanti
vermiş olması ilginçtir.
İsrail'in
çıkarları da aynı şekilde savaşın devamındaydı; Gazze'deki
katliamlardan dikkatin dağıtılması, Lübnan'dan Suriye'ye Hizbullah'ın,
Irak'tan Irak milislerinin ve İran'ın Suriye'ye gönderilmesi, böylece
Hizbullah'ın zayıflatılması ve İran'ın meşgul tutulması. Bu kararın alındığı
Astana'da ne ABD ne de İsrail hazır bulundu ve cihatçılar savaşmadan Bağdat'a
girebildi. Türkiye'nin bu cihatçılar üzerinde ne kadar kontrol sahibi olduğu
gerçeği Astana'da ve sonrasında tam olarak ortaya çıktı - HTŞ savaşmadan
Bağdat'a yürüdü. ABD ve İsrail'in beklentilerine ve stratejilerine
aykırı olarak “ iç savaş”, en azından şimdilik, sona erdi. Dolayısıyla
ABD ve İsrail bu konuda "kaybedenler" kategorisinde. Ancak İsrail,
Gazze'deki soykırımdan dikkati uzaklaştırmada başarılı olması ve geleceği
bilinmeyen, iç çatışmalara hazır ve İsrail ile sınırlarını savunacak
organize bir ordusu olmayan, İsrail'in daha fazla toprak ele geçirmesine
meydan okuyacak bir Suriye'ye sahip olması anlamında kazanan kategoride.
İran
kaybedenler kategorisinde, Suriye'den geçen
Hizbullah'a olan destek kanalını kaybetti. Cihatçı lider, İran ve Hizbullah'a
olan nefretini kamuoyuna tekrarladı ve İran ve Irak dahil diğer Şii'lerden
Hizbullah'a herhangi bir silah gitmesini engelleyeceklerini belirtti. Ancak,
İran'dan Lübnan'a silah ve mühimmat taşınması konusunda Astana'da herhangi bir
uzlaşmaya varılıp varılmadığını henüz bilmiyoruz. Bu, İran'ın İsrail ile bir
savaşı durumunda Hizbullah'ı ve İran'a olan desteğini zayıflatacaktır. Burada
da İsrail kazanan kategoride.
En
büyük kaybedenler, her zaman olduğu gibi, halktır,
bu durumda Suriye halkı.
Uzun
vadede kazananların ve kaybedenlerin kimler
olduğunu yakında göreceğiz veya en azından daha iyi anlayacağız.
Devamında(orta
ve uzun vadede) olası kazananlar ve kaybedenler tespiti
için daha iyi bir yargıda bulunmak için son derece ilgili bazı nesnel sorular
soralım.
Yeni bir
hükümetin kurulmasından sonra veya bu hükümet sırasında veya bağımsız ve ondan
kopuk bir şekilde, HTS ve diğerleri kuzeydoğu Suriye'ye - SDG'ye saldırırsa,
kaybedenler ve kazananlar kim olacak? Türkiye'nin kuzey Suriye'ye yönelik
iştahı ve görüşleri iyi biliniyor ve hiç de gizli değil.
Ya da güney
Suriye'ye, Dara bölgesine saldırırlarsa, kaybedenler ve kazananlar kim
olacak?
İsrail
kara kuvvetleri Lübnan ve Gazze'de yenilmiş olsa da,
hala çok etkili hava kuvvetlerine sahipler. Daha önce, Suriye Hükümeti'nin
çöküşünden önce, "İsrail güney Suriye'yi işgal etmeye ve Golan Tepeleri
işgalini Suriye'de daha da derinleştirmeye mi hazırlanıyor?" sorusunu
sormuştum. Böyle bir durumda ne olacak ve Suriye ve/veya HTŞ'nin yeni
hükümetinin tepkisi ne olacak?
"Kim
kaybediyor ve kim kazanıyor" sorularına verilen yanıtlar, "küçük
resme" değil, büyük resme bakılarak ve olası gelişmeler göz önünde
bulundurularak belirlenmelidir.
Ancak o zaman,
bu olası yeni hükümetin Türkiye'nin mi yoksa ABD'nin mi kuklası olduğu
konusunda daha net bir fikre sahip olabiliriz. Ancak, tüm göstergelere
dayanarak, "barışçıl dönüşüm", Suriye elçisinin katılımıyla Rusya,
Türkiye ve İran'ın bir ürünü olduğundan - ABD-Batı ve İsrail'in hiçbir
katılımı olmadan, "kapalı kapılar ardında yapılan anlaşmaların veya daha
doğrusu "uzlaşmaların" hayati çıkarlarını dışladığı veya en azından
katılımcıların çıkarlarına göre yapıldığı varsayımını güçlendiriyor. Astana
Forumu'ndan önce İran, Hizbullah ve Irak Şii milislerinin asker göndermeyi
bıraktığı yönünde yayılan haberler, aslında katılımcı ülkeler arasında bir
uzlaşmanın göstergesiydi. Konuya siyaset perspektifinden bakarsak,
Astana katılımcılarının kazandığını ve geri kalanların şu anki
"çatışmasız" durumda kaybettiğini söyleyebiliriz. Astana grubu
birincil hedeflerine ulaştı, ABD ulaşamadı.
Kısacası, büyük
resmin küçük bir parçasına bakarak değerlendirmeler ve yorumlar yapmak, eleştirel
ve sorgulayıcı zihinler için geçerli ve doğru bir yaklaşım değildir.
Özellikle değerlendirme için yanlış öncüllerden hareket etmek kaçınılmaz
olarak yanlış sonuçlara ulaşacaktır.
Suriye'deki
bu kaotik ve öngörülemez durumdaki gelişmelerin ne olacağını bilmeden
geleceğe dair bir yargıda bulunmak mümkün değildir. Sorun çok karmaşıktır ve
özellikle Suriye, İsrail, Hizbullah, Lübnan'ın varlığına ve büyük Müslüman
nüfusa sahip ülkelerin geleceği ile hayati ilgilidir. Bu da yine
gerileyen hegemonik eski tek kutuplu dünya düzeni; ABD-Batı ve yeni
ortaya çıkan çok kutuplu dünya düzeni; Asya, Rusya ve Kolektif Güney
arasındaki çatışmayla ilgilidir-bağlantılıdır. Suriye'deki gelişmeler
kesinlikle ikisi arasındaki çatışmayı etkileyecektir ancak geçişi
durdurmayacak veya yavaşlatmayacaktır.
Ezbere
öğrenilmiş ve sloganlaştırılmış teorilere dayalı değerlendirmeler ve yorumlar
ve bunların her durumda ayrıntılı açıklama yapılmadan sürekli tekrarlanması
kitlelere hiçbir şey söylemez ve onları bilgilendirmez ve eleştirel bir zihin
geliştirmelerine yardımcı olamaz.
Erdoğan A
9 Aralık 2024
Hong Kong
Suriye'nin çöküşünün uzun vadeli sonuçları; Marksist Leninist bir değerlendirme.
Hiç yorum yok