Cumhuriyet ve Traji-Komediye varan "Cumhuriyet" eleştirileri üzerine -kısaca
Diğer yazılarla birlikte PDF indir
1- Cumhuriyet’e yaklaşım
“Cumhuriyet “kendi başına, kendi içinde
sınıfsallıktan soyut, sınıfsal çelişkiler ve çatışmalardan bağımsız, değişken
olmayan bir olgu değildir. Okuduğum, ML Sol da dahil, hemen hemen bütün
eleştiriler burjuva liberal nitelik ve yaklaşımda, aynı, sınıfsallığı kişiliğe,
kişilere indirgeme pratiğinde olduğu gibi, sınıfsal yapıyı da tek bir olguya,
“cumhuriyete” indirgeyerek yapılmakta.
Sanki amaç genel olarak “Cumhuriyet iyi mi kötümü”, “var olan otokratik
sistemle bir farkı var mı yok mu” öznel algılatma amaçlanmasında noktalanıyor.
Sınıfsal yapıya, yani onu oluşturan hâkim sınıflara, önderliğini diğerlerine empoze etmiş egemen sınıfa, ülke genelinde emekçi ve hâkim sınıflar arası, özelinde hâkim sınıflar arası güçler dengesine bağımlı olarak Cumhuriyetten Cumhuriyete fark vardır. Bu “güçler dengesi” genel ve özel çelişkilerin yoğunlaşmasına bağımlı olarak değişebileceğinin tarihi kanıtlanmış gerçeği, Cumhuriyetin durağan değil değişken bir yapıya sahip olduğunu da kanıtlar. Kimi değişimler zorlamalar ve (egemen sınıf çıkarına) gereksinimler nedeniyle biçimsel olabilir, kimisi zor kullanmalarla sınıfsal olabilir. Bir Cumhuriyet konusunu ele alıp onu kurulduğundan bugüne “aynı” deyip tutturmaya ve bunu yutturmaya çalışmak bir Marksist Leninist’tin değil, bir liberalin ya da öznelliğinden kurtulamamış bir burjuva milliyetçinin işi olabilir.
Lenin’den ezberci,
kırpmacı alıntılar her zaman şu ve buna benzer olur; “"Engels, tıpkı bir
krallıkta olduğu "kadar", demokratik bir cumhuriyette de devletin
"bir sınıfın bir başka sınıfı baskı altında tutmasına yarayan bir
makine"den başka bir şey” değildir. Ancak bu sözlerin devamından ve bütünlüğünden
kopartılarak yapılır. Çünkü Lenin aynı paragrafı şöyle bitirir; (Engels) bu sözleriyle
hiçbir zaman, bazı anarşistlerin "iddia ettikleri" gibi, baskı
biçiminin şöyle ya da böyle olmasının proletarya bakımından önem
taşımadığını anlatmak istemez. Sınıf savaşımının ve sınıfları baskı altında
tutmanın daha geniş, daha özgür, daha açık bir biçimi, proletaryanın genel
olarak sınıfların ortadan kalkması için yürüttüğü savaşımı büyük ölçüde
kolaylaştırır.""
Yani Lenin’e ve
Marksist Leninistlere göre tek düze bir “cumhuriyet “yoktur. Özel ve genel
çelişkilere, güçler dengesine, mücadeleye bağımlı olarak biçimsel de olsa değişken
bir yapıya sahiptir.
Gericiliğin göklere
çıkarıldığı, gericilerden kahramanlar yaratıldığı Türkiye de öznel nedenlerle
Cumhuriyete yaklaşımın sınıfsallıktan tamamen koparılması şaşırılacak bir olay
değildir. Çünkü milliyetçilik ve öznellik Türkiye’de her alanda hakimiyetini
korumakta. 1923'te kurulan Cumhuriyet
sınıflar üstü bir yapı değildi, hâkim sınıfların bir yapısıydı. İçteki
egemenlik çelişkileri tekelci ve komprador burjuvanın oluştuğu 1950'lere kadar
devam etti, 50 sonlarına doğru keskinleşti, 60 da bu çelişki odağına ulaştı, 1965
sonrasında yoğunlaşan öğrenci, işçi ve köylülerin demokratik ve anti-emperyalist
mücadelelerinin ve işçi direnişlerinin yükseldiği 70 yıllarını takiben “egemenlik” çelişkileri 1971 de noktalandı. Gelişen
devrimci mücadelelerin bastırılması 1981 de güçler arası çelişkileri noktaladı.
Hâkim sınıflar arası çelişkilerin noktalanması 1990lara kadar uyum içinde devam
etti. 90 sonrasında çıkar çatışmalarının belirtilerinin dışarı yansımaları
kendisini erken 2000lerde ekonominin dengesiz gelişmesiyle ortaya çıkan ve
devlet yapısıyla desteklenen yeni sermayenin eskilere önderliğini dayatmasıyla,
Cumhuriyetin Faşizm biçimi kendisini ortaya çıkardı. Yani “cumhuriyet”
başlangıcından bu yana tek düze bir yapı olarak devam etmedi, içinde her
zaman çatışmaları beraberinde taşıyarak, bir sürü biçimsel değişikliklere
uğrayarak, bu çatışmaların toplumsal yaşama yansımalarıyla farklı
dönemlerden geçti.
Marksist
Leninistlerin değerlendirmesi ezberlenmiş teoriler temelinde değil, emekçi
halkların ve onların mücadelesinin çıkarları açısı temel alınarak, ayağı
somut gerçeklere basan bir şekilde yapılır. Biçimsel de olsa her değişim emekçi
halkların ve onların mücadelesinin yararına ve zararına olan sonuçlarını da
beraberinde getirir. Örneğin hâkimsınıflar arası bir çelişkinin sonucu olan (kesinlikle halkçı ve demokratik amaçlı
olmayan) 1961 değişimi cumhuriyet tarihinin en liberal anayasası olan anayasayı hazırlamış ve bu anayasayla işçi sınıfı toplu iş sözleşmesi ve grev
haklarını sağlamıştı. Kısıtlı da olsa bu demokratik haklar ve özgürlükler, emekçi
kitlelerde, öğrenciler de ve aydınlarda devamında kendini pratikte bulacak olan
“devrimcileşme” sürecinin doğuşu ortamını yaratmıştır. Toplu sözleşme, grev,
dernekler kurulması ve devrimci hareketlerin oluşması bu dönem içinde
gerçekleşmiştir. Maksim Grokiye
mektubunda bu biçimler arasındaki farkı vurgulayan Lenin; "Kapitalizmden
kapitalizme (onların siyasal üst yapısı olarak cumhuriyetten cumhuriyete) fark
vardır" diyordu. "Kara-Yüz- Oktobrist kapitalizmi (Otoktratik, faşist) ve Narodnik (gerçekçi, demokratik, faaliyet dolu) kapitalizmi vardır. Biz kapitalizmin "aç gözlülüğünü ve
zalimliği" ni işçilere ne kadar fazla teşhir edersek, birinci tür (Otoktratik, faşist) kapitalizmin ayakta kalması
o kadar güç olur ve kapitalizm o kadar ikinci tür (gerçekçi, demokratik,faaliyet dolu) kapitalizme dönüşmek zorunda kalır. Bu tam bize
(bizim istediğimize) uygun düşer, tam proletaryanın (istediğine) uygun
düşer..."
Yukarda açık ve net
bir şekilde belirtildiği gibi sınıfsal bir üst yapı olarak Cumhuriyet tek düze,
değişken olmayan bir yapıya sahip değildir. Ve onun “biçimleri her ne olursa
olsun bizi ilgilendirmez “gibisinden bir anlayışın Marksizm Leninizm ile
bağdaşığı yoktur. Marksist Leninistler eğer öznel ve nesnel şartlar varsa “sosyalist
cumhuriyeti” tercih ederler ve onların azami hedefi budur. Ancak, teoride “hızlı
slogancı,” pratikte “bin yıl bekleyiciler” gibi bunun öznel ve nesnel
şartlarının oluşmasını beklemezler, tam tersine bunun şartlarının
yaratılabileceği ortamı oluşturmaya çalışırlar. Bu şartların olmadığı dönem ve
şartlarda, Otokratik bir “cumhuriyet” yerine Demokratik bir “cumhuriyet” için
mücadele etmelerinin nedeni budur ve bu “demokratik” yani siyasi
iktidarı ele geçirme mücadelesini oluşturur. Çünkü sosyalist bir inşanın ön
şartı, bir gecede gerçekleşemeyecek olan siyasi iktidarın ele geçirilmesidir. Ve
bu “ele geçirme “mücadelesinin bir sürü ara aşamaları olması kaçınılmazdır.
Stalin, Anarşizm mi
Sosyalizm mi yazısında sadece genel değil, özgülde Türkiye şartlarına uygun
olarak şunları söylüyordu; ""Siyasi özgürlük, en iyi ve en tam
haliyle bir demokratik cumhuriyette sağlanır, elbette ki, kapitalizm
koşullarında ne kadar sağlanabilirse. Bu nedenle, proleter sosyalizmin bütün
savunucuları, sosyalizme [geçişte] en iyi "köprü" olarak, bir
demokratik cumhuriyetin kurulması için mutlaka çaba gösterirler. İşte bunun için, bugünkü koşullarda, Marksist
program iki bölüme ayrılmıştır: hedefi sosyalizm olan azami program, hedefi
demokratik cumhuriyet aracılığıyla sosyalizme giden yolu açmak olan asgari program."
Cumhuriyeti onun
sınıfsallığından, sınıf mücadelesinden kopararak, emekçi halkların ve onların
mücadelesinin çıkarlarını gözetmeden tek düze gören ve bu şekilde ele alan ve
tek alternatif her şartta her durumda “devrim”, başka bir cumhuriyet değil” anlayışındaki
yaklaşım hayalci ve sözde aktif, pratik gerçekte pasif Anarcho-Troçkist bir yaklaşımdır.
Her durumda "Ya hep Ya Hiç" yaklaşımı dar görüşlü, tek yanlı,
gerçek durumu göz önünde bulundurmayan küçük burjuvanın karakteristik
özelliğini yansıtan bir slogandır.
Söz konusu
sosyalist devrim mücadelesi ise, Marks’ta, Lenin’de, Bolşeviklerde "ya hep
ya hiç" gibi genelleştirilmiş bir slogan bulmak mümkün değildir. Ama
Troçkistlerin, farklı biçimlerde yaygınca kullandığı bir slogandır. Tasfiyeci
Troçki şunları söylüyordu; "Ya karşılıklı eleştirinin tamamen
durdurulması, yani işçi sınıfındaki eğilimler mücadelesinin tamamen
durdurulması, ya da tüm ortak eylemin reddedilmesi. “Ya hep ya hiç!”
(A Talk with the Socialist Workers) Troçkist Paul Temple şöyle diyordu; "Ancak,
burjuvaziden farklı olarak, proleter devrim “ya hep ya hiç" tir-
Stalinist bürokrasinin elindeki Rus Devrimi'nin yenilgisinin gösterdiği gibi "bütün
dünya, ya da hiç" buna dahildir." (What Are the Prospects for
Socialism? ) Troçkinin meşhur takipçisi, hızlı sloganların küçük burjuvaya
etkisinin bilincinde olan James P.
Cannon şunları söylüyordu; "Devrimci işçi hareketi, “geleceği ellerinde
tuttuğunun” bilincinde, kendinden emin, zorlayıcı, en yüksek derecede titiz.
Tüm flörtleri ve yarı bağlılıkları itmektedir. Herkesten, özellikle
liderlerden, “Ya hepsi ya da hiçbir şey” ister." (The Struggle
for a Proletarian Party)
Var olan şartları
değerlendirmeyen, ayağı gerçeklere basmayan, Cumhuriyet kavramını sınıfsallıktan
uzak, tek düze alan ya hep ya hiç yaklaşımı, Lenin’in deyimiyle, Anarşist
yaklaşım "siyasetin reddedilmesi maskesiyle, işçi sınıfının burjuva siyasetine tabi
kılınmasıdır." (Anarchism and Socialism )
Gelinen yerde, Türkiye’de
ise bu tür yaklaşımlar, otokratik gerici iktidarın ekmeğine “organik” yağ süren
pratiklerdir.
2- Traji-Komediye
varan "Cumhuriyet" eleştirileri üzerine
Her ne kadar da önceki yıllarda olduğu yoğunlukta olmasa da (belki de bu tür yazanları bloke ettiğimden) bu sene AKP gericiliği ağzıyla ve onun "yeni kültür yaratma" faaliyetlerine destek olarak yapılan Cumhuriyet karşıtı yazılar eskisi kadar yoğun değildi gibi geldi bana. Ancak eskisinden daha kötü olan -hadi burjuva milliyetçileri açısından anladık da- kendisine Marksist Leninist solcu diyenlerin bu komedi niteliğinde diyebileceğimiz "eleştirileri" onlar açısından "traji-komedi" ye dönüşmüş durumda.
Eleştirileri! bu burjuva cumhuriyet önderlerinin ve burjuva cumhuriyetin "kapitalizme kayması" ??? Emekçi düşmanı olması??? ve benzeri konularda yoğunlaşıyor.
Şimdi, aklı başında, Marksizm'in ABC sinden haberi olan bir Marksist Leninist bir burjuva önderden ve burjuva cumhuriyetten "kapitalizm" den ve "emekçi düşmanlığından" başka bir şey bekleyebilir mi?
Her şeyden önce bir Marksist Leninist, neyi neye karşı karşılaştırdığının bilincinde olması gerekir. Feodal, mutlakiyetçi, dini gerici bir yapıya (Osmanlıya) karşı burjuvayı ve burjuva yapısını mı karşılaştırıyoruz, yoksa burjuva yapıyı (cumhuriyeti) sosyalizm ile mi karşılaştırıyoruz? Ya da burjuva önderlikten, burjuva devriminden "sosyalist" ekonomi ve sosyalist tavır beklentisi içinde miyiz? Eleştiriler tamamıyla burjuva yapıdan sosyalist tavır beklentisi temelinde yapılan traji-komik içerikte.
Bir Marksist Leninist konuları içinde bulunduğu o özgül tarihi döneme bağımlı olarak ele alır ve o özgülde onun sınıfsal "niteliği" ne idiyse o temelde eleştiri yapar. Bunu yaparken sınıfların tarihi ilerici ya da gerici rollerinin dönemlerini akılda tutmak gerekir. Feodalizme karşı Burjuvazinin sınıfsal tarihi ilerici rolü, (ve günümüzle de bağlantılı olarak emperyalizme karşı herhangi bir özgülde ilerici rolü) burjuvazinin devrimini tamamlamasıyla, işçi sınıfına karşı Tarihi gerici rolüne dönüşür. Bu onun sınıfsal niteliğidir, burjuvazi önderliğinde en demokratik burjuva kurtuluşu ya da devrimi de olsa, ulaşacağı nokta budur. Ancak bu gerçek, Marksist Leninistleri feodalizme (ve emperyalizme, sömürgeciliğe) karşı burjuvaya destek vermelerini engellemez. Bu nedenle neyi neyle, kimi kimle karşılaştırdığımız konusunu birbirine karıştırmamak gerekir.
Lenin bu karıştırmayı, daha doğrusu "komikleşen" safsatayı, “ikinci enternasyonalin çöküşü” yazısında güzel bir şekilde vurgular;
Bütün safsatacılar her zaman ana öğelerinde birbirlerine benzemeyen durumlarla ilgili örnekleri gösterme alışkanlığında olmuşlardır.
Feodalite ile mutlakıyete karşı savaşımda, kurtuluş yolundaki burjuvazi politikasının uzantısını, feodallerle bağlaşma içinde, proletaryayı ezen, günü geçmiş gerici bir burjuvazi "politikasının uzantısı" ile bir tutmak, peynirle tebeşiri bir tutmak demektir.
Burada birincisi Osmanlıya karşı Burjuva Milliyetçilerin politikası, ikincisi, devamında Burjuvazinin emekçi halka karşı politikasıdır. İki farklı içerikte, iki farklı tarihi döneme ait politika. Bu ikilemi Stalin Anarşizm mi Sosyalizm mi de şöyle noktalar;
biz şöyle deriz: cumhuriyet, feodal sistemi yıktığı ölçüde iyidir -ve biz onun uğruna savaşırız; ama burjuva sistemini güçlendirdiği ölçüde kötüdür- ve biz ona karşı savaşırız.
Birincisiyle bağlantılı olarak, Lenin Sosyalizm ve Savaş yazısında net bir şekilde tavrı ortaya koyar.
...bu savaşların başlıca içerikleri ve tarihsel anlamları, mutlakıyeti ve feodalizmi devirmek, hiç değilse bu kurumların temelini sarsmak ya da yabancı boyunduruğundan kurtulmaktı. Onun içindir ki, bu savaşlar ilerici savaşlardı ve bu gibi savaşlar verilirken bütün içten devrimci demokratlar ile sosyalistler, feodalizmin ve mutlakıyetçiliğin temellerini yıkan ya da en azından bu temelleri sarsan, ya da yabancıların baskısına karşı savaşım veren tarafa daima sevgi duymuşlardır.
Rusya, İran, Türkiye ve Çin deki devrimler, Balkan savaşları- bu bizim "Oryent" imizin, bizim dönemimize ait dünya olaylar zinciridir. Ve SADECE KÖR BİR ADAM bu olaylar zincirinin bağımsız ulusal devletler ve ulusal birlik oluşturmak için çaba gösteren bir dizi burjuva -demokratik ulusal hareketlerinin uyanışı olduğunu göremez..
Söylemi daha anlaşılabilir yapmak için bir şey ilave etmeğe gerek var mı?
Lenin, “ikinci enternasyonalin çöküşü” yazısında yukarda alıntıladığım sözlerine şöyle devam eder;
Bir insan, burjuva "anavatan"ları adına tarihi konuşma hakkı olan ve, feodal sisteme karşı savaşım içinde, yeni ulusların milyonlarca insanını uygar yaşama yükselten büyük burjuva devrimciler için en büyük saygıyı duymadıkça MARKSİST OLAMAZ.
Bunları söyleyen Lenin burjuva devrimcilerin ve burjuva cumhuriyetin feodalizmi yıktıktan, ve-ya da "kurtuluşu" sağladıktan sonra "sınıfsal gericiliğine", yani emekçi düşmanlığına döneceğinin bilincinde değil miydi? Belki de sadece öznelliklerine uygun olduğu sürece "Leninist" olanlar açısından değildi.
Ancak Marksist Leninistler açısından burada Lenin'in ele aldığı, karşılaştırmasını yaptığı şey "feodalizme karşı burjuva", burjuva ya karşı emekçi ya da burjuva cumhuriyetine karşı sosyalizm değil.
Karşılaştırmanın verili olan yerinde ve zamanında, kime karşı yapılması gerekliliği bir yana, Burjuva, burjuva olarak, burjuvanın sınıfsal yapısına ve bu temelde ondan beklenecek tavırlara bağımlı olarak ele alınır ve eleştirisi yapılır, ondan sosyalist tavırlar bekleyerek, "kapitalizme kapıyı açtı" gibisinden sızlanmalar ve vurgular la yapılan "eleştiri" ler sadece komik olabilir, bu ML sol adına yapılırsa traji-komik olur.
Burada daha ince bir şekilde yontulmuş haliyle sunulan, "kurtuluş savaşının" bir kurtuluş savaşı olmadığı, emperyalistlerle anlaşma olduğu vb., ucuz safsatalara cevap vermeye gerek görmüyorum, konu üzerine detaylı olarak Lenin'den, Stalin'den, Enver Hocadan ve bir sürü ML önderlerden alıntılarla değindim ve tartışıldı. Ancak yeniden türeyen ikinci bir yanılgıyı vurgulamak gerekiyor;
Türkiye'de (Osmanlı demiyorum) hâkim sınıflar arasında "Komprador Burjuvazi " diye bir şey yoktu, bırak onu "büyük burjuvazi" diye bir şey yoktu.
Yanlış ve hatalı değerlendirmelerden yola çıkılırsa, yanlış sonuçlara ulaşmak kaçınılmazdır.
Stalin Türkiye'deki burjuvaziyi Komprador değil, "komprador olmayan" Milli Burjuvazi olarak değerlendiriyordu. Sun Yat-Sen öğrencileriyle konuşmasında Çin ve TR yi ele alan Stalin "Komintern kararında bir bütün olarak büyük burjuvaziden değil, "kapitalist burjuvazinin bir bölümü"nden söz edilmektedir. Yani burada söz konusu olan herhangi bir büyük burjuvazi değil, komprador burjuvazi tipine dahil olmayan ulusal burjuvazidir" diyordu. Ve TR deki devrimle ilgili olarakda şöyle söylüyordu;
Kemalist bir devrim, en üst tabakanın bir devrimi, ulusal tüccar burjuvazisinin, yabancı emperyalistlere karşı bir mücadelede ortaya çıkan ve daha sonraki gelişimi esasen köylülere ve işçilere karşı tarımsal bir devrim olasılığına karşı yönlendirilen bir devrimdir.
Yani başlangıçta var olan "üst tabaka", ulusal tüccar burjuvazisiydi. Bunlar, -tekelci, komprador burjuvazi- 1950'lere doğru gelişti ve devamında varlığını oluşturdu.
Buna bağımlı olarak TR de 1923 ten bu yana "Faşizm vardı" değerlendirmesi de Faşizmin Marksist Leninist tanımlamasıyla uyuşmaz, çünkü Faşizm Tekelci Sermayeye tekabül eder. Bu anlamda 1950'lerden önce, tekelci sermayesi olmayan TR de faşizmden bahsetmek, her burjuva cumhuriyeti, ya da siyasi tanımlamasıyla burjuva diktatörlüğünü, bir sürü varyasyonlarını göz ardı ederek "Faşizm" olarak görmek gibi çarpık bir anlayışta buluşturur kendisini.
Bu "Faşizm hep vardı" sonucunda buluşan tanımlama da dolaylı olarak günümüz faşizmine destek veren, var olan şartları ve faşizmi küçümseyen, ya da ciddiye almayan (çünkü zaten hep vardı!), bu nedenle de faşizme karşı birleşik bir cephenin oluşmasının önüne engeller koyan, tehlikeli ve zararlı bir değerlendirmedir.
Yukardaki türden eleştirilerin ve değerlendirmelerin sol laflarla salata yapan burjuva milliyetçilerden- ya da AKP maaşlılarından- gelmesi bizi fazla ilgilendirmez, çünkü biz ne kadar teşhir edersek edelim, gerçekleri ortaya serersek serelim, onlar ideolojik "görevlerine" devam edeceklerdir. Ancak bunlar Marksizm Leninizm adına yapılırsa bunun adı "taraftar-parsa toplama oportünistliğini" de aşar, mücadelenin zarar görme pahasına sahtekarlık olur.
Erdogan A
31 Ekim 2021
Yenileme 1 Kasım
Hiç yorum yok