Header Ads

Header ADS

Adalet ve sosyal devrim

 Yaşar Ayaşlı 

9 Temmuz 2022

17 Haziran 2017 tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu öncülüğünde başlatılan Adalet Yürüyüşü, 9 Temmuz’da Maltepe’de yapılan kalabalık bir mitingle son buldu. Solundan ve sağından geniş bir destek alan yürüyüş, kitleselliği, taleplerinin güncelliği ve iktidara karşı ters akıntı yaratmasıyla tarihsel bir boyut kazandı. Aradan geçen beş yıldan sonra genel bir değerlendirme yararlı olacaktır.

***

12 Eylül 1980 darbesi öncesinde faşizme karşı mücadelenin ön cephesinde radikal sol vardı. Sol olduğu iddiasındaki CHP ise devlet (düzen) içi mücadelenin, parlamentarizmin ve barışçıl tepkilerin ötesine geçmedi, ufku budanmış reformizmle sınırlıydı. Tercihini her zaman burjuvazinin diktatörlüğünü ayakta tutmaktan ve sağıyla uzlaşmazlıktan yana kullandı. O zamanki TKP ve benzeri sosyal reformist hareketler tarafından, arkadan itilerek faşist diktatörlüğe gidişi durdurabileceği zannıyla desteklendi. Sol; düzen içi ve düzen dışı olmak üzere iki kampa ayrılmıştı ve bunlar birbirlerinden sadece hedeflerinde ve yöntemlerinde değil, slogan ve taleplerinde de ayrılıyorlardı. Devrimciler sloganlarını devrim/sosyalizm/iktidar bileşenleri üzerine kurarlarken, burjuva kampının sol cenahını oluşturan CHP, “Ne ezen ne ezilen insanca hakça bir düzen” demekle yetiniyordu. Devrimci ve sosyalist sol kitlesel etki zayıflığına rağmen, dinamizmi ve militanlığıyla reformist sola baskındı. Bu sayede CHP tabanına kadar uzanan solun hâkim söylemi olabildi.

Bugünkü durumsa tersi bir görünüm arz ediyor. Hiçbir zaman kendini mevcut yasalara riayetle sınırlamamış gerçek sosyalistlerin, militan devrimcilerin noksanlığı sayesinde, “sol” olduğunu deklere etmeye cesaret edemeyen düzen partisi sahnenin önüne geçebilmiştir. Kuşkusuz CHP sokağa çıkmaktan, kitleleri eyleme seferber etmekten kuduzun sudan korktuğu kadar korkan, o yüzden de lehine olan bütün nesnel koşullara rağmen hala eşek kulağı gibi yerinde sayan bir partidir. Buna karşın dizginlerini elinde tuttuğu toplumsal muhalefetin gündemini belirlemekle kalmıyor, AKP korkusunu körükleyerek sosyalist kesimi ve Kürt solunu hem seçim platformu sathı mailine hapsediyor hem de yedeğine almaya çalışıyor. Üstelik bunda kısmen de olsa başarılıdır. Düzen karşıtlığını pratiğine yansıtamayan sol, umut vaat etmediğinden, yanına çekebileceği görece ileri bilinçli kesimleri CHP’ye (ve HDP’ye) emanet etmiştir. Bu, ilerici aydınlar, sanatçılar, gençlik ve sol sendikalar üzerinde gittikçe pekişen Atatürkçülüğe bakılarak da test edilebilir.

El altından AKP ile dolap çeviren Deniz Baykal’dan beri sağa açılmayı (hem ulusalcılık hem liberalizm yönünde) düstur edinmiş CHP, bu başarısını sol tarafından kalktığı (varlığını tehdit altında hissettiği diyelim biz ona) ender zamanlarından birinde düzenlediği beş yıl önceki Adalet Yürüyüşü benzeri ataklarına borçludur. Adalet Yürüyüşü, yasalara bağlı kalmasına, isyana dönüşmemesi için dıştan ve içten tedbir alınmasına karşın, günün ihtiyaçlarına ve kitlelerin güncel taleplerine cevap veren bir eylemdi. Adaletsizliklerin, hak-hukuk bilmezliklerin zirveye ulaştığı bir dönemde yapılması, CHP’yi sağ ve sol muhalefetin önüne çıkardı. Sosyalist kesimin çoğu haklı olarak, hukukun yerini alan orman kanunlarına karşı “demokratik haklar” temasıyla düzenlenen bu büyük çaplı eylemi desteklediler. Faşizm altında, suskunluğun ağır bastığı bir dönemde doğru tutum, kitlelerde heyecan, dayanışma ve direnme isteği yaratan bu eylemi desteklemek, onunla da kalmayıp daha genişlemesi ve icazet sınırlarının dışına taşması için çaba göstermekti. Ellerini göğsüne kavuşturup milyonları siyaset sahnesine çeken bir eyleme burun kıvıranlar, kof solculuğu sermaye yapanlardan başkası değildi. Oysa, baş düşman her alanda faşizmi tahkim ederken, onu yavaşlatan, yığınların öfke ve hoşnutsuzluğunu yumuşatarak bile olsa eyleme dönüştüren her girişim desteği hak eder.

Eğer bugün faşist koalisyonun hakkından seçimle gelinebileceği fikri sosyalist saflara uzanacak kadar mesafe almışsa ve hazırlıklar (ittifaklar) bu doğrultuda şekillenmekteyse, bunda CHP’nin büyük kentlerdeki yerel seçim başarısının ve Adalet Yürüyüşü’nün payı olduğunun teslim edilmesi gerekir.

CHP toplantı ve basın açıklamalarının klişesi haline gelen, “Hak, hukuk adalet” sloganının, onun dışındaki gösteri ve eylemlere de sirayet etmesi ne sebepsiz ne de tesadüftür. Bu sloganın köklü bir değerlendirilmesi yapılmadığı, çemberin dışına çıkılarak liberal-reformist adalet anlayışıyla hesaplaşılmadığı için, reformizm her geçen gün biraz daha güç kazanmaktadır. “Adalet” talebini söylemlerine dahil eden sosyalistler, kendileriyle reformistler arasında çizgi çekmedikleri, böyle bir ayrımı önemsemedikleri sürece, saflarında virüsün yayılmasının önünü alamayacaklardır. Elbette “hak, hukuk, adalet”in işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin bir talebi olduğu söylenerek desteklendi. Bu, faşist uygulamaları hedef aldığı, ezilenlerin, sömürülenlerin eşitlik, demokrasi, özgürlük özlemleriyle örtüştüğü sürece yanlış değildir. Önemli olan bunun siyasal mücadele düzleminde nasıl anlamlandırıldığı, menzilinin nerede başlayıp nerede bittiğidir.

“Hak, hukuk, adalet” sloganı alanına giren talepler için mücadele etmek, iktidarı geri adım atmaya ve iyileştirmelere zorlamak doğru ve gereklidir. Kitleler harekete geçtiklerinde silik “adalet” talebini aşabilir, daha ilerileri hedeflere yönelebilirler. Bütün mesele bu talepleri nihai hedef haline getiren düzen partileri ve reformistler ile faşizmi geriletmek ve sosyalizm yolunda ilerlemek için ufak adımlar olarak gören devrimciler arasındaki farkın farkında olunması ve buna göre davranılmasıdır.

***

“Adalet” sloganı düzen içi bir taleptir, kapitalizm ve emperyalizm karşıtlığı içermez. Faşizme karşı acil talepler içerdiği, bu talep etrafında birlik ve dayanışma oluşturmayı sağladığı için tutundu ve kitlelerde karşılık buldu. CHP’nin ve liderinin dillendirdiği şikâyet ve istekler liberal demokrasilerde var olan şeylerdir. Adalet Yürüyüşü’nde ve CHP liderliğinin siyasi teşhir söylemlerinde sermayenin egemenliğini sorgulayan bir şey yoktur, tersine “laik burjuvazi”yi ve AKP dışı sağı kucaklayabilmek için son derece ılımlı ve uzlaşıcı davranılmıştır. CHP yabancı ve yerli sermayeye karşı değildir, sadece “beşli çete” gibi “kötü sermaye”ye, iktidarın himayesinde ihalelerle ve mafyatik yöntemlerle vurgun yapanlara karşıdır.

Türklerin tarihinde Adalet’ten her devirde başka bir şey anlaşılmıştır. Osmanlı devlet anlayışında Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi padişahtır, ülkeyi yönetme ve adalet dağıtma yetkisi de ona aittir. İttihat ve Terakki, Fransız burjuva devrimini taklit ederek hakkını vermese de, “Hürriyet, müsavat, uhuvvet, adalet” sloganını kullandı. Cumhuriyete geçiş, Batı’daki kapitalist adalet anlayışının anti-demokratik, otoriter bir yorumundan ibaretti.

Dünya ve Türkiye sağının en çok kullandığı parti adlarının başında “adalet” sözcüğü gelir. Terim olarak İslam dininin ana metinlerinde geniş bir yer tutar. Siyasi İslamcılığı gereği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın anlayışı da özgürlüksüzlük ve totalitarizm üzerine kuruludur; adaleti tanımlarken eşitsizliği baş köşeye yerleştirir.  24 Kasım 2018 tarihinde “Kadın ve Adalet Zirvesi”ndeki konuşmasında şöyle demiştir:

“Adalet herkese hakkını vermektir. Dikkat ederseniz herkese hakkını vermek demek, bir şeyi herkese eşit şekilde dağıtmak veya herkese aynı şekilde davranmak anlamına gelmiyor. Burada da yanlış hareket etmeyelim. Büyükle küçüğü aynı terazide tartamazsınız. Güçlüyle zayıfı aynı yarışa sokamazsınız. Bazıları eşit, eşit diyor da şimdi yani biz 100 metreyi kadın-erkek aynı şekilde mi koşturacağız? Böyle bir şey olabilir mi? Hadi eşitiz erkekle, bayan 100 metreyi koşsunlar. Bu adalet olur mu? Olmaz.”

AKP ve MHP’nin baş ideologlarından N. Fazıl Kısakürek’te bu tam faşist bir renk alır. Yandaşlarına karşı son derece merhametli ve adilken, kendinden olmayanlara, hasım bildiklerine şiddeti ve ölüm dahil en ağır cezaları layık görür. İdeolocya Örgüsü’nde, adaleti, “mefkûrevî çapta şiddetli merhametle, mefkûrevî çapta şiddetli cezanın iç içe”liği diye tarif eder. “İnsanlar, gerektiği zaman sinekler gibi öldürülecek ve bin sinek için, gerektiği zaman bir dünya yıkılabilecektir.”[1]

Lafa gelince adaletten yana olmayan yoktur. Ama herkes ondan başka bir şey anlar. Adaletsizliğe kökten veya kısmen karşı olmaya da, tersinden onu pekiştirmeye ve ebedileştirmeye de ‘adalet’ denmektedir. N. Erbakan’ın dinsel ve muhafazakâr eşitsizlik anlayışı üzerinde bir şal gibi kullandığı “adil düzen” projesi, etiketinin tersi bir muhtevaya sahipti. Ecevit’in “Ne ezen ne ezilen, insanca hakça bir düzen” ve Kılıçdaroğlu’nun “hak, hukuk, adalet” sloganlarıysa, kitleleri kapitalizmin cehenneminden kurtarmayı değil, biraz daha rahat nefes almalarını sağlamayı öngörür. Her biri adaletsizliğin üstüne kendi rengine uygun bir adalet çarşafı örtmektedir. Bu yeni bir şey de değildir üstelik, ilk sınıflı toplum kölecilikten beri böyledir.

Bütün zamanlar için geçerli bir adalet yoktur. Adalet düşüncesi çağa, sınıflara, ideolojilere, ülkelere, hatta kişilere göre değişir. Bu sorun politikacıların, kişilerin erdemiyle, liyakatle ya da vicdanla çözülemez. Kaldı ki, kapitalist toplumun kendisi adaletsizdir. Onu adaletli yapmak, adaletle terbiye etmek mümkün değildir.

Dipnot:

[1] İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, 1986-İstanbul, s. 232.

https://sendika.org/2022/07/adalet-1-661251/

Devam

Engels, Dühring’in eşitlik üzerine görüşlerini eleştirirken, “Bütün insanların insan olarak… eşit oldukları fikri, kuşkusuz dünya kadar eski bir fikirdir. Ama modern eşitlik istemi bundan adamakıllı farklıdır” diyor. “İlk göreli eşitlik fikrinden, devlet ve toplum içinde bir hak eşitliği” fikrine varıncaya kadar aradan binlerce yıl geçtiğini de buna ekliyor.[1] Anlıyoruz ki, ilkel topluluklarda ortaklık üyeleri arasında eşitlik söz konusuyken, Eski Yunan ve Romalılarda, yani sınıflı toplumlara geçildikten sonra, eşitlikten söz edenlere deli muamelesi yapılıyor. Bundan böyle Roma hukukunda olsun, Hıristiyanlıkta olsun “eşitlik” fikri, ezenler ile ezilenler karşıtlığının üstünü örten, bunu meşru göstermeye çalışan yüzeysel ve yanıltıcı bir içerik kazanıyor.

Klasik adalet doktrini, yönetenlerin çıkarlarını yansıtan köleci toplumun büyük filozofları Platon ve Aristo’yla başlıyor. Platon, ideal bir toplum düzeni ütopyasını tanımladığı ideal devlet tasvirinde bile yolundan şaşmıyor. Efsanesi odur ki, her insan bir sınıfın mensubu olarak dünyaya gelirken, Tanrı tarafından belirlenen bir metalle doğmaktadır: Yöneticiler altın, yardımcıları muhafızlar ve askerler gümüş, çiftçiler ve zanaatkarlar demir ve bronz. Bunlar aynı değerde olmadıklarından herkes kaderine razı olup kendi “sınıf”ına uygun davranmalı, hiyerarşiyi ve düzeni bozmaya kalkmamalıdır. Eşitlik ve özgürlük adına isyana kalkışmak, düzeni bozmak, dolayısıyla adaleti yıkmak anlamına geliyor. Önerdiği düzen aslında, hiyerarşinin, sınıfsal konumların, rollerin önceden belirlendiği bir polis (şehir devleti) rejimidir. Aynı şekilde Aristo da doğanın bazılarını köle, bazılarını efendi olarak yarattığı fikrindedir. Fiziksel emek harcamak kölelerin fıtratında vardır. Köle emeği, yönetenlere kendini geliştirmesi için boş zaman sağlar, efendiler bu sayede yönetim, ekonomi ve teknik bilgisi, felsefe, müzik vs. ile uğraşma imkânı bulurlar. Toplum için adil ve yararlı olan kiminin köle, kiminin efendi olmasını gerektirir.

Aristocu modelden de etkilenen orta çağ düşünürleri daha farklı değildirler; özgürlükten anladıkları, ayrıcalıklı zümrelerin haklarının korunmasına dayanan bir eşitsizlik rejimidir. Hıristiyan eşitlik kavramı din kardeşliğiyle sınırlıdır. Aquinolu Thomas, bedensel emeği düşük, zihinsel emeği soylu bir iş olarak görür. Ona göre serf köylüler de köledir, öncüllerinden farklı olarak soylular serfleri öldürme hakkına sahip olmamalıdır. Zenginlik feodal hiyerarşiye uygun olmalı, kimse tanrısal yasalara karşı gelmeye cüret etmemelidir.

Aydınlanmacılar, adaleti, bireyin doğal haklarının korunması, koşullarının iyileştirilmesi ve ahlaki eğitim yoluyla geliştirilmesi olarak gördüler. Özgürlük ve eşitlik birlikte düşünülmeli, bireyin kendi iradesine göre hareket etme ve insan haklarından yararlanma yeteneği geliştirilmeliydi. Özgürlüğün sınırı diğer insanların özgürlüğünün başladığı yerde bitmelidir. “İyi etiğinden” bireyci “hukuk etiğine” geçişe dayanan modern hukuk, efendi sınıf burjuvazinin çıkarlarına göre şekillenecektir: “Büyük ticaret… dünya ticareti, hareketlerinde engelle karşılaşmayan, bir bakıma eşit haklara sahip, hiç değilse tek başına alınmış her yerde, hepsi için eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan emtia ticareti emtia sahiplerinin varlığını gerektirir.”[2] “Ebedi adalet”, burjuvazinin ebedi egemenliği demeye geliyordu. Karşılığını yasa (hukuk) önünde eşitlikle sınırlamış burjuva adalet anlayışında buldu.

Muhafazakâr düşünce, Aydınlanma ideolojisine karşıt, onu hem tamamlayan hem eleştiren, yüzü geriye dönük bir adalet ve özgürlük kavramı geliştirdi. İnsanlar başka bakımlardan olduğu gibi, yetenekleri bakımından da eşit değildiler. Özgürlük, bireylerin kendi hak ve ödevlerini başkalarına engel olmadan geliştirmeleri demekti. Bir yönüyle ortak iyi ve adaletin orta çağdaki yorumuna geri dönülür. Şu farkla ki, özgürlüğün taşıyıcıları artık eski ayrıcalıklı zümreler değil, ulusları yönetenlerdir.

Görülüyor ki, bütün zamanlar için geçerli, zamandan ve koşullardan bağımsız bir eşitlik, ebediyen geçerli bir adalet yoktur ve hiç olmadı. Adaletle bağlantılı hak, özgürlük ve eşitlik gibi kavramlar, insanların sürekli değişim ve dönüşüm halindeki yaşam koşulları gereği tarihsel bir karakter taşır. Modern çağda genel hukuk kavramına doğru genişleyinceye kadar birçok aşamadan geçmesi de bunu kanıtlar.

***

Tarih boyunca adalete bakış açısında en köklü değişiklik, kapitalist toplumun eleştirisinden yola çıkan Marksizm tarafından gerçekleştirildi.

Marx ve Engels, kişideki adalet duygusunun Tanrı veya doğa vergisi olmadığını, başsız sonsuz bir özellik taşıyamayacağını, tüm öteki kategoriler gibi tarihsel olarak belirlenmiş sosyoekonomik kökene bakmak gerektiğini, belirleyici olanın sosyal ilişkiler/mülkiyet ilişkileri olduğunu bilimsel olarak ortaya koymuşlardır. Sınıflı toplumlarda adalet kavramı sınıfsal bir karaktere sahiptir. Egemen sınıfa göre adil olan, ezilen sınıfa göre değildir, ya da tersi.

Marx, yeri geldiğinde değinmeler dışında (Engels biraz daha fazla), adalet konusuna özel bir ilgi göstermemiş, başlı başına bir konu olarak ayrıca işlememiştir. Bu, muhtemelen adalet fikrini büsbütün reddettiğinden değil, burjuva ideolojisi paradigması içinde kalarak yanlış yorumlara mahal vermek istemediğinden dolayı böyledir. Pozitif hukuk kavramı olan adaletin, kendi iç mantığına dayanılarak açıklanamayacağı görüşünde olduğundan öznel yorumlardan kaçınmış, bilimsel zemine oturtmak için ekonomi alanından yola çıkmıştır. Daha açıkçası, adalet teorisini, doğruluk ve iyilik, hak ve adalet gibi siyasi ve hukuki terimlere değil, üretim ilişkileri dolayımıyla üretken emeğe dayandırmıştır.

Nitekim Kapital’de şöyle diyecektir Marx:

“Burada, Gilbart’ın yaptığı gibi, ‘doğal adalet’ten söz etmek (…) saçmadır. Üretimi yürütenlerin arasında geçen işlemlerin adaleti, bunların, üretim ilişkilerinin doğal sonuçlarından ileri geldikleri olgusuna dayanır. Bu ekonomik işlemlerin, ilgili tarafların iradi hareketleri olarak, kendi ortak iradelerinin ifadeleri olarak ve bir üçüncü tarafa karşı yasa zoruyla kabul ettirilebilir sözleşmeler olarak göründükleri hukuki biçimler, sırf biçimler olarak bu içeriği belirleyemezler. Bunlar onu yalnızca ifade ederler. Bu içerik sırf üretim tarzına tekabül ettiği, ona uygun düştüğü yerde adaletlidir. Bu biçimle çeliştiği yerde adaletsizdir. Kapitalist üretim temeli üzerinde kölelik adaletsizdir; tıpkı, metaların kalitesine hile karıştırmanın adaletsiz olması gibi.”[3]

Marx’a göre, kapitalizmde adaletsiz olan, işçinin emek gücünü dilediği kapitaliste belirli bir ücret karşılığında satması değildir. Kapitalist işçiyi zorla çalıştırmaz. Bir meta olan emek gücünün para olarak karşılığını da diğer metalar gibi pazar ilişkileri belirler. Bu, adil bir al ver ilişkisidir.

Bununla birlikte, işçi emek gücünü satmadığı zaman hayatını idame ettiremez. Demek ki, bu “eşitlik”te, tıpkı “adalet” ve “özgürlük” tanımlamalarında olduğu gibi, kendi kendisiyle çelişen bir durum vardır. Öyleyse bu çelişkinin kökü kapitalistle işçi arasındaki iş sözleşmesinde değil, daha derinlerde, kapitalistin ve işçinin üretim araçları karşısındaki konumlarında aranmalıdır.

Buradan hareketle Marx, kapitalizmin neden adil olmadığını sebepleriyle birlikte ortaya koyar, ancak liberal düşüncedeki gibi kendini soyut ve biçimsel “adalet” döngüsü çerçevesine hapsetmez. Tersine, sistemin dışına çıkar ve çerçevesini kapitalizmden sosyalizme ve komünizme geçişe, adil bir toplumun maddi, ruhsal, entelektüel ve kültürel gelişiminin koşullarının nasıl sağlanabileceğine doğru genişletir. “Adalet”i, burjuva ufkunun dışında, tüm nüfusun refahını sağlayabileceği bir aşamayı temsil edecek sınıfsız toplumda arar.

***

Kapitalizm koşullarında “evrensel adalet”, “eşit bölüşüm” aramak beyhudedir. Adaletsizliğin özü, toplumun sınıflara bölünmesinde, bir kesimin başka bir kesimi sömürmesinde ve ezmesindedir. Bu köleci, feodal, kapitalist toplum biçimlerinin ortak özelliğidir. Üretim araçlarının mülkiyetini, onunla birlikte devleti, ideolojiyi, hukuku elinde tutan azınlığın hükmettiği bir sistemde, toplumun tümünü kucaklayan ortak bir adalet olmaz. Egemen burjuvazi, emekçilerin maddi ve manevi ihtiyaçlarını, haklarını, sağlıklarını, eğitimlerini değil, yalnız kendi çıkarlarını, kârlarını düşünür. İşçileri, kadınları, çocukları, başka ulusları sömürerek, onların ürettiklerine el koyarak sürekli eşitsizlik, dolayısıyla adaletsizlik üretir. Bundan çıkışın yolu kapitalizme son vermekten geçer.

Marx’ın adalet hakkındaki son sözü şudur:

“Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönden gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra – ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!”[4]

Ayrıcalıklı bir azınlığın çoğunluğu sömürdüğü ve ezdiği kapitalist toplum adaletli olamaz. Buna son verecek ve yeni bir toplumun kapısını açacak anahtar devrimdir. Devrim nihai hedefine vardığı, sınıflarla birlikte tüm eşitsizlikleri ortadan kaldırdığı, ekonomi dahil her yönden gelişkin bir aşamayı temsil eden komünist topluma ulaştığı zaman, gerçekten adil bir toplumun koşulları yaratılmış olacaktır.

Marx ve Engels’in adalet konusunu işleyen özel bir eserleri olmadı, ama çıkışı bu anlamıyla gerçek adalette aramayan bir eserleri de olmadı.

Dipnotlar:

[1] F. Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, 1977-Ankara, s. 188.

[2] A.g.e, s. 190.

[3] K. Marx, Kapital, Sol Yayınları, 1978-Ankara, C: 3, s. 356.

[4] Marx Engels, Seçme Yapıtlar, Sol Yayınları, Ankara-1979, s. 23.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.