İSLÂMÎ GERİCİLİK UYARISI..
2 mart 2018
1980’li ve 1990’lı yıllar devrimci hareketin, değişik nedenlerle siyasal İslâm’dan kaynaklanan gericilik tehlikesini önemsemediği ve dolayısıyla pek az tartıştığı bir dönemdi. Bunun değişik nedenleri vardı. Bunlar arasında; devrimci hareketin 1960’lı ve 1970’li yıllarda böyle bir tartışmayı yaşamamış olmasını, 12 Eylül 1980 askerî-faşist darbesinin güncelliğini ve onun maddi ve manevi basıncının tazeliği ve yoğunluğunu ve devrimci hareketin sığ ve kaba yaklaşımı nedeniyle Türkiye toplumunu ve onun tarihsel evrimini yeterince bilmemesini vb. sayabiliriz. Oysa önce 1970’lerde ve ardından 1980’lerde, uluslararası gelişmelerin de etkisiyle Evren kliğinin ve genel olarak Türk burjuva devletinin bir İslâmizasyon sürecine girdiği iyi kötü biliniyordu. (Türk-kİslâm Sentezi, cami inşaatında patlama, zorunlu din dersleri, İmam Hatip Liselerinin sayısının hızla arttırılması ve “türban hareketi” vb.) Buna rağmen bu dönemde devrimci hareket saflarında, özellikle 1980’lerin ikinci yarısından itibaren hızla yükselmekte olan siyasal İslâm’ın, askerî kliğin ya da Millî Güvenlik Kurulu’nun (=MGK) denetimi altında olan ve onun tarafından manipüle edilip yönlendirilen bir hareket olduğu görüş ve yaklaşımı yaygındı. O sıralar içinde yer aldığım MLKP de bu görüş ve yaklaşımın etkisi altındaydı. Ben, başka yazılarımda olduğu gibi, Ocak-Şubat 1997’de kaleme aldığım ve örgütün karşı karşıya bulunduğu bir dizi sorunu tartıştığım kapsamlı bir yazıda (“Önderlik Sorunları Üzerine Düşünceler”) bu konuya ilişkin bazı uyarılarda bulunmuştum. Ancak, tahmin edilebileceği gibi ne siyasal İslâm tehlikesine ilişkin uyarılarım dikkate alındı ve ne de bu kapsamlı yazının kendisi MLKP üyelerine sunuldu. 21 yıl önce yazdığım bu kapsamlı yazının siyasal İslâm’la ilgili bölümünü, şimdi burada okurların dikkatine sunuyorum.
* * * * *
Partimizin, siyasal İslâm ve dinsel gericiliğin oluşturduğu tehlikeyi tüm boyutlarıyla kavramasına ivedi olarak gereksinim var. Parlamenter plânda Refah Partisi tarafından temsil edilen, ama kesinlikle ondan çok daha geniş ve köklü bir etkiye sâhip olan bir düşman var karşımızda. Ankara ve İstanbul başta gelmek üzere birçok kentteki belediyeleri eline geçirmiş bulunan, kendilerine bağlı bir işçi konfederasyonu (Hak-İş) ve bir işveren örgütü (MÜSİAD) olan, Kanal 7, Samanyolu, TGRT başta gelmek üzere 200’den fazla TV istasyonunu ve yüzlerce radyo istasyonunu denetleyen, Millî Gazete, Akit, Yeni Şafak, Türkiye, Zaman gibi gazetelerin yanısıra yüzlerce yerel gazete ve dergi yayımlayan, El Baraka Türk, Faysal Finans, İhlâs Holding, Kombassan Holding başta gelmek üzere çok sayıda malî ve endüstriyel kuruluşa sâhip bulunan, kendi entellijentsiyasını oluşturmuş olan, Türkiye Millî Gençlik Vakfı ve diğer gençlik örgütleri aracılığıyla ülkenin her yanında geniş bir gençlik kitlesini örgütleyen, kadınlar, memurlar ve diğer toplumsal katmanlar arasında da örgütlenen, kendisi açısından önemli bir gelir kaynağı da olan yurtdışındaki Avrupa Millî Görüş Teşkilâtı’nın ve diğer gerici dinsel kuruluşların saflarında yüzbinlerce insanı toplayan, şimdi de kendilerine bağlı spor kulüpleri oluşturmaya girişen, polis örgütü içinde önemli bir etkisi bulunan ve Hizbullah’ın kişiliğinde şimdiden kendi silâhlı örgütünü oluşturmuş olan dinsel gericiliğin gücü bütün bunlarla sınırlı değil.
Milyonlarca müridi olan ve yalnızca burjuva partilerinin bir çoğuyla değil, ordu, istihbarat örgütleri ve sivil bürokrasiyle de içiçe geçmiş olan tarikatlar, sayısı şimdiden 75,000’e yaklaşan camiler, onbinlerce İmam Hatip ortaokulu, lisesi ve Kuran kursu, bütçesi birçok bakanlığınkini katlayan ve Türkiye’de ve yurtdışında onbinlerce personel istihdam eden Diyanet İşleri Başkanlığı, ülkenin her tarafını sarmış olan cemaatlar, ocaklar, dergâhlar, vakıflar, özel okullar, dersaneler, öğrenci yurtları ve siyasal İslâmın -emperyalistlerden Suudi Arabistan başta gelmek üzere çeşitli Arap ve İslâm ülkelerine, Orta Asya Türk cumhuriyetlerinden Balkanlar’a, iktidarda olmayan gerici-İslâmcı örgütlerden benzer uluslararası örgütlere kadar uzanan- uluslararası bağlantıları vb. gözönüne alındığında, çok zorlu bir düşmanla karşı karşıya bulunduğumuz daha iyi anlaşılacaktır.
Kuşkusuz homojen olduğu ve tek bir merkezden yönetildiği asla söylenemeyecek olan ve saflarında, emperyalistlerin ve Türkiye burjuvazisinin iç çelişmelerinden kaynaklanan- önemli çatlaklar da bulunan dinsel gericiliğin, diğer burjuva partilerinden ve burjuva ordusundan farklı ve üstün bir yönü, onun, gerçek bir kitle tabanına sâhip olmasıdır. O, kendi tabanını ve etkilediği kitleleri bir ideolojik meşruiyet zırhıyla donatabilmekte, onları siyasal İslâmın dâvâsının haklı olduğu düşüncesiyle motive edebilmekte ve harekete geçirebilmekte, camiler, Kuran kursları, İmam Hatip okullarından vb. oluşan son derece yaygın ve etkili bir doğal örgütsel altyapıya dayanabilmektedir. Özel olarak işbirlikçi-tekelci burjuvazi ve onun devletiyle dinsel gericilik ya da daha doğrusu onun bir kesimi arasında var olan ve ilerde daha şiddetli çatışmalara da yol açabilecek olan çelişmeler, bize dinsel gericiliğin orta ve uzun erimde proletaryanın ve diğer emekçilerin en tehlikeli düşmanı ve burjuvazinin en güçlü siperi olduğunu unutturmamalıdır. Bu konuya yeterince eğilmekten uzak oluşumuzun temelinde bir bütün olarak siyasal önderlik alanındaki zaaflarımızın ve teorik geriliğimizin yattığını düşünüyorum. Ama bu zaafların, dinsel gericiliğin temsil ettiği tehlikeyi görmemizi neden güçleştirdiğini daha somut bir biçimde anlatmakta yarar var…
Bu dar ve kısmen sakat yaklaşım bizi aynı zamanda, kendimizi bir çeşit anti-Kemalizmle, bir çeşit “resmî ideoloji” ve MGK-karşıtlığıyla sınırlamaya, hedefi aşırı ölçüde daraltmaya ve burjuva-demokratik normları biçimsel olarak da yadsıyan dinsel gericiliğin içerdiği ve temsil ettiği potansiyel tehlikeyi küçümsemeye itiyor. Dolayısıyla, burjuva devletiyle burjuvazinin ve siyasal İslâm da içinde olmak üzere gericiliğin ana gövdesi arasındaki karmaşık ilişkileri ve devletin, “sivil toplum” içindeki derin ve yaygın köklerini ve etkisini görmekte zorlanıyoruz. Oysa, burjuva devleti ve onun bir parçası olan MGK, bir siyasal ve toplumsal boşlukta değil, burjuva toplumunun zemini üzerinde durmakta, hem burjuva devleti ve hem de siyasal İslâm da içinde olmak üzere burjuva gericiliği, “halk” dediğimiz o kitlenin ve özellikle de onun daha geri ve daha küçük-burjuva kesimleri arasında derin ve yaygın bir etkiye sâhip bulunmaktadır. Yayımlarımızda yer yer, dinsel gericiliğin burjuva devletinin ve MGK’nun “yarattığı” ve istediği gibi yönlendirebildiği pasif bir nesne ve Refah Partisi ve bağlaşıklarının da MGK’nun basit ve uysal bir aleti olarak görülmesi ve gösterilmesinin temelinde bu yüzeysel ve yeterince Marksist olmayan bakış açısı yatmaktadır.
Hiç yorum yok