Marksist iktisat teorisi ve özgürlükler
İktisat teorileri, toplumun ekonomik yapısını tahlil etmek iddiasındadırlar.
Doğru veya yanlış yönleriyle bir tahlil gerçekleştirilir.
Merkantilistlere göre değerin yaratıcısı ticaret, fizyokratlara göre topraktı. Bunlar aşıldı. İktisat ve bilim tarihinde geçilmesi gereken bu aşamalar bugün çok gerilerde kaldı.
Geçmişte kaldı, ama ihtiyaçlar ve fikirler, (bu fikirlerin zemini olan) sınıflar mücadelesi, eski teorileri yeni biçimleri ve argümanlarıyla karşımıza çıkarıyor.
Emeği üretim faktör girdilerinden birisi olarak ele alan, diğer üretim faktörleriyle aynı kefeye koyan, dahası önemsiz, geçmiş olan, geçmişini tüketen ama geleceği olmayan bir olgu olarak gören teoriler, iktisatçısından tarihçisine, akademisyeninden politikacısına kadar, kimi zaman mutlulukla, kimi zaman utangaçça savunuluyor. ‘Artık emek belirleyici değil’, ‘emek olmadan üretim çok uzakta değil’, ‘emek değer yaratan tek etken değil’ vb. görüşler, spesifik örneklerle giydirilerek yaygınlaştırılıyor.
Tartışma sadece iktisadi alanla sınırlı kalamazdı. Eğer “küreselleşen dünya”da emek değersizleşiyorsa, önemini kaybediyorsa, emekçiler için bunca lakırdı gereksizdir! İşçi sınıfı zaten yok olmaktadır! Yok olan bir sınıf için bunca patırtı çıkarmak, onun haklarını savunmak, hele hele onun iktidarını amaçlamak anlamsız, dahası aptalcadır!
İşte “aptallıktan” zerre kadar etkilenmemiş burjuva iktisatçı, tarihçi, sosyolog vb. bilimsel akademik şakşakçı, gelecekte işçi sınıfına yer olmadığını, kapitalizmin tek mantıklı, daha doğrusu “insan doğası”na uygun ve olabilir yol olduğunu ilan ettiler.
Tartışma, gelecek üzerine bir polemik değil, tam da günümüzle ilgili ideolojik bir hesaplaşmadır. İşçi sınıfı ve emekçiler yok olacaksa, toplumsal ağırlığını kaybedip yerini robotlara ve otomasyona bırakacaksa, emekçilerin ekonomik ve demokratik haklarına ne gerek var! Piyasanın görünmez eli gerekeni zaten yapar.
Marksizm, emeğe, emekçiye en büyük değeri verir. Marksizme göre, değeri, tarihi ve toplumu yaratan emektir. Aynı emek, tarih boyunca ezilen, köleleştirilendir.
Özgürlük, emeğin özgürlüğü ve insanlığın özgürlüğü, Marksist iktisat öğretisinin sebebi değil sonucudur. Ancak kaçınılmaz bir sonucudur. Burjuva bakış açısının sınırlamalarından kurtulan iktisatçı için, ekonomik tahlil sonucu emeğin rolü ortaya çıktığında ve ekonomik hareketin nesnel yasalarına vakıf olunduğunda, emeğin hakları ve özgürlüğü en temel meseleler olarak ortaya çıkar.
Marksist iktisadın özgürlüğü ve demokrasiyi dışladığı tezi, temelini burjuva propagandasından almaktadır. Gerçekçi ve bilimsel değildir.
Ekonomik ve siyasal özgürlükler, sosyalist iktisat ile gerçek anlamda hayat bulur.
FRANSIZ DEVRİMİ VE ÖZGÜRLÜKLER
İnsanlığın özgürlük ve demokrasiye ilerleyişinde attığı en büyük adımlardan birisi olarak bilinir Fransız Devrimi. Tartışmaya açıktır. En büyük adım mıdır? Nasıl bir özgürlük, kim için özgürlüktür?
Kim için özgürlük olduğu sorusunu şimdilik bir yana bırakalım. Fransız Devrimi, burjuvazinin önderliğinde halkın mutlakıyeti, feodal aristokrasinin egemenliğini yıktığı bir devrimdir. İnsanlık tarihini pürü pak anlaşmalar ve uzlaşmalar tarihi olarak göstermek isteyenlere de en iyi cevaplardan biridir.
Devrimin çocuklarından birisi, 28 Ağustos 1789’de ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesidir. Birkaç yıl sonra Kadın Hakları Beyannamesi ilan edilmiştir.
İnsan hakları beyannamesine göre, insanın doğuştan gelen bir takım hak ve özgürlükleri vardır. Bu hak ve özgürlüklerin sınırı ise, diğer insanların hak ve özgürlükleridir. Buna göre tüm insanlar eşittir, egemenlik ulusa dayanır.. vb. vb. Fransız devrimi böylece insanlığa özgürlük ve demokrasiyi getirmişti. Ne özgürlük, ne özgürlük…
ÖZGÜRLÜKLER VE DEMOKRASİ
İnsanlık, tarihi boyunca, eşitlik ve özgürlüğün egemen olduğu bir toplum ve gelecek tasarısına sahip olmuştur. Thomas Moore ‘Ütopya’sında bir özgürlükler ülkesi tasarlamıştır. Fransız Devrimi’nin burjuva karakterinin aydınların gözünde netleşmesi, ona bağlanan umutlarında kırılmasına neden olmuştur. Fransız Devrimi’nin gerçek anlamda eşitlik, özgürlük ve kardeşlikle sonuçlanmadığını gören aydınlar, vahşi kapitalizme alternatifler bulma çabasına girmişlerdir.
Yoksulluğun olmadığı, insanca çalışma ve yaşam koşullarının olduğu, eşitlik ve özgürlüğün egemen olduğu bir dünya tasarladılar. Tasarladıkları dünyanın mantıksal eksikliklerini gidermeye çalıştılar. Birkaçı da, bunu koloniler halinde yaşama geçirme girişiminde bulundu. Nedense sonuç alınamadı! Ütopik sosyalistler ütopyalarıyla beraber hayatın gerçekliğine yenildiler. Ama saygıyla anılmayı da hak ettiler.
Özgürlük ve eşitliğin gerçekleşebilmesi için gerçekliğe dayanmak gerektiği anlayamadılar. Nedir bu gerçeklik? Sunumun amacı da zaten bu gerçekliğin teşhiridir.
EKONOMİK TEMEL VE ÖZGÜRLÜKLER
Önce bir teorik çerçeve koymamız gerekiyor.
Toplumbilimle uğraşıyorsak, gerçeğe ulaşmak için toplumsal gerçeği temel almak zorundayız. Tek tek insan düşüncesinden bağımsız, tek tek insan yaşamına bağlı olmayan toplumsal gerçeklik… Burjuva sosyolojisi ile bilimsel sosyoloji arasındaki fark da burada yatar. Tartışmamızın ideolojik felsefi temeli bu olacaktır…
İktisat ve özgürlük başlığını seçtiysek, olguları gerçeklikle ve bunun bir parçası olarak iktisatla bağlantısı içerisinde ele alacağımıza dair sözleşmeyi imzalamış oluyoruz.
Doğa karşısında bilgisiz, olguları açıklama yeteneğine sahip olmayan bir toplum özgür olamaz. Doğanın tutsağı durumundadır. Toplum doğayı açıkladıkça, doğaya hakim olmaya başladıkça, bilim ve tekniğini geliştirdikçe, doğa karşısında boyun eğen bir köle olmaktan çıkar; yine doğaya bağlı, ancak onun karşısında bilgisiz, edilgen bir bağlılıktan arınmış ve onu ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirme yeteneğine sahip bir özne olarak ortaya çıkar.
İnsanlığın tarihini özgürlüğe doğru ilerleyiş olarak adlandırabiliriz. Ancak bir şartla: Bugün özgür olduğumuz yanılsamasına kapılmadan, gelecekte özgürlüğün geleceği bilinciyle…
İnsanlığın yürüyüşü devam ediyor… Devrimler ve değişimlerle devam ediyor. Kim diyebilir ki, 200 yıl önceki dünyayla bugünkü dünya aynıdır. Hatta 10 yıl öncekiyle. Yine kim diyebilir ki, 200 yıl sonraki dünyayla bugünkü aynı olacaktır. Hatta 10 yıl sonrakiyle…
Sınırlı/burjuva anlamda özgürlüklerin ortaya çıkışı burjuva/demokratik devrimlere dayanır. Burjuva demokratik devrimlerle demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük vb. kavramlar, gerçekleşip gerçekleşmedikleri ya da nasıl yaşam buldukları bir yana, siyasal yaşamın bir parçası olmuşlardır. Fransız Devrimi gerçek anlamda eşitlik, özgürlük, kardeşliği getirmemiştir demiştik… Evet, doğru; gerçek eşitliği değil, ama feodal soyluluğu ortadan kaldırarak, yasalar önünde hukuki eşitliği getirmiştir. Sömürü ve adaletsizlikleriyle gerçek anlamda kardeşliği getirmemiştir, ama ülke içindeki feodal sınırlamaları ortadan kaldırarak ulusal bütünleşmeyi sağlamış, burjuva kardeşliği getirmiştir. Özgürlükse hiç sormayın…
Burjuva anlamıyla eşitlik, özgürlük ve demokrasinin yaşam bulması için elbette maddi-nesnel zeminin oluşması şarttır. Örneğin feodal üretim biçiminde burjuva özgürlüklerin yaşam bulması imkansızdır. Keza köleci düzende de. Burjuva özgürlüklerin ve demokrasinin yaşam bulması için tarihin kapitalizme adımını atması şarttı. Ancak gerçek anlamda eşitlik, özgürlük ve demokrasi için kapitalist ekonomik temel ise uygun düşmüyordu.
Karşımızda, ekonomik temel ve özgürlük arasındaki tarihsel çözümsüzlük ve çözüm arayışları hala büyük bir soru olarak duruyor?
Çık çıkabilirsen işin içinden… Özgürlüğü sağla bakalım; her yanda eşitsizlik ve adaletsizlik koca bir duvar gibi dururken… “Ne duruyorsun, at kendini denize” türküsünü söylemenin ötesine geç bakalım, ya da türküde söyleneni özgürlük sanmanın…
Burjuvazi iki yüzyılı aşkın bir zamandır bu türkünün ötesinde geçmeye çalışıyor, ama başaramıyor. Kendi propagandasıyla bir süre sonra kendini bile ikna edemediğinden, yeni arayışlara giriyor. Yeni bir tarifle karşımıza çıkıyor. Modernizmi ‘post’alıyor, onu bunu ‘neo’luyor; amma velakin bir sonuç alamıyor. Etkisiz olduğunu söylemiyorum; ancak yarattığı paradigmada debelenip durmasından bahsediyorum.
İki koca cilt arz-talep eğrilerinin incelemesini yaparken, bize ‘arz-talep dengedeyse metanın fiyatını belirleyen nedir’ sorusunu unutturmaya çalışan ‘bilim adamlarımızın’ kırmızı çizgilerini aşacağımızdan, şimdiden, kusurlarımız af ola.
Adam Simith, David Ricordo ve diğer büyük ekonomistler burjuva ekonomi-politik okulunu kurmuşlar. Sağ olsunlar… Sağ olsunlar, çünkü bilimsel ekonomi-politiğin yolunu açtılar; Alman felsefesi, Fransız sosyalizmiyle beraber, Marksizmin üç hayat ‘damarından’ biri oldular.
Ekonomik temel o kadar belirleyicidir ki, biraz dalgınlıkla, bizi, kaba bir materyalizme, iradenin rolünü inkara, karşılıklı diyalektiği soyutta değil ama güncel yaşamda atlamaya götürebilir.
Burjuva ekonomi-politikçilerin de zaman zaman kabul etmek zorunda kaldıkları bir gerçekliği tekrar etmekte fayda var. Toplumsal sistem, işleyiş, adına ne dersek diyelim; üretimin nasıl ve kimin yönetiminde gerçekleştiğine bağlıdır. Üretim araçları kime aittir? Temel sorulardan birisi budur. Buradan ilerleyelim. Bunun sağlaması; sizlerin, söylediklerimi toplumsal pratik içinde değerlendirmesine bağlıdır.
Üretim araçlarının sahipleri sermaye değildir. Sermaye sahipleridir. Çünkü iktisatta sermaye derken, üretim araçları, hammadde vb. üretim ögeleri kastediliyor. Üretim araçlarına sahip olan sermaye sahipleri, üretim araçlarına sahip olmayan toplumun kalan üyelerini, üretim sürecinde bir ücret karşılığında dahil eder. Üretim araçlarının sahipliği iki sınıfa yol açtı bile. Bir, üretim araçlarının sahibi olan sermaye sahipleri; iki, üretim araçlarına sahip olmayan işçi sınıfı ve emekçiler… Bir adım daha atalım; burjuva sınıfı, üretilen toplam ürünün büyük bir kısmını, “üretim araçlarının sahibi” olma sıfatıyla, kâr olarak cebe indirir. Çalışan işçi ve emekçilerse, üretilen ürünün küçük bir kısmını ücret olarak alırlar. Üretim araçlarının sahipliği toplumsal sınıfları belirlediği kadar, toplumsal paylaşımı, toplumsal gelir dağılımını da belirledi. Bahsettiğimiz, bir toplumsal sisteminin basitçe görünümüdür. Üretime egemen olan, toplumsal zenginlikten aslan payını alan burjuva sınıfı, devlet, polis, asker vb. devlet kurumlarını, aslan payını onaylayan, genişleten kurumlar olarak, yeniden ve yeniden üretir. Eeee, her sistem de kendi kültürünü yaratır.
KAPİTALİZMİN BİRİNCİ AŞAMASI VE ÖZGÜRLÜKLER
Kapitalizmin birinci aşaması veya serbest rekabetçi dönem, –kuşkusuz daha öncesinden başlayarak– 18. yy’ın sonunda feodal üretimin ortadan kalktığı, kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği vb., burjuvazinin ilerici barutunu tamamen tüketmemiş olduğu 20. yy’ın başlarına kadar süren dönemdir. Bu dönemde, burjuvazi henüz tekelleşmemiştir, çeşitli üretim dallarında birçok şirket yarışmakta, rekabet etmektedir.
Yarışma, rekabet, güçlü olanın yenmesi, güçsüz olanın yenilmesi, ama sonuçta herkesin yatırım yapabilmesi, yarışa katılabilmesi… İşte kapitalizmin sınırsızca vaat ettiği özgürlük… Burjuvazi bir yandan feodalizme karşı savaşır, bir yandan da onunla emekçilere karşı uzlaşırken, serbest rekabetçi kapitalizm temelinde çeşitli tonajlarda siyasal demokrasiyi hayata geçirmiştir. Serbest rekabetçi kapitalizm siyasal demokrasiyi koşullamıştır.
TEKELCİ KAPİTALİZM VE ÖZGÜRLÜKLER
Kapitalizmin ikinci aşamasında, sermaye, on yıllar süren rekabet sonucunda dünya ölçüsünde tekelleşmiş, burjuvazi ilerici barutunu tüketmiştir.
Artık kapitalizmin birinci aşamasındaki tekellerin olmadığı serbest rekabet döneminden bahsedemeyiz. Tekeller, ekonomide ağırlıklarını hissettirmektedir. Küçük bir sermaye sahibinin uluslararası boyutlarda bir tekelle baş etmesi, serbest rekabetin yüce kanunlarının uygulanması söz konusu değildir, olamaz. Serbest rekabet değil, tekellerin egemenliği ve tekeller arası rekabet söz konusudur.
Tek tek özgürlükler, toplamda, siyasal demokrasinin parçalarıdır.
Ekonomik temel, yani iktisat ile özgürlükler arasındaki ilişkiyi kurma zamanı geldi.
Kısaca özgürlüklerden bahsetmekte fayda var:
Özgürlükler denince akla;
a. Siyasal hak ve özgürlükler
b. Ekonomik haklar
c. Sosyal haklar
d. Ulusal hak ve özgürlükler
e. Laiklik
f. Kadın hakları
g. Diğer haklar… gelir.
a. Siyasal hak ve özgürlükler
Kapitalizm temelinde, üretim araçlarına küçük bir mülk sahibi sınıfın sahip olduğu, toplumun diğer kesimlerinin üretim araçları mülkiyetinden soyutlandığı toplumlarda, toplumsal egemenlik ve bunun ifadesi olan devlet iktidarı ya da siyasi egemenlik, sermaye sahiplerinin hakkı olmuştur. Siyasal özgürlükler sorunu, ancak böyle bir siyasal egemenlik ve kuşatılmışlık sistemi içinde gündeme gelebilir.
Böyle olunca, siyasal hak ve özgürlükler, ancak egemenlerin ihtiyaç ve projelerine zarar vermediği sürece geçerli olabiliyor.
Siyasal hak ve özgürlükler derken, seçme ve seçilebilme, siyasal parti kurma, düşüncelerini özgürce açıklayabilme, örgütlenme vb. özgürlüklerden bahsediyoruz.
Bunların yaşam bulması, ancak tam bir eşitlik ve adaletle mümkündür. Bir yanda multi-milyarderler, bir yanda günlük geçim derdine düşmüş emekçi, siyasal yaşama katılmak ve ülkeyi yönetmek için seçme-seçilme özgürlüğünden nasıl eşit bir şekilde yararlanabilir? Zengin aday, medya ve propaganda araçları, çevresine topladığı insan gücü ve devletin desteğiyle seçime katılırken nasıl bir eşitlikten bahsedilebilir. Seçimlerde burjuva partilerinden onu ya da bunu seçmenin ötesinde bir seçenek sunulmadığında, adını doğru koymak lazım; kapitalizmde emekçiler için seçme ve seçilme özgürlüğünden bahsedilemez.
Tarih örneklerle doludur. Emekçiler kendi hak ve çıkarlarını koruyacak, en azından bu yönde adımlar atabilecek partileri seçtiklerinde, darbelerin düzenlendiği, askeri diktatörlüklerin kurulduğu bilinmektedir. 1973 Şili Darbesi, 11 Eylül 1973'te sosyalist başkan Salvador Allende'nin devrilip General Pinochet'in iktidara geldiği askeri darbedir. ABD'nin onayı ve desteği ile yapılan bu darbeyle, dünyanın seçimle başa gelmiş ilk sosyalist hükümeti devrilmiş ve yerine 17 yıl sürecek bir diktatörlük kurulmuştur.
b. Ekonomik/sosyal hak ve özgürlükler
Ekonomik/sosyal hak ve özgürlüklerle, çalışma yaşamındaki haklar, gelir dağılımı, çalışma yaşamında yönetime katılabilme, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb. haklar akla gelir. En kısa geçilebilecek olan, herhalde budur. Kapitalizmin yarattığı sınıfsal bölünme, yoksulluk ve işsizliği bu kadar yaygınlaştırmışken; neo-liberal saldırı politikaları dünyanın her yanında uygulanırken, ekonomik ve sosyal hakların kapitalizm altında ne kadar işleyebileceğini, ne kadar güvence altında olduğunu uzun uzadıya tartışmak gereksizdir.
c. Ulusal hak ve özgürlükler
Kapitalizm kendi iktidarını sürdürmek için milliyetçiliği, küreselleşmeciliği vb. yerel ve uluslararası kapitalizmi temel alan tüm akım ve eğilimleri kullanır. Milliyetçilik, ulusal egemenlik ise, emperyalizm çağında, (hangi ad ve biçim altında olursa olsun) egemen olan biçimdir. Çünkü emperyalizm ulusal baskı ve sömürüye dayanır. Ulusal hak ve özgürlüklerin gasp edilmesi üzerine kurulmuştur. Latin Amerika, Asya ve Afrika’da onlarca ulus emperyalizm tarafından sömürülmekte, bütün bağımsızlık ve ulusal hak görünümlerine rağmen ulusal haklarından yararlanamamaktadır. Hele ulusal baskı siyaseti dil, kültür ve kimlik inkarına vardırıldığında, sorun daha da büyük bir yara halini almaktadır. Ülkemizdeki Kürt sorunu gibi.
Emperyalizm ulusal hak ve özgürlüklere düşmandır. Ulusal hak ve özgürlükler, ancak emperyalizme karşı mücadeleyle, emperyalizmin inkarıyla hayata geçebilir.
d. Laiklik
Burjuva devrimlerin ilk sonuçlarından birisi, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olmuştur. Feodal mutlakiyet, kendi egemenliğini tanrının yeryüzündeki egemenliğine bağladığından, yeryüzündeki dini de kendi egemenliğinin bir aracı olarak kullandığından, feodalizme karşı mücadele, dinin devlet işlerinden ayrılmasını zorunlu kılmıştır. Ancak feodalizme karşı savaşan burjuvazi, iktidara geldikten sonra, dini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır.
Kendi çıkarlarının ifadesi olan dini yaymak, egemen kılmak için çabalamış, kendi çıkarlarıyla çelişen dinleri ise sapkınlık ilan etmiştir. Gerektiği zaman dini reforme etmiş, diğer dinleri de kendi çıkarlarına uyum sağlamaya yönlendirmiştir. Böyle olunca iktisadi çıkarların bir parçası olarak, dinler arası mücadele, medeniyetler savaşı veya dinler arası diyaloglar gündeme gelmiştir. Burjuvazi, bilim dışı görüşlerin önüne kesmek bir yana, onun destekleyicisi olmuştur. Dünyanın yaratıldığı üzerinde teoriler, evrim teorisinin inkarı, bilimin yerine post-modern bilinemezciliğin konulması, dini kurumların toplum yaşamında etkin bir rol oynaması, dinin siyasetin elinde bir oyuncak haline gelmesi, burjuvazinin laiklikten giderek uzaklaştığını göstermektedir.
e. Kadın hakları
Kapitalizmde kadınlar, ucuz işgücü ve cinsel meta olarak, burjuvazinin vaat ettiği ‘özgürlük’e kavuşmuşlardır. Kâr dürtüsü ve sömürü kültürüyle işleyen kapitalizmin beslediği erkek egemen kültür, kadınların ikinci sınıf vatandaş sayılması, daha düşük ücretle çalıştırılması, eve hapsedilmesi vb. sorunlar, kapitalizmin yüz yıllardır çözemediği, tersine beslediği sorunlardır. Kapitalist ekonomik temel üzerinde kadınların gerçek anlamda (yasalarla sınırlı olmayan) eşitlik ve özgürlüğü safsatadır. Kadın sorunun çözümü ve kadının özgürlüğü, ancak sömürünün ortadan kalkması ve kâr dürtüsünün sona ermesiyle, kadının cinsel meta olmaktan çıkarılması, ataerkil kültürün son kalıntılarının silinmesiyle mümkündür.
SONUÇ
Marksist iktisatta, özgürlükler, yalnızca teorinin gereği ve yansıması olarak ortaya çıkmaz. Marx ve Engels’in iyi niyeti ve insancıllığından dolayı eşitlik ve özgürlük ilkeleri ortaya atılmaz. Saint-Simon, Forier, Owen için, bu, belki geçerlidir. Onlar için eşitlik ve özgürlük ahlaki bir unsurdur.
Marx ve Engels’i ütopik sosyalistlerden ve burjuva iktisatçılardan ayıran en temel şey, dünyayı kendi felsefelerine göre değil, felsefelerini gerçekliğe göre sistematize etmeleridir. Gerçeklik neyi gösteriyor, kapitalist ekonomi nasıl işliyor, nereye doğru ilerliyor? Sorun burada başlıyor, belki de başladığı yerde bitiyor. Çünkü özgürlük ve demokrasiye nereden bakacağımız sorusunun cevabı da aynı yerde.
Burjuva iktisatçıları kapitalizmin bazı olgularını doğru bir şekilde ortaya koydular. Örneğin emek-değer teorisi, Marx’ın değil, Ricardo’nundur. (Marx ondaki tutarsızlıkları atmış ve teoriyi bilimsel temellere oturtup geliştirmiştir). Ancak Ricardo burjuva ön yargılarından kurtulamadığı için, artı-değer sömürüsünü görmemiştir. Adam Simith bütün tespitlerini kapitalizmin sonsuza kadar varolacak ve değişmeyecek bir sistem olduğu öngörüsüne dayandırmıştır. İktisadi çalışmalarda, önyargı ve burjuva sınırlamalar aşılmadıkça gerçekliğe ulaşılamaz. Neden kapitalizm aşılmaz. Yüzyıllar önce, kölelik değişmez deniyordu. Feodal soyluluk tanrının yer yüzündeki iradesiydi! Hepsi ortadan kalktı. Hem de dönemin filozofları, ekonomistleri değişmez demelerine rağmen. Değişti, değişiyor; kapitalizm de değişecek, yerini başka bir ekonomik sisteme bırakacak…
Demokrasi ve özgürlükler kapitalizmin sınırları çerçevesinde gerçek anlamda hayat bulamaz. Bu yüzden, kapitalizmin doğuşundan bugüne demokrasi, insan hakları ve özgürlükler yakıcı ihtiyaçlar olma özelliklerini koruyorlar. İnsan hakları beyannamesinin yazılı olarak sunulması, bugün hukuki olarak kabul edilmesi yeterli değildir. Demokrasi ve özgürlükleri işlemez hale getiren kapitalizm, yani eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürü mevcut olduğu sürece, insan haklarının evrenselliğinden ve geçerliliğinden bahsetmek mümkün değildir.
İnsan hakları, demokrasi ve özgürlükler, ancak eşitliğin ve adaletin hüküm sürdüğü, savaşların ve sömürünün olmadığı bir toplumda mümkün olabilir. Bu da, artı-değer sömürüsünün, üretim araçları üzerinde, dolayısıyla toplum üzerinde bir avuç sermaye sahibinin tahakkümünün ortadan kalktığı bir toplumda mümkündür.
Marks ve Engels’e göre, sosyalizm, kapitalizmin gelişmesinin kaçınılmaz sonucudur. Tarihin engellenemez ilerleyişidir. Bu nedenle, özgürlük ve demokrasi iyi niyet meselesi değil, tarihin insan iradesiyle bütünleşmiş, onu etkileyen ve ondan etkilenen kaçınılmaz sonucudur. İnsanlık tarihi, demokrasi ve özgürlüğe, eşitlik ve kardeşliğe bir yürüyüştür. Umut buradadır, ahlak geleceğin dünyasındadır. Ama bu dünya bir hayal dünyası değil, kapitalizmin bilimsel eleştirisi temelinde, toplumun nesnel yasalarının bilinciyle inşa edilmiş bir teoridir. Teorinin bilimsel bir netlik kazanması da, bilim adamlarının işi olduğu kadar, halk yığınlarının günlük pratikleriyle onanması işidir. Yaklaşık 150 yıldır Marksizm ve Marksist İktisat teorisi onanıyor; onu daha da geliştirmek bizlere, uygulamak da işçi sınıfı ve emekçilere, safını sömürüsüz bir dünyada belirlemiş aydınlara düşüyor.
Hiç yorum yok