Header Ads

Header ADS

Demokrasi mücadelesinde reformist ve devrimci tutum: Halk iktidarını savunmak

Arif Koşar
1 Ağustos 2018

24 Haziran seçimleri ile bir kez daha görüldü ki, Türkiye’de demokratik hak ve özgürlükler için ortak bir mücadele çabası ve duygusu olmakla birlikte, konuya yaklaşımda derin ideolojik ve politik ayrılıklar da vardır.

AKP ve tek adam eliyle tekelci sermayenin inşa ettiği baskıcı, otoriter ve olası bir faşist rejim karşısında tüm bu farklı görüşlerden demokratların bir araya gelmesi, ortak bir mücadele cephesi kurulması en önemli ihtiyaçlardan birisi. Ancak işçi sınıfı partisinin görevi, sadece mevcut güçlerin bir araya getirilmesiyle sınırlı değildir. Olası demokrasi cephesinin başarısı, tutarlı ve kararlı bir şekilde gelişmesi, taleplerin en ileriden hayata geçirilmesi ve sosyalizm yolunun açılması için işçi sınıfı ve partisinin bu cephenin içinde olabildiğince güçlü bir varlık sergilemesi gerekir. Bu nedenle işçi hareketinin ve dolayısıyla sosyalistlerin güç kazanması, kendi işlerini yaparak örgütlenmesi ve büyümesi; sadece sosyalizm mücadelesi açısından değil demokrasi mücadelesinin az çok doğru temelde ilerlemesi, tutarlı olması, taleplerin gevşemeden savunulması için de zorunludur. İşçi sınıfı partisinin güçlenmesi, işçi hareketi ve gençlik kitleleri içinde etkisini arttırması, bu açıdan sadece “partisel” ya da “sosyalizme dair” bir sorun değil demokrasi mücadelesinin başarısı için de gereklidir. Bu olmaksızın demokrasi mücadelesi her zaman zayıf, topal, tutarsız kalacak; uzlaşmacılık ve reformizmle malul olacak, başarılı olsa bile taleplerini yaşama geçirmekte ikircikli davranacaktır.

Her mücadele gibi demokrasi mücadelesi de sınıflardan bağımsız değildir. Günümüzün liberal ve liberal-sol dalgası, çeşitli konularda olduğu gibi demokrasi mücadelesinin sınıfsal niteliğinin silikleştirilip göz ardı edilmesinde de etkili olmuştur. Siyaset ve siyasi mücadele, sınıflar ve sınıf mücadelesinden soyutlayarak ele alındığında, elde muhalif ya da egemen bir liberalizmin kalması kaçınılmazdır.

Maalesef demokrasi mücadelesinin sınıflar dışında ele alınması, iktidar ile muhalefet partileri, Erdoğan ile ona karşı çıkanlar, muhafazakar ve laikler, Kürt hareketi ile ırkçı-milliyetçi anlayış arasında bir çatışma olarak algılanması oldukça yaygındır. Elbette bu çatışma ve gerilimler yok değildir. Aksine vardır ve oldukça güçlü siyasal sonuçları da görülmektedir. Günümüz siyasetinin dikkate alınması, özenle incelenmesi gereken somut olgularıdır.

Bu olgusal durumun görülmesi için herhangi bir anket şirketinin yaptığı araştırmanın verilerine bakmak yeterlidir. Bu anketlere yansıyan Türkiye’nin çeşitli bölgelerindeki AKP, MHP, CHP ve HDP oyları, bu oyların muhafazakar, milliyetçi, seküler, Kürt kimliklerinin yoğunluğu ile ilişkisi, bu açıdan ülkedeki kutuplaşma bize güncel durumu yüzeysel bir biçimde açıklayabilir. Ancak görünenin ötesine geçilmeden, onu koşullayan ve yeniden üreten toplumsal gerçeklik kavranmadan ciddi bir siyasal analiz yapılması beklenemez. Bu nedenle güncel siyasal sorunlar köklü bir şekilde çözülecekse, onun arkasındaki toplumsal sınıf ve güç ilişkileri ele alınmalıdır.

Soru şöyle formüle edilebilir: Komünistler demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini nasıl değerlendirir, hangi stratejik perspektifle bakar ve ele alır? Bu soru, yukarıda belirtildiği gibi sadece sosyalizm mücadelesi değil tutarlı bir demokrasi mücadelesi, örneğin Kürt sorununun çözümü, gerçek bir laiklik için de kritik önemdedir. Başka bir ifadeyle halkın acil ve temel sorunları gerçekten nasıl çözülebilir? Komünistler işçi sınıfı, halkın ve gençliğin ileri kesimini nasıl bir demokrasi ve sosyalizm platformuna kazanacaktır? Bu açıdan halk iktidarı sloganı ne anlama gelmektedir?

İŞÇİ SINIFININ DEMOKRATİK HAK VE ÖZGÜRLÜKLER MÜCADELESİ

İşçi sınıfı, çıkarları gereği en tutarlı demokrasiyi savunmak zorundadır. Örneğin burjuvazinin bir kesimi, bazı demokratik reformları savunabilir. Ancak halkın öz örgütlenmesine ve kitlelerin eylemine dayalı, her türlü demokratik hakkın en ileriden kullanımda olduğu bir demokrasiyi savunması mümkün değildir. Çünkü kitle hareketi kaçınılmaz bir biçimde egemen sınıfları tehdit etme potansiyeline şu ya da bu biçimde her zaman sahiptir. Egemenler açısından ilerici taleplerle hareket eden kitleler tehlikeli ve korkutucudur.

Burjuvazinin herhangi bir bölüğü, bazı demokratik konularda reformcu olabilir. Bu reformların yapılmasını kendi çıkarları gereği, örneğin bulunduğu bölgedeki kapitalizmin daha istikrarlı bir biçimde işlemesi, yatırımlarının güvenliği vb. açılardan savunabilir. Burjuvazinin bir kesimi bu reformları savunuyor diye, işçi sınıfı elbette demokratik hak mücadelesinden vazgeçecek değildir. Ayrıca işçi sınıfı ile burjuvazinin bu hakları savunuş biçimi ve bağladıkları hedef köklü bir biçimde birbirinden ayrıdır.

Örneğin 2013 yılında Devlet-AKP ve Öcalan arasındaki görüşmeler sonucu başlayan çatışmasızlık sürecinde, liberal sol aydınların önemli bir kısmı bu süreçte AKP’ye yedeklendi. Çatışmasızlık sürecinin iki bileşeni vardı: Birincisi Kürt ulusal direnişinin dayattığı sürdürülemezlik durumu ve böylece iktidarın bazı adımlar atmak zorunda kalması, ikincisi ABD emperyalizminin Türkiye’yi model ülke olarak geliştirme ve AKP’nin mevcut durumu fırsata çevirerek Kürt halkı içerisindeki etkisini arttırma çabası. Ancak ülke içinde ve dışındaki iktisadi ve siyasi gelişmeler ve PKK’nin de kolaylaştırıcı tutumu sonucu AKP çatışmasızlık sürecini bitirdi. Dolayısıyla çatışmasızlık sürecinin, bir mücadele süreci olarak değil de, AKP’nin, yani onların deyişiyle gelişen Anadolu burjuvazisinin demokrat karakterinden kaynaklandığını düşünen, hatta AKP’nin bir demokratik devrim yaptığını öne süren liberal solun, egemen burjuvaziden demokrasi beklentisinin asılsız olduğu bir kez daha görüldü.[1]

Demokrasiyi burjuvazinin bir bölüğünden bekleme tutumu söz konusu olduğunda 1905 Rus devrimi sürecinde Bolşevikler ve Menşevikler arasında gerçekleşen tartışmaya referans verilebilir. Elbette 1905 Rusya’sı ile günümüz Türkiye’si arasında hem iktisadi hem de siyasal açıdan çok büyük farklar vardır. Dolayısıyla dönemin strateji ve taktikleri mekanik bir biçimde kopyalanamaz. Ancak, komünistlerin çeşitli hak ve talep mücadeleleri konusundaki genel yaklaşımının kavranması açısından önemli bir çerçeve sunulmaktadır.

1905 Rus devrimi sırasında Bolşevikler ve Menşevikler arasında devrimin hangi sınıflara dayanarak gerçekleştirilebileceği ve işçi sınıfının demokratik hakların gerçekleşme biçimini nasıl ele almasına gerektiğine dair önemli bir tartışma yürütülmüştür. Bu tartışma aynı zamanda Leninizmin Menşevizmden ayrılması ve Marksizm’in gelişimi açısından da kritik dönüm noktalarından birisi olmuştur.

Rusya’da gelişmekte olan devrimin bir burjuva demokratik devrim olduğu konusunda iki taraf anlaşmaktadır. Sorun bu burjuva demokratik devrimin kimler tarafından gerçekleştirilebileceğidir. Menşevikler, devrimin burjuva demokratik devrim oluşundan hareketle, onun ancak liberal burjuvazinin önderliğinde gerçekleşebileceğini savunmuştur. İşçi sınıfının rolü de liberal burjuvazinin desteklenmesi ve “aşırı muhalefet” yoluyla burjuvazinin daha ileri hamlelere zorlanması ile sınırlanmıştır.

Lenin ise liberal burjuvazinin devrimci olduğu dönemin geçmişte kaldığını, onun işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci hareketi karşısında otokrasi ile uzlaşmaya meyilli olduğunu, bazı demokratik reformları ve adımları zorlasa da halka dayanan bir devrimden yana olmadığını belirtiyordu. Bu nedenle tarihsel örneklerinden farklı olarak Rus burjuva demokratik devrimi, eğer köklü bir devrim hedefleniyorsa, liberal burjuvaziye dayanarak gerçekleşemezdi. Bu ancak bir işçi ve köylü devrimi olarak mümkün olabilirdi. Dolayısıyla Lenin, Rus devriminde liberal burjuvazinin desteklenmesi yerine halkın kendi gücüne dayanan “proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü” sloganını öne sürdü.[2]

Bu sloganın üç temel vurgusundan bahsedilebilir:

İlki, temel demokratik taleplerin devrimci yoldan yaşama geçirilmesinin gerekliliğidir: Rusya’da çeşitli demokratik sorunlar bir uzlaşma ya da uzun bir dönüşüm sürecinin sonunda çözüm yoluna girebilir. Örneğin Rusya’da feodal toprak mülkiyeti kapitalist ticari ilişkilerin gelişmesi ile tarihsel olarak tasfiye edilecektir. Ancak bu zamana yayılmış, işçi sınıfı ve köylülük için zorlu, acılı ve çeşitli zayıflıklarla malul bir yoldur. Reformlar ve adım adım geçiş liberal burjuvazinin yoludur. Lenin’in dediği gibi; “Burjuva-demokratik yöndeki kaçınılmaz dönüşümlerin daha yavaş, daha tedrici, daha ihtiyatlı, daha kararsız, devrim yoluyla değil reformlar yoluyla olması; bu dönüşümler sırasında serflik döneminden kalma ‘saygıdeğer’ kurumlara (örneğin monarşi) mümkün olduğunca itinalı davranılması; bu değişikliklerin sade halkın, yani köylülüğün ve özellikle de işçilerin devrimci faaliyetini, inisiyatifini ve enerjisini olabildiğince az geliştirmesi, burjuvazinin yararınadır.”[3] Peki işçi sınıfı demokratik dönüşümlerin nasıl olması için mücadele eder? Lenin şöyle diyor: “burjuva-demokratik yöndeki zorunlu değişimlerin reformlar yoluyla değil devrim yoluyla olması, işçi sınıfı için daha yararlıdır, çünkü reformlar yolu sürünceme yoludur, erteleme yoludur, ulusal organizmanın çürüyen parçalarının eziyetli ölümü yoludur. Bu çürümeden ilk önce ve en çok proletarya ve köylülük acı çeker. Devrimci yol ise, hızlı, proletarya için en az acılı operasyondur, bu yol, çürüyen organların doğrudan koparıp atılması, monarşiye ve onun iğrenç ve aşağılık, çürümüş ve kokuşmuş kurumlarına en az imtiyaz tanıyan ve en az ihtimam gösteren bir yoldur.”[4]

Elbette Lenin burada demokratik hak ve özgürlüklerde kısmı reformlar için mücadeleyi reddetmiyor. Ancak, 1905 devrimi sürecinde somut bir yaklaşım ortaya koyduğu gibi, genel olarak reformlarla iktidar/devrim hedefi arasındaki bağlantının temel çerçevesini çiziyor. Bu çerçevede temel demokratik sorunların çözülmesi, örneğin feodal egemenliğin siyasal biçimi olan Çarlık otokrasisinin yıkılması, feodal toprak mülkiyetinin kaldırılması, demokratik hak ve özgürlüklerin tesis edilmesi, işçi sınıfı ve emekçi halkın taleplerinin karşılanması yeni bir iktidarla yani devrimle gerçekleşebilir.

İşçi sınıfı burjuvazinin şu ya da bu kesiminin aksine, demokratik taleplerin en radikal, köklü, kitlelere dayalı ve tutarlı bir biçimde hayata geçmesini savunur ve bunun için mücadele eder. Böyle bir demokrasi, liberal burjuvazinin çarlık otokrasisiyle uzlaşmacı tutumu ya da kapitalizmin kendiliğinden gelişimi ile gerçekleşemez.[5] Ancak otokrasinin yıkılmasıyla, halk hareketi ve devrimle söz konusu olabilir.

İkincisi; demokratik talepler için mücadelenin iktidar sorunu ile birlikte ele alınmasıdır. İşçi sınıfının ufku; liberal burjuvazinin desteklenmesi değil, işçi sınıfının köylülük gibi diğer ezilenlerle kuracağı bir iktidardır. Sorunların köklü çözümü ancak böyle olabilir. Bolşevikler işçi sınıfı içinde bunu propaganda etmiş, işçi sınıfını liberal, gerici ya da küçük burjuva partilerden bağımsız kendi çıkarları doğrultusunda örgütlemeye ve hareket etmeye çağırmışlardır. Devrimcilik (işçi ve köylü iktidarını hedefleyen mücadele tutumu) ve reformizm (liberal burjuvaziye destek) arasındaki bu fark; Menşeviklerin ve Bolşeviklerin hangi sınıflarla ittifak yapılacağı, otokrasi karşısında nasıl bir tutum alınacağı, kurucu meclisin hangi koşullarda savunulacağı, olası bir devrimde iktidarda yer alınıp alınmayacağı gibi bir çok sorunda pratik ve politik ayrılıkları yol açmıştır. Örneğin Çarlık’ın bir Kurucu Meclis kurulması yönündeki önerisi ve liberal burjuvazinin buna sarılması karşısında Menşevikler liberal burjuvazinin bu tutumunu desteklerken, Lenin kurucu meclisin otokrasi rejimi altında bir fiyasko ve komedi olacağını, bu sloganın ancak otokrasinin yıkılması ile birlikte ele alınabileceğini vurgulamıştır. Aksi halde bir iktidar/devrim organı olarak öne sürülen Kurucu Meclis, Çarlık’ın himayesindeki bir parlamentoya indirgenecektir.[6] Zaten sonrasında böyle olmuştur. Ancak burada, konu; güç ilişkileri sonucunda hayatın ne getirdiği değil, komünistlerin işçi sınıfını, örneğin Kurucu Meclis konusunda, hangi fikre kazanmaya çalıştığıdır. Menşevikler işçileri liberal burjuvaziye desteğe çağırırken Bolşevikler demokratik hakların ancak işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü ile sağlanabileceğini, Kurucu Meclis’in de otokrasinin yıkılması ile birlikte ele alınması gerektiğini savunmuştur. Lenin’in İki Taktik eseri, bu ve benzer konularda devrimci ve reformcu yaklaşım arasındaki farka ilişkin çok sayıda örnekle doludur.

Üçüncüsü, 1905 yılında proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünün sosyalizme geçiş için en uygun koşulları sağlamasıdır. Lenin, temel demokratik sorunlar karşısında işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü sloganını öne sürerken bunu sadece demokratik hakların kazanılması açısından ele almamıştır. Demokrasi mücadelesinin işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinin önünü açacağını ifade etmiştir. “Proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü, kuşkusuz, yalnızca kalımlı olmayan geçici bir sosyalist amaçtır, ama bu amacı demokratik devrim dönemi içerisinde savsaklamak düpedüz gericiliktir.”[7] Hedefi sadece bazı demokratik reformlarla sınırlı değildir. Böyle olsaydı Menşeviklerinki gibi liberal burjuvazinin desteklenmesiyle sınırlı bir platform gayet yeterli olurdu. Gerçekten de liberal burjuvazi bazı demokratik reformları nispeten güçlü bir biçimde savunuyordu. Mesele demokratik haklar mücadelesinin sosyalizm mücadelesinin çıkarlarına koşulmasıdır. Bunu elbette herkes değil, komünistler yapacaktır. Kitleler arasında da en tutarlı demokrasinin böyle olabileceği fikrini egemen kılmaya çalışacaktır. Gücü yetmeyebilir, farklı sonuçlar olabilir. Örneğin 1905 devriminin ardından Rusya’da olduğu gibi sonuç otokrasinin yıkılması değil Çarlık rejimi altında bir Meclis olabilir. Bu Bolşeviklerin taktiğinin yanlış olduğunu değil işçi sınıfı ve halk hareketinin ötesine gücünün yetmediğini gösterir.

Lenin’in proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü sloganını ileri sürmesinin nedeni de budur: işçi sınıfının sosyalizme geçişi için en uygun yolun bu olmasıdır. Köylülükle birlikte iktidara gelen ve demokratik talepleri karşılamaya girişen işçi sınıfı ve onun partisi gücü oranında, beklemeden, kesintisiz bir biçimde devrimi sosyalizme doğru ilerletmek için çabalayacaktır. Lenin dediği gibi; “Demokratik devrimden derhal, gücümüz ölçüsünde, bilinçli ve örgütlü proletaryanın gücü ölçüsünde, sosyalist devrime geçmeye başlayacağız. Biz kesintisiz devrimden yanayız. Yarı yolda durmayacağız.” Lenin, Menşeviklerin öne sürdüğü sosyalizme hazırlık için kapitalizmin on yıllarca daha gelişmesi gerektiği fikrine karşıdır.[8] Kurulan halk iktidarının görevi kapitalizmin geliştirilmesi olamaz. İktidara gelen işçi sınıfı durmamalı, sosyalizme ilerlemelidir. İşte Lenin’in demokratik haklar mücadelesini, hatta demokratik devrimi ele alışı böyleydi. Her şey işçi sınıfının sosyalizme doğru ilerleyişi, sömürü düzenin yıkılması açısından değerlendirilmiştir.

TÜRKİYE: TEKELLERİN EGEMENLİĞİNDE BAĞIMLI KAPİTALİST BİR ÜLKE

Teori ve Eylem Dergisi’nin Temmuz sayısında Kadir Yalçın, içinde bulunduğumuz kapitalist-emperyalizm çağında tekellerin egemenliği, bu tekellerin demokrasi karşıtı ve düşmanı eğilimini ayrıntılı bir şekilde ele aldı. Burada tekrara gerek yok. Ancak kalkış noktası bu olmak zorundadır: Türkiye ekonomisi ve siyaseti belli başlı büyük tekelci sermaye gruplarının hegemonyası/kontrolü altındadır. Üretim süreci ve ekonomideki sayıları yüzü geçmeyen tekelin kontrolü ve egemenliğini görmeyen, bu tekellerin siyasi alandaki doğrudan ya da dolaylı ilişkilerini dikkate almayan hiç bir analizin doğru sonuç çıkarma şansı yoktur.

Örneğin AKP’yi sadece İslamcı, muhafazakar, otoriter bir parti olarak tanımlayan sağ ya da sol –‘muhalif’- liberalizm, AKP’nin desteklediği ve onun tarafından desteklenen, başta 5’li çete olmak üzere, tekelci ve giderek tekelcileşen sermaye grupları yokmuş gibi davranmaktadır. AKP neden her türlü büyük devlet ihalesini, inşaat, enerji, maden, giderek imalat ve finansal alanda büyüyen bu tekellere veriyor? Rastlantı mı? Peki, bu tekellerin ekonomik, sosyal ve siyasal olarak, örneğin büyük “anaakım” medyayı ele geçirerek AKP propagandası yapmaları bir rastlantı mı? Bu tekelci sermaye ve onun medya başta olmak üzere çeşitli destekleri olmasaydı AKP bugünlere gelebilir miydi?

Türkiye tekelci burjuvazisi, AKP iktidarı sürecinde giderek iki büyük tekelci kampa bölündü. Bir tarafta Türkiye’nin geleneksel büyük tekelci burjuvazisi (Sabancı, Koç vb.), diğer tarafta AKP ve devlet ihaleleri ile hızla palazlanan ve kendi alanlarında tekelci hale gelen, ancak Türkiye pazarının bir bölümü geleneksel büyük burjuvazi tarafından zaten kontrol altında tutulduğu için Irak, Suriye ve bölge ülkelerinde yeni pazarlar arayan tekelci burjuvazi.

Şunun altı çizilmeli; genel olarak AKP tekelci bir fraksiyonun temsilcisi olmakla birlikte bir bütün olarak tekelci sermayenin çıkarlarını da korumaktadır. İş yaşamı düzenlemeleri, işçi sağlığına yaklaşımı, grev yasakları, sendika düşmanlığı, düşük ücretler, sermayeye kaynak transferi, vergi politikası, emekçiler üzerindeki baskı politikaları vb. her konuda tekelci sermayenin direktif ve ihtiyaçlarını kendisine rehber edinmiştir. Ancak genelden özele gidildiğinde; devlet ihaleleri, vergi kolaylıkları, Rusya ve Ortadoğu’daki ilişkiler vb. konularda sermaye fraksiyonlarından doğrudan birisine dayanmaktadır. Bu nedenle tekelci sermayenin bir kısmı her koşulda AKP ve Erdoğan’ın arkasındayken, TÜSAİD ve çevresi sözde ‘demokrasi’ çağrıları yapmakta, -doğrudan işbirliği içinde olduklarından- Batı ile ilişkilerin önemini vurgulamakta, yer yer Kürt sorununda barışçıl çözüm lafları etmektedirler.

Elbette bu ayrılık iki farklı sınıf arasındaki kavga değil aynı sınıf içindeki iki fraksiyon arasındaki çekişmedir. Çatışma emekçiler karşısında hızla bir uzlaşma ve anlaşmaya dönebilir ve zaman zaman da dönmektedir. Ayrıca bu iki sermaye grubu da AKP ya da muhalefet partileri ile sonsuza kadar bir sözleşme yapmış değildir. Sermaye bütün partiler üzerinde etkili olmak istediği gibi normal koşullarda hiçbirisini açıkça karşısına almamaya özen gösterir. Örneğin TÜSİAD, AKP ile ilişki kurmak, onun üzerinde etkili olmak, doğrudan çıkarlarını korumak ister.

Emperyalist sermaye yatırımlarının önemli bir yer tuttuğu ve sıcak para ile ekonomik döngünün sağlandığı Türkiye kapitalizmi dışa bağımlıdır. Tekelci sermayenin egemenliğindedir. Siyaset arenasının kendi özgünlükleri olmakla birlikte toplumsal ilişkiler bu kapitalist temel üzerinde yükselmektedir. AKP’nin otoriter baskı rejimi bu sınıfsal temelden bağımsız değildir. Tekellerin eğilimi demokrasi karşıtlığıdır, ihtiyaçları gereği hızla demokrasinin rafa kaldırılmasını öngörür. Bugün Türkiye’de olan da budur. İşte demokrasi mücadelesini bu noktadan konuşmaya başlabiliriz: bağımlı ve tekelci sermayenin egemenliğindeki bir ülke.

DEMOKRASİ MÜCADELESİNDE REFORMİZM

Üzerinde uzun uzun durmayacağımız diğer bir nokta şudur: Türkiye, Kürt sorunu gibi yakıcı, acılı ve büyük kitleleri mobilize eden bir sorunun olduğu, muhafazakar ve dinci politikaların toplumsal yaşamın her alanına girdiği, emperyalist ticaret politikaları ile tarımın çökertildiği, ülkenin uluslararası kapitalizm içindeki konumu gereği işçi sınıfı ve emekçilerin düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına mahkum edildiği, bunun baskıcı ve otoriter politikalarla devamlılığının sağlandığı bir ülke.

Bu nedenle Türkiye işçi sınıfı ve partisinin önünde kapitalizmi yıkma göreviyle birlikte çeşitli demokratik hak ve özgürlükler için mücadele etme görevi olduğu açıktır. İşçi sınıfı ve onun partisi, geniş halk kesimlerinin mobilize olduğu bu sorunlar ve gerçek talepleri göz ardı ederek siyaset yapamaz.

Bu açıdan her toplumsal mücadelede olduğu gibi demokrasi mücadelesinde de farklı sınıfların farklı tutum ve yaklaşımları vardır. 24 Haziran seçimleri sürecindeki siyasal konumlanmalar, bu konuda burjuva gerici, küçük burjuva reformist ve ulusalcı-ekonomist anlayışlarla Leninist devrimci yaklaşım arasındaki farkı bir kez daha görünür kılmıştır.

Tekelci burjuvaziden demokrasi beklentisi

Ele alacağımız ilk anlayış; reformcu bile sayılamayacak tekelci burjuvaziden demokrasi bekleme tutumudur:Cumhur İttifakı’nın karşısında CHP, İyi Parti, Saadet Partisi ve Demokrat Parti’nin oluşturduğu Millet İttifakı’nın öne çıkan partisi CHP, adayı da Muarrem İnce olmuştur. İnce’nin ve partisinin seçim platform tekeller açısından aksayan yanlarının revize edilerek parlamenter sistemin tesis edilmesi ile sınırlıdır. İnce ve diğerleri, tüm emekçilerin faşist ve şovenist propaganda dışında düşüncelerini özgürce yayma, örgütlenme, toplu sözleşme, grev, toplantı, gösteri, yürüyüş vb. haklarının ve özgürlüklerin eksiksiz tanınması ve güvence altına alınmasını, söylemde de olsa merkezine alan bir platform ve programla ortaya çıkmadı. Genel demokratik hak ve özgürlük talepleri dahi doğru düzgün savunulmadığı için bu burjuva demokratik bir platform bile değildir. Seçime giren herkes gibi doğal olarak emekçilerin bazı taleplerini dile getirmiştir. Her burjuva parti seçim döneminde bunu az ya da çok yapar. Yaklaşan ekonomi kriz ve hayat pahalılığı karşısında ise “güven veren bir hükümet” ile “yabancı sermayeye akışının artması” ve borç faizlerinin düşmesi vaat edilmiştir. Yani günümüz tekelci sermaye iktisadının tamı tamına, milim sapmaksızın devamını savunmaktadır.

24 Haziran seçimlerinde yığın hareketinin düzeyi ve ülkenin politik durumunu açısından çelişkili bir durum vardı: Tek adam rejimi karşısında, tekelci sermaye fraksiyonlarından birisinin siyasi alandaki temsilcisi olarak çıkan Millet İttifakı’nın programı açıkça tekelci sermaye egemenliğinin devamıdır. Ancak Erdoğan şahsındaki tek adam rejimine karşıdır ve onu zayıflatma potansiyeli taşımaktadır. Ne yapılmalıdır?

Evet, gerçekten de 24 Haziran seçimleri sadece bir parti ya da cumhurbaşkanı seçimi değildi. Tek adam rejimi açısından da kritik dönüm noktalarından birisiydi. Bu nedenle AKP’den rahatsız milyonlarca insan Millet İttifakı’nda, tek adam rejimini durdurma potansiyelini gördüler ve onu coşkuyla desteklediler. Sonrasındaki moral bozukluğu, bir ölçüde bu coşkuyla da ilgili. Peki, komünistler, tek adam rejimini durdurma acil politik görevi ile tekelci kapitalizme karşı demokratik hak ve özgürlükler, ayrıca sosyalizm mücadelesi misyonu arasında nasıl bir bağ kuracaktır? Bu bağı kurmak her pratik durumda kolay olmamakla birlikte, seçim döneminde işçi sınıfı partisinin tutumu bunun başarılı bir örneği olmuştur. Hem kendi halk iktidarı platformuyla işçi sınıfının bağımsız alternatifini/tutumunu ortaya koymuş, hem de acil politik görev olan tek adam rejimini geriletme hedefiyle, seçimlere katılamadığı koşullarda, HDP için oy istemiştir.

İşçi sınıfı partisi, seçim dönemlerini kendi sınıf platformunu ortaya koyduğu ve örgütlediği süreçler olarak değerlendirmeyi hedefler. Lenin’in belirttiği gibi;

“‘Seçimler için’ bir platform değil, ama devrimci Sosyal-Demokrat platformu bütünlemek için seçimler; işçi sınıfının partisi sorunu böyle görmektedir.”

“Sosyal-Demokratlar için seçimler politik bir eylem değil, hangi vaat ve deklarasyon pahasına olursa olsun bir sandalye kapma kavgası da değildir. Bizim için seçimler, sınıf bilincindeki proletaryanın politik görüşünün, temel ilkelerinin ve esas taleplerinin canlandırılması için özel bir nedendir.”[9]

Şu açıklıkla ifade edilmelidir: CHP ve millet ittifakı tekelci sermayenin siyasal temsilcileri olarak siyaset sahnesinde yer almışlardır. Onlardan az ya da çok demokrasi beklentisi, demokratik hakları tekelci sermayenin siyasetinden beklemek, umudunu burjuvaziye bağlamak her türlü reformizmin tipik özelliğidir. Bu nedenle kimi sol partilerin ve entelektüellerin CHP övgüsü, Millet İttifakı’na üstü kapalı oy verme çağrısı, İnce’yi başarılı bulmaları, Saadet Partisi Genel Başkanı Karamollaoğlu’nun söylemlerini samimi bulmaları, konu bireylerin duygusal ve politik yaklaşımları değilse burjuvaziden demokrasi beklenticiliği ve reformizmin göstergedir. Bireyler samimi olabilir, samimiyetle –bilincinde olsun ya da olmasın- tekelci sermayenin platformunda siyaset yapabilir, samimiyetle reformizme kayabilir. Çünkü hayatın akışında kolay ve çekici olan budur. Böyle bir beklenticiliğin maalesef yaygın ve etkili bir tutum olduğu bilinmektedir.

Ezilen ulus burjuvazisine yedeklenmek

Ele alacağımız ikinci anlayış ise çeşitli etnik, dinsel, kültürel, cinsel kimlikleri temel alan bir liberalize demokrasi platformudur ki, bunun siyasal alandaki en güçlü temsilci HDP’dir.

Bir ulus olarak Kürt halkının varlığını ve haklarını reddetmeye dayalı inkarcı asimilasyoncu devlet politikasına karşı Kürt ulusunun direnişinin legal siyasal alandaki yansıması olan HDP, bu varlığı ile egemen rejimin politik kuruluşu açısından en önemli tehditlerden birisidir, zaten devlet de öyle görmektedir. Geçmişte zaman zaman devlet ile HDP arasında yumuşama olsa da, hatta HDP bunu istese de, bunun kolay kolay kalıcı olamayacağı yaşanan son beş yıllık deneyimle bir kez daha görülmüştür. HDP’nin genel ve seçim platformunda başta Kürt halkı olmak üzere, Alevilerin haklarının tanınması, kadınların haklarının genişletilmesi, kültürel özerkliğin sağlanması, parlamenter sistemin yeniden tesis edilmesi, yönetim kademelerine atama yerine seçimle gelinmesi gibi çok sayıda demokratik muhtevalı (kimileri doğru değil) talep yer almaktadır. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, işçi hakları konusunda da reform önerileri bulunmaktadır. Kürt hareketinin yıllardır süren direnişçi çizgisi, diğer sorunlara da duyarlılığını geliştirmiş, Türkiye partisi olma iddiasıyla –her ne kadar bugün açısından gerçekçi değil ve yapısal olarak buna uygun olmasa da- bu taleplere yakınlaşmış, ama yine de esas odağı Kürt sorunu olmuştur. Bu normaldir, yadırganacak bir şey olmadığı gibi, Kürt halk direnişi –henüz az çok silkinip bağımsız bir hareket olma adımlarını atamamış- Türkiye işçi hareketinin en önemli müttefiklerinden birisidir.

Ancak sorunumuz başkadır. HDP’nin demokrasi platformu ne anlama gelmektedir? İşte burada da, özellikle liberal demokrat çevrelerin ideolojik hegemonyası ile diğer bir çok konuda olduğu gibi sınıfsal ilişki ve temel göz ardı edilmektedir.

Çeşitli ulusal hareket örneklerinde görüldüğü gibi Kürt ulusal hareketi, Kürt burjuvazisinin politik çizgisindedir. HDP de Kürt ulusal burjuvazisinin bazı liberal sol, ‘sosyalist’ akım ve çevreleri yedekleyerek yönlendirdiği bir parti durumundadır. Kürt burjuvazisinin bir kısmı işbirlikçileşmiş ve devletle kol kola girmiştir. Ancak bir kısmı ise ezilen ulus burjuvazisi olarak demokrat konumunu korumaktadır.[10] Dolayısıyla Kürt hareketi, bu burjuva demokratik karakterinin sonucu olarak ulusal demokratik hakları savunur, bunun mücadelesini güçlü bir biçimde ve bedel ödeyerek verirken Kürt burjuvazisinin işçi sınıfı üzerindeki sömürüsünü kabul etmektedir. Henüz zayıf olmakla birlikte Kürt işçi hareketi karşısında hayırhah bir tutum almakta, yer yer açıkça önemli bir mali destek almayı başardığı ve geleneksel ilişkilerde geniş bir etkisi olan Kürt patronlarının yanında yer almaktadır. İşçi, köylü, patron, ağa, bütün sınıf ve tabakaları birleştirme yani Kürt ulusal birliği hedefiyle yola çıkan bir hareket açısından bunun anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Bu nedenle Kürt hareketi ulusal haklar konusunda desteklenirken; Kürt işçileri üzerindeki kapitalist, Kürt köylüsü üzerindeki yarı-feodal sömürüyü savunan, bu açıdan en gerici -feodal- ilişkileri bile karşısına almayan, tekellerle uzlaşmayı öngören yaklaşımı eleştiri konusu edilmelidir.

Hareketin içinde işçi ve köylülerin olması, onun demokratik karakterini güçlendirmekle birlikte, sınıfsal karakterini değiştirmemektedir. Zaten direnişçi her ulusal hareketin ana kitlesini genel olarak işçi sınıfı, köylülük ve emekçi halk kitleleri oluşturur.[11] Örneğin İrlanda’da, İspanya Bask bölgesindeki ulusal hareketler, yine emperyalizme karşı mücadele eden Türkiye Kurtuluş savaşındaki ulusal hareket, 1960 sonrası Mısır’da, Suriye’de, Irak’taki Arap “sosyalizmi” hareketleri işçi ve köylü kitlelerin büyük desteğini almakla birlikte ulusal burjuvazinin siyasal çizgisine bağlanmıştır. Bir hareketin sınıfsal niteliğini belirleyen tek tek içinde yer alan bireylerin sınıfsal konumu değil toplam siyasal platformu ve ufkudur.

Bununla birlikte Kürt ulusal hareketi ezen ulus burjuvazinin karşısında ulusal hak ve özgürlükleri için direnen bir burjuva demokratik harekettir. Bu açıdan Kürt burjuvazisinin bir kısmı hala, ezen ulus burjuvazi karşısında nesnel olarak demokrattır. Ancak onun yaklaşımı genel olarak emperyalizmi, hatta en geri üretim ilişkilerinin kalıntılarını, feodal kalıntıları devrimci bir tarzda tasfiyeyi hedef almayan bir demokrasidir.

HDP’nin Kürt sorunu konusundaki ilerici ve devrimci tutumunu sınırlayan olgulardan birisi Türkiye’de demokrasi mücadelesinin bütününe ilişkin politik yaklaşımıdır.[12] HDP çeşitli kimlik hareketlerinin taleplerine dayanan, “radikal demokrasi” biçiminde formüle edilen ve bu açıdan çoğulcu liberal demokrat bir platforma sahiptir. Bunda HDP’nin demokrasi mücadelesi ile iktisadi ilişkiler ve tekeller arasında bağ kurmaması etkilidir. Kimliklerin hakları tanınacak, çeşitli demokratik haklar geliştirilecek, ancak TÜSİAD’la ilişkiler iyi tutulacak, emekçilerin ekonomik talepleri karşısında çözüm güvenilir bir hükümetle yabancı sermaye yatırımlarının arttırılması olacak;[13]özetle tekelci sermayenin egemenliğine dokunulmayacaktır. HDP, tekellerle demokrasi mücadelesi arasındaki karşıtlığı göz ardı ettiğinden, güncel siyasal kutuplaşmalardan yola çıkarak tekellerin bir kısmını demokrasi yanlısı gördüğünden kimi zaman TÜSİAD’a kimi zaman da AB’ye –yani AB tekellerine- demokratikleşme mücadelesinde temel bir rol vermese de destekleyici bir misyon biçmektedir. Bu nedenle programında tekelci sermayenin mülksüzleştirilmesi, toprak ağalığının tasfiyesi, stratejik işletmelerin kamulaştırılması gibi demokrasi mücadelesini tekellere karşı mücadele ile birleştirecek sosyo-ekonomik talepler yer almamaktadır. Siyasal olanla sınırlı kalınmaktadır.

Tekelci kapitalizm altında da bazı demokratik talepler şu ya da bu oranda yaşam bulabilir, ancak bu eksik, yarım, zayıf, tutarsız olma kaderinden kurtulamaz. İşçi sınıfının demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin ufku tekelci sermaye düzeni altında demokratik hakların ilerletilmesi ve sorunların çözümü ile sınırlı olamaz. Bu mücadeleyi önemser, ancak hareketin içinde güç olarak bu reformcu sınırı aşmak üzere örgütlenir, kitleleri kazanmaya çalışır. Son seçim dönemi, genel liberal etkiyle de bağlantılı olarak, yine HDP’nin ve onun demokrasi platformunun, sanki bunlar sınıfsal bir temelden yoksunmuş gibi değerlendirilmesinin örneği olmuştur. Bu açıdan HDP’nin esasen Kürt ulusal burjuvazisinin ufkunu aşmayan seçim bildirgesi övgülere mazhar olmuş, adı sosyalist olan ama bununla pek de ilgisi kalmayan çevreler bu programı kimi zaman sessizce kimi zaman da coşkuyla sahiplenmiştir. Bu tutum demokrasi mücadelesinde reformizmin başka bir örneği olup iki temel noktadan eleştiri konusu yapılabilir:

– İlki; demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasını ve tutarlı uygulanmasını, ittifak yapılıyor olsa da burjuvazinin (burada Kürt ulusal burjuvazisi) bir kesiminden bekleme tutumu, tam olarak aynısı olmasa da Menşevizmin demokrasiyi liberal burjuvaziden beklemesinin bir benzeridir. Elbette Kürt hareketiyle siyasal gericiliğe karşı ittifak, demokrasi mücadelesinin güncel ihtiyaçları arasındadır, bu nesnel olarak Kürt ulusal burjuvazisi ile de ittifak anlamına gelir. Ancak eleştiri konusu yapılan ittifak değil, burjuva demokratik bir platforma yedeklenme ve demokrasiyi işçi sınıfı ve emekçilerin kendi gücünden değil burjuvazinin bir bölüğünden bekleme tutumudur. Bunun pratik biçimi elbette insanların “Kürt ulusal burjuvazisini destekleme kararı alması” değildir. Bir bütün olarak demokratik hak ve özgürlükler için mücadelenin bir ezilen ulus hareketinin mücadelesine indirgenmesi, onun politik platformuna -bir alternatif platform konulmaksızın- yedeklenilmesidir. Ortak mücadele ihtiyacı tartışmasız olmakla birlikte, HDP çevresindeki çok sayıda örgüt ve entelektüelin konumu böyle bir yedeklenme durumudur.

– İkincisi, Türkiye gibi köklü ve kangrenleşmiş demokrasi sorunlarının olduğu bir bir ülkede demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin tekelci sermaye rejiminden bağımsız, basit birer reform sorunu gibi ele alınmasıdır. Kürt sorununun, dinci gericiliğin, baskıcı ve otoriter politikaların emperyalizm ve tekelci sermaye egemenliği ile ilişkisi göz ardı edildiğinde, sadece bir partinin tercihi olarak ele alındığında, demokratik haklar mücadelesi de o partinin seçim yenilgisine bağlı bir reformist umut olarak kavranabiliyor. Dolayısıyla Kürt hareketinin programı, emperyalizmi, onun ekonomik ve siyasal kontrolünü, tekelci sermaye rejimini doğrudan karşısına almamakta, bu rejimi zorlayan talepler öne sürmekte ama onun sınırlarını aşmamakta ısrar eden bir demokrasi platformuna sıkışmaktadır. Tartışmanın püf noktası şudur: Siyasal olarak tekelci sermayenin politikalarına karşı mücadele edip o geriletildiğinde tekelci sermaye varlığını sürdürecek mi? Bunu kaldırma hedefi ve ufku var mı?

DEMOKRASİ MÜCADELESİNDE DEVRİMCİ PLATFORM VE HALK İKTİDARI

Özetle, demokrasi mücadelesinde reformizmin turnusolu emperyalist ve işbirlikçi tekelci sermayeye karşı tutumdur. Tekellere karşı mücadele edilecek midir, yoksa tekelci sermaye düzeni altında bazı demokratik hakların (çarpık, yarım-yamalak) bir biçimde hayata geçirilmesi ile yetinen bir yaklaşım mı benimsenecektir? Yukarıda verdiğimiz iki örnekte olduğu gibi; demokrasi tekelci burjuvazinin “modern” kanadından mı beklenecektir ya da demokratik hakların –bazı durumlarda tüm iyi niyetine rağmen- tekelci sermaye düzeni altında, tekellere dokunmadan savunulması mı söz konusu olacaktır?[14]

Maalesef Türkiye’de demokratik haklar mücadelesi, bu açıdan büyük bir zaafla -reformizmle- malüldür. Çeşitli demokrasi sorunlarından mağdur olan kitleler ya da onlar üzerinde etkili olan partiler, emperyalizme ve tekellere karşı açık bir tutuma sahip değildir. Dolayısıyla Türkiye’de demokrasi mücadelesi, sosyo-ekonomik zeminle politik-ideolojik anlamda da bir ilişki kuramamaktadır. Elbette bunda işçi hareketinin ve partisinin zayıflığı da etkilidir. Bu da demokrasi mücadelesi açısından işçi sınıfı ve partisinin kitleler içerisinde güç kazanmasının, toplam demokrasi –elbette sosyalizm- mücadelesi açısından önemini göstermektedir.

Peki, demokratik haklar mücadelesine devrimci yaklaşımın, somut olarak Halk İktidarı, Halk Demokrasi platformunun temel yönleri nelerdir?

Yukarıda verilen İkiTaktik referansının doğru anlaşılması açısından bazı uyarılarla konuya girmekte fayda var: Günümüz Türkiye’si 1905 Rusya’sından oldukça farklı. Elbette 1917 Nisan’ından da. Başka bir ülke ve tarihsel dönemden, özgünlükleri göz ardı ederek kopyala-yapıştır sonuçlar çıkarmak, bir devrimcinin nesnel koşullar, sınıf güç ilişkileri ve öznel faktörlerin doğru bir tahlilini yapması açısından ciddi bir tutum olmaz.

Öncelikle Türkiye yukarıda da belirtildiği gibi dünya emperyalist kapitalizmi içerisinde orta ve alt teknoloji düzeyinde yani emek-yoğun üretim yapan, teknolojisini dışarıdan temin eden, büyük işletmeleri ve finansal yapısı emperyalist tekellerin hakimiyetinde ya da ortaklığında olduğu, yabancı döviz girişine bağlı olarak ekonomisini döndürebilen bağımlı kapitalist bir ülkedir. Nicel olarak dönemin Rusya’sından farklı olarak büyük bir işçi sınıfı kitlesine sahiptir ve işçileşme oransal olarak giderek artmaktadır. İşçi sınıfının tüm çalışanlar içinde 1955’te yüzde 14 olan oranı 2017 yılında yüzde 67,2’ye çıkmıştır. Yine dönemin Çarlık Rusya’sından çok önemli bir fark; feodal ilişkiler egemen olmak bir yana tedrici olarak kapitalistleşmiş, yalnızca bazı bölgelerde kalıntı olarak varlığını korumaktadır. Yine Çarlık Rusya’sında köylülük yüzde 90’lara yakından Türkiye’de yüzde 20 bandına gerilemiş ve kırda ticari ilişkiler egemen olmuştur.

Diğer yandan Türkiye’de güncel siyaseti, halkın ve devletin ideolojik-politik şekillenmesini önemli oranda belirleyen demokratik sorunlar söz konusudur. Kürt halkının bir halk olarak varlığı ve kaderini tayin hakkı reddedilmekte; muhafazakar, dinci dayatmalarla laiklik tam anlamıyla ortadan kaldırılmakta, tek adam tek parti rejimi ile, eğer engellenmezse, adım adım faşist bir diktatörlüğe doğru yol alınmaktadır.

İşçi sınıfı bu kapsamda başta en acil ekonomik, sosyal ve demokratik talepleri için mücadele etmeli, daha doğrusu günümüz koşullarında partisi, işçi sınıfını buna kazanmaya yönelik bir çalışma yapılmalıdır. Bu işin ABC’sidir ve talepler için mücadele edilmesi gerektiğini az çok politik bilince sahip herkes bilmekte ve söylemektedir. Sorun, bu talepler için mücadelenin hangi perspektif ve ufukla yapılacağıdır. Devrimci perspektifle bu acil talepler arasındaki bağın kurulmasıdır. Demokratik haklar için mücadele ile işçi sınıfının sosyalizme kazanılması; yani demokratik ve sosyalist görevlerin ertelenmeksizin bir arada yaşama geçirilmesidir. Sınıf partisinin ayırt edici özelliğigüncel görevlere sırtını dönmeksizin işçi sınıfının nihai kurtuluşu, işçi hareketinin bu düzeye doğru ilerlemesi için mücadele etmektir.Bu aydınlığa kavuşturulmadan, yani teori ile pratiğin birliği sağlanmadan devrimci bir eylem söz konusu olamaz ve reformizme sürüklenme kaçınılmaz hale gelir.

Sorun başka bir biçimde şöyle ifade edilebilir: ileri işçiler, halkın ve gençliğin ileri kesimleri nasıl bir demokrasi mücadelesine kazanılacaktır? Sosyalizme gidiş ve perspektif hangi somut unsurları içerecektir?

Kürt sorununun demokratik çözümü, laiklik gibi talepler elbette teorik olarak kapitalizm sınırları içerisinde gerçekleştirilebilir. Lenin, genel olarak ulusal sorun ve demokratik hakların kapitalizm sınırları içerisinde eksikleri ve zaaflarıyla birlikte karşılanabileceğini, dolayısıyla demokratik talep için mücadelenin yarına ertelenemeyecek bir görev olduğunu “Emperyalist Ekonomizm/Marksizmin Bir Karikatürü” çalışmasında, ulusların kaderlerini tayin hakkını konu olan makalelerinde ayrıntılı bir biçimde ele almıştır.

Bununla birlikte Lenin her sorunu, özellikle de kitleleri harekete geçiren sorunları, işçi sınıfının iktidar mücadelesiyle bağlantılı olarak ele aldı. Demokratik haklar mücadelesi, reformistlerin yaklaşımında iktidar hedefine bağlanmadığı gibi, “istikrar”, “halkın pasifize edilmesi”, “parlamenter düzene” bağlanması gibi amaçlar içerir. Ancak iktidar hedefine bağlandığında, işçi sınıfının geniş halk yığınları ile ittifakının zeminini hazırladığı gibi, bu iktidar vesilesiyle sosyalizme kesintisiz geçişin olanaklarını sağlar.

Bu açıdan halk iktidarı sloganının altını dolduran platform; Türkiye’de halkın sorunlarının çözümü karşısındaki en önemli engelin mevcut emperyalist-işbirlikçi tahakküm olduğunu tespit etmektedir. Bu tahakkümü göz ardı eden hiçbir yaklaşım, mücadeleyi gerçekçi bir zemine oturtamaz. Çünkü emekçilerin talepleri emperyalist tahakküm ortadan kaldırılmadan gerçekleşme yoluna giremez. Buna bir de Türkiye’de demokratik bir kültür ve geleneğin yokluğu da eklendiğinde, temel demokratik sorunların acılı, uzun bir yolla olsa da reformlarla çözümünün kolay olmadığı görülebilir. Çünkü kapitalizm feodalizmi adım adım çözebilir, ancak demokrasi sorunlarını kendiliğinden, herhangi bir mücadele olmadıkça çözmeyecektir. Kürt sorunu örneğinde görüldüğü gibi ulusların kaderlerini tayin hakkı sağlanmadıkça sorunun köklü bir çözümü mümkün değildir. Farklı dönemlerde farklı biçimlerde nüksetmesi kaçınılmazdır. Bir burjuva çözüm olabilir, ama işçi sınıfının hedefi devrimci çözümdür. Güney Kürdistan’da özerkliğe rağmen bağımsızlık referandumunda yaşananlar, ulusların kaderlerini tayin hakkı sağlanmadan ulusal sorunun kesin çözüme kavuşmayacağını göstermektedir. Evet, ulusal sorun teorik olarak kapitalizmin içinde çözülebilir. Çözen ülkeler de vardır. Ancak günümüz gericilikleri, örneğin İspanya Bask bölgesinde bile sorunu çözmekten acizdir. Egemen sınıfların, burjuvazinin bu sorunu köklü bir biçimde çözmesi beklenemez. Benzer bir durum laiklik için de söz konusudur. Artık bu talepler burjuvazinin değil, işçi sınıfı ve emekçi halkın talepleridir. Bu nedenle komünistler açısından da iktidar perspektifiyle birlikte ele alınmaktadır. Emek Partisi programının 8. Maddesinde belirtildiği gibi; “İçinde bulunduğumuz koşullarda, Türkiye işçi sınıfı ve partisinin önündeki acil görev; emperyalist sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin, işbirlikçi tekellerin, büyük toprak mülkiyeti ve tüm biçimleriyle feodal kalıntıların tasfiyesi, ulusların tam hak eşitliği ile kendi kaderlerini tayin hakkı da dahil, demokratik tüm hak ve özgürlüklerin gerçek anlamda ve kalıcı olarak kazanılması ve güvenceye alınmasıdır. Bu acil görev, ancak emperyalizmin ve tekelci burjuvazi ve toprak sahipleri egemenliğinin yıkılması ve işçi sınıfı önderliğinde, ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakalara dayanan devrimci halk iktidarının kurulmasıyla yerine getirilebilir. Halk iktidarı, başta fabrikalar, tarım işletmeleri olmak üzere halkın üretim ve yaşam alanlarında örgütlenmesine ve öz gücüne dayanan, halk tarafından seçilen ve denetlenen halk meclisinin en yüksek organı olacağı yeni bir devlet düzeni ve aygıtının kurulmasını gerektirir.”[15]

İşçi sınıfının partisi, diğer konularda olduğu gibi demokrasi mücadelesinin güncel ihtiyaçları karşısında da emekçilerin karşısına devrimci bir platformla çıkmakta, bu devrimci platformu günlük acil talep ve mücadele dinamikleri ile birleştirmektedir. Bu kapsamda bazı genel sonuçlara işaret etmek gerekirse;

İlk olarak; başkanlık rejimi ve parlamenter sistem tartışması biçiminde gündeme gelen, emekçilerin neredeyse hiçbir demokratik talebini dikkate almayan siyasal tartışma, tekelci burjuvazinin platformu içine sıkışıp kalmıştır. Oysa gerçek bir demokrasi ancak halkın kendi işyeri ve yaşam alanlarından başlayarak örgütlenmesi, bu temelde inşa edilen bir siyasal örgütlenme ile mümkündür.

İkincisi; siyasal gericilikle emperyalizm ve tekelci sermaye düzeni arasındaki bağı göz ardı eden düzen içi bir demokrasi arayışı, demokratik taleplerin yaşama geçmesini de sınırlamaktadır. Dolayısıyla demokratik talepler tutarlı bir şekilde savunulacaksa; tekelci kapitalizm ve onun egemenlik aygıtlarını hedefe koyan bir platform zorunludur.

Üçüncüsü; AKP’nin dayanağı olan tekellere ya da düzen içi muhalefete yakın olan tekelci sermayenin iktisadi egemenliğine son vermeyi hedeflemeden köklü bir demokratik hamle yapmak, demokratik talepleri yaşama geçirmek mümkün değildir. Bu Lenin’in İki Taktik’te tartıştığı; demokratik talepleri, otokrasinin yıkılması ve büyük toprak sahiplerinin topraklarına el konulması hedefiyle birlikte ele almasına benzer bir tutumdur. Tekelci sermaye iktidarı yıkılmadan ne Kürt sorununda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının uygulanması[16] ne de gerçek bir laikliğin tam anlamıyla hayata geçirilmesi ve güvenceye alınması mümkün değildir. Türkiye’nin tarihsel koşulları ve Ortadoğu gerçekliği demokrasi sorunlarının çözümünde işçi sınıfı partisinin devrimci programını gerekli kılıyor.

Dördüncüsü; genel olarak halk iktidarı sloganı; Türkiye’de temel sorunların çözümü açısından zemin hazırlayacak bir iktidarın kurulmasını hedefler. Bunun için ilk adım emperyalist ve tekelci işletmelerin ve mal varlıklarının toplumsallaştırılması, feodal kalıntıların tasfiyesi, UKKTH, laiklik, demokratik hak ve özgürlüklerin tesis edilmesidir. Ancak bu işçi sınıfı ve partisi için bir son değil, ancak bir devrimci sürecin ilk adımıdır. İşçi sınıfı ve partisi gücü oranında, tekelci sermayenin üretim araçlarına el konulmasını tüm burjuvazinin mallarına el konulmasına doğru genişletmeyi, işçi sınıfı ve emekçilerin toplumsal yaşamın her alanında egemen olmasını hedeflemektedir. Bu nedenle komünistler, halk iktidarını, kimi tarihsel örneklerinde olduğu gibi anti-emperyalizm sınırlarında kalmış, ilerlemeyen ve kalıcı bir toplumsal biçim değil, hızla sosyalizme doğru ilerlenen kesintisiz tek bir devrimci sürecin kalkış noktası olarak görürler.[17] Bu açıdan tüm yaklaşım ve perspektifte işçi sınıfının sosyalist sınıf bilincine örgütlenmesi, bağımsız hareketinin korunması, partisinin güçlendirilmesi vardır. Dolayısıyla Türkiye’nin özgünlüğünde günlük mücadeleden halk iktidarına kadar demokratik ve sosyalist görevler birbiri ardı sıra değil iç içe geçmiştir. Halk iktidarı başlangıcı itibarıyla henüz bir bütün olarak kapitalistleri hedefe koymuş değildir, ancak işçi sınıfının önderliğinde tekellerin mal varlıklarına el konulması, bankaların ulusallaştırılması gibi güçlü sosyalist unsurları içermektedir. Sosyalizme doğru yol almaktadır. Tek bir devrimci sürecin birbirini tamamlayan kaçınılmaz halkaları olarak gelişmektedir.

HALK İKTİDARI SLOGANIN GERÇEKLİĞİ VE ANLAŞILIRLIĞI TARTIŞMASI

Güncel siyasal gelişmeler karşısında halk iktidarı platformu ve sloganı gerçekçi midir? Halk yığınlarını tarafından anlaşılabilir midir?

İşçi sınıfı ve halk hareketinin düzeyi ve güncel durumuna bakıldığında elbette kendi kaderini eline alacak ve kendi örgütlerini kuracak durumda olmadığı açıktır. Dolayısıyla halk iktidarı platformunun yaşama geçmesinin temeli işçi sınıfı ve halkın örgütlenmesi ve doğrudan siyasete müdahale etmesi birden bire olacak şey değildir. Ancak, işçi sınıfının devrimci partisi, sadece halk iktidarı platformunda değil her konuda, her sorunun çözümünü işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinde görmektedir. İşçi sınıfı ve emekçiler buna hazır olmayabilir. Ancak örneğin işyerindeki ücret sorunu ya da genel olarak asgari ücretin düzeyi tartışması. İşçi sınıfı partisinin, bu “basit” ekonomik sorunda bile işçilere söylediği, kazanımın ancak işçilerin mücadelesiyle olabileceğidir. Aksi, herhangi bir talebin ve iyileşmenin hükümetten, burjuvaziden ya da sendikal bürokrasiden beklenmesi anlamına gelir ki, günümüz konjonktüründe gerçekleşmesi mümkün olmayan bir reformizmdir.

Ya da başarılı bir toplu sözleşme, işçilerin talep ve mücadelesinde ısrarcı olması ile söz konusu olabilir. Ancak en başarılı sözleşme bile, işçilerin politik mücadelesi ile birleşmediği sürece yetersiz kalmaya mahkumdur. Bu nedenle, sendikal bürokrasiden farklı olarak komünistler işçilere, toplu sözleşmenin başarısının işçilerin mücadelesi ile olduğunu hatırlatıp başarının buradan geçtiğini anlatırken, hiçbir toplusözleşmenin, işçi sınıfı politik arenada ağırlığını koymadıkça yeterli olmayacağını da belirtir. Örneğin toplusözleşmede alınan zam, hayat pahalılığı ve enflasyonla daha yıl dolmadan kaybolup gidebilir.

Sadece sosyalist propagandanın genel eğilimleri açısından değil, emekçilere, halka her konuda çözümün kendi kolları olduğunu belirtmek hayatın gerçekliğine de uygundur.

Ülkenin hangi hükümet sistemi ya da rejimle yönetileceğinin tartışıldığı bir seçimde, emekçilerin tekelci burjuvazinin seçeneklerinin dışında, kendi çıkarlarının başka bir demokraside olduğunun ifade edilmesi gerçeklikten ve güncel siyasetten kopmak değildir. Tekelci burjuvazinin iki kanadı iki devlet biçimi ortaya koyuyor. Peki ya işçi sınıfı? Parlamenter sistem ya da başkanlık sisteminden birisini seçmek zorunda mı? İşçi sınıfı ve partisinin, bu kutuplaşma ve sıkışmışlık karşısında emekçileri burjuva seçeneklerden birisine yönlendirmesi, yedeklemesi beklenemezdi. Bu açıdan işçi sınıfı ve partisi kendi bağımsız platformunu korur ve ittifakları da bu platformunu kaybetmeden kurar.

Sorun, bu sınıf platformunun emekçilere günlük acil talep ve sorunlardan başlayarak, somut olgular üzerinden ustaca bağlantısının kurularak anlatılmasıdır. Bu kolay değildir. Örneğin laiklik konusunda genel bir sekülarizm ajitasyonu CHP’nin sınırları içerisindedir. Gerçek bir laikliği tartışmadan modern yaşamı savunan emekçinin düzen içi bir platformu (burada CHP’yi) aşma şansı yoktur. Aksi takdirde, işçi sınıfının partisinin kendi platformunu sunup başta ileri işçi, emekçi ve gençlik olmak üzere kitleleri bu platforma kazanma çabasının olmaması, egemen sermaye gruplarından birisine yedeklenme anlamına gelir.

Tüm mücadelenin başlangıç noktası emekçilerin acil talep ve sorunlarıdır. Hayat kaygıları ve rahatsızlıklarıdır. Buradan başlayan ve onunla birleşmeyen bir ajitasyon ya da propagandanın ayaklarının havada kalması kaçınılmazdır. Ancak, onlarca yıldır emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının giderek ağırlaştığı bir ülkede, halk iktidarını, bu sorunların çözümü ve kendi mücadeleleri kapsamında emekçilere anlatmak da diğer bir zorunluluktur.

Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesine bu yaklaşım, elbette reformlar için mücadeleyi reddetmez. Tartışma, reformlar için mücadeleyi kapsayan demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin hangi perspektifle yapılacağı, işçi sınıfı ve gençliğin ileri kesimlerinin hangi platforma kazanılacağıdır.

Bu açıdan işçi sınıfı partisi, tüm eylem ve çalışmalarını devrimci perspektifle gerçekleştirir. En küçük günlük çalışma bile halk iktidarı ve sosyalizm programına bağlanır, bağlanmalıdır. Yoksa pratik çalışmanın darlığı içerisinde kaybolmak, giderek reformist bir platforma saplanıp kalmak, güncel görevlerle iktidar hedefi arasındaki bağı koparmak kaçınılmazdır.

Lenin’in, güncel ve tarihsel görevlerin iç içeliğini vurguladığı sözler, bu makalede anlatılmak istenenin özetidir: “Bir sosyal-demokrat bir an için bile, proletaryanın sosyalizm için sınıf mücadelesinin, en demokratik ve en cumhuriyetçi burjuvaziye ve küçük-burjuvaziye karşı da yürütüleceğini unutmamalıdır. Bu konuda hiçbir kuşku olamaz. Buradan, ayrı, bağımsız, tamamen sınıf esasına göre kurulmuş bir sosyal-demokrasi partisinin mutlak zorunlu olduğu sonucu çıkar. Buradan, burjuvaziyle birlikte ‘ortak darbe vurma’ taktiğimizin geçici karakteri ve ‘müttefikini düşmanı gibi kollama’ vs. yükümlülüğü çıkar. Bütün bunlar da her türlü kuşkunun ötesindedir. Fakat buradan, süreksiz ve geçici nitelikte de olsa bugün güncel olan görevleri unutmak, görmezden gelmek ya da küçümsemek gibi bir sonuç çıkarmak gülünç ve gericidir. Otokrasiye karşı mücadele, sosyalistler için süreksiz ve geçici bir görevdir, fakat bu görevin her türlü görmezden gelinmesi ya da ihmal edilmesi, sosyalizme ihanet ve gericiliğe hizmetle eşanlamlıdır.”[18]


[1] Emperyalizm çağında tekelci sermayenin, onların partilerinin tutarlı bir demokrasiden yana olması mümkün değil. Çünkü demokrasi ancak halkın aktif bir mücadele sürecine girmesi, kendi işyerleri ve yaşam alanlarında örgütlenmesi ile mümkündür.

[2] “… en ileri sınıfın partisi, demokratik devrimin çarlık üzerinde tayin edici zaferi için en enerjik çabayı harcamaktan başka bir şey yapamaz. Ve tayin edici zafer de proletarya ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğünden başka bir şey değildir.” (Lenin, V.I. (1994) Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, İnter Yayınları, Ankara, sf. 99)

[3] Lenin, İki Taktik, sf. 54.

[4] Lenin, İki Taktik, sf. 54.

[5] Tek tek demokratik talepler kapitalizm koşullarında gerçekleşebilir. Burada bahsedilen bu taleplerin kapitalizm koşullarında güdük, eksik ve tutarsız gerçekleşebileceğidir. Ve daha önemlisi vurgulanmak istenen; temel demokratik köklü dönüşümlerin, demokratik taleplerin tutarlı bir şekilde uygulanması ve güvenceye alınmasının, halk yığınları açısından demokrasinin ancak halkın mücadelesi ve iktidarı ile gerçekleşebileceğidir.

[6] Lenin şöyle diyordu: “Yeni ‘Iskra’lı Menşeviklerin Konferansı, liberallerin, Kurtuluş Birlikçileri’nin her zaman düştükleri yanılgıya düşmüştür. Kurtuluş Birlikçiler ‘kurucu’ meclis lafları savuruyorlar, iktidarın ve egemenliğin Çar’ın elinde kaldığı gerçeğine utangaçça gözlerini kapayarak, ‘kurmak’ için herhangi bir şey kurma gücüne de sahip olmak gerektiğini unutuyorlar. … Konferans, iktidar Çar’ın elinde kaldıkça, her türlü temsilciler tarafından alınacak her türlü kararın, tıpkı 1848 Alman Devrimi tarihindeki o ünlü Frankfurt Parlamentosu’nun ‘kararları’ gibi boş ve zavallı gevezelikler olarak kalacağını unutuyor. Devrimci proletaryanın temsilcisi Marx, tam da bu yüzden, ‘Neue Rheinische Zeitung’dan Frankfurtlu liberal ‘Osvobojdeniyeciler’le, güzel sözler ettikleri, çeşitli demokratik ‘kararlar’ aldıkları, türlü çeşitli özgürlükler ‘kurdukları’, fakat gerçekte iktidarı kralın elinde bırakarak, kralın elindeki askeri güce karşı silahlı bir mücadele örgütlemedikleri için acımasızca alay etmekteydi.” (Lenin, İki Taktik, sf. 31)

[7] Lenin, İki Taktik, sf. 79

[8] Daha sonra Mao, Çin’de sosyalizme geçiş için kapitalizmin en az yüz yıl daha gelişmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Bugünkü ÇKP bürokrasisi de Mao’nun bu ifadesine referans vererek vahşi bir kapitalizmin yöneticisi durumundalar.

[9] Lenin, V.I. (1977) 4. Duma seçimleri ve Bolşeviklerin Tavrı, Kor Yayınları, Ankara, sf. 60 ve 66.

[10] Lenin’in dediği gibi; “Ezilen bir ulusun burjuvazisinin ezen ulusa karşı savaştığı kadarıyla biz her durumda ve herkesten daha kararlı olarak her zaman ondan yanayız. Çünkü, biz baskı ve zulmün en yürekli ve en tutarlı düşmanlarıyız. Ezilen ulusun burjuvazisinin kendi öz burjuva milliyetçiliğinden yana olduğu kadarıyla, biz ona karşıyız. Ezen ulusun ayrıcalık ve zorlamalarına ve ezilen ulusun ayrıcalıklar ardından koşmasına karşı mücadele etmeliyiz.” (Lenin, V.I. (1998) Ulusal Siyaset ve Proleter Enternasyonalizm Sorunları, Çev. K. Somer, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara, sf. 66)

[11] Lenin’in belirttiği gibi; “‘ayaklanan’ her ‘ulus’ kendini, dilini, toprağını, anavatanını ezen ulusa karşı ‘savunur’. Bütün ulusal baskı geniş halk kitlelerinin direnişine yol açar; ve ulusal olarak ezilen bir nüfusun direnişi her zaman ulusal ayaklanmaya meyillidir.” (Lenin, Emperyalist Ekonomizm, sf. 69)

[12] Diğer bir sınırlandırıcı etki de ulusal hareketin kitleler üzerindeki etkisi ve gücüne rağmen ezen ulus burjuvazisinin devleti karşısındaki dezavantajlı konumundan yola çıkarak yaptığı emperyalizm yorumudur. Buna göre bu tür ‘demokratik’ emperyalist devletlerle birleşilebilir, ittifaklar yapılabilir.

[13] http://www.hdp.org.tr/tr/guncel/makale-ve-roportajlar/temelli-turkiye-artik-fasizm-kosullarinda-dogrudan-yatirim-gelmez/12257

[14] Burada bir yanlış anlaşılmaya karşı küçük bir uyarı gereklidir: Söz konusu olan bu hareketlerin platformudur. Yoksa örneğin HDP ve Kürt direniş hareketi, nesnel ve siyasal olarak tekelci sermayenin politik hattını aşmakta, onu zorlamaktadır. Ancak burada tartışılan onun toplam ideolojik ve politik platformudur. Siyasal olarak ileri talepler öne sürerken iktisadi ve sosyal olarak, böylece sonuçta siyasal olarak tekelci kapitalizmin sınırlarında kalınmasıdır. Bu hatta tekellere karşı, onları ortadan kaldırmayı önüne hedef olarak koyan, bu nedenle gerçek ve tutarlı bir halk demokrasisi için mücadele yoktur.

[15] Emek Partisi Programı, sf. 36-37.

[16] Burada teorik olarak uygulanabilir olmasından değil bunun devrimci bir biçimde uygulanmasının işçi sınıfının çıkarlarına daha uygun olmasından bahsediliyor. Yoksa Kürt sorunundaki olası adımlar, Türk ve Kürt halkları arasındaki kardeşlik köprülerinin kurulmasına ve ortak mücadeleye hizmet eden her türlü gelişme önemli ve anlamlıdır. Bunlar konjontüre ve güç ilişkilerine göre desteklenebilir ya da doğrudan teşhir edilebilir. Ancak her durumda esas olan halk hareketini, egemenlerin çizdiği sınırların ötesine doğru ilerletecek bir ajitasyon ve propagandayı hayata geçirebilmektir.

[17] Bu açıdan günümüz Türkiye’sinde, yarı-feodal 1905 Rusya’sından farklı olarak, komünistler demokratik ve sosyalist iki ayrı devrim değil demokratik görevleri de omuzlanan tek bir devrimci süreç öngörmektedir.

[18] Lenin, İki Taktik, İnter Yayınları, sf. 98.


Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.