PKK’nin silah bırakması. Gerçekte neler oluyor?
Genel olarak PKK silah mı bıraktırılıyor yoksa silahlandırılıyor mu?
PKK sorunu tek başına
Türkiye ile ilgili olarak ele alınabilir mi, yoksa bu sadece büyük resmin küçük
bir parçası mı??
PKK'nin "silah bırakması" her ne kadarda (iktidarın yitirdiği gücü Kürt seçmenlerle toparlama taktiğini bir yana bırakırsak) Türkiye açısından küçümsenmeyecek bir gelişme olsa da, bunun (silah bırakmanın) ne ölçüde yaygın olduğu, ya da daha doğrusu olabileceği sorusu önümüzde olan ve yüzümüze bakan, gerek Türkiye'yi, gerekse Orta Doğuyu, ve dolaylı olarak Iran, Kafkaslar ve Orta Asya'yı, yani çok kutuplu dünya düzenine geçiş dönemini etkileyebilecek nitelikte önemli bir sorudur. Türkiye, Irak, Suriye ve Irana, hatta bir ölçüde Kafkaslara kadar uzanan bir varlıkları olan Kürt nüfusu ve çoğunlukla PKK'nin uzantıları olan yerel hareketler ciddiye alınması gereken önemli bir güce sahiptir. 30 “gerillanın” silah bırakması sembolik gösteridir. PKK’nin içindeki Türkiye yanlısı, ABD-Israil yanlısı, bağımsız olma taraftarı ve benzeri saflaşmalar, ve bu saflaşmaların güç dağılımı, hangilerinin silah bıraktığı ya da bırakmadığı konusunda hiçbir bilgi vermiyor ve veremez. Yani sözü gecen siyasi gelişme özelde Türkiye ile ilgili olsa da gelişmeler diyalektik dış bağlantıları ile bir bütünlük içinde ele alınmadan doğru bir tahlil yapılamaz. Bu nitelikteki siyasal gelişmeler, bütünün bir parçası olan ve içinde bulunduğumuz dönemde devam eden çıkar çatışmalarından ve savaşlardan bağımsız olarak ele alınamayacak gelişmelerdir. Bu gelişim bir şekilde, bir oranda devam eden Ukrayna savaşından, İran’ı parçalama, Rusya’yı çevreleme, Çin’in gelişmesini engelleme gibi dünya genelinde yürütülen jeopolitik çatışmalar la bağlantılıdır. Çünkü “olay” “kendiliğinden” gelişen değil bu çatışmalarda yer alan bir ya da birkaç grupların çıkarları yönünde ‘geliştirilmiş” ve yaşama uygulanmış “ bir olay” dır. Bunun PKK’nın "özgür iradesi" olduğu yönündeki söylemler tamamen saçmalıktır. "Determinizm", diyordu Lenin, "dar kafalı ahlâkın ayaklarını yerden keser. İnsan pratiğinin gerekliliğini varsayan ve özgür irade hakkındaki saçma masalı reddeden determinizm, insan aklını, vicdanını veya insan pratiklerinin değerlendirilmesini hiçbir şekilde yok etmez. Tam tersine, her şeyi özgür iradeye bağlamak yerine, yalnızca deterministik bakış açısı kesin ve doğru bir değerlendirmeyi mümkün kılar." *
Başka bir deyişle, PKK
ile gelişmelerin temel olarak Türkiye içinde ve Türkiye bağlamında, sadece kendi
özelinde, diyalektik bağlamlarından, genelden kopuk ele almak yapılabilecek en büyük
hatadır. Ayni şekilde, tarihi gelişimleri göz ardı edip, PKK’yi sanki homojen
bir yapıya sahip, görüş farklarının ve derin saflaşmaların olmadığı bir hareket
olarak ele almakta yanlış bir yaklaşım olacaktır. PKK ile ilgili gelişmelerin Türkiye
içindeki karakteri, dışarıdaki (Iran, Suriye, ırak) gelişmelerden soyutlanmış
olarak düşünülemez ve ele alınamaz. Yanlış temelden ve diyalektik bağlantılarından
kopuk yola çıkan bir analizin yanlış sonuçlara ulaşması, ya da özel-parça ile
ilgili öznel laf kalabalığı olma karakterini aşamaması kaçınılmaz bir sonuç olacaktır.
Parça hiçbir zaman bütünden kopuk olarak ele alınamaz çünkü parça bütüne bağımlı
olarak sürekli değişim içinde olacaktır.
Bu konularda
elimizde henüz somut veriler olmadığı için nesnel bir değerlendirme yapmak
olanaksız. Yapılabilecek olan PKK’nin tarihine ve gelişimine nesnel olarak
bakarak ve gerek özeldeki ve gerekse geneldeki gelişimlere bakarak bir öngörüde
bulunmak olabilir. Bu öngörü şüphesiz ki mutlak değil, bölgede ve dünyadaki
değişimlere bağımlı olarak değişken olacaktır.
Fazla derine
inmeden , bu “barış” ve “silah bırakma “gösterisi” iki amaçta kendini buluyor
gibi görünüyor. Birincisi, içte, temelinde Türkiye’deki iktidarın
tabanda gittikçe azalan, onayı ve gelecek seçimleri büyük
ihtimalle kaybetme olasılığını Kürt seçmenlerinin oylarıyla, ya da Kürt burjuva
partisi ile ortaklıkla dengeleme, ikincisi, Azerbaycan'dan Orta Asya'ya
geçiş olacak olan Zengezur Kanalı projesi konusunda Türkiye'nin çok tehlikeli
politikası ve uygulaması ile ilgilidir ve dış politika olarak ABD-Batı
ve İsrail'in çıkarlarıyla uyumludur.(1) Çünkü bu
proje ABD-Bati ve İsrail’in Rusya’nın alt göbeğinde ve İran’ın kuzeyinde yeni
bir cephe ve vekil savaşlar yaratmayı, Rusya’yı ve İran’ı zayıflatmayı hedef
alan stratejik planlarıyla son derecede uyum içindedir. Kürt oluşumların içlerinde bulundukları
bölgelere göre saflaşmaları Iran ’a karşı karadan bir saldırıyı mümkün
kılabileceği gibi, Zengebur Kanalı nedeniyle Türkiye ile Iran arasındaki bir
savaşın da kıvılcımlarını başlatabilir. Türkiye’deki iktidarın bu çıkarcı
“barış” ve “silahsızlanma” siyasi hedefli tiyatro oyunu bölgeyi ateşe
verebilecek sonuçlar getirebileceği gibi, Rusya ile bir çatışmayı da
beraberinde getirebilir.
Ne Rusya, ne Iran
Kafkaslardaki bir vekil savaşa ve buna diyalektik bağımlı olarak, ne Çin ne de
Kuzey Kore İran’ın yenilip parçalanmasına sessiz kalmalarına olanak yok. Bu
anlamda Türkiye’nin yaşama uyguladığı “barış” politikası ve “silah bırakma”
tiyatrosu, son tahlilde kapsamlı bir “silahlanmayı” beraberinde getirebilecek
oldukça tehlikeli bir gelişimdir.
PKK Tarihine kısa bir bakış
PKK kurulduğundan
bu yana, bir burjuva demokrat hareket olarak özünde ayni kalmasına rağmen,
görüş ve yaklaşımlarında 1970lerden bu yana bir sürü aşamalardan geçti.
Gerçekliğine rağmen her zaman gözlerden uzak tutulan 1970lerin " PKK Demokratik
mücadeleye, yani sola ve bu mücadeleye önderlik edenlere karşı savaşarak var edilmiştir
” PKK değerlendirmesi, bu uzun süreç içinde farklı biçimsel karakterlere sahip
olmuştur. Türkiye yanlısı saflaşma Öcalan’ baştan beri önerdiği açılımın
Türkiye’nin nüfuz ve gücünün büyümesine yardımcı olacağını ısrarla altını çizmişti.
Garbis Altınoğlu’nun özeti ile, Apo “Savunmasında ve Esasa İlişkin
Savunmasında, Kürt sorununun “çözülmesinin “ ardından, Kürt halkının ve PKK’nın
güç ve olanaklarının Türk egemen sınıflarının buyruğuna verileceğini ve
böylelikle Türkiye’nin “bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağını”, “Ortadoğu’da liderlik”
konumuna yükseleceğini, “Orta Asya’dan Balkanlar ve Kafkaslara kadar etkili
olma” olanağına kavuşacağını söylüyordu.” Yani “düşman kardeşlerin” aslında
“kardeş” olan “burjuva” yanını öne çıkarıyor ve “el ele” vermeyi öneriyordu.
Önerilenin “emekçi halkların kardeşliği
ile bir ilgisi yok, başlangıçtan itibaren önerilen burjuvaların kardeşliği oldu. Bu PKK’nin kimi zaman Türkiye burjuvazisi
ile, kimi zaman ABD emperyalistleri ile flört etme pratiklerinde kendisini net
olarak göstermişti.
Garbis Altinoglu,
22 Aralık 2018 tarihli , ABD ile birlikte yürümek yazısında PKK’nin bu flört
etme pratiğini ele almıştı. “ Ulusal devrimci bir hareket olarak doğan PKK”
diyordu,” 1990'ların başlarından itibaren bazen başını ABD'nin çektiği
emperyalist sisteme, bazen de Türkiye'yi yöneten gerici kliklere sayısız
kez göz kırpmış ve onlara yeniden ve yeniden uzlaşma ve hatta bağlaşma
çağrıları yapmıştı.”
Kuruluş
belgelerinde, örneğin Kürdistan Devriminin Yolu (Manifesto) adlı broşürde ABD'nin
dünya halklarının baş düşmanı olduğunu kabul eden PKK, daha sonra bu
konumunu sessiz sedasız değiştirdi ve uzun bir dönemden bu yana ABD'nin
saldırgan eylemlerini kınamıyordu. (2)
“Savaşa
son anda giren ve coğrafik mevkiinden dolayı pek zarar görmeyen ABD
emperyalizmi, ayrıca savaşta yaptığı vurgun yüzünden, çok güçlü bir devlet
haline geldi. ABD, emperyalizmin başına geçerken, bir yandan bu yıkıntı
halindeki ekonomileri onarmak, öte yandan bunun karşılığı olarak kapitalizmin
sömürgeler mirasına sahip çıkmak durumundaydı.” “(3)
Tersine 2002 ve
2003 yılı başlarında, Irak'a karşı yaklaşmakta olan ABD saldırısı öncesinde
dünyanın pek çok ülkesinde milyonlarca kişinin katıldığı savaş karşıtı
gösteriler yapılırken Kürt ulusal hareketinin bu konuda sessiz kalması, hatta
Brüksel'de Irak'a müdahale yanlısı bir gösteri yapması bu örgütün,
emperyalizm, askeri müdahale, savaş ve barış konularına yaklaşımı bakımından
son derece öğretici idi. “ (4)
Öcalan 13 Ekim 1995’te
ABD Başkanı Bill Clinton’a yazdığı mektupta, kendilerinin komünist
olmadığına yemin billah ediyor ve dünya halklarının bu baş düşmanlarından
barış, demokrasi ve istikrar sağlaması yolundaki beklentisini şöyle dile
getiriyordu (5)
“Şunu
bir kez daha taahhüt ederim ki Partimiz ideolojik anlamda klasik komünist
partilerden farklı olduğu gibi, Türkiye’nin mevcut sınırlarını değiştirme
ve mutlaka ayrılma gibi ısrarlı bir çabamızın olmadığını belirtmek istiyorum.
Ayrıca her türlü terör faaliyetini de reddediyoruz. Hem Kürt ve Türk
halklarının içinde bulunduğu bu acı duruma son vermek ve hem de bölge barışı ve
istikrarı için Parti olarak barışçıl bir çözüme hazır olduğumuzu iletmek
istiyorum... Desteğinizin bir halkın katliamını durdurmak, kültürel
kimliğini korumak, demokratik ve siyasî haklarını kazanmak için gayet önemli
olduğuna içtenlikle inanmaktayım.” (6)
Öcalan’ın Temmuz
1999’da Türk devlet yetkililerine iletilmek üzere Cezaevi Yönetimi’ne verdiği’
mektupta vurguladığı “Yapabileceğim,
gücüm oranında özellikle PKK’den kaynaklanan amacı çoktan aşan ve çok büyük
dış güce, kişiye çıkar aracı haline gelen bu gidişe dur demektir… Devlet
seviyesinde dış güçlerin bunu kullanmaları daha tehlikeli ve iş hızla o
kulvara doğru da yuvarlanıyor…” (11) sözlerinden çok daha önce, 1993lerde Türkiyeli Marksist Leninistler PKK
içindeki saflaşmaları da göz önüne alarak değerlendirmelerini “Demokratik
mücadeleye, yani sola ve bu mücadeleye önderlik edenlere karşı savaşarak var
edilen PKK’nın, gelinen yerde, sadece Demokratik mücadeleye ve sola karşı
saldırısı değil, gerek orta doğu, gerekse Türkiye için oynanan oyunlarda
kullanılma amacı, onun varoluşunun bir nedenidir” olarak yenilenmişti.
Başlangıcından
itibaren gerek ideolojik ve gerekse pratik olarak homojen bir yapıya sahip
olmayan PKK içindeki kaçınılmaz saflaşmalar süreç içinde kendisini gösterdi.
Öcalan’ın yukardaki
sözlerini ele alan Garbis Altinoglu şu
yorumu yapmıştı;
“PKK/
KADEK yönetiminin, A. Öcalan’ın deyişiyle ‘İşbirlikçi Kürt oluşumu’
planına yatması, onun, ‘tüm stratejik güçler ’in (yani bölgeye ilgi
duyan ABD, İngiltere, İsrail, İran vb. gibi devletlerin) kendisinin, yani onun
ağzından konuşan Türk gericiliğinin inisiyatifi dışında ‘PKK’yi de
parselleme planlarını hazırlamış’ oldukları yolundaki saptaması, ABD’nin Türk
Genelkurmayının sıcak bakmadığı Irak operasyonu konusunda A. Öcalan sessiz
kalırken PKK/ KADEK yönetiminin bunu hararetle desteklemesi ve hatta bu
operasyonda görev talep etmesi vb. hep bu saflaşmanın, belirtileridir.”
(7)
Garbis Altınoğlu’nun
“PKK/ KADEK/ Kongra-Gel içindeki bu ABD-yanlısı/ Türkiye yanlısı saflaşmasının hiçbir
zaman kesin ve berrak olmamıştır” değerlendirmesi onun belirttiği dönem
için doğruydu ve en önemlisi, bir “saflaşmanın” olduğunu vurguluyordu. Zamanla
bu saflaşma kendisini net olarak göstermeye başladı. Yine Garbis Altinoglu PKK/
KADEK yöneticilerinden Cemil Bayık, 19 Ocak 2003’te, yani ABD’nin Irak’a
saldırısından iki ay önce Ö. Politika ’da yayımlanan röportajında ““ABD’nin
müttefikleriyle birlikte Irak’a müdahale etmesi, bölge çapında yeni
koşullar yaratacaktır. Kürt halkının mücadelesini başarıya götürme fırsatı
ortaya çıkacaktır” sözlerini ele alarak “ Irak’ın işgalini izleyen dönemde
bu “ABD-yanlısı” yaklaşımın daha da derinleştiğini, doruk
noktasına yaklaştığını söyleyebiliriz” diyordu.
(7)
Yıllar değil, aylar
sonra aynı gazetenin, 9 Ağustos 2003 tarihli sayısında yer alan “KADEK’ten
Tarihi Hamle” başlıklı haberi ele alan Garbis Altinoglu “ haberde artık ipini ABD’nin ipine
bağladığı anlaşılan örgütün bu taktiksel yaklaşımı daha da çarpıcı bir
biçimde formüle ediliyor” diyordu;
“Habere göre, KADEK
Genişletilmiş Yönetim Kurulu’nun 25-31 Temmuz 2003 tarihleri arasında yapılan
toplantısında kabul edilen ’Barış İçin Demokratik Çözüm’ adlı kararda şöyle
deniyordu:
“Demokratik
çözüm amacına ulaşmak için gerçekleştirdiğimiz bu devrimsel çıkış halkımızın,
kadro, militan ve savaşçı yapımızın, yurtsever ve demokrat çevrelerin çabaları
ile başarıya ulaşacaktır. Uluslararası topluluk ve demokratik güçler buna
değer biçecek ve katkılarını sunarak, başarıda rollerini oynayacaklardır.
Zamanını doldurmuş rejimler ve yapıların tarihe karışmalarının daha hızlı
gerçekleşmesi yaşanacak, zafer demokratik güçlerin olacaktır…
“Rejimlerin
dağılmayla karşı karşıya gelmeleri, muhalefetin ise boşluğa düşüp zorlanması ABD
müdahalesine karşı geniş bir gerici direniş cephesini de yaratmıştır.
ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesi, dış değişim
dinamiği olma özelliğine sahiptir. Bağımlılık temelinde de olsa
demokratik gelişmeyi vazgeçilmez görecektir. Dolayısıyla egemen statükonun
aşılması ve yerine demokratik bir gelişmenin konulması, kapitalizmin yeniden
yapılanmasının acil bir ihtiyacıdır.” (7)
KADEK
ABD emperyalizminin Orta Doğuya saldırılarını “ilerici bir niteliğe
büründürüyor, Irakta “demokratik gelişmeyi” getireceğini savunuyor, bu arada emperyalizmin saldırısına uğrayan
ülkeleri “gerici direniş cephesi” olarak tanımlıyordu. Irak ve Suriye’ye bakarsak tarih bu
tanımlamanın ne kadar “doğru!” olduğunu kanıtladı.
PKK’nin taraf seçme
ideolojik yaklaşımının pratiğe dönüşmesi için zemini hazırlama süreci fazla
değil, birkaç ay sürmüştü. “Ö. Politika‘nın, Kongra-Gel’in kuruluşu haberini
veren 16 Kasım 2003 tarihli sayısında yayımlanan “Kongra-Gel Kuruldu” başlıklı
habere ;Yazıda Bildirgenin, ABD işgalcilerinin oluşturduğu kukla yönetimi
“demokrasiden yana” bir güç olarak tanımladığı ve ABD’nin Irak’ı işgalini
desteklediği ve Kongra-Gel’in bölgeye yönelik “düzenleme”, yani işgal ve
müdahale operasyonlarında ABD ile birlikte hareket edeceği açıklanıyordu.
Garbis Altınoğlu’nun deyimiyle:
“Irak’taki
yeni duruma da değinilen sonuç bildirgesinde, Demokratik Federal Irak’ın
Ortadoğu’da demokrasinin gelişiminde önemli bir kilometre taşı olduğu
belirtilerek, başta geçici yönetim konseyi olmak üzere demokrasiden yana tüm
parti, örgüt ve cemaatlere demokrasi paydasında buluşmaları ve ittifak
yapmaları çağrısında bulunuldu…
“ABD’ne
de seslenilen bildirgede, ABD’nin Saddam rejimine müdahale ederek
Ortadoğu’da yeni bir süreci başlatmasını olumlu olduğu belirtilerek, bu
yaklaşımın yapıcı bir boyuta ulaşmasının Kürt sorununun kalıcı çözümüyle
mümkün olabileceği ifade edildi. Bildirgede ayrıca, Kongra-Gel’in
kuruluşunun ABD’nin bölgeye yönelik düzenlemelerine katkı sağlayacağına
işaret edildi.” (7)
PKK
içindeki gerici saflaşmaları ele alan ve inceleyen Garbis
Altinoglu “PKK/ KADEK/ Kongra-Gel içinde, bu
iki gerici eğilim arasında pek de üstü örtülü sayılamayacak bir çeşit iç
savaş yaşandığını söylemek hiç de abartma olmayacaktır” sözlerini
desteklemek için şu açıklamayı yapmıştı;
“ ABD’nin 11 Eylül
2001 eyleminin ardından Ekim 2001’de Afganistan’a saldırması, Irak’a
saldıracağının ve bölgede az-çok kalıcı bir güç olacağının ortaya çıkması,
PKK/ KADEK yönetimini ABD’ne ve KDP-KYB çizgisine yaklaştırırken,
Türk gericiliğinin –ya da onun bir kesiminin- A. Öcalan’ın ağzından PKK/
KADEK’e yaptığı eleştirileri yoğunlaştırmasına vesile oldu. Bu bağlamda,
A. Öcalan’ın yaptığı pek çok açıklamadan bazılarını sunacağım.
A. Öcalan,
Afganistan operasyonunun ardından Irak’ın gündeme geleceğinin konuşulduğu
günlerde, Ö. Politika’nın 9 Kasım 2001 tarihli sayısında yayımlanan yazısında,
bu gelişmelerden söz ederken, çoğu zaman yaptığı gibi ezen ulusun
milliyetçiliği ile ezilen ulusun milliyetçiliğini aynı kefeye koymuş, hatta
ezilen ulus milliyetçiliğini esas tehlike gibi göstermişti. O, Lenin’in
anlatımıyla, “Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliğinin “ “zulme karşı
yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşıdığı gerçeğini göz ardı etmiş ve
dolayısıyla Kürt milliyetçiliğini Türk gericiliğinin bakış açısından yola
çıkarak eleştirmişti (7):
“Dış
güçler, ABD, İngiltere bu alanı bırakmaz, oyunlarını sürdürür. İngilizler
1920′lerden hatta 1800′lerden beri oynuyorlar, iki yüz yıllık oyun devam
ediyor. Oynayan oynayacak, kabak yine Kürt ve Türk halkının başına
patlayacak.” O, ardından, “çağın hastalığı” olarak nitelediği milliyetçiliği
kendince mahkum etmişti:
“Sahte
Kürtçüler, milliyetçiliğin peşinde koştu zırnık kadar yol alamadılar.
Yediler, içtiler, tarikatçılık, şeyhlik yaptılar hala da devam
ediyorlar. Devletle anlaştılar, İngilizlerle, ABD ile anlaştılar kendileri
için, ailelerini yaşatmak için. Ama Kürtlerin de hakkı, hukuku, demokrasisi
var. Bunları yok saydılar. Sahte Kürtçülerin Kürtlüğü bela getirir…”
A. Öcalan, 13 Ekim
2002’de Ö. Politika‘da yayımlanan bir yazısında şöyle diyordu:
“Barzani
ve Talabani hala İngilizlerin oyununa geliyor. 1920′lerde oynanan oyun yine
oynanmak isteniyor. Biz oyunu bozmalıyız.”
A. Öcalan, ABD’nin
Irak’a saldırısından yaklaşık iki ay sonra yayımlanan iki ayrı açıklamada bu
görüşlerini daha da çarpıcı bir biçimde koyacak, Barzani-Talabani çizgisini
mahkum edecek ve “ABD-Kürt ittifakına” karşı “Türk-Kürt ittifakını”
savunacaktı:
“En
önemlisi de Türkiye için iki yol var. Kürtlerin arkasında büyük bir
stratejik güç yerleşti. Tanklar toplar verildi. ABD bunu bilerek yapıyor.
Daha da verilecek. İstediğin kadar silahlanıp tezlerini silahla savunabilirsin
de diyebilir, Kürt ayrılıkçılığını Irak’ta olduğu gibi geliştirebilirsin
diyebilir, bu tehlikeli bir yoldur. Halkları tüketen bir çizgidir.
İsrail-Filistin gibi tehlikeli bir yoldur….
“Kürtlerle
Irak’ı çözdüler, yarın İran’ı da Kürtlerle çözecekler, Türkiye’yi de öyle
çözecekler…
“Demokratik
cumhuriyet temelinde birlik bütünlük istiyoruz… Türk halkına güven verin.
Aslında biz geçmişte Türkiye halkına kendimizi iyi anlatamadık. Biz ABD’den
yana tavır almayız. Türkiye halkından yana tavır alırız. Bunu Türkiye halkına
ve kamuoyuna iyi anlatın.” (8)
Apo bir hafta
sonra yayımlanan bir diğer açıklamasında, Ortadoğu’ya demokrasiyi
ABD-İngiliz ittifakının değil, Ortadoğu halkları ve Kürt-Türk
ittifakının getireceğini söyledikten sonra şunları ekliyordu:
“ABD
İngiliz ittifakı getirmez. Kendi çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’yu
şekillendirecekler. Araplar da getiremezler… İran getirebilir mi? O da
getiremez. Peki kim yapabilir? Demokrasiyi Kürt-Türk ittifakı getirecek…
Ne şoven Türk milliyetçileri ne de ilkel Kürt milliyetçileri bunu anlamıyor.
Türkiye’de bir demokratikleşme eğilimi ve geleneği var. Kürtlerde de var. Ben
bunu PKK ile geliştirmek istedim, tam başaramadım…”
ABD
Kürt sopasıyla Türkiye’yi hizaya getirmeye çalışacak…
“KADEK
güneyde Kürt parlamentosuna girer. Tank da top da verirler. Konsey üyelerine de
yer verirler. ABD çıkarına olursa, devlet de kurdurur. Sonradan yüz üstü
de bırakabilir. Sonuçta halklara kötü miras kalır.” (9)
ABD'nin 7 Ekim
2001'de Afganistan'a saldırısından sonra ve Irak
başta gelmek üzere diğer Ortadoğu ülkelerine de saldıracağının ortaya çıktığı
bir tarihte PKK Parti Meclisi Ocak 2002’de 5. Genel Toplantısını
gerçekleştirdi. Bu toplantının sonuç bildirgesinde şöyle deniyordu:
“Değişim
süreci hangi yöntemlerle yaşanırsa yaşansın, sonuçta 21. yüzyıla damgasını
vuracak olan yeni uluslararası sistem, insanlığın her alanda yaşadığı
küresel bütünleşmeye uygun olarak daha demokratik, barışçıl ve iş birliğini
esas alan bir karakterde olacaktır...”
“Açıkça
görülüyor ki Irak üzerinde yoğunlaşan mücadelenin bölgesel ve
uluslararası karakteri vardır ve bu mücadele eski sistem ile
yeni sistem, eski statüko ile yeni statüko arasındaki bir mücadele olmaktadır. Önümüzdeki
süreçte siyasî ve askerî düzeyde daha da keskinleşerek çözüm yaratmaya
çalışacak olan böyle bir mücadelede Partimizin ve halkımızın yeri, hiç
kuşkusuz Kürdü inkâr eden ve yok etmek isteyen eski statüko cephesinde değil, yeni
bir sistem yaratmak isteyen değişim cephesinde olacaktır.” (10)
Görüleceği üzere
PKK’nın sürekli değişken oportünist politikası onun içinde saflaşmaların
zeminini oluşturmuş ve bu saflaşmalar kendisini gelişmelere bağımlı olarak
sürekli göstermiştir. Bu nedenle, gelinen yerde, “PKK ile barış”, “PKK silah
bırakıyor” söylem ve pratiklerin bütünlüklü, bütün bölgeleri ve yan örgütleri
kapsayan bir değeri olamaz. Bu gelişim genelde her yerleşim bölgelerinde
(Türkiye, Iran, Irak, Suriye)
farklılıklar taşıyabileceği gibi, her özelde kendi içinde de
farklılıklar taşıyacaktır. Belki aşiret hakimiyeti yaygın olan bölgelerde
olumlu ya da olumsuz bir saflaşma daha belirgin ve tek yönlü olacaktır. Ama
aşiret hakimiyetinin yaygın olmadığı bölgelerde saflaşmaların farklı ve çoklu
olması ihtimali yüksektir. Kimisi “barışa evet” diyerek “silah bırakacaktır”,
kimisi “hayır” deyip silahına siki sıkıya sarılacaktır. Şüphesiz ki bunda
belirleyici olan bu saflaşmaların arkasında hangi güçlerin olduğu
belirleyici etken olacaktır. Israil-MOSSAD destekli olanlar, o safları seçenler
silah bırakmayacak, yeni sorumluluklar yüklenecek. ABD-CIA destekli olanlar, o
safları seçenler büyük olasılıkla göz boyayıcı bir ABD taktiği ile, görünüşte
Suriye yönetimine katılacak ve silahlarını bırakmayacaktır.
ABD’nin artık hiçbir değeri ve kredisi
kalmayan tüm anlatılarına rağmen, Suriye petrol kaynaklarının kontrolünü
bırakma olasılığı olmadığı gibi, Türkiye’deki
iktidar ile bitmeyen ve bitmeyecek olan hesaplaşması Kuzey Suriye’deki vekil
güçlerinin dağıtılmasına müsaade edemeyecek kadar stratejik öneme de sahiptir. Türkiye
destekli olanlar hakkında yeterli derecede bilgim olmadığı için algıladığım
kadarıyla saflaşma daha çok “sol’ a” ve “sağ’ a” kayma seklinde kendini
gösterebilir. Gerçi gelinen yerde Türkiye’de bir avuç Marksist Leninist parti
ve örgütler dışında “sol” tanımlaması kendisini sadece “laiklik”, “hak”
ve “adalet” konularında sağdan ayrıştırabilecek nitelikte. Sanırım zaten
Erdogan iktidarının da bu girişimden beklentisi, bu “sağ-sol” farkını daha da bulanıklaştırmak
ve büyük olasılıkla seçimlerden önce bu konularda “yenilikler” sunarak iktidarını
devam ettirebilmek.
Sonuç olarak, Türkiye
özelindeki olumlu olan bir yönünü bir tarafa bırakırsak, ne “barış” ne de
“silah bırakma” abartılacak kadar
“olumlu bir gelişme” değil, tam tersine PKK ve yan örgütlerinin
destekleyici ülkeler tarafından parçalanmasını ve vekil bir güç olarak
kullanılması büyük olasılığını beraberinde getirecek bir gelişmedir. Önceki bir
makalede de belirttiğim gibi, Türkiye 'de ki iktidarın halkın çıkarlarını göz
ardı ederek sermayenin çıkarları doğrultusunda iki blok arasında dans etme
politikası, gerek Türkiye ve gerekse dünya halkları açısından oldukça tehlikeli
bir yönde hızla ilerlemektedir. Türkiye’deki İktidarın "Küçük
emperyalist" hayalleri Türkiye'yi yeni bir Ukrayna'ya çevirme olasılığını
da aşan oldukça tehlikeli bir duruma doğru itebilir. "PKK ile
anlaşma" Türkiye'nin küçük emperyalist hayallerinin bir parçasıdır. Türkiye,
Ermenistan, Azerbaycan "ittifakı” yönünde atılan adımlar, bunun olasılığı
ve Iran ve Irak Kürt oluşumlarının Azerilere "birliktelik" ,
"ittifak" çağrıları, Azerbaycan'ın Irana saldırıda Israil'e
yardımları, Rusya ile aniden gelişen gerginlikler tesadüfi, kendiliğinden
gelişmeler değildir. PKK’nın parçalara ayrılarak destekleyen ülkeler bağlamında
saflaşması, Iran ve Iraktaki PKK yan örgütlerinin hangi yönde tavır alacağı
konusundaki belirsizlik, Iraktan Iran ‘a karadan bir saldırı hazırlıklarının
yapıldığı yönünde dolasan dedikodular , Azerbaycan ve Rusya (ve Iran) arasındaki gerginlik patlamaya hazır bir
bombayı oluşturmakta.
Özellikle gelinen yerde ABD kendi askerini
tehlikeye atmadan, başka halkların evlatlarını kullanarak savaş yürütmekte
olduğu tarihi gerçeğini hesaba katarsak, bir NATO üyesi olan ve ABD üslerinin
var olduğu Türkiye'nin hayalci pratikleri, PKK’nin sözde silahsızlandırılması
özde “silah altına alınması-entegre etme” olasılığı... Bunlar, Türkiye’deki
iktidarın, Türkiye ve bütün komşu
halklarının felaketini getirebilecek adımlar atma yönünde olduğunun
göstergeleridir.
Erdogan A
12 Haziran, 2025
Notlar
(1) Erdogan A, ABD’nin çöküş dalgaları Türkiye’yi nereye
sürükleyecek; ikili oyuna devam mı yoksa bir tarafa yamanma mı?
(2) Garbis Altinoglu, ABD ile birlikte yürümek
(3) Kürdistan
Devriminin Yolu (Manifesto), Köln, Weşanen Serxwebun, 1984, s. 73
(4) Garbis Altinoglu,
Ortadoğu Sahnesinde Kürt Usulü Dans
(5) Garbis
Altinoglu, ABD ile birlikte yürümek
(6) Özgür Politika,
22 Ekim 1995
(7) Garbis
Altinoglu, Demir Küçükaydın Ne Yapmak İstiyor?
(8)“Diyalog Olmazsa
Kayıplar Olur”, Ö. Politika , 11 Mayıs 2003
(9) Ö. Politika, 18
Mayıs 2003
(10) “Yeni Adım”,
Özgür Politika, 6 Şubat 2002.
(11) D. Politika, 7
Temmuz 1999

Hiç yorum yok