Header Ads

Header ADS

"Stalin Raporu" ve Sonun Başlangıcı

"Stalin Raporu" ve Sonun Başlangıcı
Ali Yaşar 

Tarihin belirli dönemeç noktaları vardır. İçinde yaşanılan anda bunlar kolayca farkedilemeyebilir. Ancak olayların gelişimi incelendiğinde, herhangi bir gelişmenin başlangıcı, ya tam, ya da yaklaşık olarak tespit edilebilir. Sosyalizmin tarihi bakımından da aynı durum geçerlidir. Geriye dönüş ve Stalin sorunlarında –ki, aralarında kopmaz bir bağ vardır– sağlıklı bir değerlendirme yapmak için, SBKP’nin 20. Kongresi tam bir dönemeç noktasıdır. Bu sorunların bugün hâlâ tartışılmakta oluşunun anahtarı da burada yatmaktadır. Geçtiğimiz aylar içerisinde, 1956’da, SBKP’nin 20. Parti Kongresi’ne Kruşçev tarafından sunulan Stalin karşıtı rapor yeniden gündeme geldi. Raporun gündeme geliş nedeni, üzerindeki “50 yıllık gizlilik”in kaldırılmasıydı. Rusya Federal Arşivi’nde bulunan rapor, Rusya Devlet Tarih Müzesi’nde açılan bir sergide yer aldı. Raporun üzerinde “50 yıl gizlidir” mührü bulunsa da, Kruşçev’in raporu okumasından daha bir kaç gün sonra, raporun genel içeriğinin emperyalist dünya tarafından bilindiğini, birkaç ay sonra, ABD basınında tam metninin yayınlandığını biliyoruz. Rapor, 20. Kongre’ye konuk olarak katılan diğer komünist partilerinin delegasyonlarına da –konuk delegasyonlar, “Stalin Raporu”nun okunduğu oturuma alınmamışlardı– dağıtılmıştı ve onlardan bazıları, bu raporu, Enver Hoca’nın deyimi ile “gericiliğe vermeye ve kitap sergilerinde kiloyla satmaya götürmüşlerdi.”

SBKP’nin 20. Kongresi, Kruşçev’in Stalin’i mahkum eden raporu ile ün kazandı ve öne çıktı. Kuşkusuz dünya gericiliği, “Stalin raporu”nda ve Kongre’ye sunulan raporda sosyalizmden uzaklaşmanın ilk belirtilerini buldu. Stalin sorunu öne çıktı, ancak Kongre Raporu’nda dile getirilen modern revizyonizme doğru sapmanın tezleri gölgede kaldı. Kuşkusuz Marksist-Leninistler bu durumun farkındaydı ve önceleri sosyalist dünyanın birliğini koruma kaygısı ve ilke nedeniyle açıktan karşı çıkmasalar da, daha sonra, işlerin susulmaması gereken bir noktaya gelmesiyle, açıktan mücadele bayrağı açtılar. ‘50’li yıllarda CIA Başkanı olan Allen Dalles, raporla ilgili yaptığı açıklamada, “Bu raporun metnine bir milyon dolar veriyorum. Bu, komünizmin tabutuna çakılan ilk çivi olacaktır” demişti. Gericilik kuşkusuz o günlerde çok sevinmiş ve ellerini ovuşturmuştu. Bugünden bakıldığında daha rahat görülebilmektedir ki, Gorbaçov’a giden yolun taşlarını Kruşçev döşemiştir ve Gorbaçov, ‘malum olanı ilan ederek’ perdeyi kapatmıştır.

Ancak vurgulamak gerekir ki, ne SSCB’de ve tek tek ülkelerde sosyalizmin yıkılması, ne de sosyalist bloğun dağılması komünizmin sonu olmadı, olamazdı da. Çünkü komünizm, işçi sınıfının sömürü ve yaşam koşullarından, insanlığın tüm olumlu mirası ve bunun bilimsel bilgi ile donatılmasından doğmuştur ve bu mücadelenin son bulması için, her şeyden önce, sınıfların ve sömürünün ortadan kalkmış olması gerekir. Bu da, kapitalist emperyalist sistemin doğasına, varoluş koşullarına aykırıdır. Emperyalist burjuvazi, bugün savaş, işgaller ve katliamlarla, işçi ve emekçi sınıfların yaşam ve çalışma koşullarını sürekli geriye götürmekle, insanlığın sosyalizme ve komünizme doğru ilerlemekten başka bir kurtuluşunun olmadığını zaten sürekli olarak kanıtlamaktadır.

Uluslararası burjuvazi ve emperyalist kapitalizm, önce sosyalizmin, ardından da sosyalizm görünümü altında devam eden “Doğu Bloku”nun yıkılması ile geçici bir zafer kazanmış, bu zaferin sarhoşluğu ile “tarihin sonu”nu ilan etmişti. Emperyalist burjuvazinin dünya halklarının önüne sunduğu sözde “yeni dünya düzeni”, daha ne olduğu anlaşılmadan tarih olmuş, bugün artık unutulmuştur. Ancak bugün emperyalist burjuvazinin dilinden ilan edilen her “yeni dünya ideali”nin, kapitalist emperyalist sistemin, sosyalizm ve sınıf mücadelesinin baskısıyla karanlıkta kalan tüm kötülüklerinin su yüzüne çıkması olduğu görülmektedir. Bugünün egemenlerinin dünya halklarına kandan, göz yaşından, sefaletten, savaş ve işgallerden, aşırı sömürü ve yoksulluktan başka verebilecekleri hiçbir şeyin olmadığını, günümüz gerçekleri açıkça ortaya koymaktadır.

Bütün bu gerçeklerin ışığında, kapitalizme rücu edip sosyalizmi satanların, Stalin’i mahkum edenlerin neye hizmet ettiklerini yeniden hatırlatmak zorunlu olmaktadır. Burada, kısaca ve ana çizgileri ile yapılmaya çalışılacak olan da budur.


STALİN RAPORU NEYDİ?

SBKP’nin 20. Kongresi’ne, dönemin parti sekreteri Kruşçev tarafından sunulan “Stalin Raporu”, Stalin’e yönelik bir dizi suçlamayı içeriyordu. Aslında bu suçlamaların her biri, dünya gericiliği tarafından, sosyalizmi yıkmak amacıyla, anti-komünist propagandanın malzemeleri olarak zaten kullanılmaktaydı. “Stalin’in despotluğu”, “tek adam diktatörlüğü”, “keyfi yönetimi”, “yargılamalar ve sürgünler”, dünya gericiliğinin sosyalizme karşı kullandığı “önemli” malzemelerdi. Kruşçev’in tüm yaptığı, bütün bu malzemeyi alıp sistemleştirmek, onu “içeriden” süslemekti. Raporun yarattığı etkinin büyük sırrı da burada yatmaktadır. Stalin’in yerine oturan, onu mahkum etmekte ve suçlamaktadır. Bu suçlama, geçmişte sınıf düşmanlarını bastırmak için belki aşırıya kaçmış şu ya da bu uygulamanın eleştirilmesinden öte, sosyalizmin “defterinin dürülmesi” açısından çok önemli ve stratejiktir. Bu yanıyla da, bir ilktir. Kapitalizmin yolunu tutmuş olan –bu süreç, giderek, Sovyetler’de tekelci devlet kapitalizminin egemen olduğu bir süreçtir– modern revizyonistler, –revizyonizm, bir burjuva ideolojisidir ve işçi sınıfının tarihsel amaçlarından kesin bir ayrılıştır– deyim uygun düşerse, “hançeri tam kalbe saplamışlardır.”

Dünya gericiliği tarafından alkışlarla karşılanan bu raporda, ilk olarak, Kruşçev, Stalin dönemini “facia” olarak nitelendiriyor ve şöyle devam ediyor: “Bu facianın suçlusu elbette Stalin’dir. Biz, yoldaş Lenin’in ölümünden az önce yazdığı yazıları yayımlamak istiyoruz. Bu yazılarda, yoldaş Lenin de, Stalin’in görevini suiistimal edebileceği uyarısında bulunarak, Stalin’in çok kaba biri olduğunu ve yoldaşlarla çalışamayacağını vurgulamıştı.” Raporda, Stalin’in “işlediği birçok suçu” açıklayan Kruşçev, “Stalin olmasaydı İkinci Dünya Savaşı da olmazdı” görüşünü de savunuyor.

“Facia” olarak adlandırılan dönemde ne olmuştur? Rusya gibi geri bir ülkede sosyalist inşa dev adımlarla ilerlemiş, Rusya 10 yılda dünyanın en ileri ülkelerinden birisi haline gelmişti. Tüm dünya halklarını umuda ve sevince boğan yeni sosyalist bir uygarlık yaratılmış, bu uygarlık, aynı zamanda, faşizm belasının insanlığın başından atılmasında belirleyici rol oynamıştı. Faşist saldırının tüm yıkımlarına ve tahribatlarına rağmen, ülke yeniden inşa edilmiş, sosyalizm, daha sonraları Kruşçevciler ve ardından gelenlerin mirasyedi gibi harcayacakları dev bir miras bırakmıştı. Öyle ki, bu miras, birikimleri üzerinde tepinen “mısır uzmanı” Kruşçev’e bile, döneminde, uzaya ilk insanı göndermeyi nasip etmişti! “Facia” olarak adlandırılan dönem, işte böyle bir dönemdi.

Lenin’in Stalin’i “kaba” olarak nitelemesi ise, ilk kez bu raporda yer almıyor ve tarihsel olarak da bulunmaz bir malzeme değil. Troçkistler, çok önceleri bu tartışmayı yapmışlardı. Burada önemli nokta şudur: Lenin’in ölümünden sonra, parti sekreterliği tartışmalarında, bu “sorun” partinin önüne bizzat Stalin tarafından getirilmiş, Stalin açıkça, “sınıf düşmanlarına karşı kaba olduğunu” ifade etmiş, partinin kendisini görevlendirmeyebileceğini, aday olmayacağını belirtmiştir. O dönemde, parti, buna rağmen, –Troçki’nin de bir itirazı olmadan!– Stalin’i Genel Sekreter seçmekte hiç tereddüt etmemiştir. Lenin’in söz konusu mektubundaki kısa bölüm, Stalin’in kaba yanları olabileceğini ifade etmekte, ancak Stalin’in kararlı ve sadık olduğuna dikkat çekmektedir. Lenin, Troçki’nin ise, sürekli yalpalayan durumuna vurgu yapmıştır.

Stalin’in, tüm görevi boyunca, görevlerini “suiistimal ettiği” tek örnek yoktur. Tüm yaşamı ortadadır ve sonradan ellerinde her türlü belge ve bilgi olanlar da, aksi bir kanıt ileri sürememişlerdir. “Stalin olmasaydı İkinci Dünya Savaşı olmazdı” iddiası ise, tam Kruşçevvari bir saçmadır. Ciddi bir eleştirinin konusu bile yapılamaz. Emperyalist ideologlar bile, o dönemde, –sonradan Hitler ve Stalin’e eşit sorumluluk yüklemelerine karşın– böyle bir iddia ileri sürmemişlerdi. Savaş emperyalistler arasında başlamış, Nazi saldırganlığı Sovyetler’e yönelmişti. Bu iddiaya, Kruşçev’in dünya emperyalizmine sunduğu adi bir hizmet deyip geçmek gerekiyor.

Stalin’i yakından tanıyan ve onunla bir çalışma içinde bulunanların genelde birleşen ortak bir değerlendirmesi vardır. Bu değerlendirme, onun içtenliği, mütevazı kişiliği, sade yaşamı, kolektif çalışmaya verdiği önem üzerinedir. Gerek savaş sırasında sosyalist anayurdun savunulması çalışmalarında, gerekse de sosyalist inşa sorunlarında, Stalin, birlikte çalıştığı kişilerin düşüncelerine son derece değer vermiş, ancak hatalarını ve eksikliklerini göstererek, onları ilerletmekten de hiç geri kalmamıştır. Özellikle 30’lu yılların ortalarından itibaren SSCB’de sınıf mücadelesi sertleşmiş, dünya gericiliğinden de destek alan pek çok eylem gündeme gelmiştir. Parti önderlerinden Kirov’un öldürülmesi, bunlardan sadece birisidir. Sosyalist devlet kendisini savunmakta tereddüt etmemiştir. Dönemin mahkemelerinde yapılan yargılamalar, sınıf düşmanlarına gerekli cezayı vermiştir. Bu arada, “kurunun yanında yaşın da yandığı” durumlara rastlanmıştır. Ancak bu hatalar ortaya çıktığında düzeltilmiş, sürgüne gönderilenlerin önemli bir kısmı suçsuz bulunarak serbest bırakılmış, içlerinden, daha sonraları, yine Stalin döneminde önemli görevler alanlar olmuştur. Mücadelenin büyüklüğü ve bir ölüm-kalım meselesi olduğu dikkate alındığında, bu konularda yapılan hataların, karşı devrimci pravokasyonlar da dikkate alındığında, büyük ve vahim olmadığı, büyük tarihsel ilerleyişin yanında ihmal edilebilir olaylar olarak karşılanması gerektiği açıktır. Ayrıca hatırlatmak gerekir ki, “yapılan bazı aşırılıklar”a, Stalin’in katıldığı son Kongre olan 19. Parti Kongresi’nde dikkat çekilmişti.

Kruşçev’in hazırladığı raporun sonunda da Stalin’in bir devrimci olmadığı savunularak, “O, her zaman takip edilme ve casus korkusuyla yaşayan biriydi” gibi ifadeler de kullanılıyor. Bu tür karalamalara ciddi bir yanıt vermek gerekmiyor. Stalin’in tüm yaşamı ve mücadelesi biliniyor. Devrimden önceki illegal mücadeleye katılımı ve yaşamı, yakalanmalar ve sürgüne –Stalin’in anlamı çelik adamdır ve tüm mücadelesi ve eylemi bunu doğrular niteliktedir– gönderilmeler, iç savaş sırasında görevlendirildiği cephelerdeki tutumu, Nazi ordularına karşı savaşın örgütlenmesinde büyük bir stratejist ve önder olarak önemi ve Nazi orduları Moskova’nın dibine kadar geldiğinde de Stalin’in Moskova’dan ayrılmadığı biliniyor. Dönemin İngiltere Başbakanı Churchill, savaş içerisindeki Sovyet stratejisinin doğruluğunu teslim etmekte, bu durumun ise, Stalin’in stratejik dehasının ürünü olduğunu kabul etmektedir. Troçkist tarihçi Isac Deucher de, 2 ciltlik Stalin adlı kitabında, Stalin’in kendi sınıfının en kararlı adamı olduğunu kabul eder. Stalin, o dönemde, sosyalizmin önderi ve sosyalist devletin en önemli yöneticidir. Bu devlet, elbette önderini korumak için karşı-devrimcilere ve casuslara karşı önlem alacaktır. Yaşananlar da öyle olması gerektiğini zaten ortaya koymaktadır.

Raporu, emperyalist dünya ve modern revizyonizm –o dönemde Titoculuk’ta simgelenen kapitalist ideoloji ki, sonradan, Kruşçevciler de böyle anıldılar– coşkuyla karşıladı. Ancak Marksist-Leninistler açısından durum oldukça farklıydı. O günleri, 20. Kongre sırasında Moskova’da bulunan Enver Hoca şöyle anlatmaktadır: “Kongreye katılan kardeş partilerin sadece birinci sekreterleri raporu okudu. Bütün gece raporu okudum, çok sarsılmıştım; okumaları için heyetin öteki iki üyesine de verdim. Kruşçev ve şürekasının Stalin’in şanlı eserine ve kişiliğine çizik çektiklerini zaten biliyorduk; adının hiç olumlu anılmadığı Kongre çalışmaları sırasında da bunu gördük. Ama Sovyet önderlerinin büyük, unutulmaz Stalin’e karşı bütün bu iğrenç suçlama ve iftiraları kağıda dökeceğini asla tahmin edemezdik. Yine de işte yazıya dökülmüştü. Kongre’ye delege olarak gelen Sovyet komünistlerine okunmuş, Kongre’ye katılan öteki partilerin temsilcilerine okumaları için verilmişti. Yüreğimize, beynimize derinden işleyen ağır bir darbe inmişti. Bunun bütün sınırları aşan, Sovyetler Birliği ve hareket için feci sonuçlar getirecek bir ihanet olduğunu ve bu trajik koşullarda partimizin görevinin, kendi Marksist-Leninist konumunda sımsıkı direnmek olduğunu kendi aramızda konuştuk.

“Okuduktan sonra bu korkunç raporu hemen sahiplerine geri verdik. Kruşçev’in düzdüğü bu tiksindirici suçlama lağımı neyimize gerekti ki. Gericiliğe vermeye ve kitap sergilerinde kâr için kiloyla satmaya götürenler öteki ‘komünistler’di.

“Lenin ve Stalin’in anayurdunda görüp duyduklarımızdan yüreğimiz ezik, ama Kruşçev ve Kruşçevcilerin faaliyet ve tutumlarına karşı daha uyanık, dikkatli olmamızı belirten çok öğretici bir dersle döndük Arnavutluğa.” (Enver Hoca, Kruşçevciler)



20. KONGRE’NİN ÖNEMİ

20. Kongre’de Stalin’in adı etrafında kaldırılan toz bulutu arasında kabul edilen kararlar, sonraki çöküşün başlangıcı niteliğindeki kararlardı. Sonrasında Kruşçev* tarih sahnesinden çekilse de, onu tasfiye eden Brejnev ekibi ve ardından gelenler, aynı yolda yürüdüler. Kruşçev, hem yıpranmış, hem de beceriksiz çıkmıştı. Sonradan gelenler, açıktan pek fazla Stalin’e saldırmadılar, çünkü bu, artık onlar için “çözülmüş” bir meseleydi. Ama Kruşçev’in açtığı kapitalist yolu sonuna kadar takip ettiler, dünya egemenliği için ayrı bir mihrak olarak mücadele ettiler. İçten içe çürüyen ve kapitalist niteliği artık gizlenemeyecek hale gelen sistemlerinin, Gorbaçov’la birlikte, üzerindeki “sosyalist” kabuğu atmasıyla, açıktan kapitalizme iltihak ettiler.

20. Kongre raporu ve kararları, Stalin’in ölümünden önce yapılan 19. Parti Kongresi kararlarını ve dolayısıyla Marksizm-Leninizmi başlıca şu alanlarda revize ediyordu: Çağımızın niteliği, barış içinde bir arada yaşama, sosyalizme geçiş sorunları, savaş ve barış sorunları, modern revizyonizme ve emperyalizme karşı tutum vb. Ayrıca sosyalizmin ekonomik yasaları ile oynanıyor, üretim araçların meta olmalarının ve değer yasasının etki alanının genişlemesinin yolu açılıyor, üretimin artışı için maddi teşvikler bütünüyle öne çıkarılıyordu. Sanayi ve öncelikler sorunu da çarpıtılıyor, ekonomik iflasa gidecek yol açılıyordu. Bu yazıda, bütün bu başlıklara ayrıntılı olarak girilmeyecektir. Ama hatırlatma amacıyla da olsa, önemli bazılarını, satır başları ile ele almaya çalışacağız.

Marksist-Leninistler, çağımızın “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı” olduğunu hep vurguladılar. Bu tespit, uluslararası durumun tahlil edilmesi, anlaşılması, olayların gelişim yönünün öngörülmesi ve sınıf mücadelesi politikalarının geliştirilmesinde temel önemde bir rol oynadı. Çağımızın emperyalizm ve proleter devrimleri çağı olmasının anlamı şudur: Çağımıza emperyalizm ve proleterya damgasını vurmakta, emperyalizmde somutlaşan tekelci kapitalizm eskiyi ve çürüyen güçleri temsil ederken, proleterya yeniyi ve devrimi temsil etmekte, çağımıza buradan çıkan çelişki –burjuvazi-proleterya çelişkisi– damgasını vurmaktadır. Çağımız, bu yanıyla, tarihsel bir süreç boyunca devrime varacak olan, büyük nicel ve nitel dönüşümler çağıdır ve diğer tüm çelişkilerin –emperyalizm ve ezilen uluslar, emperyalist devletlerin kendi aralarındaki çelişkiler– nihai çözümü, anılan bu çelişkinin çözümüne bağlıdır.

Kruşçevciler kesin nitelikleri belli olmayan bir “yeni çağ” tespiti yapmakta, bu “yumuşama” çağında devrimler, savaşlar, emperyalist ülkelerle ilişkiler eski içeriklerinden soyulmakta, tüm bu tespitlere, sınıf işbirliği, uzlaşma, devrimden yüz çevirme çizgisi sinmektedir. Herşey bir “termonükleer savaşın önlenmesi” amacına bağlanmaktadır. Uluslararası ve ulusal düzeyde kapitalizm ve sosyalizm “barış içinde yarışacak”, sosyalizm üstün gelecektir. Tek tek ülkeler, devrimlerini yapmadan, sosyalizme, “kapitalist olmayan yoldan kalkınarak” geçeceklerdir. Nükleer silahların varlığı ve sosyalist sistem yeni bir savaş ihtimalini ortadan kaldırmakta, savaş sorunu, kapitalizm ve emperyalizmden, dünyanın paylaşılması sorunundan soyutlanmaktadır.

Emperyalist kapitalist sistem var olduğu sürece savaşlar hep olacaktır. Bunların bir dünya savaşına dönüşmesi elbette kaçınılmaz değildir ve barış yanlısı güçler böyle bir savaşı engelleyebilir veya geciktirebilir. Ancak Kruşçevciler, sorunu, bu bağlam içerisinde değil, artık kesin olarak emperyalist savaşların, dünya savaşlarının olmayacağı ilişkisi içerisinde koymakta, ulusal kurtuluş mücadelelerini görmezden gelmekte, halklar arasında boş hayaller yaygınlaştırma işini üstlenmektedirler. Bugün de dünya, emperyalist işgal ve savaşlarla sarsılıyor. Yeni kamplaşmalar belirginleşiyor. Dolu dizgin silahlanmaya gidiliyor, nufüz ve hegomonya mücadeleleri sertleşiyor.

Alınan kararlar, ülkelerdeki iç sınıf mücadelelerine ilişkin olarak da oldukça çarpıcı tespitler içermektedir. Örneğin 20. Kongre Raporu’nda yer alan tespitlerden birisi şudur: Rapor, Ekim Devrimi’nden bu yana, parlamento sorununa “yeni biçimde” yaklaşım için “esaslı değişiklikler” olduğundan söz etmekte, sorunu şöyle koymaktadır. “...Sağcı burjuva partileri ve onların oluşturduğu hükümetler sık sık iflasa uğruyorlar. İşçi sınıfı bu şartlarda, emekçi köylülüğü, aydınları ve yurtsever güçleri etrafında toplayıp, kapitalistlerle ve büyük toprak sahipleriyle anlaşma siyasetinden kopamayan oportünist unsurlara tayin edici darbe vurarak, gerici, halk düşmanı güçleri yenilgiye uğratabilir, parlamentoda sağlam bir çoğunluk kazanabilir ve parlamentoyu burjuva demokrasisinin organı olmaktan çıkarıp, halk iradesinin gerçek organı haline getirebilir.” (19. ve 20. Kongre Raporları, İnter Yayınları) Bu “tez”, nedense, Ekim Devrimi’ni yapan ve sosyalizmi kuranların ‘aklına gelmemiştir!’ Bu Kruşçevci tezde, parlamenter mücadeleden ve parlamentodan yararlanma taktiğinden değil, “parlamenter devrim”den söz edilmektedir. Bu, ham bir hayaldir ve tek bir örneği bulunmamaktadır. Sözde sosyalist hükümetlerin ise, kapitalizmin temel işleyiş yasalarına dokunmaları söz konusu bile olmamaktadır.

Barış içinde bir arada yaşama ise, farklı iki sistemin zorunlu olarak yan yana yaşaması taktik sorunundan, barış içinde yarışa dönüştürülmekte, bu sorun, ülke içerisindeki sınıf mücadelesinin yerini almaya doğru genişletilmektedir. Sınıf mücadelesini reddetme taktiğidir bu. 20. Kongre, parti ve devlet sorunlarında da, mevcut gerçekliği ve Marksist-Leninist teoriyi revizyona tabi tutmuş, işçi sınıfının partisi ilkesi “halkın yöneticisi” konumuna geriletilmiştir. Elbette bu “halk” sözcüğü de, Kruşçevcilerin iktidarını perdelemek amacıyla kullanılmakta, “halkın devleti” vb safsatalara yol açılmaktadır. 20. Kongre Raporu, bir yanıyla “Pandoranın kutusu”nu sonuna kadar açmıştır. Açılan bu kutudan, “Avrupa komünizmi” vb. burjuva ideolojileri çıkmakta gecikmemiştir. Kuşku yok ki, Togliattiler, Berlinguerler, Kruşçev’e çok şey borçludurlar.



SONUÇ

Diğer taraftan “Doğu Bloku”nun yıkılmasıyla gündeme gelen büyük dağılmanın ardından, bu gelenekten gelen ve o dönemde Kruşçevciliğe çark eden eski komünist partiler –revizyonist partiler– bugün toparlanmaya çalışmakta, ama Kruşçevcilikle ideolojik bir hesaplaşma yoluna girmemektedirler. Kruşçev, en fazla, olağan gidişten bir sapma olarak görülmekte, Brejnev’le işlerin yeniden düzeldiği kabul edilmektedir. Açıkça görülmektedir ki, bu partiler, bugün ideolojik olarak Brejnevciliği aşamamaktadırlar. Bunların içinde büyük ve ciddi partilerin olduğu da görülmektedir. Ancak geçmişle bu köklü hesaplaşma yapılmadan, işçi sınıfı ve sosyalizm adına varılabilecek hiçbir yer bulunmamaktadır ve proletaryanın sosyalizm bilinci, bu hesaplaşma yapılmadan ilerleyemez ve gerçek zeminine oturamaz. Geçmişi yeni koşullarda tekrar etme çabası, işçi sınıfının mücadelesine zarar verecek bir çabadır.

Özetle diyebiliriz ki, 20. Kongre Kararları ve “Stalin Raporu” sosyalist blokta kargaşa yaratmış, uluslararası proletaryayı ve onun partilerini bölmüş, emperyalist sisteme taze kan taşımış, kapitalizmin yolunu açmıştır. Bu niteliği ile çöküşün başlangıcı olmuştur. Kruşçev’in girdiği kapitalist yolu Gorbaçov tamamlamış, işi doğal sonucuna götürmüştür. Ancak tarih hükmünü sürdürmektedir. Emperyalist kapitalist sistem, bugün çürümenin ve kokuşmanın zirvesine doğru ilerlemektedir. Bu sistem, attığı her adımda insanlığı felakete doğru sürüklemektedir. Diğer yandan, bugün Rusya’da yapılan anketler, Stalin’in en sevilen lider olduğunu kanıtlamaktadır. Kruşçev, Gorbaçov vb. gibiler ise, en sevilmeyenler arasındadır. Kuşkusuz insanlık, sosyalizmin geçmiş kazanımlarını, sosyalist uygarlığın olağanüstü deneyimini ve Stalin’i sağduyuyla değerlendirebileceği bir yere doğru ilerlemektedir.

* Kruşçev üzerine birkaç şey söylemek gerekirse, kısaca şunları söylemek olanaklıdır: Stalin döneminde MK üyesi, ancak Parti’nin önde gelen önderlerinden birisi değildir. Stalin’in ölümünden sonra, parti, Malenkov, Molotov ve Voroşilov tarafından yönetilmiş, ’53-’56 arasında Kruşçev olağanüstü bir hızla yükselmiştir. Genel Sekreterliğe gelmiş, ancak ’57’de MK tarafından görevden alınmış, (bu görevden almanın, devrimci uyanıklık ve Kruşçev’in yapmak istediklerini farketmekten ziyade, klik çelişmesinin ürünü olduğunu vurgulamak gerekir) tarımla uğraşmakla görevlendirilmiştir. Ancak Savunma Bakanlığı’nın tankları ile, yeniden, bir darbe ile göreve getirilmiş, MK ve parti içerisinde büyük bir temizlik ve kıyım yapmıştır. Kruşçev’i tanklarıyla bu göreve yeniden getiren Savunma Bakanı Jukov’da bu arada kızağa çekilenler arasındadır!

Kaynak
https://ozgurlukdunyasi.org/arsiv/265-sayi-168/708-qstalin-raporuq-ve-sonun-baslangici

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.