İdeoloji ve politika alanında bazı sorunlar - kemalizm ve Statüko
Ali Yaşar
Başlıkta geçen ve burada ele alacağımız konular kuşkusuz ilk kez işlenmiyor. Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında bu konular çeşitli yönleri ile ele alındı ve işlendi. Ancak ideolojik-politik mücadele, değişmeler ve gelişmeler karşısında sürekli olarak yenilenmesi, güncel olayların ışığında tazelenmesi gereken bir mücadele. Bu nedenle, özellikle son dönemdeki tartışmalar dikkate alındığında, bu ve benzeri konuların yeniden ele alınmasının zorunluluk olduğu görülmektedir. Burada ana hatları ve kalın çizgileriyle başlıkta belirtilmiş olan konuları irdelemeye çalışacağız.
Son dönemlerde bazı kavramların, içeriklerinden ve gördükleri işlevden çok farklı kullanıldığı görülüyor. Böyle olunca, farklı amaçlarla kışkırtılan bir kavram kargaşası, tarihte olanların farklı yorumlanması vb. gibi nedenlere dayanan düşünceler ortalığı kaplıyor. Bu duruma, AKP Hükümeti’nin uygular gibi gözüktüğü politikaların (“açılım”, anayasa değişikliği, yargı “reformu” vb.) ve hükümetin dümen suyuna girmiş liberal bazı çevrelerin epeyce katkısının olduğu da bir gerçek. İşin bir tarafında bu “cenah” bulunuyor ve sol çevrelerde ideolojik karışıklık yaratma, politik tutum ve düşünceleri bulandırma görevini yerine getirmeye çalışıyor.
Bu cenah İttihatçılık ve Kemalizm, ordu ve vesayet, derin devlet ve kontrgerilla, Kürt sorunu, statüko ve demokrasi vb. konularda her şeyi birbirine karıştıran, gerçekleri tahrif edip değiştirmeyi amaçlayan yoğun bir propaganda yapıyor. Bütün bu propagandanın dayandığı tezlerin temel mantığına bakıldığında, bu tezlerin, ülkenin tarihini yeniden ama liberal bir prizmadan geçirerek yorumlama üzerine odaklandığı görülüyor. Bu yorumun ana eksenini ise, politikada dini kullanan akımların “ılımlılaştırılmış” versiyonu oluşturuyor.
KEMALİZM VE STATÜKO
Bu akımı ve onun gerici amaçlarını, ülkenin geçmiş tarihini bütünüyle gün yüzüne çıkarmayı ve onunla hesaplaşmayı içeren bazı dürüst çabaların varlığı nedeniyle, ayrıştırıp belirginleştirmek oldukça güç oluyor ve bu durum kafaların epeyce karışmasına yol açabiliyor. Örneğin Kemalizm eleştirisi iki türlü yapılabilir. Birincisi ileriye doğru, ikincisi geriye doğru. Geriye doğru yapılan eleştiri Kemalizmin tarihsel olarak oynadığı ilerici rolün üzerini örtüp, onda sadece baskı ve diktatörlük görür, bugün devletin tepesinde bulunan bazı kesimleri (asker sivil yüksek bürokrasi) Kemalizmin devamı gibi görüp gösterirken, yani göreceli olarak emperyalizmden bağımsızlıkla karakterize olan Kemalizm ile bugün lafızda “Atatürkçü” işbirlikçilerini aynı kefeye koyar. Bütün bu yapı, liberaller için “statükoyu” temsil eder.
Böylece liberaller, “statüko”yu iyice darlaştırarak, bu çerçevede tartışır ve işçi ve emekçi halk üzerindeki işbirlikçi büyük sermayenin egemenliğinin –yani gerçek statüko–, köklü demokrasi sorunlarının üzerini özenle örterler. Emperyalist büyük devletlerin dünya üzerinde kurdukları mevcut statüko, bu statükonun bölgedeki temsilcisi işbirlikçi egemen sınıflar ve onların bugünkü temsilcisi AKP Hükümeti ve onun uyguladığı politikalar vb. sorunlar, liberal çevreler tarafından sadece görmezden gelinmez, aynı zamanda bu temel sorun halkın gözünden kaçırılır, emperyalizmle suç ortaklığının üzeri kapatılır.
Kemalizmin diğer eleştirisi ise, Kemalizmin tarihsel ilerlemeye yaptığı katkının hakkını, (bu ilerleme genel olarak “Cumhuriyet’in kazanımları” olarak da ifade edilebilir) ona yönelttiği eleştirilerle birlikte teslim ederken, bugün Kemalizmin benzer bir rolü oynayamayacağını, –anti-emperyalist ve demokratik potansiyel taşıyan Kemalist çevrelerle işbirliğini reddetmeden– toplumun ilerlemesinde farklı dinamiklerin, örneğin işçi sınıfının oynayacağı role yoğunlaşır. Sosyalistler, statükoyu, bugünkü dünya sisteminden, emperyalist egemenlikten, emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinden, sınıf egemenliğinden, sınıf ilişkilerinden soyutlayarak tartışmaz, statükonun içeriğini ve kapsamını daraltmaz, asıl değişmesi gereken statükonun öncelikle işbirlikçi büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin devletinin, işçi sınıfı ve emekçi halk üzerindeki diktatörlüğü, onun gerici biçimleri olduğunu vurgular, demokrasi mücadelesini öne çıkarır, ortaçağ kalıntılarını canlandırmaya yönelik dinci akım ve partilere karşı da tutarlı, sosyalizmin birikiminden yararlanarak bir mücadele yürütür vb.
Diğer taraftan, ılımlılaştırılmış dinsel düşüncenin ve bununla iç içe girmiş bazı liberal çevrelerin tezlerinin karşısında, “Kemalistler”den başlayıp, devletin tepesini oluşturan, geleneksel büyük burjuvaziye yaslanan, ama bugün konumunu muhafaza etmekte zorlanan asker sivil bürokrasiye kadar uzanan, “statükocu” olarak adlandırılan farklı bir çevre bulunmaktadır. CHP’nin de, başlıca temsilcileri arasında yer aldığı ve desteklediği bu güçlere göre, mevcut yapı “dinci-liberal” akımlar tarafından tehdit edilmekte, Türkiye bir “yön değişimine” zorlanmaktadır. Bu “cenah” tehdidin niteliği konusunda aşağı yukarı görüş birliği içindedir. Ama “çözüm” farklılaşmaktadır vb. Bunların “statükosu”nda da işbirlikçi büyük burjuvazinin sınıf egemenliği ve oradan kaynaklanan sorunlar bulunmamaktadır.
Bazı Kemalistlerin düşüncesine göre, ülkenin içinde bulunduğu sorunların çözümü Kemalizmin ilk dönemine dönüşte yatmaktadır. Onlara göre, Kemalizm “özgürlük, eşitlik, kardeşlik projesi”dir. Kürt sorunu da, laiklik meseleleri de, bu temelde çözülecektir vb. Bu kesimlerin yaklaşımları, Soner Yalçın’ın şu tespitine uygundur: “Bugün, özgürlük, eşitlik ve kardeşliği kuracak tarihimizdeki yegâne proje 1920’lerin Kemalist Devrim projesidir.” (Hürriyet 11.4.2010) Geri toplumsal koşulların, kendine özgü tarihsel ortamın ortaya çıkardığı Kemalizmin bugün yeniden olanaklı olamayacağı gerçeği burada es geçilmiştir. Kuşkusuz, es geçilen sadece bu değil, Kemalizmin, Lozan Anlaşması’nı imzaladıktan sonra gerici niteliği açıkça belirginleşen Kürt politikasıdır. Bu politika baskıcı, inkarcı, asimilasyoncu karakteri ile (bu niteliği ile örneğin kardeşliği nasıl kuracağı bütünüyle karanlıktadır) dikkat çeker. Diğer taraftan, dini devletin hizmetine veren laiklik anlayışı –bu anlayışın ters yüzü, dinin devlet gücünü ve olanaklarını kullanmasıdır– gibi bazı çok temel tarihsel, politik özellikler, bu politikanın temellerini oluşturur.
Kemalizmin sağladığı yapı üzerinden devlete egemen olmuş, –Kemalizmin anti-demokratik, despotik devlet yapısını ve kurumlarını faşist bir içerikle değiştirerek– giderek Cumhuriyet’le birlikte gelişmiş büyük burjuvaziyle uyuşarak ve emperyalizmle ilişkilerini sağlamlaştırarak ülkeyi yönetmiş, Kemalizmle ilişkisini çoktan bitirmiş olan “resmi Atatürkçü” kesim ise, bugün ABD ile işbirliği halindeki “ılımlı İslam” tarafından çatlatılmakta olan yapının olduğu gibi korunmasını savunmaktadır. Bunların, ABD ile olan ilişkinin özüne bir itirazları bulunmadığı gibi, bu ilişkinin devamından yana tutum aldıkları görülmektedir. Kürt sorunu, bölge politikaları vb. konularında ABD’nin Türkiye egemen sınıflarına kilit roller ve statüko konusunda güvenceler vermesi, bu kesimlerin temel isteği durumundadır. Daha sonraki bölümde görüleceği gibi, büyük sermayenin emperyalizmle girdiği bağımlılık ilişkisinin özüne itirazı olmayan bir yaklaşımdır bu.
Görüldüğü gibi, “statükocu” ve bu statükoyu “ılımlı İslam”la çatlatmada (bu çatlamanın demokrasi yanlısı bir gelişme olarak yorumlanması liberallerin temelsiz bir yaygarasıdır) mesafe almış kesimler, ABD ile işbirliği konusunda özde birleşmekte, ancak araçlar ve yöntemler konusunda “değişkenlik” göstermektedirler. Bugün “liberal İslam” ya da “ılımlı İslam” denilen ve AKP Hükümeti’nin şahsında temsil edilen egemen sınıf kesimleri, ABD ile ilişkileri yürütmede (bu dünyanın mevcut statükosunu savunma anlamına gelmektedir) bir adım önde görünüyor olsalar da, uluslararası politikada gündeme gelecek gelişmeler, özellikle generaller ve orduda temsil edilen kesimleri yeniden daha etkili bir konuma yerleştirebilir vb. Her durumda generallerle ilişkileri gevşetmemek ve onların hükümetle ortak iş tutmalarını sağlamak, ABD’nin gerici politikasının merkezinde durmaktadır.
Ülke politikasında egemen sınıf kliklerinin farklı kesimlerini temsil eden bu iki ana bölünme dışında, ülkenin taşlaşmış sorunlarının çözümünü işçi sınıfı hareketinde ve emekçi halkın kendi kaderini kendi ellerine almasında bulan, sosyalizmi temsil eden akım ve diğer sosyalist eğilimler bulunmaktadır. Bu akımın iki yönlü bir baskı altında tutulmak istendiği görülmektedir. Bu baskılardan birisi, ılımlı dincilikle pek çok noktada ortaklaşmış liberal çevrelerin “liberal demokrasi” söylemlerinden gelen “demokrasi” baskısıdır. Sosyalist ve devrimci çevrelerde, statüko, vesayet, derin devlet vb. argümanlar ileri sürülerek bilinç bulanıklığı yaratılmaya çalışılmaktadır. “Liberal bir demokrasi”ye doğru ilerlendiği izlenimi yaratılmakta, geniş çevrelerin demokrasi konusunda kafaları karıştırılmakta, AKP Hükümeti tarafından atılan adımların, devletin “yeniden yapılandırılmasını” hedefleyen gerici bir yönelim olduğunun üstü örtülmektedir.
İkinci etki ise, Kemalist çevrelerden gelen “Cumhuriyet’in kazanımlarını koruma” ve “bağımsızlıkçılık, anti-emperyalizm” adına yapılan baskıdır. Orta ve küçük-burjuvazinin üst katmanları içerisinde bu politika oldukça etkindir. Sınıf mücadelesini ve emekçi halk hareketini geri plana itmeyi, yüzeydeki politik sorunlara yoğunlaşmayı bugünün tek geçerli politikası sayan bu politik, ideolojik baskı, sosyalist politika ve akımların etkisini sınırlamaya çalışmakta, onları yedeklemek istemektedir. İşçi hareketi güçlendiği ölçüde bu iki yönden gelen baskıları göğüslemek kolaylaşmakta, ancak diğer durumlarda “sosyalist çevreler”de kafa karışıklığı ortaya çıkabilmektedir. Daha sonra ele almaya çalışacağımız gibi, ülkenin demokratikleştirilmesinin sağlanması, taşlaşmış tüm sorunlarının çözümü, demokratik, sosyalist içerikli bu akımın gelişip, güçlenmesine bağlıdır.
Ülkedeki politik güçlerin böyle bir bölünme içerisinde olmasına yol açan olgu, kuşkusuz ülkede çözülmeden kalmış –başta demokrasi, Kürt sorunu, bağımsızlık vb.– bazı temel sorunların bulunmasıdır. Bu politik bölünme, temelde sınıf bölünmeleri üzerinde yükselmekle birlikte, güçlü politik yansımaları nedeniyle, adeta ülkedeki toplumsal bölünmeleri –sınıfsal– perdelemektedir. Burjuvazi de, bu perdelemeyi, elindeki tüm araçları kullanarak sağlamlaştırmaya çalışmaktadır.
Burada bir temel gerçeğin altını tekrar ve biraz daha açarak kalınca çizmek gerekiyor: AKP’de temsil edilen ABD işbirlikçisi çizgi ile, bugün epeyce gerilemiş görünen sivil-resmi devletin üst yönetim kademelerinin çizgisi, ABD ile işbirliği, halkın üzerinde diktatörlük kurma eğilimleri konusunda özünde farklı bir tutum içerisinde değildirler. Bunun araçları ve yöntemleri konusunda ortaya çıkan farklılık, onların kah çatışarak, kah uzlaşarak böyle bir yolu tuttuğu konusunda her hangi bir kuşkuya yol açmamalıdır. Bu akımların etrafında kümelenmiş olan “liberal ve statükocu” çevrelerin “statüko” tahlillerinin emperyalizme bağımlılık ilişkilerinden, sınıf ilişkilerinden soyutlanarak yapılması, devlete ilişkin sınıf egemenliği gibi gerçeklere hiç girmemesi, hem dikkat çekicidir, hem de onların halkın gözünden neyi kaçırmak istediklerinin kanıtı durumundadır. Bunlara göre, Türkiye adeta sınıfsız bir toplumdur, varolan ve değişmesi istenen “statüko”nun sınıf egemenliği, büyük burjuvazi, işbirlikçilik vb. ile bir ilişkisi bulunmamaktadır! Statüko tartışmacı ve vurgucularının, sorunun bu yanına girmemekte gösterdikleri özen oldukça dikkat çekicidir!
ABD yönetimi, Pentagon ve oradan generallere uzanan geleneksel bağlılık çizgisi, AKP’de somutlanan dini politikanın hizmetinde kullanan (yaygın olarak ılımlı İslam diye nitelenen) akım tarafından yeni bağlılık yöntemleri kullanılarak geliştirilmektedir. ABD, geçmişte “iş yaptırdığı” askeri çevrelerin bir bölümünü (bunlar yeni koşulların gereğini yapmakta ayak sürüyen askeri ve onunla işbirliği halindeki sivil takımdır) tasfiye etmekte, bir bölümünün burnunu sürtmekte, böylece generallerle ilişkilerine yeni bir şekil vermektedir. ABD emperyalizminin Türkiye’nin bulunduğu coğrafyaya ilişkin hesapları dikkate alındığında, onun, “askerlerle” ilişkilerini gevşetme lüksüne sahip olmadığı anlaşılır bir şeydir. Ama bu ilişki, eski “durağan” ilişki biçiminden çok farklı olacaktır. Generallerin, ABD’nin bölge politikalarının ihtiyacını anlamış görünen AKP Hükümeti ile ortak iş yapmaya –ya da olası bir hükümet değişiminde aynı çizgiyi izleyecek bir hükümetle uyumlanmaya– zorlanmaları, bu “yeni ilişkinin” önemli bir boyutunu oluşturmaktadır.
Bütün bu gelişmelerin, bugüne kadar oluşmuş olan statükoyu sağlamlaştıracak, devleti yeniden yapılandıracak temel bir özellik taşıdığının altı kalınca çizilmelidir. Hükümetler değişse de, varlığını koruyacak, bölgesinde komşu ülkelere karşı ABD emperyalizminin Truva atı görevini üstlenecek gerici bir yapıdır bu. Ancak işçi sınıfının önderliğinde gelişen bir halk hareketinin baskısı altında değişebilir ya da yıkılabilir.
ANTİ-EMPERYALİZM VE İÇERİĞİNİN BOŞALTILMASI
Kavram kargaşasının görüldüğü ya da bilinçli bir biçimde bulandırılan diğer bir sorun da, emperyalizm, ulusalcılık, işbirlikçilik gibi terimlerin içinin doldurulmasında görülmektedir. Soyut bir anti-emperyalist söylem her şeyi bastırmakta; burjuvazi, işbirlikçilik, egemen sınıflar gibi kategoriler silikleştirilerek ortadan kaldırılmakta, en fazlasından AKP Hükümeti’nin uyguladığı politikalar düzeyinde mahkum edilmektedir. Ortada anti-emperyalist mücadelenin özünü ve içeriğini tahrif eden ideolojik bir saldırı bulunmaktadır.
Bu “anti-emperyalist, ulusalcı” akımın merkezinde sol görünümlü Kemalistler, İP’i vb. oluşturan çevreler bulunmaktadır. Aydınlık geleneğinin partisi İP’in –İşçi Partisi– Teori dergisinin Kasım 2009 tarihli sayısında, derginin Genel Yayın Yönetmeni Arslan Kılıç’ın şu yöndeki tespitleri anti-emperyalist mücadelede, egemen sınıflara karşı mücadelenin, onların oynadığı sınıfsal rolün nasıl ortadan kaldırıldığına ilişkin iyi bir örnektir. Benzer politik tutuma sahip olanların düşüncelerinin de anlaşılmasına ışık tutacağından ötürü alıntıları biraz uzun tutmak zorundayız. “Davutoğlu’nun ‘stratejik derinlik’i: ABD’nin Ortadoğu’daki ‘öncü kuvveti’ olma siyaseti” başlıklı yazıda şöyle tespitler yapılmaktadır:
“Resmi açıklamalarda ‘stratejik işbirliği’, ‘altın işbirliği’, ABD’nin liderliğindeki ‘yeni dünya düzeni için’ Türkiye’nin ‘alt bölgesel düzenler kurması’ vb. olarak ifade edilen ABD ile ilişkilerin gerçek düzeyi ve boyutları nedir? Söz konusu olan Menderes’ler, Demirel’ler, M. Yılmaz’larınki türünden, bir ayağı Türkiye toprağında olan bir işbirlikçilik midir? Esas temsilcileri Menderes’ler, Demirel’ler olan, ama 1950’lerden 2000’lere kadar gelip giden bütün hükümetler tarafından da sürdürülen, o ‘geleneksel’ batıcılık mıdır?” sorusu sorulmakta ve bu soruya şu karşı soruyla yanıt aranmaktadır.
“Yoksa Türkiye ile bağları, Karzai’nin Afganistan’la, Talabani’nin Irak’la bağı türünden olan, bu düzeyde bir Amerikancılıkla mı karşı karşıyayız? ABD’ye bağlılık konusunda, esas olarak ve öncelikle ABD’ye hizmetle yükümlü unsurlar olma, ama yönettikleri ülke ve toplumda nereye ait olduklarına ilişkin görüntüyü korumak amacıyla ‘Türkiye tarafında gözükme’ midir söz konusu olan?”
Yazar bunları söyledikten sonra, okuyucuyu ikna etmek için şu açıklamalara girişmektedir: “Konunun özünü ortaya koymak üzere gündeme getirdiğimiz bu sorulardaki ABD işgallerinin mahsulleri olan Karzai, Talabani örneklerinin, A. Gül, T. Erdoğan’ların durumunu anlatmada denk düşmeyen örnekler olduğu söylenebilir. ‘Kendi toplumunun %40’lar düzeyindeki seçmen desteği ile iktidar koltuklarına oturmuş T. Erdoğan ve A. Gül’ün ABD ordusunun silahları ile Afganistan ve Irak’ın tepesine oturtulmuş Karzai ve Talabani’ye benzetilmesi isabetli değildir’ türünden itirazlar öne sürülebilir.”
Yazar gelebilecek bu “itirazları” şöyle karşılamaktadır: “Ama, biçime ilişkin farklılıklar özü değiştirmemektedir. Kaldı ki, farklı biçimlerin ikisi de ABD denetimi ve güdümündedir. Afganistan ve Irak’taki ABD işgal ordusu ne kadar Beyaz Saray ve Pentagon’un komutasında ise, Türkiye’deki sandık iradesine hükmeden tarikatlar, cemaatler, iliştirilmiş medya, NGO’laşmış kitle örgütleri, oy pazarı kuran kara sermaye de o kadar CIA, Department of State, Soros, ve Rand Corporation’lar denetimindedir. ABD, 2000’lerin başından beri Türkiye’de sandıktan artık, ‘Eşbaşkan’lar dışında kimsenin çıkmasına izin vermemektedir.”
Zorunlu olarak uzunca tuttuğumuz bu alıntılar, İP ve benzeri bir “anti-emperyalist ve ulusalcı” çizgi izleyen çevrelerin politik tutumlarını yeterince açıklamaktadır. Şimdi bu söylenilenleri biraz yakından irdelemek gerekiyor.
Öncelikle bu yazının doğrudan konusu olmayan bir noktayı kısaca belirtmek gerekiyor. Karzai ve Talabani’nin konumları, ne halklarına karşı, ne de ülkelerine karşı aynı bakış açısıyla değerlendirilemez. Irak Kürtlerini ve onların mücadelesini, bu mücadelenin özelliklerini ayrı değerlendirmek gerekir. Irak Kürtlerine karşı “anti-emperyalist” görünüm altında sürdürülen Türk şovenizminin tipik bir örneğidir bu tutum. Şimdi gelelim yukarıda söylenilenlere.
Yapılan bu uzun alıntılarda okuyucunun da dikkatini çekeceği gibi, egemen sınıflar, Türkiye burjuvazisi, büyük sermaye bulunmamaktadır. Bu kesimlerin emperyalizmle kurduğu genel ilişki, bu ilişkinin ülkeye yansıması bütünüyle göz ardı edilmiştir. Bir yerde “kara sermaye”den söz edilmekte, ama o da, Erdoğan ve Gül desteği söz konusu edildiğinde zikredilmektedir. Yazının ilerleyen bölümlerinde, aynı mantıkla, “CIA-Pentagon denetimindeki mafyalaşmış sermaye”den, tarikatlardan söz edilmektedir. ABD ve diğer emperyalist ülkelerle işbirliğinde sınır tanımayan Koçlar, Sabancılar ve diğerleri, yani tarihsel işbirlikçiler emperyalizmin dayanakları olarak görülmemektedir. Sadece ABD desteğinde ayakta kalan hükümetler (kastedilen esasta AKP Hükümetidir. ABD emperyalizmine bağımlılık adeta AKP Hükümeti ile başlatılmaktadır!) bulunmakta, adeta havada asılı duran bu hükümetlerin ABD’ye hizmetleri söz konusu edilmektedir. Görüldüğü gibi, burada, emperyalizm ile bağımlı ülkeler ilişkisi, gerçekte olduğundan çok daha geri ve ilkel bir ilişki düzeyine indirgenmiş, bağımlılığın, sermayenin uluslararası hareketiyle dolaysız bağları ve ilişkileri göz ardı edilmiş, sorun, 'satılmış unsurlar'ın ihaneti gibi gösterilmeye çalışılmıştır.
Bağımlılıkta “kırılma noktaları” olarak yazının ilerleyen bölümlerinde ele alınan 12 Eylül darbesi, Özal, daha sonra Yılmaz ve Çiller dönemlerinde de bu durum değişmemekte, bunlar, sadece yolu açanlar olarak mahkum ediliyor görünmektedir. Ama onlar da, “ayakları ülke toprağına bastığından” dolayı mazur görülebilir! Büyük burjuvazi ve onun emperyalizmle kurduğu temel bağımlılık ilişkisini, bu ilişkinin politik parti ve akımlara yansımalarını göz ardı etmenin vardığı sonuç budur.
Böyle olduğu içindir ki, Karzai örneği gibi aşırı zorlama örneklere baş vurulmaktadır. Emperyalizme, ABD emperyalizmine bağımlılıkta kuşkusuz hükümetler önemli işlevler görmektedirler. AKP Hükümeti de, kendisinden önceki hükümetlerin yolundan yürümüştür. Ama bu bağımlılık ilişkilerinin, hükümetleri çokça aşan, onların değişmesi durumunda da bu ilişkileri güvenceye alan boyutları ve derinlikleri bulunmaktadır. Ekonomik, mali tekelci kapitalist ilişkiler başta olmak üzere, Genelkurmay ve askeri ilişkiler, diplomatik alandaki işbirliği vb. gibi ilişkiler bütün bu bağımlılık ilişkilerini sağlamlaştıran ve derinleştiren ilişkilerdir. Hükümetler, bu ilişkileri korumakta, geliştirmekte, emperyalizmle temel ilişkiyi sürdürmektedirler.
Yerli gericilik –işbirlikçi büyük burjuvazi, en büyük toprak sahipleri– bütün bu ilişkiler ağı ile sarılıp sarmalanarak ve devleti örgütlemiş olarak işçi sınıfının ve emekçi halkın karşısında yer almaktadır. Sermayeye, devlete, o an iş başındaki hükümetlere karşı mücadele eden emekçi sınıflar ve onlara yakın partiler, kendileri bilincinde olsunlar, olmasınlar zorunlu olarak emperyalizme, ABD emperyalizmine vb.’ne karşı da mücadele etmektedirler.
Örneğin özelleştirmelerden, sadece emperyalist ülkelerin tekelleri yararlanmadı. Bu politika, özünde emperyalizmin uluslararası ekonomi politikalarının gereklerinin yerine getirilmesiydi ve yerli işbirlikçi tekeller de bu yağma ve talandan epeyce bir pay aldılar ve almaya da devam ediyorlar. Türkiye ekonomisi, bugün dünyanın 17. büyük ekonomisi durumundadır. Özelleştirmeler olmasaydı da, ABD, Fransız, Alman, Japon vb. ülkelerin tekelleri, ülkede kurdukları sömürü ağıyla –Ford, Renault, Toyota vb.– ülkeyi yağmalamaya devam edeceklerdi. Bu otomotiv tekellerinin son krizde çalıştırdıkları işçilere düşük ücretle çalışmayı, ücretlerinde kesintiler yapmayı dayatmalarını emperyalist-kapitalist ilişki saymamak, ancak İP gibi partilerin marifeti olabilir.
Kuşkusuz bu kadar da değil. Bugün bankaların yüzde 70’inin yabancı sermayenin denetiminde olduğu unutulmamalıdır. Bütün bunlar sömürü ve bağımlılık ağının zincirleri ve halkalarıdır. Ama İP’ci yazara göre, sadece Erdoğan ve Gül’ün temsilcileri oldukları politikalar nedeniyle, sadece “tarikatlara, kara sermayeye” indirgenmiş ilişkilerle “Yeni Dünya Düzeni’nin muz devletine” doğru gidilmektedir. İP’cinin ağzından emperyalizme karşı yöneltilen genel ve keskin ifadeler, sadece büyük tekelci burjuvazinin işbirlikçiliğini ortadan kaldırmamakta, Türkiye egemen sınıflarına karşı, işbirlikçi büyük burjuvaziye karşı işçi ve emekçi sınıfların mücadelesini, yani ülkedeki “iç mücadeleyi” bütünüyle ortadan kaldırmakta, sorunu bir kaç işbirlikçinin ihanetine indirgemektedir.
Bu durumda anti-emperyalist mücadele kendi topraklarından koparılmakta, “tepe”de sayıları son derece sınırlandırılmış olan bazı işbirlikçi kişi ve onların politikalarına karşı mücadeleye indirgenmektedir. Özünde bu gerici tutum, içerdeki sınıf mücadelesinin, emek ile sermaye arasındaki mücadelenin, bunun politik yansımalarının ortadan kaldırılmasına varmaktadır. Emperyalizm sadece ABD emperyalizmine indirgenmekte; onunla işbirliği ve uygulanan politikalar da, birkaç işbirlikçinin –başta Erdoğan ve Gül olmak üzere– marifeti olarak açıklanmaktadır. Bütün bu söylenenler inandırıcı olsun diye de, işgal altındaki Afganistan ve Karzai örnekleri öne sürülmektedir.
Bu yaklaşım, zorunlu olarak şu durumları açıklamamaktadır: İP yazarına göre, örneğin 2001 krizinin ardından Ecevit başbakanlığındaki koalisyon hükümetinin (DSP, ANAP, MHP), Ecevit’in isteğiyle ekonomiyi uluslararası sermayenin has adamı Kemal Derviş’e teslim etmelerinin bir izahı bulunmamaktadır! Bu dönemde, sadece koalisyon hükümeti değil, tüm Meclis 15 günde, uluslararası finans kurumlarının dayattığı 15 yasayı çıkarmak için seferber edilmişti. Keza tarıma vurulan en ağır darbe, bu hükümet döneminde gerçekleştirilmişti. Bu partiler, İP yazarının tespitiyle, “ayakları az çok ülke topraklarına basan” partilerdi. Ama buna rağmen emperyalizm tarafından dayatılan politikaları da kuzu kuzu hayata geçirmişlerdir. Bu nasıl açıklanacaktır? İP mantığına göre bunun açıklaması yoktur. Ya da bu partiler “ulusalcılıkta” ittifak gücü sayıldığından, halka karşı eylemlerinin üstü örtülmüştür.
Ama bu durum şaşırtıcı olmayıp, emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin bir kaç “ajan” siyasetçiye, “kara sermayeye” vb. indirgenmesinin doğal sonucudur. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar, keskin anti-emperyalist lafazanlık altında, emperyalizme ve onun yarattığı derin bağımlılık ilişkilerine karşı silahsız bırakılmaktadır. Eğer bugün Erdoğan’lar, Gül’ler ve geçmişte hükümet olmuş parti ve liderler bağımlılık politikalarını uygulayabiliyorlarsa, bu, onlara sadece “ajanlık” sıfatı takılarak açıklanabilecek (kuşkusuz genel anlamda işbirlikçilere politik teşhir amacıyla ajanlık vb. sıfatlar takılabilir, ama anlatmak istediğimiz daha geniş kapsamlı ilişkiler bütünüdür) bir şey değildir. Bu, onların işbirlikçi politikaları uygulayabilecekleri geniş ekonomik-politik-askeri vb. ilişkiler bütününün unsuru olmaları ve bu çıkarlar doğrultusunda hareket etmelerinden dolayıdır. Bütün bu ilişkiler bütünü onların dayandıkları zemini oluşturmaktadır. Bu zemin hedef alınmadan, anti-emperyalist lafazanlıklarla emperyalizme karşı mücadele edilemeyeceği ortadadır.
Zaman zaman büyük emperyalist devletlerin kendi tekellerinin ihtiyaçlarına ve uluslararası gelişmelere göre politikalarında öze ilişkin olmayan değişiklikler gündeme gelmekte, bu devletlerin Türkiye gibi bağımlı ülkelerden talep ettikleri politikalar ve görevler değişebilmektedir. “Soğuk Savaş” döneminde Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı, 12 Eylül’ün darbeci generallerinin “Türk-İslam Sentezi” olarak adlandırdıkları Amerikancı politikalar ya da daha öncesine de giden “yeşil kuşak” politikaları vb. gibi… Bu dönemde işbirlikçi egemen sınıflara verilen görev içeride duruma hakim olmaları, “Sovyetlere karşı” Batı’nın sınırlarını korumaları idi vb. Bugün istenen ise, “aktif dış politika” izlemek ve “bölgede lider ülke” olarak ABD çıkarlarına hizmet etmektir vb.
AKP Hükümeti’nin konumu ile ilgili şunlara özel vurgu yapılabilir: AKP Hükümeti de, kendisinden önceki hükümetler gibi, genel olarak uluslararası emperyalist sisteme, özel olarak da ABD emperyalizmine bağlı bir hükümettir. Tam da bu nedenle, statükonun savunucusu ve sürdürücüsüdür. Hükümet ve şakşakçılarının iddia ettikleri gibi “milli çıkarları” temsil etmemekte, “kendine özgü” politikalar uygulamamaktadır. ABD’nin emperyalist, gerici stratejisine dayanan bölge politikalarını Özalvari bir tavırla “derinden” anlamakta ve buna uygun adımlar atmaya çalışmaktadır. Bu politikaların Türkiye’yi Ortadoğu politikalarının içine daha fazla itmekte olduğu, özellikle de İran’la karşı karşıya gelmeye zorladığı görülmektedir. Bu konuda, ABD’nin de bastırmasıyla, Genelkurmay’la ortak çalışmakta, işbirliğini ilerletmektedir. Bu gerici politika, giderek bir devlet politikası haline gelmektedir. Halk hareketinin baskısıyla olabilecek hükümet değişiklikleri dışında, farklı partilerin kuracakları hükümetlerin de benzer politikalar uygulayacağı –belki dinci vurgusu geriye çekilmiş halde– bilinmektedir. Hükümetler bağımlılık ilişkilerinde her zaman stratejik bir halkayı oluşturmaktadır ve bu nedenle de, anti-emperyalist mücadelenin hedefi durumundadırlar.
Ayrıca genel olarak emperyalist büyük devletlerin gerici politikalarına ilişkin olarak şunlar da söylenebilir: Büyük emperyalist devletler, genel olarak Türkiye gibi orta büyüklükte ülkelerin, kendileri için potansiyel sorun olabileceğini değerlendirme eğilimindedir. Emperyalist devletlerin böl ve yönet politikaları uyguladıkları çok iyi bilinmektedir. Ama diğer taraftan büyük emperyalist devletler, güçlü bölgesel desteklere, bölgesel bekçilere de ihtiyaç duymaktadırlar. Bu durum, emperyalist egemenliği daha “ucuza“ getirmektedir. Kuşkusuz hangi politikanın uygulanacağına emperyalistler kendi çıkarları temelinde karar vermektedirler. Emperyalizme dayanan uluslararası politikanın zaman zaman birbirini törpüleyen, zaman zaman keskinleştiren eğilimlere sahip olduğu ise bilinmektedir. İşbirlikçi egemen sınıfların özellikle bugün AKP eliyle yürüttüğü politikaların tahlil edilmesinde, emperyalizmin bu eğilimlerinin iyi anlaşılması son derece önemlidir.
Görülmektedir ki, genel olarak işbirlikçiliğe karşı anti-kapitalist bir perspektifle yürütülecek anti-emperyalist bir mücadele, tutarlı bir anti-emperyalizm açısından zorunludur. Aksi bir tutum işçi sınıfını ve emekçi halkı düzen ve sermaye partilerinin çeşitli kliklerine karşı silahsız bırakmak, onlardan birisinin peşine takmak anlamına gelecektir. İP’in pratiğinin gösterdiği de budur.
GERİCİ BİR AKIM; ULUSALCILIK
Anti-emperyalist söylemlere sahip farklı “ulusalcı” kesimlerin emperyalizme ve ülkenin iç politikasına yönelik yaklaşımları epeyce gerici unsuru içerisinde taşımaktadır. Keskin anti-emperyalist söylemlerle “büyük dış güçlerin ülkeyi bölüp parçalamak” istedikleri sıkça söylenmekte, özellikle Kürt Sorunu öne çıkarılmaktadır. Kürt sorununda mevcut statükoya, egemen sınıfların geleneksel politikalarına emperyalistlerce destek verildiği –kuşkusuz kendi hesapları gereği– durumlarda ise, “ulusalcı” söylemlerin köşeleri yumuşamaktadır.
Bu kesimlerin, dini politikaya alet etmeyen diğer gerici politik çevrelerle, özellikle de Genelkurmay’da cisimleşen gerici politikalarla bir sorunu bulunmadığı gibi, sınıf mücadelesi karşısındaki konumları da törpüleyici ve gericidir. Bunların ulusalcılıktan yurtseverliğe doğru meyleden kesimleri ise, daha farklı, ilerici bir tutum almaya yatkındırlar. Ama bu kesimlerin çok güçlü olmadıkları da görülmektedir.
Bugün etkisi küçümsenemeyecek bir düzeye ulaşmış, farklı düşünce ve akımların içine de sızmakta başarısız olmadığı görülen ulusalcılığı tanımlamak ve onun bugünkü temel karakterini anlamak için şu soru mutlaka sorulmalıdır: Ülkede bugün ulusalcılığı karakterize eden temel etken nedir? Ulusalcılık, kendisini nasıl temellendirmektedir?
Bugün ulusalcılığa temel karakterini veren etken, ülkede Kürt sorununun varlığı ve Kürt halkının yürüttüğü mücadeledir. “Ülkenin birliğini, ulusun tekliğini” korumak ulusalcı reflekslerin temelini oluşturmakta, bu çevreler kendilerini Kürt sorunu üzerinden temellendirmektedirler.
Ulusalcılar, ülkede iki farklı ulusun varlığı gerçeğini kabul etmemekte; “ulusal kurtuluş savaşı” ile kurulmuş, giderek emperyalizme teslim olmuş, onun aletine dönüşmüş olan Türk patentli –bugün derin yaralar almış bulunan– gerici “statükonun” korunması ve sağlamlaştırılması için etkili bir mücadele yürütmektedirler.
Burada, ikinci bir soru sorulabilir. Peki, ama ulusalcıların anti-emperyalist bir yanı yok mu? Ulusalcılar emperyalizme karşı değil mi? Ulusalcıların emperyalizm karşıtlığı, emperyalist büyük devletlerin –örneğin ABD’nin– Kürt sorununa müdahalesinin niteliğine göre değişen tutumlar almaya kadar daralan bir aralığa indirgenmiş durumdadır. Emperyalizmin –özellikle ABD emperyalizminin– bölgeye ilişkin politikalrında ülkenin “parçalanması” tehlikesi gördükleri durumlarda sığ bir Amerikan karşıtlığına yol vermekte, ama bu politikaların ülkenin mevcut statükosuna zarar vermediğini düşündüklerinde ya da ona paralel olduğunu düşündüklerinde (örneğin “anlık istihbarat paylaşımı, Kuzey Irak’a girilmesine yeşil ışık vb.) “memnuniyetlerini” dile getirmektedirler. Kürt sorunu nedeniyle, içlerinde, –tehcir ve kırım kafasıyla– Kuzey Irak Kürt Yönetimiyle “nüfus mübadelesini” önerebilen kesimlere bile rastlanabilmektedir.
Bu kesimlerin, bir dönem özelleştirmelerin yoğunluğu vb. nedeniyle kısmen ilgilendikleri “ulusal ekonominin korunması” türü sorunlar, giderek geri plana doğru itilmiştir. Özelleştirmelerin “yağmacı” olup olmadığı, “iyi özeleştirme mi, kötü özelleştirme mi” olduğu gibi sorunlara doğru bir geri çekilme olduğu görülmektedir. Ulusalcıların –Kürt sorunu karşısındaki tutumlarıyla– bu “evrimi”, onlarla milliyetçi-faşist akım ve partiler arasındaki yakınlığı artıran, birinden diğerine geçişi kolaylaştıran bir etken olmuştur. Bu tür bir ulusalcılığın, özünü anti-emperyalizm oluşturan sağlıklı bir yurtseverlikle hiçbir ilişkisinin bulunmadığı ortadadır. Ulusalcıların yurtseverliğe yaklaşmış kesimleri ile ittifakların yapılabileceği, bu kesimleri kazanmak için çaba gösterilmesi gerektiğiyse, her halde anlaşılır bir şeydir.
SOL, DEVRİMCİLİK, SOSYALİSTLİK
Politik kavramların, onlara farklı içerikler verilerek kullanılmasının ve bu yolla onların içeriklerinin boşaltılmasının diğer örnekleri, solculuk, devrimcilik, sosyalistlik gibi nitelemelerin kullanılışında görülmektedir. Kuşkusuz en fazla bulandırılan kavram “solculuk” ve onun üzerinden yapılan tahlil ve tespitlerdir. Genel olarak solculuk; emekten, demokrasiden, ilerlemeden yana olanları tanımlamak için (bunların pek çoğu emekten, işçi sınıfından kendisini “kurtarmış”, soyut “sol değerlere” sahip olarak kendilerini ayrı bir yere koymuşlardır) kullanılmaktadır. Bu, oldukça geniş bir tanımdır ve politik yelpazenin “solu”nda yer alan her akım ve parti için kullanılabilir. Bu durum, aynı zamanda bulanıklıkların, politik-ideolojik karmaşıklıkların da başladığı yerdir.
Bu ideolojik-politik bulanıklığa yol açan temel etkenlerden birisi, kendisini “sol” olarak tanımlayan, ülkedeki politik bölünmeyi “sol ve sağ” olarak gören ve gösteren, kendisini solun ve sosyalizmin içinde gören epeyce geniş bir yelpazenin bulunmasıdır. Sınıfsal bölünmenin –emek sermaye– üzeri örtülmekte, genel bir solculuk ve sağcılık bölünmesi onun yerini almaktadır. Bu temelde, solun ve solcuların birliği, soldaki en güçlünün desteklenmesi –pratikte CHP kuyrukçuluğu– gibi bitip tükenmeyen tartışmalar da, kendisine bereketli bir zemin bulabilmektedir.
Bugün ülkede solu kimin temsil ettiğine yönelik bir soruya ortalama vatandaşın, bir köşe yazarının verdiği yanıt, ‘CHP’dir. CHP de, kendisini fiilen solun temsilcisi olarak görmektedir. Geniş bir kesim tarafından, CHP, sol ve sosyal demokrat olarak görülmektedir. CHP’nin sosyal demokratlığının, Batı’da görülen, işçi sınıfı hareketinden çıkmış bugünkü sosyal demokrat partilerle ortak bir yanı bulunmamaktadır. CHP, en genel anlamıyla “ulusal-reformcu” denilebilecek hattan doğmuş bir siyasi partidir. Sonraki yıllarda, “ortanın solunda” mevzilenmiştir. CHP dışında da sosyal demokrat, “demokratik sol” olduğunu iddia eden bazı partiler bulunmaktadır.
Daha sola doğru gidildiğinde ise, sosyalist vb. partilere varılmaktadır. Bu sosyalist partilerden her birisinin, gerçekte kendilerinin sosyalist olduğuna dair bir iddiaya sahip oldukları bilinmektedir. Bugüne kadarki politik deneyimler, gerçek solun şu olduğu, gerçekte sosyalizmi şu partinin temsil ettiği gibi tartışmalar üzerinden bir mesafenin alınamadığını açıkça ortaya koymaktadır. Daha geniş bir yelpazeyi ifade eden solculuk açısından ortaya kesin bir tanım koymak, sol yelpazedeki partileri “gerçek” ve “gerçek olmayanlar” olarak adlandırmak, gereksiz enerji tüketmek, faydasız ve sonuçsuz bir çaba olacaktır. Öncelikle bu türden bir solu sosyalizmden ayrıştırmak, özellikle işçi ve emekçi halkın bu ayrımı anlamasını sağlamak için çaba göstermek, daha gerçekçi bir yaklaşım olarak görülmektedir. İşçi ve emekçi yığınların “evet, şunlar da solcular, ama şu parti diğerlerinden farklıdır” demesi, bu bilince yükselmesi çok önemli bir ayrışma noktasıdır. Bunun için, kuşkusuz aydınlatma, teşhir ve pratik tutumla ayrışma önemli noktalardır.
Genelde “solla” birlikte değerlendirilen sosyalizm açısından ise, durum oldukça farklıdır. Sosyalizm, öncelikle işçi sınıfı hareketinden doğmuştur ve bu hareketin bilimsel bilginin taşıyıcıları olan aydınlarla birleşmesini ifade eder. Sosyalist bir parti de (bilimsel olarak ifade edilecek olursa, komünizmi temsil eden parti) bu iki hareketin örgütsel birliğinin temsilcisidir. Bu parti, günlük pratik çalışması, kendisini işçi sınıfının mücadelesi içerisinde inşa etmesi, diğer emekçi sınıflar ve onların gençliğini kucaklaması, işyeri ve yerleşim birimleri temelinde örgütlenmesi, kendisini işçi sınıfının iktidar hedefine hazırlayan devrimci bir çalışmaya göre ilerletmesi ile bütün diğer “sosyalist” partilerden ayılır. Tarihsel olarak, uluslararası sosyalizmin tüm kazanımlarının temsilcisi ve mirasçısıdır. Enternasyonaller, Komüntern, sosyalizmin inşası ve bir dönüm noktası olarak SBKP’nin 1956’daki 20. Kongresi ve bu deneylerin mirası olan birikimin köşe taşlarını oluşturmaktadır. Bütün bunları, kısaca proletarya sosyalizmi ya da işçi sınıfı sosyalizmi –bilimsel sosyalizm– olarak adlandırmak olanaklıdır. Bugün kısaca “Uluslararası Komünist Hareket –Konferans–” olarak adlandırılan hareket, bu çizginin uluslararası temsilcisi durumundadır.
Bu temel köşe taşları konulduğunda, –içeriği yukarıda açıklanan– işçi sınıfı sosyalizmini diğer “sosyalist” akımlardan ve partilerden ayrıştırmak kolaylaşmaktadır. Küçük-burjuva sosyalizmi ve modern revizyonizmin kalıntısı pek çok “sosyalist” parti ve grup bulunmaktadır ve yukarıda sayılan ayrım noktaları ve kıstaslar, bu akım ve partileri bilimsel sosyalizmin bugünkü temsilcilerinden ayırmaktadır.
Sosyalizm kadar deforme edilmiş bir başka kavram da, devrimciliktir. Devrim, emek ve sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi, işçi sınıfı lehine çözen ve ücretli emek sömürüsünü ortadan kaldırarak, sömürüsüz, sınıfsız yeni bir dünya yaratma eylemidir. Devrimcilik, ancak bu mücadeleyi yürüten sınıflara, kişilere verilen bir sıfat olabilir. Devrimci bir akım ya da kişi, amaçlarını komünizmin ideallerinden almaktadır ve dünyayı kökten değiştirmenin başka bir yolu ve yöntemi de bulunmamaktadır. Komünizmin devrimi ve devrimciyi tanımlamasının özü, kalın hatları ile böyledir.
Ancak devrim ve devrimciliğin çok geniş bir alanda kullanıldığını da biliyoruz. Burjuva devrimleri, siyasal üst yapının değişmesini tanımlayan devrim hareketleri vb. bunlardan sayılabilir. Devrimciliğin giderek daha geniş bir alanda kullanılmasının yol açtığı sonuçlardan birisi, bu kavramın giderek yozlaştırılması ve içeriğinin darlaştırılması, taşıdığı sınıfsal anlamdan soyutlanmasıdır. Küçük-burjuva akımların bu durumun ortaya çıkmasında önemli bir payı bulunmaktadır.
Günümüzde küçük-burjuva sosyalizmini temsil eden akımlar başta olmak üzere, pek çok akım bu sıfatı kullanmakta, bu durum, işçi sınıfı mücadelesinden kopuk, sosyalizm davasına bağlanmamış genel bir “devrimci” kimliğinin yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Bütün bunları “sınıf dışı devrimcilik” olarak nitelemek olanaklıdır. Bir dönem, “elde silah devrim peşinde koşan” bir tip olarak idealleştirilen bu devrimci tipinin, hangi aldatıcı ambalajla sarılıp sarmalanırsa sarmalansın, bugün ülkenin sınıf mücadelesinin gerçekleri ile, bilimsel sosyalizmin idealleri ile yakından uzaktan bir ilgisi bulunmamaktadır. Sosyalizme ihanetin ve geri dönüş koşullarının varlığında kısmen “masum” sayılabilecek bu “devrimciliğin”, günümüz koşulları dikkate alındığında, işçi sınıfı devrimciliğinden kesinlikle ayrıştırılması gerekmektedir. Bunun yolunun ise, ideolojik mücadele, işçi sınıfının tarihsel ideallerine bağlılık, yaşamını ve eylemini bu mücadelenin içinde kurmak olduğu açıktır. Genç devrimciler de, ancak bu yolla kendi yaşamlarını ve eylemlerini diğer “devrimci gençlik akımlarından” ayırabilirler.
Bütün bunlara ülkenin kendi tarihsel koşullarından kaynaklanan “Kemalist devrimcileri” de eklediğimizde, durum daha da karmaşıklaşmaktadır. Oysa kendisini emek-sermaye çelişkisinin emek tarafında var ederek, dünyayı kökten değiştirme eylemi olan devrimciliğin, Kemalist devrimcilik gibi siyasi düzende reformlar yapma –hilafetin ve saltanatın kaldırılması, Latin alfabesinin kabulü, şapka, kılık-kıyafet reformu vb.– ile sınırlı bir “devrimcilikle” karıştırılmaması, eşitlenmemesi gerekir. “Kemalist devrimciliğin”, emek-sermaye çelişkisi, bu çelişkinin kökten çözümü ile bir ilişkisi olmadığı gibi, sınıfların “uyumu ve birliğine varan” korporatif anlayışlara kadar uzanan gerici bir ideolojisi bulunmaktadır.
Buna karşın, Kemalizmin ilk dönemine bağlılık gösteren kesimlerin özellikle emperyalizme karşı bir mücadele potansiyeli taşıdığı, bu kesimlerle ilişkilerde bu özelliğin dikkate alınması gerektiği açıktır. Küçük-burjuva devrimci akımlarla ilişkiler, politik ittifaklar vb.’nin ayrıca değerlendirilmesi gerektiği de açıktır. Burada sorunun, ideolojik görev ve yaklaşımlarla, politika ve taktik sorunlarının birbirlerine karıştırılmaması ve birlikte ve ayrı ayrı değerlendirilmesinde genel bir olgunluğa sahip olmakta yattığı açıktır. Zaten bu kesimlerle ilkeler temelinde iş yapılabilmekte, ideolojik mücadelenin görevleri ile günlük politik mücadelenin gerekleri birbiri ile karıştırılmamaktadır.
Bitirirken, kısaca yeniden vurgulamak gerekir ki, burada ele alınan sorunlar, gerek günlük pratik mücadelede, gerekse ideolojik görevlerin yerine getirilmesinde sık sık karşımıza çıkmakta, bazı bulanıklıklara ve belirsizliklere yol açabilmektedir. Bu alanda ideolojik bir mücadelenin yürütülmesi gerektiği açıktır. Bu akımların yakın tarihine ilişkin zengin bir literatüre sahip olduğumuz bir gerçektir. Bugün olduğu gibi, geçmiş dönemde de, temel ideolojik çizgileri eleştirilmiştir. Ancak her akım günün koşullarına göre kendisini yeniden temellendirmekte ve “konumlandırmaktadır.” Bu nedenle, ideolojik mücadelenin de yenilenmesi, süreklilik göstermesi gerektiği açıktır. Burada güncel sorunlara sadece genel bir giriş yapılmıştır
Hiç yorum yok