İtalya, Almanya ve Avusturya da Faşizm - farklılıklar
“Modern kapitalist politikanın olağanüstü gelişimi olan Faşizm neden İtalya'da ilk özgün ve eksiksiz biçimini geliştirdi? Faşizm, 1919'un başından beri - aslında 1915’in müdahaleci kampanyasından bu yana İtalya'da tohumu ekilmiş, filizlenmeye hazır bir şekilde da vardı” diyen Palme Dutt İtalya ve Almanya faşizmini şöyle karşılaştırıyor;
“Aslında, faşizmin embriyonik biçimleriİtalya'dan önce diğer ülkelerde, özellikle Finlandiya, Macaristan, Polonya ve Almanya'da çoktan gelişmişti. Ancak Faşizmin ilk defa eksiksiz bir sisteme dönüştürüldüğü ve devamındaki on yıl içinde tanınan ana model haline geldiği yer İtalya oldu. Bunun nedeni neydi? Faşizmin proleter devrimin gözle görülür şekilde yaklaştığı, ancak reformist liderlik tarafından frenlendiğiyerde geliştiğini gördük. İtalya'da savaştan sonraki gelişme kesinlikle böyleydi. Ama savaşın hemen sonrası döneminde proleter devrimi Almanya'daİtalya'dakinden çok daha yakından tehdit etmedi mi? O halde bu farkın ve Almanya'da Faşizmin çok daha sonra gelişmesinin nedeni ne?
Bu soruya cevap, sadece Alman proletaryasının çok daha güçlü ve uzun süredir devam eden direnişinde değil, aynı zamanda iki ülkedeki devrimci hareketin koşullarının temel farklılığında yatmaktadır. Almanya'da bir kitle devrimi gerçekleşti; ama Sosyal Demokrasi, işçi sınıfı hareketinin ana gövdesinin kontrolünü elinde tutmayı ve devrimin meyvelerini çalmayı başardı.
İtalya'da ise sadece bir devrim tehlikesi vardı;ancak eski Sosyal Demokrat liderlik kitle hareketinin etkin kontrolünü kaybetti. Sonuç olarak, iki ülkedeki burjuvazinin yöntemleri zorunlu olarak farklıydı.
Almanya'da proleter devrim aslında 1918'de eski rejimi devirdi; ama işçiler, Sosyal Demokrat liderlik tarafından zaferlerinin meyvelerinden mahrum bırakıldı. Burjuvazinin ilk aşamadaki görevi, zaferi şimdilik sorgulanamayan başarılı devrimi sınırlamak oldu.Bu amaçla, Sosyal Demokrasinin doğrudan hükümet liderliği, tek kurtuluş olarak burjuvazi için gerekliydi. Ancak daha sonra, Sosyal Demokrasinin etkisi zayıfladıkça ve Sosyal Demokrasiye rağmen ve Sosyal Demokrasiye karşı proleter devrim tehdidi büyüdükçe, Alman burjuvazisi, işçi sınıfına karşı Faşizm silahını devreye sokmaya ihtiyaç duydu.
Öte yandan İtalya'da ise, savaştan sonra hiçbir devrim yaşanmadı, yalnızca, savaşın ardından devrimin gelmediği ülkelerin (galip ülkeler) en yüksek kitlesel devrimci dalgası olan kitlesel büyük bir devrimci güç dalgası oluştu. Sosyal Demokrasiyi, muzaffer devrimin sözde önderliği ve sesi olarak iktidara getirerek zaten muzaffer olan bir kitle devrimini boğmak söz konusu değildi. Hükümet, baştan sona doğrudan burjuvazinin elinde kaldı. Eski Sosyal Demokrat liderlik, hızla devrime doğru ilerleyen kitle hareketinin kontrolünü kaybetti. Burjuvazinin görevi, tehditkâr güce ulaşan proleter devrimini önlemeye dönüştü.
Bu amaçla Sosyal Demokrasi, işçi güçlerini örgütsüz-leştirmek için fren görevini yerine getirebilirdi. Bu nedenle, işçi güçlerini ezmek için faşizm gerekliydi. İngiltere ve Fransa'nın tersine, İtalya'daki savaştan sonraki kitlesel devrimci dalga, burjuva demokratik biçimleri yetersiz kılacak kadar yüksekti; olağanüstü biçimler devreye sokulmalıydı. Ancak, açık ayaklanmaya ve hükümetin devrilmesine ve burjuvazinin iktidarı teslim etme belirtisi göstereceği zorlamaya ulaşacak kadar yüksek değildi. Burjuvazi, yalnızca iktidarının biçimlerini ve yöntemlerini değiştirmek zorunda kaldı. Bu nedenle İtalya, Almanya'dan daha düşük devrimci gelişme düzeyine rağmen, Almanya'nın ancak daha sonra ulaştığı yeni Faşist diktatörlüğün ilk örneğini verdi. İtalyan Faşizmi, faşizmi, önleyici bir karşı-devrim türü olarak ortaya çıkardı. “
Almanya'da olduğu gibi, Avusturya'da da işçi sınıfının mücadelesi sorunu, yalnızca Faşist darbesinin son aşaması olan Şubat 1934 günlerine dayanarak değerlendirilemez. Değerlendirme aynı 1918 devriminin Almanya'da ve Avusturya'da da Sosyal Demokrasi tarafından boğulmasının Faşizmin nihai zaferinin temelini oluşturması gibi, bütün 1918-1934 gelişme süreciyle bağlantılı olarak yapılmalıdır.
Avusturya da Faşizm, Faşizmin iki rakip gücü olan Heimwehr ve Naziler arasında bir çatışmayı ortaya çıkardı ve rakip emperyalist ve Faşist Güçlerin Avusturya halkının canlı bedeni üzerindeki egemenliği için verilen savaşı açıkça yansıtıyordu. Tüm "ulusal", "popüler" ve "pasiflik" iddiaları görüntüsü altında, belirli mali-sermaye gruplarının şovenist yağmacı politikası olarak Faşizmin gerçek rolünün daha çarpıcı bir kanıtı olamazdı. Faşist Almanya ve Faşist İtalya'nın Faşist Avusturya bedeni üzerindeki savaşı, “Dünya Faşizminin görkemli barışının” ön- tadını sağlar. Bu güçlerin ikisi de aslında işçi sınıfına karşı eşit derecede birleşmişlerdi, ancak egemen konum için kendi aralarında keskin bir çatışma içindeydi. İlk aşamada, İtalyan Faşizmine tabi olan Dollfuss'un Ruhban-Faşizmi zafer kazandı; ancak olayların daha da gelişmesi, yine de bir kombinasyon değişikliğini ve Nazilerin ve Pan-Alman Faşizminin olası nihai hakimiyetini getirebilirdi. Bu durumda, Sosyal Demokrat liderlik altındaki işçi sınıfı örgütlerinin ölümcül politikası, bir Faşist grubu diğerine karşı, Dollfuss'u Nazilere karşı "daha az kötü" olarak desteklemek ve böylece her aşamada Faşizmin ilerlemesi ve zaferinin yolunu yumuşatmaktı.
İkincisi, Dollfuss'un faşist diktatörlüğü, Almanya'daki paralel Hindenburg-Hitler sürecinden bile daha açık bir şekilde, Dollfuss yönetimindeki burjuva demokrasisinden doğdu. Dollfuss, Batı Avrupa'da "Faşizme karşı demokrasinin şampiyonu" (yani Alman Nazi tehdidine karşı) olarak alkışlandı ve bu temelde Sosyal Demokrasi tarafından desteklendi ve hoş görüldü, aynı zamanda Faşizme geçiş sürecini de sürdürüyordu. Sonuna, işçilerin ayaklanmasının hemen arifesine kadar, Sosyal Demokrasi, kendi varoluşuna izin verilmesi şartıyla, Dollfuss'un acil bir diktatörlüğünü, parlamenter rejimin askıya alınmasını ve bir tür Korporatif Devlet kurumunu kabul etmeyi ve desteklemeyi teklif ediyordu --Sosyal Faşizm çizgisinin en net, en bilinçli ifadesi. Avusturya Sosyal Demokrasinin "daha az kötü" politikası burada, Almanya'dakinden daha az olmamak üzere kendi kendinin ezici teşhirini gösteriyor.
Üçüncüsü, Avusturya işçi sınıfı, kapitalist dünyada var olan en yüksek düzeyde örgütlenmiş olanıydı. Altı milyonluk bir nüfusta Sosyal Demokrat Parti'nin ücretli üye sayısı altı yüz bin, oy gücü ise bir buçuk milyon, Viyana'daki seçmenlerin yüzde 40'ı tüm ülkede seçmenlerin oranı yani yüzde 70'ti. Organizasyonda bir "bölünme" sorunu yoktu…Faşizmin ilerleyişini ve zaferini, işçi sınıfındaki komünizmin varlığından "bölünme" nedeni ile açıklama girişimi, böylece Avusturya örneğiyle ilk ve son olarak yıkıldı.
Sosyal Demokrasi, işçi sınıfı üzerindeki yegâne tam kontrolüyle övünüyordu ve bu nedenle sonuçtaki tek sorumluluğunu kabul ediyordu. Otto Bauer;
“Avusturya Emek Hareketi'nde bölünme olmadı; Komünistler yalnızca önemsiz bir azınlıktı. Böylesine güçlü bir partinin tamamen parçalanmış olması gerçeği artık doğal olarak tüm ülkelerde Sosyalistlerin dikkatini çekiyor ”
Gerçekte ise, Avusturyalı işçiler bölündüler ve bu nedenle yenildiler; ancak bölünme Sosyal Demokrasi içinde, işçiler ile liderlik arasında ve liderliğin pratikleri sonucunda olmuştur. Sosyal Faşist bir önderliğin varlığıyla işçi sınıfındaki bölünmenin gerçek sorunu, böylece gizlenme olasılığının ötesinde açığa çıkmış oldu.
Dördüncüsü, Avusturya Sosyal Demokrasisi, ülkenin küçüklüğüne rağmen, teorik rolü ve yüksek örgütlenme derecesi ve sözde "pratik sonuçları" açısından, uluslararası Sosyal Demokrasinin ve özellikle de Sol Sosyal Demokrasi lider partisi ve "model partisi" idi. Alman Sosyal Demokrasisi ya da İngilizemekçiliğinin Marksizm’i sanal ya da özel olarak reddetmesi ve kapitalizmi kabullenişinde çok daha göze batan bir şekilde ve yüzsüz olurken, AvusturyaSosyal Demokrat liderliğinin yozlaşması, "Avusturya-Marksizm’i" safsata düşünceleri arkasında perdelendi.
Dahası, Politikaları gereği kapitalizmin güçlenmesine ve Faşizmin ilerlemesine yardımcı olmak için her şeyi yapmış olsalar da, politikaları gereği mücadelenin yenilgisini kesinleştirmiş olsalar da, onu hazırlamada, örgütlemekte ya da yönetmekte başarısız olsalar dave bunu önlemek için her şeyi yapmış olsalar da, yine de, işçiler onlara rağmen mücadeleyi başlattığında, bazılarının katılması ve acı çekmesi, liderlerin çoğu mücadelelerindeki demokratik-pasifistihanetlerinde açıkça “samimi” idiler. Bu samimiyet, Avusturya Sosyal Demokrat liderliğine verilen erdem genellikle "Sosyal Faşizm" suçlamasının çürütülmesi yönünde hesaba katılmaktadır. Gerçekte ise, tam tersine , tam da bu, Sosyal Demokrasinin tüm çizgisinin siyasi ihanetinin gerçek rolünü çok daha açık ve hataya yer bırakmayacak şekilde ortaya seriyor. Siyaset sorunu basit bir öznel "samimiyet" sorunu değildir.
Avusturyalı işçiler, Sosyal Demokrasinin girişimi ve önderliği yoluyla değil, Sosyal Demokrasinin açık talimatına karşı savaştılar. İşçilerin zaferi imkânsız değildir. Avusturya'dan alınan ders, eğer önderlik ve örgütlenme olsaydı, işçi sınıfının tüm güçleri devreye sokulmuş olsaydı, her stratejik noktada bölünme ve kaos olmasaydı, ve eğer doğru zamanda, açık siyasi hedeflerle ve saldırı taktikleriyle mücadeleye başlansaydı işçilerin zafere ne kadar yakın olduğunu gösteriyor. Zafer, ancak Sosyal Demokrasi politikasıyla imkânsız hale getirildi. Zafer Devrimci önderlik altında elde edilebilir ve elde edilecektir.” (2)
Yukardaki Tarihi örneklerde görüldüğü gibi Faşizmin gelişinin tek bir yöntemi, biçimi yoktur ve özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde “Sosyal Demokrasi “ faşizmin gerek önceli ve gerekse süreci içinde Faşizme yardımcı olmuştur.
Yani “sosyal faşizm “ teorisi temelsiz bir teori değildir. ANCAK -Türkiye de olduğu gibi- bu gerçek onun tarihi özgüllüğünden kopartılarak her ülkeye, şarta ve duruma uygun bir reçete şeklinde ezberlenip sloganlaştırılamaz. Değerlendirmeler somut şartlardan ve durumlardan kopuk bir şekilde “genelleştirilerek” her ülkeye uygulanamaz. Ayağı somut gerçeğe basmayan Ezberci yaklaşım Lenin’in de vurguladığı gibi “anlamsız genel teoriye”, ezberciyi de “haine” dönüştürür. ABD, İngiltere, orta Avrupa da ki vb., sosyal demokratlarla, Arabistan, Pakistan, Bengal vb., ülkelerdeki, özü reformist olan Latin Amerika da ki anti-emperyalist, Brezilya gibi kimilerinde anti-faşist nitelikteki sosyal demokratlar -en azından özgül gerçekte -aynı kefe içine koyulamaz. Böylesine sekter bir yaklaşım, bir hamlede dünya devrimi bekleyen Troçkistlerin Peru Venezüella gibi ülkelerdeki gelişmeleri burjuva dilinde karalamasıyla eş değer sonuca ulaşır. Herhangi bir özgüldeki soruya cevap “kimin kime karşı olduğu”, konumuz içeriğinde, faşizme destek verip vermediği, muhalefet olup olmadığı somut gerçeğinde yatar.
Alman Komünist Partisi Lideri Thaelmann makalesinde "Faşizm altında yaşıyoruz!" "Son tahlilde faşizm ve sosyal-faşizm, burjuva diktatörlüğü için iki farklı ton ve aynı temeldir" diyordu. (2)
E.Bauer ise Sağdan, genelde algılanan biçimde sosyal faşizm kavramını o özgülde, gelişmiş kapitalist ülkelerle bağlantılı değil de genele uyguladığından, ve Avusturya, Almanya örneklerine gözlerini kapattığından, Troçki’den ““ Sosyal demokrasinin beslediği faşizm, iktidara ulaşmak için eninde sonunda kafatasını ezmek ister ve eninde sonunda ezmelidir” alıntısını vererek “"sosyal faşizm" formülü sadece ajitasyon için zararlı değil, aynı zamanda siyasi bir tahmin olarak da yanlıştır” diyor ve devam ediyordu;
“Bu nedenle, 5. dünya kongresi kararlarının mezarlarından çıkarılmış olması, ve Stalin'in “faşizmin ılımlı bir kanadı olarak sosyal demokrasi”, “ikizler olarak sosyal demokrasi ve faşizm” gibi teorik çocukluk çağı hastalıklarının ve aynı türden diğer kürtajların mutlak gerçekler olarak vaaz ediliyor olması hiç de tuhaf değildir.” (5)
"Durumun değerlendirilmesi sorunu, Almanya'da gerçekten Faşizmin var olup olmadığısorusu, en büyük stratejik öneme sahip. Eğer kişi bu soru üzerinde olumlubir tutum alırsa, o zaman tamamen farklı bir hareket noktasına, Hitler'in ve aynı zamanda algılanabilir gelecekte Faşist tehlikenin tamamen farklı (ve çarpıtılmış) bir değerlendirmesine gelmek zorundadır.” (5)
“Faşizmin burjuva diktatörlüğünden bu ayrılığı, resmi İşçi Partisi ve Sendikalar Kongresi organı Daily Herald'da 2 Mayıs 1933'te Hitlerizm’in gerçek karakterinin pratikte tam olarak gösterilmesinden sonra, büyük sermayeye karşı bir tür "sosyalist" program yürütmek için hala umutla ona bakmasıyla, en uç noktasına ulaştı.” (2)
Sağların bu tür yaklaşımları üzerine Stalin, "Sağın Sosyal-Demokrat ideolojik çöplerle atmosferi zehirlediği bir" duruma "daha fazla tahammül etmenin ... Komintern'e karşı çıkmak ve Marksizm-Leninizm'in temel taleplerini ihlal etmek“ olacağını vurgulamıştı.
Reformist, oportünist, Sağ-Sol akrabaların genelde hemen her konuda, özelde Faşizm konusunda bir sürü doğruları sıralayarak içine kendi “akrabalık” düşüncelerini serpiştirmeleri, ya da sonuçlandırmaları oldukça yaygın tarihi bir pratik olmuştur. Konumuzla ilgili bunlardan bir diğeri de Faşizmin bir orta sınıf-ya da küçük burjuva - devrimi olduğu sonucuna ulaştıran değerlendirmeler.
Orta sınıf – daha doğrusu orta tabaka - emekçi ve burjuvazi arasında gerek ekonomik ve gerekse siyasi olarak konumlanmış ve ikisi arasında gidip gelen, yalpalayan bir tabakadır. Bu tabaka devrim açısından da, devrimin başarıya ulaşması, ayakta kalabilmesi için çoğunluğunun saflara kazanılması, en azından tarafsızlaştırılması gereken bir siyasi özelliğe sahiptir.Onların bu “özelliği” nasıl ki devrim için geçerli ise, karşı devrim için de geçerlidir. Ancak onların şu veya bu sınıf tarafından saflara kazanılmış olması, ne devrimin ne de karşı devrimin sınıfsal niteliğini belirlemez. Bu aşikâr gerçektir. Bu nedenle, şüphesiz ki Faşizm de “çekiciliğini” orta sınıfa, küçük işletmelere ve meslek sınıflarına, örgütlü işçi sınıfına, tekellere ve büyük mali şirketlere yönlendirir, yapısının büyük bir bölümünü ve özellikle de liderliğini orta sınıftan alır, ve kriz koşulları altında orta sınıfın, küçük burjuvazinin ideolojisine dalmış durumdadır. Buraya kadar, bariz olan gerçeklerle ilgili ortak bir görüş var. Ancak bu aşikâr gerçeği sunanlar, faşizmi aynı zamanda, hem örgütlü işçi sınıfına hem de büyük ölçekli sermayeye karşı,sermayeden veya emekten bağımsız bir "üçüncü parti" olarak,orta sınıfın bağımsız hareketi anlamında bir orta sınıf hareketi olarak sunuyorlar.
Bu nedenle Faşist diktatörlük, hem örgütlü işçi sınıfına hem de daha önceki mali-sermaye egemenliğine karşı orta sınıf tarafından bir "iktidar fethi" olarak sunuluyor. Bu anlayış, liberal ve sosyal demokratların faşizme yaklaşımında yaygın olmuştur.
Tarihine bakarsak, “Emperyalist dönemin başlangıcında, orta sınıf sorunu, on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında ve yirminci yüzyılın ilk yıllarında Bernstein ve Revizyonistler tarafından yeniden keskin bir şekilde ön plana çıkarıldı. Revizyonistler, Marks'ın orta tabakanın artan bir şekilde proleterleşmesi ve bunun sonucunda kapitalizm ile proletarya arasındaki konunun artan keskinliği üzerine öğretisine meydan okudular. Revizyonistler tam tersine orta sınıfın büyüdüğünü savundularve orta sınıfın büyümesini kanıtlamak için gelir getirileri, mülk getirileri ve hissedarlık rakamlarına işaret ettiler. Ve bu temelde, Marks'ın devrimci öğretisini reddettiler, bunun yerine sınıfların (sınıflar arasında)artan uyumunu ve sermayenin demokratikleşmesini gördüler ve kapitalist yeniden örgütlenme, sosyal reform ve Devlet müdahalesi yoluyla sosyalizme doğru kademeli barışçıl ilerlemeye yöneldiler. "
Hiç yorum yok