“Faşizm” Sonucuna ulaşan “Nedenler” üzerine
Konuya direk geçmeden önce revizyonistlerin kucakladıkları, gözden kaçırılan bazı gerçeklere değinmekte yarar var.
Birinci dünya savaşı ve sonrası genel değerlendirmeler kaçınılmaz olarak temel olarak Faşizmin Sınıfsal Özünündeğerlendirilmesine dayanmıştır. Geliş ve geçiş nedenleri üzerine “detaylı” analizler yapılmamıştır. Belki de bu nedenle genelde konuyu anlaşılabilir detaylarına indiren Poulantzas’ın revizyonistler ve Troçkistler tarafından kucaklanan;
1- “Bu (büyük sermayenin ekonomik alanda açıkça yerleşmiş hâkimiyetinden farklı olarak) siyasi hegemonya kayması, ekonomik egemenlik ile siyasi hegemonya arasında basit bir tanımlama yaparak Komintern'in göremediği faşizmin bir işlevidir: "Faşist diktatörlüğün, mali sermaye diktatörlüğünü de sağlayan burjuva demokrasisinden farkı yoktur."
2- "Komintern’ deki hâkim görüşün aksine, faşizmin yükselişi mevcut güçler arasındaki ilişkide belirleyici bir dönüşe karşılık gelir; burjuvazinin saldırgan bir adımına ve saldırgan stratejisine ve işçi sınıfının savunma adımına karşılık gelir. "
3- "Bu siyasi krizi burjuvazinin bir" zayıflığı "olarak tanımlamak, onun işçi sınıfı ile güç ilişkisi hakkında bir şeyler söylemektir ve Komintern'in yorumunda tam olarak yanlış olduğu yer burasıdır" (4)
iddiaları, Marksist Leninist bütünlük içinde ele alındığında, gerçekleri yansıtmayan niteliğe sahiptir.
Her şeyden önce yukarda “Burjuva ve sosyal demokrasi” bağlantılarında da gösterildiği gibi söylenen "Faşist diktatörlüğün, mali sermaye diktatörlüğünü de sağlayan burjuva demokrasisinden farkı yoktur" değil, sınıfsal olarak ikisinin de burjuvazi sistemi olduğu, ama farklı biçimde, farklı yöntemler kullandıklarıdır. Bu genel biçimde açıkça belirtildiği gibi, Lenin in gerek demokratik mücadele, gerekse gericiliğe karşı mücadele konusunda bir sürü yazılarında vurgulanmıştır. Poulantzas bu iddiasına temeli eklektik bir şekilde almakla kalmamış, aynı zamanda Marksist Leninist teorilerin bütünlüğü içinde ele alma pratiğini terk etmiş gibi görünüyor.
Poulantzas ikinci iddiasında benzer bir eklektik yaklaşımı sergiliyor ve aynı zamanda güçler dengesi sorununu tek yanlılaştırıyor, Marksizm’in diyalektiğinden kopuk bir şekilde ele alıyor. Sözü geçen ve o özgül dönemle ilgili olan Komintern değerlendirmeleri, savaşlar nedeniyle devrimci durumun daha belirgin olduğu ve işçi sınıfının güçlü olduğu, kimi yerde ayağa kalktığı bir dönem. Bunun yanında zaten kendisini dar kafalı durumuna düşürmeyen bir Leninist hiçbir zaman SADECE işçi sınıfının güçlü olduğu, devrimin yükseldiği, ya da SADECE işçi sınıfın gücünün zayıf olduğu durumlarda FAŞİZM gelir diye mutlak bir kural getirmez. Gerçekte, Poulantzas’ın iddiasının tam tersine, işçi sınıfının güçlü olduğu, “devrimin yükseldiği” bir özgülde burjuvazinin “savunması” anlamında faşizmin “gelişine” NEDEN olabilir, ama işçi sınıfının “Zayıflığı” faşizmin gelişinin bir NEDENİ olamaz. Bu ancak faşizmin geliş-geçiş biçimini ve sürecini etkileyen bir durum olabilir. Bu durumda işçi sınıfının “Savunma” rolü faşizmden önce değil, faşizme geçiş ve faşizmin baskıları ile ilgili olabilir. Diğerinde “Savunma ve Saldırı” iç-içeliği vardır, yani işçi sınıfı kimi yerde-süreçte “savunma ”da, kimisinde “saldırıda” olabilir.
Poulontaz’ın üçüncü iddiası diğerlerinden daha kötü, büyük ölçüde çarptırılmış bir şekilde ekonomik krizle siyasi krizi birbirini etkileyen, tamamlayan, birbirine bağımlı öğeler görme yerine, tek başına ele alıyor. O dönemde hiçbir Marksist Leninist, Komintern içinde dahil olmak üzere “siyasi krizi burjuvazinin zayıflığı“ olarak ele almamıştır. Ekonomik ve sosyal krizlerin burjuvaziyi “Siyasi kriz“ içine sokacağı ve (o özgülde ve genelinde) sokmuş olması değerlendirmesinin, güçler arası ilişkilerinde “burjuvazinin zayıf” lığı anlamında eşleştirilmesi doğru bir yaklaşım değildir. İşçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki güçler dengesi “tek düze” ve dengeli” bir yapıya sahip değildir. Ekonomik kriz, işçi sınıfının güçlü olduğu bir özgülde burjuvaziyi ona karşı “zayıf” bir konuma sokabilir – zaten Faşizmin yaşama geçirilmesinin nedenlerinden birisi de budur. Ama bu, siyasi krizde “burjuvazinin zayıflığı” ile değil, kapitalizmin içsel olarak çürüyen ve krizlerle dolu olmasının, böylesi durumlarda “siyasi kriz” içine girmesi, yeni sistem biçimleri aramak zorunda kalması - bu nedenle ve ancak bu anlamda” zayıflığından” bahsedilebilir. Zaten Stalin’in Parti Kongresinde vurguladığı Poulantaz’ın tek düze yaklaşımını ve Komintern’e karşı iddiasını çürütüyor ;
“… Almanya'da faşizmin zaferi, yalnızca işçi sınıfının zayıflığının bir belirtisi ve faşizmin yolunu açan Sosyal-Demokrasinin işçi sınıfına ihanetinin bir sonucu olarakgörülmemelidir; burjuvazinin artık eski parlamentarizm ve burjuva demokrasisi yöntemleriyle yönetemeyeceğinin ve sonuç olarak kendi iç politikasında terörist yönetim yöntemlerine başvurmaya zorlandığının bir işareti olarak burjuvazinin zayıflığının bir işareti olarak da görülmelidir- barışçıl bir dış politika temelinde artık mevcut durumdan bir çıkış yolu bulamadığının ve sonuç olarak bir savaş politikasına başvurmak zorunda kaldığının bir işareti olarak. " (10) Stalin,
Sınıfsal Güçler arasındaki dengelerde değişim
Poulantzas’ın bütünlük içinde algıladığım (yanlış algılamış olabilirim) özellikle birinci iddiası – “Faşizm ve Sosyal Demokrasi aynıdır” değerlendirmesinin eleştirisi- temelinde onun sanki Marksist Leninistlerin devlet kurumuna sahip olan hâkim sınıfların tek düze ve kendi aralarında hiç çelişkileri olmayan, çıkar savaşları olarak yekpare bir bütün olarak gördüğünü sanması, ya da inanıyor olması.
Nasıl ki Marksist Leninistler uluslararası tekelci sermayeyi - yani emperyalizmi - kendi aralarında, rekabet ve çıkar çatışmaları olmayan tek bir bütün olarak görmüyorlarsa, özgülde herhangi bir ülkede de hâkim sınıfların aralarında rekabet ve çıkar çatışması olmayan tek bir bütün olduğunu iddia etmezler. Onları bir araya getiren işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesidir.
Özellikle ekonominin dengesiz gelişmesi yasasından hareket edersek farklı ülkelerde farklı derecelerde YENİ tekelci şirketlerin ve sermayenin oluşması kaçınılmaz bir olgudur. Herhangi bir ülke özgülünde olan bu değişim sadece içte yeni rekabet ve çıkar çatışmalarınındoğmasına neden olmakla kalmayacak, sermaye ihracı zorunluluğu nedeniyle, dışta da rekabet ve çıkar çatışmalarına neden olacaktır.
Türkiye’deki gelişmeler bunun en somut örneğidir.
Bu konuyu önce genelde sonra Türkiye özelinde ilgili başlıklarla irdeleyelim.
Dengesiz Ekonomik Gelişme – tekelci sermaye ve sermaye birikimi
“Dengesiz ekonomik ve politik gelişme, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır.” Lenin
"Emperyalizm döneminde dengesiz gelişme yasası, bazı ülkelerin diğerlerine göre aralıklı- süreksiz gelişimi anlamına gelir.” (10) Stalin
“Farklı ülkelerdeki kapitalist gelişmenin dengesiz olduğu kesinlikle tartışılmaz bir gerçektir. Ancak bu dengesizliğin “kendisi “ de son derece dengesizdir. İngiltere, Avusturya, Almanya veya Fransa'nın kapitalist seviyesi ile aynı değildir, ayni dengede gelişmez. Aynı şekilde, bu seviyede gelişmemiş olan ülkelerde “kapitalizmin” gelişmesi, Kapitalist üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin egemen olduğu ulusal ekonomilerin her dalında kapsamlı bir değişime uğrar. Lenin’in de vurguladığı gibi, “bu dönüşüm süreci, kapitalizmin doğası gereği, dengesiz ve orantısız birçok şeyin ortasında gerçekleşir: refah dönemleri kriz dönemleriyle dönüşümlü olarak değişir, bir endüstrinin gelişimi diğerinin düşüşüne neden olur, bir alanda tarımın bir yönüyle ve başka bir alanda diğer bir yönüyle ilerleme vardır, ticaretin ve sanayinin büyümesi, tarımın büyümesini geride bırakır vb.…
Devlet aygıtı, ülkenin yönetici sınıflarının elinde her zaman bir araç olarak hizmet etmiş, iç pazarda rekabeti düzenlemeve “uyumlama“ sağlamış, ve dünya pazarında her zaman onların "savunucusu ve koruyucusu" olarak hareket etmiştir. Ancak devlet, hiçbir zaman mali sermaye ve emperyalist siyaset çağında sahip olduğu kadar muazzam bir öneme sahip olmamıştır. “(1)
Devlet kapitalist tröstlerinin oluşmasıyla, rekabet neredeyse tamamen yabancı ülkelere kaymaktadır; açıktır ki, bu başta devlet iktidarı olmak üzere, yurtdışında yürütülecek mücadele organlarının da muazzam bir şekilde büyümesini, güçlenmesini gerektirir.
Yeni ekonomik ve sosyal güçler, hem ülke içinde hem de sınırları dışında güçlü bir korumaya ihtiyaç duymaktadır; bu amaçla devlet yeni organlar, çok sayıda memur ve kurum oluşturur. Devlet faaliyetleri her yerde yeni işlevlerle genişletilir. İç hayatın gerçekleri ve dış ilişkiler üzerindeki etkisi daha çok yönlü hale gelir.
Devlet gücü genel olarak önem kazanıyorsa, askeri örgütünün, ordunun ve donanmanın büyümesi özellikle dikkat çekicidir. Devlet kapitalist tröstler arasındaki mücadeleye, öncelikle askeri güçleri arasındaki ilişki karar verir, çünkü ülkenin askeri gücü, mücadele eden "ulusal" (siz bunu ülke sınırları içine tıkanmış olarak algılayın) kapitalist grupların son çaresidir. Son derece büyüyen devlet bütçesi, militarizasyonun üstü kapalı olarak ifade edildiği gibi, "savunma amaçlarına" giderek daha büyük bir pay ayırır.
Askeri teknikteki her gelişme, askeri mekanizmanın yeniden düzenlenmesini ve yeniden yapılandırılmasını gerektirir; her yenilik, bir devletin askeri gücünün her genişlemesi diğerlerini harekete geçirir.
Kapitalist toplum, savaşsız düşünülemez olduğu için silahsız düşünülemez. Bu anlamda militarizm,finans kapitalin kendisinden daha az tipik bir tarihsel olgu değildir.
Emperyalizme eğilim, ekonomik olguyu büyük bir siyasi güçle birleştirir.
Devlet gücünün öneminin artmasıyla iç yapısı da değişir. Devlet her zamankinden daha fazla bir "yönetici sınıfların yürütme komitesi" haline gelir. Devlet iktidarının her zaman "üst tabakaların" çıkarlarını yansıttığı doğrudur, ancak üst tabakanın kendisi de aşağı yukarı şekilsiz bir kitle olduğu için, örgütlü devlet aygıtı, çıkarlarını bünyesinde barındıran örgütlenmemiş bir sınıfla (veya sınıflarla) karşı karşıya kalır. Devlet aygıtı yalnızca genel olarak yönetici sınıfların çıkarlarını değil, aynı zamanda onların kolektif olarak ifade edilen iradelerini de bünyesinde barındırır. Artık egemen sınıfların tek tek üyeleriyle değil, onların örgütleriyle karşı karşıyadır. Böylece hükümet, fiilen, girişimci örgütlerinin temsilcileri tarafından seçilen bir "komite" ye dönüşürve devlet kapitalist tröstünün en yüksek yol gösterici gücü olur. Parlamentarizm de krizlerin ana nedenlerinden birisi budur. Eskiden parlamento, yönetici grupların çeşitli fraksiyonları (burjuvazi ve toprak sahipleri, kendi aralarında burjuvazinin çeşitli katmanları vb.) arasında bir mücadele alanı olarak hizmet ediyordu. Finans kapital, neredeyse tüm çeşitlerini, birçok merkezi organizasyonda birleşmiş tek bir "katı gerici kitle" halinde yoğunlaştırır. Her zaman bir devlet diktatörlüğüne ihtiyaç duyan modern emperyalizmde "demokratik" ve "liberal" duyguların yerini faşist eğilimler alır. Bu, mali sermayenin büyümesinin neden olduğu tamamen yeni bir Sosyo-politik oluşumdur.
“Kapitalist gelişmenin en önemli iki süreci, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesidir; genellikle birbirine karıştırılan bu iki süreç açıkça ayırt edilmelidirler. Marks “Her bir sermaye, daha büyük veya daha küçük bir işçi ordusuna komuta veren, üretim araçlarının daha büyük veya daha küçük bir yoğunlaşmasıdır. Her birikim, yeni birikimin aracı olur. Sermaye olarak işlev gören zenginlik kütlesi arttıkça, büyük ölçekli üretimin ve kapitalist üretimin özgül yöntemlerinin temelinin genişlemesiyle birlikte, bireysel kapitalistlerin elinde bu servetin artan bir yoğunlaşması devam eder. Sosyal sermayenin büyümesi, birçok bireysel sermayenin büyümesinden etkilenir“diyor;
Yoğunlaşma ile, o sermaye tarafından üretilen artı değerin kapitalizasyonundan kaynaklanan sermaye artışını anlıyoruz. Merkezileştirme altında, çeşitli bireysel sermaye birimlerinin bir araya gelmesini ve böylece yeni ve daha büyük bir birim oluşturduğunu anlıyoruz.
Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi çeşitli gelişim aşamalarından geçer. Büyük bir sermaye odaklanması, küçük ölçekli işletmelerin büyük ölçekli işletmeler tarafından emilmesini hızlandırır; buna ters olarak, merkezileştirme,bireysel sermaye birimlerinin artmasına yardımcı olur ve böylece yoğunlaşma sürecini hızlandırır.
Merkezileşme süreci, küçük kapitalistlerin büyükler tarafından emilmesinden, büyük ölçekli, bireysel olarak sahip olunan işletmelerin büyümesinden oluşuyordu. Büyük ölçekli işletmelerin büyümesiyle birlikte kapsamlı rekabet karakteri (belirli bölgesel sınırlar içinde) gittikçe azaldı; merkezileşmenin artmasıyla rakiplerin sayısı azaldı.
Bir ülkeden sermaye ihracı, o ülkede aşırı sermaye üretimini, aşırı sermaye birikimini gerektirir. Sermaye, özel şahıslar veya sanayi ve bankacılık şirketleri tarafından ihraç edildiğinde, bu yine ülkeden mal ihracatını arttırır, çünkü bu şekilde yurtdışında yaratılan işletmeler, kendi başlarına belirli bir talebi temsil eder ve ayrıca, faaliyetleriyle, çoğunlukla onlara bağımlı olan piyasayı genişletir.
Sermaye ihracatı, büyük güçler arasındaki ilişkileri alışılmadık şekilde keskinleştirir. Zaten sermayeye yatırım yapma fırsatları için mücadele, yani tavizler için mücadele, vb., her zaman askeri baskı ile pekiştiriliyor. Büyük güçlerin finansörlerinin manipülasyonlarına maruz kalan bir hükümet veya "ülke", normalde askerî açıdan en güçlü görünen partiye teslim olur.
Askeri gücün baskısı tavizler ve çeşitli ayrıcalıklar getirirse, sermayenin yurtdışında daha fazla işleyişi de özel "koruma" gerektirir. Eskiden ağırlık merkezi, ihracatçıların yalnızca mallarını, yani döner sermayelerini riske attığı meta ihracatındaydı. Şimdi durum tamamen farklı. "Yabancı" bir ülkede sahip olduğumuz şey, devasa inşaatlara yatırılan, özellikle sabit sermayenin büyük meblağlarıdır: binlerce mil boyunca uzanan demiryolları, çok maliyetli elektrik santralleri, büyük tarlalar vb., vb. İhracat- yatırımlar kapitalistleri o ülkelerdeki maddi servetlerini "korumak" sorununu getiriyor.“ (1)
Hiç yorum yok