Faşizm Nedir - Sonuç
Sonuç olarak faşizmin tarihini ve özgüllerdeki değerlendirmelerini göz önünde bulundurursak;
her şeyden önce Faşizm “sınıflar üstü” bir iktidar biçimi değildir.Faşizm ne “küçük burjuvazinin”, ne de (KB den farklı olarak ) “orta!! burjuvazinin” bir sistemidir. Faşizm herhangi bir özgülde ekonomik-siyasi krizle karşı karşıya kalan ve bu krizi var olan siyasi iktidar biçimi ve egemen ideoloji ile kendi özgül amaç ve çıkarları doğrultusunda çözüme ulaştıramayacak olan sermayenin en gerici kesiminin yaşama uyguladığı “yeni” bir ideolojinin egemenliğinin sağlanmasını gerektiren “yeni” bir sistem biçimidir.
Birkaç kelimede özetlersek;
Herhangi bir özgüldeki ekonomik- siyasi bunalım Faşizm değerlendirmesinin temelini oluşturur.
Bunun dışında kalan “güçler dengesi”, “egemen kültür bunalımı” Faşizmin geliş BİÇİMİ (askeri, yarı askeri, sivil) ve geliş SÜRECİ ile ilgili etkenlerdir.
“Güçler dengesi”, “egemen kültür bunalımı”, aynı zamanda “parlamentonun varlığı ya da yokluğu”, “Muhalefetin varlığı ya da yokluğu”, “muhalefete karşı tutumları”, “baskıların “ derece ve biçimleri gibi Faşizmin toplumsal yaşama YANSIMALARI ile ilgili etkenlerdir.
Yani geliş biçimi, süreci ve yansımalar Faşizmin varlığı ya yokluğu konusunda temel alınacak değerlendirmeler değildir.
Nasıl ki uluslararası tekelci sermaye kendi aralarında rekabet ve çıkar çatışmaları olmayan yekpare - tek bir bütün grup değilse, verili herhangi bir ülkede de hâkim sınıflar aralarında rekabet ve çıkar çatışması olmayan yekpare- tek bir bütün grup değildir. Onları bir araya getiren işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi olgusudur.
Herhangi bir özgülde hâkim sermaye grubu içinde var olan ya da yeni oluşan (bir ülke sınırları içine kapanmış anlamda) “ulusal” sermaye gerek ülke içinde ve gerekse birikmiş sermayesinin uluslararasına ihracı ve bu yatırımların korunması amacında var olan “komprador” ya da zaten “ uluslararası sermaye” konumuna ulaşmış sermaye grupları arasında çelişkiler keskinleşir. Faşizm bu yeni ya da artık “ülke sınırları içinde” sıkıştırılamayacak güce ulaşan “Ulusal” sermaye grubunun iktidarda önderliği ele geçirmesinin sınıfsal bir yansımasıdır. Bu sistemin hakimiyetinin “tek”li olduğu anlamında ele alınmamalıdır, nasıl ki burjuva demokrasisindeiktidar, sermaye gruplarının bir kesiminin diğerleri üzerine önderliğini kabul ettirdiği ortak bir niteliğe sahipse, faşizm de de, farklı bir grubun önderliğinde “ortak” yapıya sahiptirler. Bu nedenle Faşizmin başlangıç ve birincil görevi bu hâkim sınıflar içindeki çelişkileri “uyumlaştırma” yönünde tedbirler almak olmuştur. Bu İtalya’da da, Almanya’da datarihi olarak kanıtlanmıştır.
Nazi Almanya’sının başlangıç dönemine geri dönüp baktığımızda, (genel batı değerlendirmesi olan, sermayenin bütün gücünün tek bir Partide-onun zoruyla- odaklanmasının tersine) Nazi rejimi "tekçi" bir özelliğe değil, birbirleriyle çıkar çatışması içinde olan tekelci-sermaye , ulusal sermaye ve toprak sahiplerinin uzlaştırıcı ve uyum içine getirme -çoklu sermaye-rejimi olduğunu görürüz.
1929 a kadar gözlem içinde bulunan ve aktif destekçi olmayan tekelci sermaye, Haziran 1933 de diğer burjuva partilerin dağıtılmasıyla, aktif ve "kontrol eden" rol almaya başladı. İşçi haklarına saldırının yaygınlaştığı bu dönemde, Alman Sanayi Federasyonu’nun da hükümeti desteklemesiyle, sermaye arasındaki "uyum ve uzlaştırma " görevi Nazi partisinde odaklaşmış oldu.
Alman tekelci sermayenin içindeki karşılıklı gruplar ve çelişkiler, işçi sınıfı hareketlerinin bastırılması ve emperyalist yayılma ortak amaçta birleşmesine rağmen politika ve stratejide farklılıklar gösteriyordu. Nazi SS ler hükümetle tekellerin arasında kooperasyonun aktif oyuncuları haline geldiler. Nazi SS lerin gelecek dünya imparatorluğunda kalıcı bir yapıya ve etkenliğe sahip olacağı umut ediliyordu ve Hitler başaramazsaona alternatif seçilecek olan hükümette önemli rol oynayacağı bekleniyordu.
Benzer şekilde İtalyada Toprak ağaları ve küçük sanayi şirketleri hâkim “grupların” desteğini alan Mussolini’ye, Büyük sanayi ve büyük sermaye grupları, desteğini sınırlı tutuyordu, ve Roma ya Yürüyüşe kadar desteğini gözlerden uzak ve sınırlı tuttu. "Pragmatik "Mussolini, büyük sanayi ve sermayenin desteğini alma stratejisini yaşama geçirmeye bu dönemde başladı.
Roma ya Yürüyüşten" bir ay önce Eylül 1922 de Mussolini, bu hedefte, şunları söylemişti.
"Demiryolu Devletine, Posta Devletine, Sigorta Devletine bir son vermeliyiz. Bütün İtalyan vergi mükelleflerinin parasını çarçur eden ve İtalyan Devletini mali olarak kötüleştiren "devlete" bir son vermeliyiz. “ (14)
Mussoli’nin, bu konuşmasından bir ay sonra, Ekim 1922 iktidara gelmesi, Mussoli’nin diğer hâkim sınıfları, onlara daha iyi servis vereceği yönünde ikna etmesinin bir ilk yansıması olarak, "koalisyon" la gerçekleşti, ve 1925 e kadar koalisyon faşizmi olarak devam etti.
Yani faşizmin, sınıfsal anlamıyla Komintern ve Dimitrov tarafından net bir şekilde “ sermayenin en gerici kesiminin iktidarıdır” olarak tanımlanması günümüzde de doğruluğunu kanıtlayan bir tanımlamadır.
Faşizmin geliş biçimleri ya da pratiğe yansımaları, faşizmin var ya da yok oluşunda belirleyici olamaz, çünkü faşizmin geliş biçimleri özelde ülkelerin kendi ekonomik ve siyasi durumlarına ve genelde dünyadaki şartlara ve durumlara bağımlı olarak farklılıklar gösterir. Güçler dengesine bağımlı olarak geliş sürecindeki “biçimler”, onun güçlenme döneminde kaçınılmaz olarak yaratacağı muhalefet ile kendisi arasındaki “güçler dengesinde” ki değişimlere bağımlı olarak farklı “biçimlerde” yansıyacaktır. Yani sınıfsal yapısından ve nedenlerinden kopuk, geliş biçim ve pratik yansımalarına bakarak faşizmin varlığı ya da yokluğu konusunda yapılacak değerlendirmeler, objektif olmaması bir yana, Marksist Leninist değerlendirmeler olamaz.
Türkiye’de faşizmde örnekleme yapacağım gibi, Marksist Leninistler kendilerini “Askeri darbe oldu o zaman faşizm var”, “askeri darbe olmadı o zaman faşizm yok”, ya da “ parlamento hala var o zaman faşizm yok” vs., gibi dar kafalı anlayış seviyesine indirgemezler. Geliş biçimleri ve süreçleri tamamen “güçler dengesine” ve egemen ideolojide bir bunalım olup olmadığına-olmayacağına bağımlıdır. İstisnalar hariç askeri darbe gelişen işçi sınıfı mücadelesinin varlığına ve o andaki güçler dengesine tekabül eder. Kimisinde kısa zamanda askeri darbeyle, kimisinde süreç içinde sivil darbeyle yaşama uygulanabilir, ve unutulmaması gereken gerçek, her askeri darbe “faşist” darbe değildir.
Faşizmin Yıkılmasının Kaçınılmazlığı
Nasıl ki Faşizmin gelişini oluşturan kaçınılmaz koşullar varsa, Faşizmin yıkılışını da kaçınılmaz kılan koşullar vardır. Eminim ki “faşizm seçimler ve parlamento yoluyla yıkılmaz” dedikten sonraki bu söyleme Marksizm’in diyalektiğini somut durumlara ve gelişmelere uygulama niteliğinden yoksun olanlar tarafından “bu ne lahana bu ne perhiz” denilecek ve gülüp geçilecektir.
Sermaye içindeki bir fraksiyonun önderliğini diğer gruplara dayatması olan Faşizm iki çelişkiyi beraberinde getirir. Birisi sermayenin kendi içindeki çelişki, diğeri sadece emekçi kitlelerle değil, giderek her katmandan en geniş kitleleri de içine alan “yönetenler ve yönetilenler” arası çelişki.
Özellikle Türkiye’de var olan “devlet-hükümet” eşleştirmesi, bu yanlış algılama bir bürokratik kurum olarak hükümetinkendi başına bir “değer” yaratmadığını, sadece yaratılan “ değerin” “üretim” sürecindeki ve devamındaki koordinasyonunu, dağıtımını ve tüketimini kontrol ettiği gerçeğini göz ardı eder. Yani hükümet üretim ilişkilerinde“yasaların” hazırlanması ve hayata geçirilmesi ile sorumlu, devletin bir kurumudur.
Bu anlamda hükümet, yani bürokrasi hâkim sınıf değil, hâkim sınıflara hizmet eden siyasi bir yapıdır. Bu anlamda, Türkiye özelinde Erdoğan ve AKP sınıflar üstü, sermayeden -hâkim sınıflardan bağımsız , onların üstünde , kendi başına- kendisi için siyasi bir yapı değildir. Onu destekleyen ve liderliği eline geçirmiş sermaye grubunun “hükümetidir”. Sermaye bloğu içinde uyum sağlandığı, bütün blok yağmadan aslan payları aldığı, emekçi kitlelerin mücadeleleri bastırıldığı sürece faşizm bloktan desteğini alır.
Faşizmin tarihi örneklerine bakarsak onun yıkılmasını kaçınılmaz kılan iki örnek görebiliriz. Birincisi yine faşizmin dizginsiz sömürüsü ve acımasız baskıları nedeniyle kaçınılmaz olarak emekçi halkların ve etkilenen diğer katmanların giderek güçlenenmuhalefeti, ikincisi bu “muhalefet” gelişmelerinden – yani içteki gelişmeler – ve “ulusal” – ulus içine tıkanmış burjuvazinin uluslararası tecrübesizliği, vurdumduymazlığı ve stratejik ortaklıklardaki doğal kaypaklığı – yani dış politikadaki gelişmeler- nedeniyle endişeye kapılan sermayenin diğer grupları ile arasındaki çelişkilerin derinleşmesi.
Bu gelişmeler – özellikle yükselen emekçi kitlelerin muhalefeti- karşısında varlığını sağlama almak isteyen sermaye grup ya da grupları içte olası bir devrimi ya da en azından olası bir halk hükümeti oluşumunu engellemek, dışta kendi çıkarlarına ters düşen uluslararası stratejik ortaklıkları engellemek için harekete geçecektir.
Tarihi örnekler de göstermiştir ki, yükselen devrimci dalga karşısında sermaye arası, derinleşen çıkar çatışmalarıuzun yıllar süren çatışmalar olmamıştır. Bir şekilde bir grup ya da grupların, "önderliği” ele geçirmek için harekete geçmesi, emekçi muhalefet hareketinin devrime dönüşmeden durdurulması, burjuva demokrasisine geri dönüşü noktalayan reformlarla frenlenmesi kaçınılmaz bir sonuçtur.
İşte bu gerçekte ve bu noktada devrimci önderlikler altında bir halk cephesinin oluşturulması, “sorun sokakta çözülmez gibi “reformist söylemlerden” kaçınılması emekçi halkın faşizme karşı mücadelesinin “sermayenin diğer bir grubu” önderliği altına kaymasını, ve birkaç reformla durdurulmasını engelleme anlamında hayati önem taşımaktadır.
Hiç yorum yok