Header Ads

Header ADS

NE VERDİK DE NE İSTİYORUZ? İŞÇİ SINIFA KARŞI DEVRİMCİ SORUMLULUK

17 Ağustos 2022

Okçuoğlu
Pandemi başlangıcında bu yana “sol” olarak görülen veya kendini öyle tanımlayan irili-ufaklı yapıların yazılarını, açıklamalarını “kendilerini sınıf mücadelesinin neresinde görüyorlar” sorusuna nasıl cevap veriyorlar açısından değerlendirmek için arşivledim. Aslında bu konuda bir anket yapılsa “sol”un sınıf mücadelesine bakışındaki 
hal-i pürmelali çok daha iyi anlaşılır.

Marksizm-Leninizm’de (Şimdi o da 20. yüzyıla ait oldu, yani “dinozor” bir düşünce oldu veya öyle sayılıyor), sınıf mücadelesinde hiçbir koşul altında yeri olmayacak olan anlayışlarla da karşılaşabiliyorsunuz. İşçi sınıfını sorgulamaya yönelik, sınıfı eleştirmek için bahane arayan anlayışlarla karşılaşıyorsunuz. Sınıfı neden sessiz kalıyorsun, diye sorguluyor üstelik.

Bu türden bir sorgulama, işçi sınıfını zan altında bırakan bu anlayış, biçare küçük burjuva düşünce tarzının bir yansımasıdır. Sınıfa o kadar yabancı ki, onun sessiz kalmadığını, elinden geleni yaptığını, yapıyor olduğunu göremiyor. Bugünün koşullarında işçi sınıfının elinden gelen sokağa çıkmaktır, daha ötesi değil. İşçi sınıfı da bunu yapıyor zaten. Kendiliğinden ulaşabildiği en devrimci deneyim bu.

Kim bilir, belki de neden benim önderliğimde sokağa çıkmıyor denmek isteniyordur!

Daha ötesi değil” ne anlama geliyor. İşçi sınıfı kendiliğinden demokrasi ve özgürlük bilincine varamaz. İşçi sınıfına bu bilinci vermek, yani “daha ötesi” genel anlamda “sol” un değil, komünist partisinin görevidir. Her bir “sol” yapının kendini en komünist, en devrimci görmesi, hepsinin birer komünist partisi olmadığı gerçekliğini değiştirmez. Diyelim ki, bunların her biri birer komünist partisi olsun. O zaman soru şu: İşçi sınıfını örgütledin de (biraz abarttım herhalde), örgütlemeye çalıştın da arkandan gelmedi mi? Örgütlenmek istemiyorum mu dedi? Sömürülmekten, açlıktan, yoksulluktan, baskı görmekten memnunum mu dedi? Özgürüm, özgürlük istemiyorum mu dedi?

Laf aramızda “Eğri oturup doğru konuşalım”. Arkamızdan gelmesi, bir çağrı yaptığımızda sokağa dökülmesi için işçi sınıfına ne verdik? İşçi sınıfına sınıf bilinci taşıma iddiasında olanlar bu sınıfa sınıf bilinci adına ne taşıdılar veya taşıyorlar? Bu soruyu kendimize hiç sorduk mu? Şüphesiz ki, mutlaka soranlar vardır. Bu soruyu kendine soranlara bir örnek olarak Troçkistleri verebiliriz. Troçkizmi nasıl değerlendirdiğimden bağımsız olarak bu soruyu kendilerine sormak ve cevabını vermek bağlamında Troçkistlerden daha tutarlı bir yapılanma görmedim. Çok ilkeliler, Nuh deyip peygamber demeyecek kadar tutarlılar. Bütün mesleki icraatları Marksizm-Leninizm’e, Stalin’e, SSCB’de sosyalizmin inşasına karşı dinmez bir düşmanlıkla saldırıdır. Troçkistlerin sınıf mücadelesinden anladıkları budur.

Bu bir uç noktadır, onlar zaten “sol” da değiller diyebilirsiniz. Doğrudur. Peki başka yapıların, kesinlikle “sol” çerçevede görülen yapıların siyasi “hal ve gidişi” çok mu farklı?

Reformist, sosyal-şövenist yapılanmalar, bir örnek verecek olursak, Erdoğan’ın nasıl gideceğine kafa yoranlardır. Burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmış, düzeni değiştirme değil, reforme etme derdinde olanlardır.

Birkaç yıl önce ekonomik kriz patlak verir Erdoğan gider, dendi. Buna bel bağlandı. Kriz patlak verdi ama Erdoğan gitmedi.

Burjuva muhalefet, Erdoğan’ı seçimle alt edeceğine inanıyor. Burjuva muhalefetin bu inancı, “sol” da Erdoğan’dan kurtulmak için bir umuda dönüşmüş.

Dış güçler” in baskısına daha fazla dayanmaz, işgal ve nüfuz alanlarından çekilir ve gider, dendi. Ama bu da olmadı. Erdoğan’ın gitmesini isteyen Batı, Ukrayna-Rusya savaşından dolayı şimdi onunla zoraki de olsa iyi geçinmeye çalışıyor.

Reformistler ve sosyal-şovenistler hiçbir zaman bir devrim programına sahip olmamışlardır. Mutlaka bir programları vardır. Ancak, bütün hesapları, işçi sınıfının devrimini, düzenin yıkılmasını ve sosyalizmi lafızda kullanarak, mevcut burjuva düzeni reforme etmekten ibarettir. Sınıfla olan mevcut bağlarını da bu amaçlarına ulaşmak için kullanıyorlar.

İster ekonomik krizden dolayı, isterse de seçimlerle Erdoğan’ın gitmesi mutlaka iyidir. Ancak sorun, ekonomik krizi de, seçimleri de sınıf mücadelesi perspektifiyle ele alıp almadığımıza bağlıdır. Burjuva muhalefetin sorunu nasıl ele aldığı belli. Reformistlerin ve sosyal-şovenistlerin soruna nasıl yaklaştıkları belli. Peki, devrimcilerin ve komünistlerin onlardan farkı ne?

Bu konuda işçi sınıfına ne anlatıyorsun da senin arkandan gelmiyor?

Hep kazanıyoruz, ama yine de bizden yalnızı yok. “Sol” basına bir bakın. İşçi sınıfı ve emekçilerin protestoları yükseldiğinde o grevi de bu grevi de kazanan biz oluyoruz. Hele hele 1 Mayıs’ları hep kazanmışızdır. Sınıf hareketlendiği zaman, onu hatırlamakta gecikmiyoruz. Ancak, bu yönlü yazılanlarla gerçeklik arasında kapanması mümkün olmayan bir uçurum var. Gerçeklik bir tarafta, bizim hayal dünyamız da öbür tarafta duruyor.

Peki, neden böyle oluyor? Kendimize sormamız gereken soru bu. Ama sormuyoruz, sorar gibi yapıyoruz ve nedenlerini başka yerlerde arıyoruz. Nasıl mı?

Sınıf diyerek sınıftan kopuluyor. Bunun maddi nedenleri var. Her renkten burjuva ideolojiden etkilenme toplamda tasfiyeciliktir. Sıralamak isterseniz bunun adı ideolojik tasfiyeciliktir, örgütsel tasfiyeciliktir, teoride tasfiyeciliktir. Türkiye devrimci hareketinde bu tasfiyeciliklerin hepsini bir arada bulursunuz.

Birkaç örnek: Post-Modernizm veya Post-Marksizm sınıfı yok sayar, kimlikler için mücadeleyi esas alır. Tasfiyecilik ise kimlikler için mücadeleyi sınıfın mücadelesinin yerine koyar. Sınıf mücadelesi değil, kimlikler için mücadele tasfiyeciliğin, Post-Marksizm’in olmazsa olmazıdır. Bu nedenle tasfiyecilerin, Post-Marksizm’in işi gücü toplumda farklılık, kimlik bulup çıkartmak ve onun mücadelesini sahiplenmektir. Post-Marksizm’in önde gelen ideoloğu Ch. Mouffe bu işin üstadıydı.

Başka bir örnek: 1991’de SSCB, revizyonist blok dağılmıştır. Neoliberalizmin ve Post-Marksizm’in etkisiyle de sadece sınıftan değil, ideolojiden; Marksizm’den, Marksizm-Leninizm’den kaçış tarif edilemez boyutlara varmıştı. Bunun tek bir istisnası, 1994’te, akıma karşı yüzülerek MLKP’nin (Marksist Leninist Komünist Parti) kurulmasıdır. Bu, aynı zamanda uluslararası alanda bir istisnadır.

Her alandaki tasfiyecilik kısa zamanda etkisini gösterir. Ayakta kalan örgütlerde geçmişle hesaplaşma adına Marksizm-Leninizm’le, SSCB’yle, bu ülkede sosyalizmin inşasıyla, Leninist örgütlenmeyle, sınıf olarak proletaryanın varlığı ve sınıf mücadelesindeki rolüyle; uluslararası komünist hareketin tarihiyle, komünist partinin ideolojisiyle hesaplaşma başlar. Bu hesaplaşma hala sürmektedir, sürecektir de.

Tasfiyecilik türlerini (ideolojik, örgütsel, teorik) topladığınız zaman karşımıza ne çıkıyor? İnançsızlık çıkıyor. “Yeni” adına kendini, varlık nedenini reddetmek çıkıyor. Birkaç örnek:

Tarihsel yenilginin sorumlusunu kendi dışında aramak. ‘Ben her şeyi doğru olarak yaptım, ama sınıftan koptum. O halde bunun sorumlusu Leninist parti örgütlenmesidir.’ Bu “yanlış”tan kurtulmak isteyenler sınıf örgütlenmesinden herkesi örgütlemeye geçenlerdir. Komünist partinin bir sınıf partisi olduğunu reddedenlerdir.

Eğri oturup doğru konuşalım: Leninist parti ilkeleri mi seni sınıftan uzaklaştırdı, yoksa sınıfla hiçbir zaman bağın olmadığı halde zevahiri (kendini) kurtarmak için sorumlu ben değilim, Lenin’dir mi, diyorsun?

Şu “fani dünya”da esasen iki, en genel anlamda 2,5 ideoloji var. Burjuva ideoloji, proleter ideoloji. O yarım ideoloji de küçük burjuva ideolojidir. Demek ki, her sınıfın bir ideolojisi var. Sınıfı, bilinçli sınıf yapan da kendi ideolojisinin farkında olması, o ideolojiye göre örgütlenmesidir. Lenin’in kabahatı, işçi sınıfını nasıl sınıf bilinçli yaparsının, ona sınıf bilincini nasıl götürebilirsinin, götüremezsen onu sınıf bilinçli olarak örgütleyemezsinin yolunu göstermek mi oluyor?

Yapmasına devrim yapacağız da, devrim yapmaktan, örgütlemekten, muzaffer olmaktan korkar hale geldik! Resmen çekiniyoruz. Hangi ideolojiye göre devrim yapacağız, sadece Marks ve Engels ile mi yol alacağız, yoksa buna Lenin’i de katacak mıyız? İşin içine Lenin’i katınca Stalin’i nereye koyacağız? Sıra sosyalizme gelince iş daha da karışıyor. Marks ve Engels’in anlattıkları, teorik olarak çerçevesini çizdikleri, bir parça da olsa Komün ile pratileştirdikleri sosyalizmi mi kuracağız yoksa Ekim Devrimi sonrasında kurulan SSCB’deki sosyalizmi mi takip edeceğiz?

Bu kafa karışıklığı yetmiyormuş gibi şimdi bir de “20. yüzyıl sosyalizmi”, “21. yüzyıl sosyalizmi” çıkardı burjuvazinin ideologları ortaya. Bütün dünyada “sol” da sanki böyle bir mucizeyi bekliyordu, “mal bulmuş mağribi gibi” bu müthiş buluşu hemen sahiplendi ve ikiye ayrıldı. ’’İleriye bakmak lazım, koşullar değişti’’, “20. yüzyıl sosyalizmi” tarih oldu vs.’’

20. yüzyıl sosyalizmini tarih yapmakla neyi tarih yapıyoruz?

-20. yüzyılda genel anlamda sınıf mücadelesinin kazanımlarını,

-Ekim Devrimini,

-SSCB’yi,

-Sosyalizmin inşasını,

-Leninist parti örgütlenmesini,

-İşçi sınıfının tarihsel rolünü,

-Marksizm-Leninizm’i ve

Nihayetinde Lenin ve Stalin’i tarih yapıyoruz...

Burjuvazinin ideologları “21. yüzyıl sosyalizmi” kavramıyla hazır bir reçete sundular diye koskoca bir yüzyılı yok sayma gafletine düşmekten hiçbir çekincemiz, hiçbir korkumuz yok! Radikal bir biçimde, bir hamleyle şimdiye kadarki pratik, teorik ve ideolojik gıda ambarımızın kapısını bilerek ve isteyerek kapatıyoruz. Tasfiyeciliğin sonu budur işte.

Ama burnumuzdan kıl aldırmamaya da devam ediyoruz.

Lenin olmaksızın Marks ve Engels’in olamayacağını, Stalin olmaksızın Lenin’in olamayacağını ve nihayetinde uluslararası proletaryanın bu dört önderi olmaksızın da Marksizm-Leninizm’in olamayacağını bir türlü öğrenemedik. Belki de bu konuda Troçki’den öğrenenler vardır. Troçkistlere göre Marks’tan sonra Troçki gelir. Bu kadar basit. Marks (tabii Engels de) yazıp çizmiştir. O’nu 20. yüzyılda Troçki geliştirmiştir. Eh 21. yüzyılda da Troçkistler geliştiriyordur herhalde.

Belki de tarihin ironisidir. Burjuvazi, Marks ve Engels’ten başlayarak günümüze kadar, 19. yüzyılda Marksizm’e karşı; 20 ve 21. yüzyılda Marksizm-Leninizm’e karşı sürekli, ama sürekli ideolojik mücadele verdi, vermeye devam ediyor. 19. yüzyılda Marks’a karşı Friedrich Wilhelm Nietzsche’yi, yeri geldi Engels’e karşı Eugen Karl Dühring’i öne sürdü. Tutturamadı. Lenin’e karşı mücadele edenlerinin haddi hesabı yoktu. Ama en etkili olanları içten gelen Bernstein, Kautsky gibi oportünistlerdi, tasfiyecilerdi. Tutturamadı. Stalin’e karşı; SSCB’de inşa edilen sosyalizme karşı, Bolşevik Parti’ye karşı, Komünist Enternasyonale karşı öne süreceği ses getiren ideoloğu kalmamıştı, ama sayısal olarak çoktu. Bu iş Troçki’ye havale edildi. Akıllanan dünya burjuvazisi akademiler kurdu, Sovyet olgusunu, sosyalist devleti, sosyalist demokrasiyi, kolhoz iktisadını vb. araştıran aydınlar, Marksologlar yetiştirdi. Hiçbir şey kar etmedi: Marks ve Engels’in düşünceleri 19. yüzyılda Marksizm olarak vücut buldu. 20. yüzyılda bu ideolojiyi, bu bilimi daha ziyade geliştirenler ve Ekim Devrimiyle taçlandıranlar Bolşevikler oldu. 20. yüzyılda Marksizm, Lenin’in katkılarından dolayı Marksizm-Leninizm adı altında gelişti. Stalin’e gelince. O hala dünya burjuvazisinin ve her türden tasfiyecilerin baş belasıdır.

Burjuvazi, Marksologları, SSCB tarihini bütünlüğü olan bir tarih olarak görür. Bu ülkede sosyalizmin yıkılmasını, siyasal iktidarın yapısının değişmesini niteliksel bir değişim olarak görmez. Burjuvazi için 20 kongre (1956) sadece Kruşçev’in iktidara gelmesinden ibarettir. Bu değişimden öncesi de sosyalizmdir, sonrası da sosyalizmdir. Bu iş bu kadar basit mi? Elbette değil. Ancak, her alanda tasfiyeciliğin yükü o kadar ağır ki, SSCB’de sosyalizmin yıkılmasından bu yana ideolojik olarak, felsefi olarak, tarih bilimi olarak, politik ekonomi vb. hiçbir şey üretmediğimiz; bu alanlarda Marksizm-Leninizm’i geliştirmediğimiz gibi, bize burjuvazinin “Marksist-Leninist” ürünleri, Troçkizmin saçmalıkları, Post-Marksizm’in “bal tatlısı” zehirleri ilaç gibi geldi.

Şimdi bana söyleyin. Bu sınıf, neyi savunduğunu kendisi de bilmeyenlerin arkasından neden gelsin?

Tasfiyecilik mesleğinin özü, işçi sınıfının elinden Marksizm-Leninizm’e, devrime, sosyalizme, Leninist parti örgütlenmesine inancını almaktır. O halde bu sınıf senin ardından niye gelsin?

Bir kısmı başından beri, bir kısmı sonradan Marksizm-Leninizm diyemeyenlerin, ’’yaşasın Marksizm-Leninizm”, “yaşasın dünya proletaryasının önderleri Marks, Engels, Lenin, Stalin” diyemeyenlerin arkasından bu sınıf niye gelsin?

İşçi sınıfı deyince kaçacak delik arayanların, bu sınıfı yok saymak için olmadık dalkavukluk yapanların arkasından işçiler neden gelsinler?

Marks mı? O ve yoldaşı Engels 19. yüzyıldan kalma iki “dinozor” dur. Bu iki “dinozor” dan en fazla 19. yüzyıl sosyalizmi çıkar.

Lenin mi? O ve öğrencisi olduğunu söyleyen Stalin 20. yüzyıldan kalma iki “dinozor”dur. Bu iki “dinozor”dan en fazlasıyla 20. yüzyıl sosyalizmi çıkar.

Marksizm-Leninizm mi? 20. yüzyılın yadigarı, mutlaka aşılması gerekir. Bir de çok uzun, konuşurken ve yazarken çok zaman alıyor...

Toplayalım ve “dinozor”ları çıkartalım:

19. yüzyıl sosyalizmi

20. yüzyıl sosyalizmi

21. yüzyıl sosyalizmi

İşte bize de bu yakışır: Yaşasın 21. yüzyıl sosyalizmi!

Ya işçi sınıfı, sınıf olarak 21. yüzyıl sosyalizminin neresindeyiz diye sorarsa...

Ya işçi sınıfı, sınıf olarak, 21. yüzyıl sosyalizmi için devrime sınıf partisi mi önderlik edecek diye sorarsa ne olacak?

 ***

Devrimci, Komünist, Marksist-Leninist Örgüt ve Partilerin Direniş Fraksiyonu”yla İmtihanı!

Hiçbir şeyden ders almadıysak “Direniş fraksiyonu” kavramı altında devrimci, Marksist-Leninist örgüt ve partilerle, kalıntıları dahil 1970’lerden bugüne bir tarihle adeta dalga geçercesine özne değilsiniz diyenlerin iddialarından ders çıkartmak gerekir. Bu “fraksiyon” anlatımı rahmetli Mouffe’un “Halk İnşası”na benziyor. Gerçekten öyle midir, değil midir, bu pek de önemli değil. Ancak, iddia, burnundan kıl aldırmayan “ben”in ne denli iddiasızlaştığını ortaya koyuyor. Fazla yoruma gerek yok.

Sözün bittiği yerde söylenenin özeti şöyle:

Bir dönem etkili ve yol açıcı olsa bile bugün artık kullandırılmayan mücadele yöntemlerinde, yasal alana ya da protestoculuğa sıkışan bir çizgide ısrar etmenin anlamı yoktur. Bugün herhangi bir örgütlü hak arama mücadelesinin, faşizme karşı direniş ekseninde kurulmadığı sürece ezilmekten kurtulup sürekliliğini sağlaması mümkün değildir. Faşizme karşı mücadeleyi yadsıyan bir sistem karşıtı muhalefetin gerçekliği olmadığı gibi halk kesimlerinin bugünkü gerçek hareketini yadsıyan bir faşizme karşı mücadelenin de etkili olma şansı yoktur.

Peki, düzen içi alternatifin gerçek bir kurtuluş sunmadığı yerde, bu faşist iktidar karşısında devrimci bir alternatif söz konusu mudur? Gerekliliğinden söz edilen direniş hareketi mümkün müdür? Bir hüsnükuruntu olarak değil nesnel bir tespit olarak “evet” diyebiliyoruz. Tüm bastırma, pasifize etme ve yok sayma çabalarına rağmen Türkiye toplumunun bağrında iktidarın ötesinde sistemi de sorgulayan ve düzen içi muhalefetin kalıplarına ya da düzen içi muhalefet zeminlerine sığmayan direnme eğilimleri gelişmektedir...

İşçi sınıfının giderek daha geniş katmanları “biz” derken artık etnik, dinsel, kültürel aidiyetlerini değil sınıfsal aidiyetini kastetmektedir. Böylece sınıfsal kutuplaşma kitlelerin siyasallaşmasında daha doğrudan bir belirleyen haline gelmektedir. Ve Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesi yeniden oluşurken ücretli emeğin mücadeleleri kadın mücadelesi ile, ekoloji mücadelesi ile, kent hakkı mücadelesi ile, gençlik mücadelesi ile kader birliği kurabileceği bir zeminde gelişmektedir. Bu faşist düzeni yıkabilecek ve yeni bir toplumsal düzen kurabilecek olan devrimci özne, sınıf mücadelesi içinde, gerçek kitlelerin gerçek hareketi olarak uç vermektedir.

Peki, kim bu “devrimci özne”?

Yenilgilerle ehlileşmiş Türkiye sosyalist hareketinde, temsil alanındaki siyaseti esas alarak sınıf mücadelesini talileştiren, anti-faşist mücadelenin gerekliliğini yadsıyarak mücadeleyi olağanüstü durumun sonrasına erteleyebilen eğilimlerin yanı sıra alttan alta gelişen bir başka eğilim söz konusu. Sosyalist hareketin dar örgütsel sınırları içinde değil, toplumsal muhalefetin en geniş yelpazesi içinde gelişen bir dinamizmSiyasal çatışmanın dayattığı gerçeklikten ve sokaktaki gerçek hareketten doğup, hem sistemin diyalektik karşıtı hem de sol yapıların fiili eleştirisi olarak gelişen bir “direniş fraksiyonu” bu.

Kim örgütlüyor bu kadın hareketini? Boğaziçi’nden Melih Bulu’yu kim gönderdi? İşçilerin hareketlenmesinin ardında kim var? Ekoloji direnişleri hangi fraksiyonun? OHAL’de direnen kimdi, pandemi bahaneli muhalefet etme yasağını reddeden kim? Kürt düşmanlığına, mülteci düşmanlığına, dinin devlet işleyişinde ve toplumsal yaşamın düzenlenmesinde belirleyici hale gelmesine, LGBTİ+ düşmanlığına, sağcılaşmaya yüksek sesle karşı çıkan kim? Faşizmin saldırı ve tehditleri karşısında sinmek yerine sokağa çıkan, olası sert bir çatışmada barikatı kuracak olan kim? Özne, Türkiye sosyalist hareketini de yeniden şekillendirecek olan “direniş fraksiyonu”dur.

Direniş eğilimleri günün politik çatışmasında devrimci bir alternatifin mümkün olduğunu göstermektedir ancak mümkün olanın gerçekçi ve güvenilir bir adres olarak somutlaşması için “direniş fraksiyonu” bir programa, eylem çizgisine ve örgüt yapısına kavuşturulmalıdır. Direniş eğilimlerinin örgütlenmesi ve devrimci birliğinin sağlanması da ancak böyle mümkün olur.

Türkiye toplumunun mevcut iktidara ve düzene karşı taleplerini birbirini bütünleyecek şekilde kavrayan, mevcut düzenin eleştirisini sunarken yeni bir toplumsal düzenin kuruluşunu da çağıran ve kitleleri bu doğrultuda mücadeleye sevk edebilecek bir programın eskizi, bugünün direnişleri içinde belirmektedir...

Direniş eğilimlerini sistem karşıtı içeriğiyle kavrayan bir politik programın oluşturulması, ona doğrudan eyleme ve özsavunmaya dayalı bir eylem çizgisi kazandırılması ve böylesi bir eylem çizgisinin ve kapsayıcılığın gerektirdiği çoklu görevlere uygun bir örgütsel yapının kurulması gerekmektedir. Direnişin egemen siyasi saflaşmaya kurban gitmemesinin ve “Erdoğan diktatörlüğü” karşısında devrimci bir politik alternatif yaratılmasının yolu da budur.”(Ali Ergin Demirhan, “Direniş fraksiyonu”, 7 Eylül 2021)

Ancak...Türkiye toplumu büyük ölçüde proleterleşmiş ve kentlileşmiş olmasına, neoliberalizme ve faşizme karşı ciddi bir direniş potansiyeline sahip olmasına, sınıfsal çelişkilerin toplumsal hayatta giderek belirleyici hale gelmesine rağmen Türkiye işçi sınıfının bir savaş örgütü yoktur... (Aç,İ. Okçuoğlu)

Üniversiteli gençliğin barınma ve KYK borçları sorunu etrafında yoksulluğa, gericiliğe ve faşizme karşı mücadeleyi iç içe geçirdiği kampanya ve eylemleri; yaşam pahalılığına ve yoksullaştırmaya karşı doğudan batıya uzanan “geçinemiyoruz” eylemleri; Ocak-Şubat 2022 işçi grevleri dalgası; kadın ve LGBTİ+ hareketinin kesintisiz dinamizmi; ekoloji direnişleri; adalet nöbetleri; sağlık emekçilerinin şiddete, yok sayılmaya ve piyasalaşmaya karşı öfkelerini sokağa taşıyıp barikatları yıka yıka yürüdüğü beyaz grevler; çay emekçilerinin meclisleşme çalışmaları, fındık üreticilerinin mitingi; metal, enerji, inşaat, tekstil, market, lojistik, eğitim, sağlık sektörleri başta olmak üzere hemen her sektörden işçi sınıfı katmanları içinde sefalet ücretlerine, örgütsüzlüğe, güvencesizliğe ve sarı sendikalara karşı gelişen kaynama; Trendyol, Migros ve Başkent Elektrik direnişlerinde görüldüğü gibi tekil bir direnişin etrafında hızla oluşabilen direniş ve dayanışma ağları… “Direniş” kurumsal siyasete bütünüyle kör bir pratikçiliğin adı değildir; yer yer iktidara geri adım attırarak, yer yer sistem içi muhalefetin programını belirleyerek, sistem karşıtı muhalefet aktörlerine de toplumsal bir karşılıkla sahicilik kazandırarak verili siyasal düzlemi de etkilemektedir...

Savaş örgütünün inşası

Peki tam da bugün yapılması gereken nedir? Kitlesel hoşnutsuzluğu besleyen yaşam pahalılığı, ücret yetersizliği, güvencesizlik, eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamusal hizmetlerin iflası, enerji, gıda ve barınma krizi gibi güncel yakıcı sorunlar, direniş eğilimlerini sistem karşıtı içeriğiyle kavrayan bir politik programın oluşturulması açısından önemli imkânlar sunmaktadır. Bütün temel mal ve hizmetlerin üretiminde toplumsal mülkiyeti, işçi yönetimini, meta-dışılaştırmayı ve halk denetimini içeren kapsamlı bir kamulaştırma programı dışında çözüm yoktur. Bu, temsili demokrasinin çözülemeyen ve çözülemeyecek krizi ve faşizm karşısında demokrasi, eşitlik, özgürlük ve barış talepleriyle bütünlük içerisindedir.” (Ali Ergin Demirhan, “Sınıf savaşı, savaş örgütü, seçim meydanı”, 12 Ağustos 2022)

Ne diyor Ali Ergin Demirhan?

-Kendini boşuna özne olarak görüyorsun. “Faşist düzeni yıkabilecek ve yeni bir toplumsal düzen kurabilecek olan devrimci özne” “Direniş Fraksiyonu”dur ve bu “özne” “sınıf mücadelesi içinde, gerçek kitlelerin gerçek hareketi olarak uç vermektedir.”

-”Direniş fraksiyonu” “Sosyalist hareketin dar örgütsel sınırları içinde(n)” çıkmayacaktır. Bu “fraksiyon” Toplumsal muhalefetin en geniş yelpazesi içinde gelişen bir dinamizm”dirSoyut, kendi kendine yapılanma değildir. Varoluşunu “Siyasal çatışmanın dayattığı gerçeklikten ve sokaktaki gerçek hareketten” almaktadır. Bu bakımdan “hem sistemin diyalektik karşıtı hem de sol yapıların fiili eleştirisi olarak” gelişecektir. Yani “sol yapıları fiilen” boşa çıkartacaktır.

Örneğin “Birleşik Mücadele Güçleri”ni (BMG), Halkların Birleşik Devrimci Hareketi’ni (HBDH) ve kurucusu olan devrimci ve komünist partileri yok sayması gibi.

-Boşa çıkartacaktır veya yok sayıyor, çünkü “Özne” olarak “direniş fraksiyonu” “Türkiye sosyalist hareketini de yeniden şekillendirecek”tir.

-”Türkiye işçi sınıfının bir savaş örgütü yoktur...” Sözün bittiği yer de burasıdır. “Direniş fraksiyonu”, “devrimci bir alternatiftir”. “Ancak mümkün olanın gerçekçi ve güvenilir bir adres olarak somutlaşması için “direniş fraksiyonu” bir programa, eylem çizgisine ve örgüt yapısına kavuşturulmalıdır.”

-Ve nihayetinde bu programa, eylem çizgisine ve çoklu görevlere uygun düşen bir örgütsel yapının kurulması gerekir.

Sınıf olgusunun belirleyiciliğinin ortadan kaldırıldığı, kimliklerin, farklılıkların ön plana çıkartıldığı yerde en fazlasıyla radikal demokrasiye ulaşılabilir. En azından bu demokrasi anlayışı E. Laclau ve Ch. Mouffe’un “radikal demokrasi” anlayışının ötesine geçmeyecektir. O kadar “kalabalık” kitlenin, sınıfsal amaçları gözetilmeksizin varacağı son nokta belki Erdoğan diktatörlüğünü devirir, ama burjuva demokrasi anlayışının sınırlarını aşamaz.

İşçiler bugünlerde bazı eylemlerinde parti, sendika, örgüt olmadan da direniyorlar, kazanıyorlar, kaybediyorlar. Bu durum işçilere ait/ ilişkili bazı yapıların eksikliklerini ortaya koysa da sonuçta kitlelerin kendi sorunlarına, kendi çözüm ve kurtuluşlarına kendilerinin sahip çıkmasını göstermesi bakımından arzuladığımız bir şey değil midir?...

Direniş fraksiyonu” günden güne yeni katılımlarla genişliyor. Umulmadık yerlerden ve kişilerden dik duruşlar görüyoruz. Sokağa çıkanlar çoğalıyor. Sokak derken hem gerçek hem simgesel hem kendi beklentilerimizi/umutlarımızı sokak kelimesinin altında topluyoruz. Sonuçta işçiler sokağa çıkar, kadınlar çıkar, hiçbir üretim alanı olmayan ve bu yüzden üretimi durduramayacak işsizler sokağa çıkar, yersiz yurtsuz kalan öğrenciler çıkar, emekliler, emeklilikte devlete takılanlar çıkar, KHK ile atılanlar çıkar, farklı cinsel kimlikler çıkar, doğalarını savunan köylüler çıkar, dükkânını kapatmak zorunda kalan esnaf çıkabilir, pazarcı çıkar, seyyar satıcı çıkar, evi arsası sokağı istimlak edilmek istenen rantsal dönüşüm mağduru çıkar. Sokak burada tüm eylemlere görünürlük kazandırır, diğer mağdurlara örnek teşkil eder, hiç sokağa çıkmayacaklara ilham verir, devletin baskısının ve zorunun kimlere yönelik olduğunu gösterir. Sokak nihayetinde halkın kendi gücünü görebildiği/sınayabildiği bir aynadır kendisine.” (Fatih Şahin, “Umutvar bir mevsim”, 18 Şubat 2022)

Ne diyelim, mevsim geçicidir, boşa gitmesin...

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.