Header Ads

Header ADS

Anadolu’nun ve sermayenin Türkleştirilmesi (ve Ermeni meselesi)

Yaşar Ayaşlı

22 Nisan 2015 

“Tarihsel maddeci, ‘tarihin tüylerini tersine fırçalamayı’, kendisine görev sayar”

(W. Benjamin)

Çöküşünün eşiğindeki Osmanlı devleti bir çelişkiler yumağıydı: Dış güçler ile iç güçler, saray ile halk, bürokrasi ile gayrimüslim burjuvazi, gayrimüslim burjuvazi ile Müslüman-Türk burjuvazisi, etnik-dinsel cemaatlerin kendi aralarındaki çelişkiler iç içe geçmişlerdi. Osmanlı burjuvazisinin etnik-dinsel fraksiyonlarının her biri bir yana çekiyor, kaos yıldan yıla büyüyordu. Düşman muamelesi görmeden önce sultan ve bürokrasiyle Ermeni ve Rum burjuvalar arasında pek sorun yoktu. Yunanistan Bağımsızlık Savaşı’na kadar Fenerli Rumlar, 1853’lere kadar Ermeni sarraflar, daha sonraysa Avrupalı bankerler sarayla iyi ilişkiler içinde olmuşlardı.

Gayrimüslim burjuvalar (Yahudiler dışında) zamanla kaderlerini Türk modernleşmesinden çok kendi uluslarının ayrı devlet kurma mücadelesine bağladılar, hatta bunların örgütlenmesinde ve kilise içindeki etkilerinin artmasında rol aldılar. Rumlar ve Ermeniler devleti artık kendi çıkarlarının savunucusu olarak görmüyorlardı. Bu, siyaseten egemen Türk ve Müslümanlarla, iktisaden egemen olan Hıristiyanlar arasındaki gerilimi sürekli tırmandıran bir etken olacaktır.

Etnik-dinsel temelli çok parçalı yapı, Osmanlı burjuvazisini ve toplumunu benzeri ülkelerden ayıran önemli bir özelliktir. Burjuvazinin fraksiyonları farklı, hatta rakip emperyalist devletlerle bağlantı içindeydiler. Cemaatler arası çelişkiler ayrılık eğilimiyle de birleşince yalpalamaları, herkesin bir tarafa çekmesini beraberinde getiriyor ve sürekli yer değiştiren istikrarsızlıklar üretiyordu. Savaşa doğru “iç güvenlik” bahanesiyle rotasını değiştiren İttihatçı parti, Gordiyon Düğümü’nü kılıçla çözmeye karar veriyordu. Bu yolla iç güvenliği sağlayacağını ve iç pazarı kontrol edeceğini düşünüyordu. Hem de Museviler yedeğe alınır, Rumlar ve Ermeniler Anadolu’dan kovulurlarsa, Balkan yenilgilerinin “rövanş”ı alınmış olacaktı. Nitekim savaşa doğru yerli ekonominin kilit noktalarına mevzilenmiş Hıristiyan burjuvazinin tasfiyesi için düğmeye basılacaktır.

Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne nazaran İttihatçılar ulusal çıkarlara daha bağlı ve işbirlikçiliğe daha az meyilli görünmüşlerdir. Ancak bir oldubittiyle Almanya’nın safında savaşa katılarak bu düşüncede olanları şaşırtmışlardır. Bir emperyalist bloğa karşı başka bir emperyalist bloğa yaslanarak imparatorluğu kurtarabileceklerini sanmışlardı. Enver Paşa kliği, Almanya’nın gücüne ve Pantürkist, Panislâmist politikalarının getirisine güvenen bir kumarbaz gibi davranacaktır. Dünya savaşı gibi emperyalist bir paylaşım savaşında yağlı bir but gözüyle bakılan bir ülkenin işi olmaması, aksine dikkatini emperyalist bir saldırı halinde kendi ülkesini nasıl savunacağı üzerinde toplaması gerekirdi. Sadece geniş topraklar kaybetmekle kalmayıp, birkaç milyon kurban verdikten sonra ülkeyi İşgalcilere ve saraya emanet ederek yurtdışına kaçmak, olabileceklerin en kötüsüydü.

“Anadolu, toplam nüfusunun beşte birini, erkek nüfusun dörtte birini, silâh altına alınabilecek nüfusun üçte birini yitirdi. Nüfus 12 milyon iken, 10 milyonun altına düştü.” (1)

İttihat ve Terakki yönetimi, savaşın arifesinde Yunanistan’a nüfus mübadelesi teklifinde bulundu, ama cevabını bile beklemeden “etnik temizlik” hareketine girişti. Teşkilat-ı Mahsusa elemanları, Rum köylerini basarak gençleri angarya işi yapan Amele Taburları’nda topladılar ve birçoğunun da ölümüne sebep oldular. 1914 yılında 100 binden fazla Rum’un Yunanistan’a sığındığı sanılmaktadır. Sonraki yıllardaysa askerî bahanelerle Anadolu’nun birçok kentindeki Rumlar mallarını mülklerini alamadan sürüldüler. Büyük işkence ve kayıplara maruz bırakıldılar.

Asıl “etnik temizlik” Enver Paşa, Sadrazam Sait Halim Paşa ve Sultan V. Mehmet Reşat imzasıyla çıkarılan 27 Mayıs 1915 tarihli kötü ünlü Tehcir Kanunu’nun, savaş bölgesindeki bütün Ermenilerin Suriye çöllerine yerleştirilmesini öngörmesi ile başladı. İttihatçılar eliyle yukarıdan örgütlenen bu soykırım girişiminde Osmanlı yurttaşı 600.000 ile 800.000 arasında Ermeni’nin hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir.(2) Halen tartışma konusu olan bu rakamların daha altta ya da üstte olması, çoluk çocuk demeden askerler ve özel görevlilerce öldürülen, kimi açlıktan ve hastalıktan yollarda kırılan böyle bir insanlık trajedisinin esasını değiştirmez.(3)

Enver Paşa, Müslüman-Türk halka karşı daha merhametli değildi. Alman emperyalizminin ve Türk militarizminin çıkarları uğruna orduyu kurbanlık koyun gibi Sarıkamış Dağları’na sürdü. 90 bin civarında askeri eksi 39 derecede ve bir metre karda ölmeye terk etti. Soğuğa dayanabilenler de açlık ve salgın hastalıklardan kırıldılar.

İttihatçıların gündemlerinin başında Anadolu’nun ve sermayenin Türkleştirilmesi vardı. Hıristiyan burjuvaların ellerinde ne varsa Türklerin eline geçirmekte kararlıydılar. Arkasını Kemalistlerin getirecekleri bu el değiştirmeyi olabilecek en kanlı, en vahşi tarzda gerçekleştireceklerdir. Gerçi, ulusal mücadelelerinde meşru sınırların dışına çıkarak, İngilizlerin ve Çarlık Rusya’sının kendilerini maşa olarak kullanmalarına izin veren Ermeni milliyetçileri de, o kadar masum sayılmazlar. Ancak hiçbir gerekçe Ermeni halkını gaddarca katledenlerin savaş ve insanlık suçlarını haklı göstermeye yetmez. Ermeni katliamı ya da soykırımı, her ne denirse densin, uzun vadeli çıkarları gözünü döndürmüş İttihatçı burjuvazinin alnına kazınmış kara bir lekedir. Bu kanlı olayın Türk sermayesinin palazlanmasıyla sonuçlanması fazla söze hacet bırakmaz. Sermaye sadece Avrupa’da değil, Türkiye’de de, “tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak” (Marx) dünyaya gelmiştir.

*Bu yazı, Epos Yayınları’ndan çıkan Türkiye’de Burjuva Devrimleri ve Liberal-Kemalist Tarih İdeolojisi adlı kitabımdan alınmıştır.

1- Larcher’den aktaran Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, üçüncü kitap, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1976, s. 929.

2- Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1995, s. 170.

3- Eric J. Hobsbawm bu konuda şunları söylüyor: “…kitle halinde kovma, hattâ jenosid ilk kez I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Avrupa’nın güney ucunda, Türklerin 1915’te Ermenileri kitle halinde yok etmeye koyulmaları ve 1912 Yunan-Türk Savaşı’ndan sonra, 1,3–1,5 milyon Rum’un Homeros devrinden beri yaşadıkları Küçük Asya’dan kovulmalarıyla görünmeye başlamıştı.” Buna şu dipnotu düşüyor: “Haksızlık etmemek açısından Yunanlıların da 400.000 Türkü kovdukları atlanmamalıdır.” (1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1993, s. 160).

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.