Header Ads

Header ADS

SORUN TARIMDA DEĞİL, TARIM DEVRİM BEKLİYOR!

 22 Nisan 2022

Ibrahim Okcuoglu

SORUN TARIMDA DEĞİL

SORUN BURJUVAZİDİR, AKP İKTİDARIDIR

TARIM DEVRİM BEKLİYOR!

Diktatör Erdoğan 12 Nisanda kabine toplantısının ardında fiyat artışı ve stokçuluk üzerine açıklama yaptı. Her zaman olduğu gibi bu sefer de sorunu başka yerde arayarak hedef gösterdi:

“Salgın döneminde bozulan tedarik sistemi hâlâ düzeltilmiş değildir... Geniş bir alanda giderek ağırlaşan sorunlar zengininden fakirine kadar tüm ülkeleri derinden sarsıyor.

Merkezinde olduğumuz coğrafya başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında benzer tabloları görmek mümkündür... biz tüm bu gelişmeleri yakından takip ediyoruz.”

Demek istiyor ki, aslında Türkiye’de her şey yerinde, yaşam “güllük gülistanlık”, ancak salgın ve sonra da savaştan dolayı dünyada ve bölgemizde her şey altüst oldu, bu da Türkiye’ye yansıdı.

“Elbette küresel düzeyde yaşanan sıkıntıların bize de yansımaları oluyor. Ekonomimizi çökertmek için döviz kuru ve faiz tartışmaları üzerinden başlatılan saldırılar ve ardından küresel krizin ülkemize etkileri halen sürüyor.”

“Enerji ve gıda fiyatları başta olmak üzere Rusya ve Ukrayna krizinin sonuçlarını derinden hissediyoruz. Petrol, doğal gaz ve kimi madenler gibi ülkemizin küresel piyasalardan tedarik ettiği ürünlerin fiyatlarının döviz cinsinden katlanarak artmasını tek başına önleyebilmemiz mümkün değildir.”

“Gıda sektöründe kullanılan ham maddelerin fiyat artışı bizi yakından ilgilendiriyor. Sebze ve meyve fiyatlarının mevsim şartlarında yükselmesini de göz ardı edemeyiz. Allah’a şükür kendi insanımızı temel gıda maddelerinden mahrum bırakmayacak üretim kapasitesine sahibiz.”

“Küresel sisteme entegre açık ekonomide sizin kendi kendinize yeterli olmanızla iş bitmiyor. Elinizdeki ürünlerin bir kısmını dışarıya satarken dışarıdan tüketim olarak ürün alıyorsunuz. Ürün arzındaki denge bozulduğunda fiyatlar fahiş şekilde yükseliyor.”

“Yağdan şekere, undan ete pek çok konuda böyle bir durum ortaya çıkmıştır...İnsanlarımızın temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarını yükselten aç gözlü kesim de vardır.”

“Ellerindeki ürünlerini stoklayarak ve hatta imha ederek, aralarında anlaşıp fiyatlarını artıranları takibe aldık. Kamunun denetim ve yaptırım yetkilerini kullanarak serbest piyasa içinde bu tamahkarlarla mücadele ediyoruz. Sorun ahlaki olduğu için arzu ettiğimiz neticeleri almakta güçlük çekiyoruz.”

“Dengesiz fiyat artışları özellikle dar ve sabit gelirli vatandaşlarımızın refah seviyelerinin geçici olarak bir parça gerilemesine sebebiyet verebilir.”

“Kuru nasıl kontrol altına aldıysak enflasyonun üstesinden inşallah yine biz geleceğiz. Allah’ın izniyle bu imtihanı başarıyla atlatacağımıza inanıyorum.”

Dış etkilerin yanı sıra diktatör “İnsanlarımızın temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarını yükselten aç gözlü (bir) kesim” keşfediyor. Bu da yetmiyor bir de “Ellerindeki ürünlerini stoklayarak ve hatta imha ederek, aralarında anlaşıp fiyatlarını artıranları”ın olduğunu da tespit ediyor. Dış etki ve bu “aç gözlü kesim”den ve stokçulardan dolayı “özellikle dar ve sabit gelirli vatandaşlarımızın refah seviyelerinin geçici olarak bir parça gerilemesi” söz konusu olabilir, diyor. Yani sabit gelirli insanların yoksullaşmasının devam edeceğini kabul ediyor.

Diktatör bu iç unsurları takibe aldıklarını ve “Kamunun denetim ve yaptırım yetkilerini kullanarak serbest piyasa içinde bu tamahkarlarla mücadele ediyor” olduklarını da ifade ediyor. Ancak, “Sorun ahlaki olduğu için arzu ettiğimiz neticeleri almakta güçlük çekiyoruz.” demeyi de unutmuyor.

Tuhaf bir durum! Suçluyu tespit ediyorsun. Yasaların var ama uygulayamıyorsun. Çünkü fahiş fiyatlar, stokçuluk “ahlaki olduğu için” sonuç alınamıyor.

Şu salgın ve Ukrayna-Rusya savaşı olmasaydı, Türkiye’de tarım ve sorunları, tarımda küçük üreticilerin sorunları, tarım tekellerinin yağmalamaları; özelleştirme/rant ve sonuçları; özellikle 2001 fazla üretim krizinde IMF’ye verilen tavizler, tarımın uluslararası tarım tekellerine teslim edilmesi belki de hiç gündeme gelmeyecekti. Ve insanlarımız hala Türkiye’nin dünyanın tarımsal açıdan kendine yeterli yedi ülkesinden birisi olduğunu söylemeye devam edeceklerdi.

Özal’dan başlayarak tarımı vuran neoliberalizm, diktatör Erdoğan döneminde doruk noktasına ulaştı. Amerikan emperyalizmine uşaklıkta sınır tanımayan Özal döneminde tarımın küçümsenmeye başlaması diktatör Erdoğan döneminde umursamazlığa dönüştü, üretmeye ne hacet parasını verir alırız dönemi başladı. Uluslararası tarım tekellerinin bir dediği ikilenmedi; hemen her dayatmaları kabul edildi. Bunun en tipik örneği Türkiye’de şeker ve Cargill tekeli arasındaki ilişkidir.

Tarım konusunda densizlik, daha doğrusu şımarıklık o boyutlara vardı ki, memlekette tarım arazisi bolluğuna rağmen Afrika’da (Sudan ve Nijer) tarım arazileri kiralanmaya başladı. Şüphesiz, tarım arazisi kiralanabilir. Sermaye bunda bir çıkar, daha fazla kar elde etme olanağı görüyorsa bunu yapar. Ancak, tarım yapabilmek için onun girdisi hemen her yerde aynıdır; gübredir, sulamadır, ilaçlamadır; toprağı işlemenin ve ürünü elde etmenin motorize olmasıdır. Bütün bunlar göz önünde tutulduğunda yapılması gerekenin mevcut arazilerin tarıma açılması ve tarımın gıda güvencesi sektör olarak görülmesidir. Türk burjuvazisinde Özal’dan bu yana bu akıl kalmamış. Öyle ki, tarımda yaşanan sorunların aşılmasının yolunu Tarım ve Orman Bakanı Vahit Kirişçi, Afrika’da tarım üretiminde bulacak derecede tarıma uzak birisi olduğunu göstermiştir.

Seçim hesaplarının bir sonucu olarak diktatör de tarıma darbe vurmaktan çekinmemiştir.

Menekşe Tokyay’ın hazırladığı “Türkiye’nin Afrika’da tarımsal faaliyetleri: Hayal mi, gerçek mi?” başlıklı “özel haber”de Ziraat mühendisi ve İYİ Parti Tarım ve Kırsal Kalkınmadan sorumlu başkan yardımcısı Ergin Kahveci’nin anlatımına göre Türkiye’de 4,2 milyon hektarlık tarım arazisi 2004 yılından sonra tarım dışına çıkartılmıştır. Bu, Hollanda’nın yüz ölçümünden 2,5 kat daha büyük bir tarım arazisidir. Tarımı yabancılara açmıştır, şeker fabrikaları özelleştirilmiştir, tohum sektörünün yüzde otuzuna yakını yabancı ortaklıdır. “Türkiye’de 2002 yılında 26,5 milyon hektarlık toplam tarım alanı 2011 yılında 23,6 milyon hektara gerilerken, aynı dönemde ekilen tarım alanı 18,1 milyon hektardan 15,8 milyon hektara geriledi. Türkiye’nin tarım alanları boş dururken Bakanlık gidip Sudan’da tarım arazisi kiralıyor.”(17 Mart 2022 tarihli Gazete Duvar)

Tarımda neoliberalizm, özelleştirme ve tekelci dayatma

Üretici köylü artan girdi fiyatları nedeniyle tarımsal faaliyetten uzaklaşıyor. 1983’ten sonra ANAP iktidarıyla başlayan özelleştirme biçiminde neoliberal saldırılar AKP ile farklı bir boyuta ulaştı. Bir taraftan binlerce üretici köylü toprağı ekemez hale getirilirken, ülke tütünden, tohuma, yemden, hubutata kadar ithalat ‘cenneti’ne dönüştürüldü.

AKP bir taraftan gıda sektörünü uluslararası sermayeye teslim ederken, diğer taraftan da tarım arazilerini çeşitli projelerle özel sektöre peşkeş çekti.

Tarımda AKP politikaları bir yandan üretici köylüyü tarımdan uzaklaştırırken, diğer yandan da ülke gıdada ithalata bağımlı hale geldi. Bir taraftan üretici köylü AKP iktidarından gerekli desteği göremeyince ve diğer taraftan da tarım ürünleri ithalatında vergi indirimi ve vergi sıfırlama gibi kararlar alınarak ithalat her geçen gün artarken, köyden kente göç hızlandı.

Özelleştirme saldırısından payını ilkin tütün oldu. 1984’te TEKEL’e sigara ithalatı için izin verildi. 1986’da tütünde devlet tekeli, 1988’de Amerikan tipi tütün ithalat yasağı, 1991’de ise tütün bağlamında son kısıtlamalar da yürürlükten kaldırıldı. Böylece yerli ve yabancı gerçek ve tüzel kişilere yurt içinde tütün ürünleri üretme hakkı tanındı. Yabancı sermaye sigara fabrikaları kurdu ve üretime geçti. 1985’te piyasaya sunulan sigaraların sadece yüzde 10’u ithal sigaralardan oluşurken 2005’te, 20 sene sonra yabancı sigaraların piyasa payı yüzde 60’a yükseldi. 1990’da TEKEL’in sigara üretiminde kullandığı yerli tütün miktarı 70 bin tondan 2003’te 42 bin tona düştü. 2017’de ise Türkiye’de faaliyet gösteren sigara şirketlerinin kullandıkları toplam 110 bin ton tütünün sadece 13 bin tonu yerli tütünden oluşuyordu.

Kuru çay üretimi de 1980’lerde özel sektöre açıldı. Güya çayda kalite ve ihracat artacaktı. Bu demagojiyle 1984’te devlet tekeli kaldırıldı. Çay alımı, işlenmesi ve satışı yerli ve yabancı sermayeye bırakıldı. Özel sektör 1984’ten itibaren 10 sene içinde yüzde 65’i atölye veya değirmen düzeyinde olmak üzere 263 adet çay işleme tesisi kurdu ve böylece kurulu kapasitenin yüzde 60’ı özel sektörün eline geçti.

Tohumculuk da devlet tekelindeydi. Devlet tohum fiyatlarını belirliyordu. 1982’de tohumluk fiyatları serbest bırakıldı. 1984’te Dünya Bankası’yla ikraz anlaşması yapıldı. Bu anlaşmaya göre tohumluk ithalatı serbest bırakıldı ve bu alan tamamen yerli ve yabancı sermayeye açılıdı. Yine bu anlaşmaya göre konu ile görevli kamu kuruluşu TİGEM’in işlevleri önemsizleştirildi ve kurumun görevleri uluslararası tekeller ile ortaklık içinde olan özel sektöre devredilmeye başlandı. Sonuçta Türkiye’de tohum piyasası yabancı sermayenin eline geçti. Sayısal açıdan bakıldığında yerkli şirketlerin sayısı yabancı olanlardan daha fazla. Ancak, nitelik bakımdan piyasa yabancı sermayenin tekelinde. Örneğin ayçiçeği, şeker pancarı, mısır tohumunun üretiminde yabancı şirketlerin payı yüzde 90’a varıyor. Sebzede bu oran yüzde 40 kadar.

Gübre üretiminde de durum aynı. Bu sektörde de kamu kuruluşları özelleştirildi. Bugün gübre fiyatları birkaç tekel tarafından belirleniyor.

Tütün ve çayda olduğu gibi şekerin serüveni de tarımda neoliberalizm, özelleştirme ve tekelci dayatmaya tipik bir örneği oluşturur. Sadece şeker fabrikalarının kapatmakla yetinmediler, şeker kurumunu da kapattılar. Böylece özel sektör fabrikalarının ve Amerikan tekeli Cargill’in Türkiye’de şeker piyasasında önü açılmış, istediği yerine getirilmiş oldu. Sonucu ortada: Diktatör, pancar üreticisinin mağdur edilmeyeceğini açıklamıştı. Önce özel sektör pancar fiyatını ucuz seviyede tuttu, fire oranını yükseltti, sözleşmeye dayanılarak üreticiyi bunaltan fahiş cezalar kesildi. Bu da yetmedi, malum nedenlerden dolayı gübre fiyatları 4, mazot 2,5 ve sulamak için enerji fiyatı devlet tarafında yaklaşık bir misli arttı. Sonunda pancar üreticisi pes etti. Sonuç: 2021’de pancar üretimi yüzde 20 oranında geriledi. Bu durumda şeker fiyatlarının artmasından başka bir şey beklenemezdi. Öyle de oldu. “Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık”m misali devlet, önce fiyat düşürmek için Türk Şeker’in bütün üretimini marketlere yönlendirdi. Marketlerde fiyat düştü, ama bu sefer de gıda sanayisi şeker bulamadı. Özel şeker işletmeleri piyasaya yüksek fiyatlardan şeker sürerek karlarına kar kattılar. Burada özelleştirme-tekelci dayatmanın tipik örneğini görüyoruz. Diktatör şeker konusundaki çaresizliğini stokçular var diyerek ötelemeye çalıştı. Ama hiçbirine dokunamadı. Stokçular dediği özel şeker işletmelerinin fiyat konusunda ortaklaşmış eylemini yürütenlerdi. Şimdi bu durumu “ahlaki” sorun ilan etti.

İstanbul Ziraat Odası Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Demir, tarladan markete yüzde 500 fiyat artışının nedenini marketler ve stokçulukta görüyor. Marketlerin yaptığını soygunculuk olarak görüyor. Vurgunun boyutunu göstermek için "5 yılda satacakları ayçiçek yağını 10 günde sattılar.” örneğini veriyor.

11 Şubat 2006'da Mersin'de dönemin Başbakanı diktatör Erdoğan, toplantıya katılmak üzere geldiği sırada, çiftçi Mustafa Kemal Öncel, “Sayın Başbakan bu çiftçinin hali ne olacak? Anamız ağladı” diye feryat etmişti. Öncel'i, yanına çağıran Erdoğan ise çiftçiyi “Ananı da al git, artistlik yapma” diye azarlamıştı. O çiftçi nezdinde tarımda küçük üreticilik öldürüldü. Ancak, hala çiftçinin yanındayım diye “artistlik” yapan birisi kaldı geriye; o diktatörden başkası değildir.

Rekabet Kurumu Başkanı Birol Küle’nin, tekelcilik, tekel fiyatı oluşturma konusunda Dünya gazetesine yaptığı açıklama oldukça ilginç. B. Küle bu konuda diğer şeylerin yanı sıra şu tespiti yapıyor:

“Biz Rekabet Kurumu çalışanları, rekabet savunucuları, uzmanları olarak şuna bakıyoruz: Maliyet enflasyonu, talep kaynaklı enflasyon olabilir ama fiyat artışının tamamı mı maliyet ve talepten kaynaklanıyor, yoksa bunun içinde rekabet ihlalinden kaynaklı kısım var mı ve ne kadar?

Hangi alanlarda rekabet ihlali sayılabilecek artış görüyorsunuz?

Şu anda gıdada ve hızlı tüketim maddelerinde çok belirgin ama sadece o da değil. Diğer yarı mamul ve hammaddelerde de var. Çimento, demir, diğer sektörler. Mobilya sektörünün hammaddesini oluşturan sunta-ağaç ürünlerinde var...

Peki çok gündemde olan zincir market soruşturmaları ne aşamada?

Aslında pandeminin başlarında 2020 Ocak ayı gibi fiyatlardaki hareketliliği gördük ve zincir market incelemelerine başladık ama inceleme uzun sürdü çünkü kabul edersiniz ki müthiş bir büyüklük, çok veri var. Biz sadece 5 büyük zincir marketle başlamamıştık. Burada belirteyim, bizde karşı incelemeler de başladı. Henüz gizliliği olan bir incelemede delillere ulaştık, o deliller bizi başka sektöre götürdü, daha büyük bir tablo ortaya çıktı.

Perakende sektöründe birinci soruşturmamız... Daha önce biz kartellerde firmaların birbiriyle ilişkisine bakıyorduk şimdi gördük ki; doğrudan birbirleriyle ilişki kurmadan, bir aracı vasıtasıyla iletişim kurabiliyor. Düşünün bu fiyat geçişlerini, promosyon türlerini, zamanlarını, kampanya zamanlarını, indirim zamanlarını birbirleriyle iletişim olmadan, münferiden yapsalar, inanın tüketiciye çok büyük faydası olur.

Devam eden ikinci soruşturma birinci soruşturmadan daha önemli... Orada 15 büyük tedarikçi, çok büyük şirketler var...İkinci süren soruşturma çok daha kapsamlı, orada hem yeniden satış fiyatlarını belirleme ihlali, hem de kartel iddiaları var. Tabii bunlar soruşturma heyetinin yaptığı raporlama ve iddiadır.” (Dünya Gazetesi, 04 Nisan 2022)

Burada anlatılan zincir marketlerin tekel konumlarına dayanarak fiyat belirlemeleridir. Bu marketler, aynı zamanda stokçulardır, aracılardır veya stokçulara ve aracılara pay vererek ortaklık içinde halkı talan edenlerdir. Ne denli ortaklık içinde olduklarını Küle’nin “Daha önce biz kartellerde firmaların birbiriyle ilişkisine bakıyorduk şimdi gördük ki; doğrudan birbirleriyle ilişki kurmadan, bir aracı vasıtasıyla iletişim kurabiliyor.” sözlerinden de anlıyoruz.

Çokça söz edilen kıl biberin, salatalığın, soğanın, patatesin, domatesin aynı zamanda Türkiye’de tarımın hikayesi olduğunu; bunun bir talan, açık tekelcilik olduğunu, bu nedenle diktatörün sorunu “ahlak”a havale ettiğini anlamak gerekir.

Bir örnek vermekle yetineceğiz.

1 kg domateste kar paylaşımı. Antalya haline giriş bedeli 10 TL. Antalya halinden çıkış bedeli 12.90 TL, İstanbul haline giriş bedeli 13.90 TL. Markette satış fiyatı ise 25 TL. Domatesin kilosu 10 TL’den 25 TL’ye çıkıyor. Aradaki fark 15 TL. İstanbul hali üzerinden hesap edilse aradaki fark 10 TL.

Üretim fiyatlarında düşüş (mevsim etkisi) olsa da sonuç değişmiyor, fiyatlar üreticiden tüketiciye 4-5 misli artmaya devam ediyor.

Antalya'da çiftçiden ürünleri komisyoncular ve marketler satın alıyorlar. Bu ürünlerin tüketiciye gelene kadar fiyatlarının birkaç misli artmasının sorumlusu örgütlü hareket eden, bir ve aynı sermaye şirketi adına çalışan komisyoncular ve market sorumlularıdır.

Rekabet Kurumu Başkanı Birol Küle’nin yukarıda bahsettiği gibi burada söz konusu olan sadece 5 büyük zincir marketi değildir, 15 büyük tedarikçi, çok büyük şirketler söz konusudur. Ne yapıyor bu şirketler?.

-Tekel fiyatı uygulamak için ve bunun bilinmemesi için doğrudan değil, aracı vasıtasıyla iletişim kuruyorlar.

- promosyon türlerini belirliyorlar.

-zamanlamaları belirliyorlar; kampanya zamanlaması, indirim zamanlaması, fiyat artışı zamanlaması.

Açık ki, burada tarımda yerli-yabancı ortaklığı içinde tekelci konumda olan şirketler var. Bu şirketler Türkiye tarımında üretimi, tedariki ve ürünün satışını tamamen kontrol edebiliyorlar.

Burada söz konusu olan, enflasyon bahane edilerek köylülüğün geniş kitlelerinin tekeller tarafından sömürülmesidir. Tarımda da tekeller ürünleri doğrudan üreticilerden alıyorlar ve enflasyonu bahane ederek fiyatları şişiriyorlar. Tarımda çoğu girdi doğrudan üreticiyi ilgilendirir. Örneğin gübre, sulama, enerji, tohum vb.

Bu alandaki şirketler enflasyonu bahane ederek tekel fiyatları dayatıyorlar. Tekel fiyatları da, tarımın gelişmesi önündeki en büyük engellerden birisini oluşturuyor.

Tarım tekelleri ürünleri çiftçilerden düşük fiyatlara alıyorlar. Bu anlaşmalar ürün çıkmadan yapılıyor. Tekellerin çiftçinin ürünlerini son derece düşük fiyatlarla satın alması, hiçbir şekilde kentlerde tüketicinin ucuz gıda aldığı anlamına gelmez. Bunun böyle olmadığını Antalya halindeki fiyatın İstanbul halinde kaça çıktığında ve marketlerde kaça satıldığında görüyoruz. Şehirde tüketici ile tarımda üretici arasında örgütlü aracılar, yani tekel örgütlerinde birleşmiş tüccarlar, stokçular var. İşte çiftçiyi, çiftçi olduğuna pişman ettiren ve kentlerde tüketiciyi talan eden bunlardır.

Diktatörün bu konuda sergilediği zavallı hal, bu alandaki sermaye karşısında yapacağı bir şeyin olmadığını gösterir.

Türkiye tarımda sorun nedir?

Ne olduysa II. Dünya Savaşından sonra Amerikan emperyalizmiyle siyasi ve ekonomik (ve de askeri) ilişkilerin kurulmasından sonra olmuştur. Amerikan emperyalizmi 1947'de Truman Doktrini, 1948'de Marshall Yardımıyla sadece sanayiyi değil tarımı da vurdu.

Türkiye, 1956'dan itibaren ABD'den tarımsal, hayvansal ürünler almak için çok ağır koşullara bağlanmış anlaşmalar imzaladı. 12 Kasım 1956’da imzalanan Tarım Ürünleri Anlaşması; 20 Ocak 1958’de imzalanan Tarım Ürünleri Anlaşması; 24 Şubat 1963’de imzalanan Tarım Ürünleri Ticareti Anlaşması tarımda Amerikan emperyalizmine köleliğin ilk adımlarıdır.

Sanayide olduğu gibi tarımda da Amerikan sermayesi kendi ürünlerini satmak, Türkiye’yi pazar olarak kullanmak için sürekli taleplerde bulunmuş, tarım alanındaki gelişmeyi, kendi çıkarlarına göre yönlendirmek için kriz çıkarmaktan da geri kalmamıştır. Afyon ekimi krizi buna tipik örneklerden birisidir.

Ancak, dışa bağımlılığa rağmen Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi tarımı ikinci plana itmiştir.

1980’li yılların ilk yarısı Türkiye’de ekonomide sektörlerin ağırlığı bazında ilk yapısal değişimin gerçekleştiği yıllar olmuştur. Toplam toplumsal üründe tarımın payı 1950’de yüzde 63,3’ten 1980’de yüzde 38,6’ya, 1981’de yüzde 36,3’e, 1982’de yüzde 36,2’ye ve 1983’te de yüzde 34,4’e düşerken aynı yıllarda sanayinin payı yüzde 20,2’den yüzde 35,8’e, yüzde 36,3’e ve yüzde 37’ye çıkmıştır. 1980-1983 arasında tarım, Toplam Toplumsal Üründeki (TTÜ), GSYİH’daki payı bakımından sanayinin gerisinde kalmıştır. Bu döneme kadar Türkiye, sadece tarım ülkesi olmanın ötesinde tarım-sanayi ülkesi olmaktan çıkarak sanayi-tarım ülkesi olmuştur.(1)

Bu yapısal değişim sonraki yıllarda da, günümüze kadar, kırsal üretim ve sınıfsal ilişkileri altüst ederek devam etmiştir.

2010 sabit fiyatlarıyla (dolar) tarımın GSYİH’daki payı 1990’da yüzde 15,3’ten 2018’de yüzde 8,6’ya düşerken, sanayinin payı aynı yıllarda yüzde 24,4’ten yüzde 33,2’ye çıkmıştır. (2)

Türk burjuvazisi sanayi sektörünün gelişmesini; Türk ekonomisinde belirleyici olmasını tarım sektörünü kendi haline bırakmak olarak anlayacak derecede sorunun farkında değildi. Sanayi ülkesi olup da, tarıma önem veren ülkelerin tecrübesinden de öğrenmeye niyetli değildi. Şüphesiz bunda özellikle AKP döneminde görüldüğü gibi rantın, kentleşmenin tarım arazisi aleyhine gelişmesinin de çok önemli bir rolü vardı.

Bütün olumsuz gelişmeye rağmen Türkiye’de tarım üretimi ülkenin kendine yeterliliği bakımından hiç de geri değildi; Türkiye tarımda gıda maddelerinin üretimi bakımından dışa tamamen bağımlı değildi. Örnek olsun diye birkaç veri: 2019-2020 arasında yeterlilik derecesi; yani yurt içi talep ve arz: Bu oran turunçgillerde yüzde 174; sert kabuklularda yüzde 169; üzümde yüzde 142; sebzede yüzde 107; şekerde yüzde 99; çayda yüzde 96; tahıllarda yüzde 88; pirinçte yüzde 85; buğdayda yüzde 89,5; patateste yüzde 104,1; kuru baklagillerde yüzde 94,7; nohutta yüzde 127,5; ayçiçeğinde yüzde 60,1 kırmızı mercimekte yüzde 71,7 oldu. (3)

“Özellikle, 12 Kasım 2012 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen 6360 Sayılı Kanun yerel yönetim mevzuatında büyükşehir belediyeleri ile ilgili çok önemli değişikliklere sebep olmuştur. 30 Mart 2014 tarihinde gerçekleştirilen yerel seçimlerden sonra uygulamaya geçen 6360 Sayılı Kanun ile Türkiye’de özellikle yerel yönetim açısından ikili bir yapı ortaya çıkmış, Büyükşehir’e dönüşen illerin yönetim yapısında ciddi değişiklikler meydana gelmiştir. Belirtilen Kanunla birlikte 14 ilde yeni büyükşehir ve bu şehirler bünyesinde 25 yeni ilçe kurulmuştur. Böylelikle il mülki sınırları aynı zamanda büyükşehir belediyelerinin de sınırı olmuştur. Büyükşehir’e dönüşen illerde il özel idare müdürlükleri kapatılmış, köy ve kasabalar ise mahallelere dönüştürülerek mevcut tüzel kişilikleri kaldırılmıştır. Bu şekilde büyükşehir statüsündeki illerde sadece büyükşehir belediyesi ve Büyükşehir’e bağlı ilçe belediyeleri kalmıştır (Göküş ve Alptürkler, 2016). Büyükşehir statüsüne kavuşan illerde 1089 belde belediyesi ile 16 545 köyün tüzel kişiliği sona ererken, geri kalan diğer illerde nüfusu 2000’den aşağı olan 559 belde belediyesi ise kapatılmıştır.

6360 Sayılı yasa kapsamında ayrıca; “tüzel kişilikleri kaldırılarak Mahalleye dönüştürülen köylere ait menkul ve gayrimenkuller büyükşehir belediyelerine devredilmiş, yine Büyükşehir belediye sınırları dahilinde bulunan ve tüzel kişiliği kaldırılarak mahalleye dönüştürülen beldelerin de mal varlıklarının tamamı ve personeli komisyon kararıyla büyükşehir belediyelerine devredilmiştir. Kanun öncesinde kırsal yerleşim birimlerine hizmet götürülmesinde önemli kararların alındığı il genel meclislerinin de görevlerine son verilmiştir (Kalpaklıoğlu 2017:17-18).

6360 Sayılı Büyükşehir Yasası, sadece genel yönetim açısından değil, aynı zamanda kırsal yerleşim düzeni açısından da radikal dönüşümlerin yaşanmasına zemin hazırlamıştır. Yasanın ardından Türkiye’de kırsal yerleşim alanları ve kırsal nüfus ile ilgili kavramların içeriği değişmiş ve ikili bir yapı oluşmuştur. Büyükşehir statüsünde olan illerde tüm nüfusun şehir nüfusu olarak kabul edilmesi ilk nüfus sayımından itibaren resmi istatistiklere yansıyan kırsal şehirsel ayrımında değişim yaşanmasını beraberinde getirmiştir. Türkiye’nin toplam nüfusu içindeki kırsal nüfus oranı yasanın çıkarıldığı 2012 yılında % 22,7 iken, 2014 yılında % 8,2’ye gerilemiştir.”(4)

Köylerin bu yasaya göre Büyükşehir belediyelerine mahalle olmalarının tarım bakımından anlamı nedir?

“Yeni yasayla birlikte 30 büyükşehir belediyesinde, 16 binden fazla köyün tüzel kişiliği sonlandırılmıştır. Bu şu demektir: Köy sınırları içerisinde yer alan köy tüzel kişiliğine ait olan veya öteden beri köylünün ortak yararlanmasına terk edilmiş bulunan mera, harman yeri, yol ve sulak gibi taşınmazların nitelikleri değişmiştir

Anayasa Mahkemesinin 17.04.2004 tarih ve 25495 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 2000/83 Esas ve 2004/26 Karar sayılı Kararında, idari yapılanma ve buna dayalı olarak aldıkları hizmet bakımından köylerde yaşayanlarla, belediyenin bulunduğu yerlerde yaşayanların aynı hukuksal statüye sahip olmadıkları, dolayısıyla belediye sınırları içerisinde

yer alan mera, harman yeri, yol ve sulak gibi yerler ile köy sınırları içerisinde yer alan köy tüzel kişiliğine ait olan veya öteden beri köylünün ortak yararlanmasına terk edilmiş bulunan mera, harman yeri, yol ve sulak gibi taşınmazların aynı nitelikte olmadıkları açıkça belirtilmiştir.

Yani, belediye sınırları içerisinde kalan mera, harman yeri, yol ve sulak gibi yerler normal kamu arazisi olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla, bugüne kadar kamu arazilerinin başına ne gelmişse, “köy tüzel kişiliğine ait olan” veya “öteden beri köylünün ortak yararlanmasına terk edilmiş yerlerden” olan taşınmazların da başın o gelecektir...

Köylerin tüzel kişiliklerinin kaldırılıp mahalleye dönüştürülmeleriyle birlikte, “köy tüzel kişiliğine ait olan” veya “öteden beri köylünün ortak yararlanmasına terk edilmiş yerlerden” olan taşınmazların statüleri değişmiş ve kamu arazileri gibi bunların da akıbetleri yöneticilerin insafına terk edilmiştir...

Üretim için kullanılması gereken verimli tarım arazileri, yeni Büyükşehir Belediyesi Yasası ile kentsel alan kapsamına alınıp kolayca arsaya dönüştürülebilecek aşamaya taşınmışlardır. Böyle bir durum söz konusu olduğunda oluşacak arsa rantı, doğal varlıklarımız üzerinden haksız servet edinilmesine de neden olacaktır.

Dolayısıyla, bundan sonra köylerde yaşayanların (büyük şehir yasası ile mahallede yaşayanların) mülkiyetleri üzerinde ciddi tehditler ortaya çıkacağını söylemek gerçekçi olur.” (5)

2012 yılında çıkartılan büyük şehir yasası köyleri büyükşehir belediyesinin mahallesine dönüştürdü. O dönemde büyükşehir sayısı da otuza çıkartıldı. Köy hizmetleri de zaten kapatılmıştı.

Köylerin büyük şehir belediyelerine bağlanması bir seçim sorunu olarak görünüyordu. Artık mahalle olan köyler büyük şehir belediye başkanlığı seçimlerinde oy kullanabileceklerdi. 2014 yerel seçimlerinde bu uygulama başladı. Ancak bu yasanın etkisi sadece seçim çıkarlarıyla sınırlı kalmadı veya daha baştan AKP iktidarının başka hesapları vardı. O hesap da ancak rant olabilirdi. Bu yasaya göre belediye sınırları içerisinde kalan mera, harman yeri, yol ve sulak gibi yerler normal kamu arazisi olarak değerlendiriliyor, köylerin tüzel kişilikleri kaldırılıyor. Köyler mahalleye dönüştürülüyor ve böylece “köy tüzel kişiliğine ait olan” veya “öteden beri köylünün ortak yararlanmasına terk edilmiş yerlerden” olan taşınmazların statüleri değişmiş oluyor ve kamu arazileri gibi bunların da akıbetleri yöneticilerin insafına terk ediliyor. Üretim için kullanılması gereken verimli tarım arazileri kentsel alan kapsamına alınıp kolayca arsaya dönüştürülebilecek duruma getiriliyor ve nihayetinde hu alanlar arsa rantına, başka amaçlı talana açılıyor.

Bu yasa kent/köy sınıfsal yapısında ve tarımda üretim ve mülkiyet ilişkilerinde “devrimsel” bir altüst oluşa neden oldu. AKP belki de bunu düşünmemiştir; hizmet götürür oy alırım ve ranta açarak kamu değerlerini satarım mantığına göre hareket etmiştir. Ama genel sonuç tamamen farklı olmuştur.

Güven Sak soruyor ve cevabını da veriyor: “Peki, köylerin mahalle statüsüne geçirildiği bu otuz büyükşehir belediyesi ili 2012 itibariyle Türkiye’nin tarımsal üretiminin ne kadarını sağlıyordu? Otuz büyükşehir 2012’de tarımsal alanların yüzde 56’sına, bitkisel üretimin yüzde 69’una ve hayvancılığın yüzde 52’sine sahipti. O yıl Türkiye’nin tarım politikası bütünlüğünü kaybetti.”(6)

Nasıl kaybetti? Aşağıdaki grafik bu “kaybetme” gerçeğini gösteriyor:

2012’de şehirsel nüfus oranı yüzde 77,3’ten 2014’de yüzde 91,8’e çıkarken (14,5 puanlık bir artış); kırsal nüfus aynı dönemde yüzde 22,7’den yüzde 8,2’ye düşmüştür (14,5 puanlık bir azalış). Tüik verilerine göre 2019’da ise toplam nüfusun (83 milyon) yüzde 7,2’si kırsal alanda, yüzde 92,8’i ise şehirsel alanda yerleşikti.

Söz konusu yasal düzenlemeler nedeniyle kentsel nüfus 2012’e göre aniden 2014’te yüzde 91,8’e çıkarken kır nüfusu da aynı dönemde yüzde 8,2’ye düşüyor.

2019’da belde veya köylerde yaşayanların sayısı 2018’e göre yaklaşık yüzde 2 azalarak 5 milyon 771 bin 642 kişiye düşmüştü. 2020 itibarıyla bu rakam 5 milyon 878 bin 321 düzeyindeydi.

İşte bu yasa, sadece seçim sonuçlarını etkilemekle kalmamış, tarım sektörünü doğrudan etkilemiştir.

2010 verilerine göre Türkiye'de köy sayısı 34 bin 247’den 2014’te Türkiye yerel seçimleriyle yürürlüğe giren yeni büyükşehir yasasıyla birlikte köy sayısı 18 bin 335'e düşüyor. Yeni yasayla birlikte 30 büyükşehir belediyesinde 16 binden fazla köyün tüzel kişiliği sonlandırılıyor.

Bu yasa sonuç itibariyle “Otuz büyükşehri 2012’de tarımsal alanların yüzde 56’sına, bitkisel üretimin yüzde 69’una ve hayvancılığın yüzde 52’sine sahip olmaktan çıkartmıştır. Hangi oranlarda çıktığını isteyen hesaplayabilir. Her halükarda büyük şehir belediyesine dahil edilen kırsal üretici gücün büyük bir kısmı (toprak, tarımsal makineler vs. ve kırsal işgücü) tarım sektöründen dışlanmıştır.

Bu yasa sonucu 2001 itibariyle toplam işletmelerin yüzde 64,8’ini oluşturan küçük köylülük; yüzde 18,5’ini oluşturan orta köylülük; yüzde 15,9’unu oluşturan zengin/büyük köylülük ve yüzde 0,7’sini oluşturan büyük işletmeler yapısal olarak büyük bir darbe almışlar, kontrol ettikleri toprakların bir kısmı (2001 sayımına göre küçük köylülük yüzde 21,4; orta köylülük yüzde 20,7; zengin/büyük köylülük yüzde 46,6 ve büyük işletmeler yüzde 11,3 oranında) tarım arazisi olmaktan çıkmıştır.

Bu dönüşümden en az etkilenen kesimler zengin köylülükle, büyük tarım işletmeleri olabilir. Diğerleri; küçük ve orta köylülük bu yasanın ilk yıktığı köylü kesimleridir. (7)

Şimdi, üzerinde hiç tartışılmayan bu yasa, istesek de istemesek de tarımda “devrimsel” bir altüst oluşu beraberinde getirdi. Tabii sonuç itibariyle. Bu yasa, yine sonuç itibariyle kırda eli tüfek tutacak insan kalmadığını da gösteriyor.

Toprak devrimi, feodalizm içerikli demokratik devrim anlayışını bu yasa nihai olarak bitirmiştir. Burjuvazi tarım politikası olmadığından dolayı değil, uyguladığı tarım politikasıyla tarımı bu hale getirmiştir. Bu yasa da işin tuzu biberi olmuştur. Burjuvazi kendi politikasıyla toprak devrimi içerikli bir demokratik devrimin artık geri bir adım olacağının nesnel zeminini hazırlamıştır.

Topraktan kopartılan bu milyonlarca köylü üretici güç şimdi sınıfsal olarak ne durumdadır? Büyük kentlerin yeni varoş sakinlerini oluşturan bu “eski” köylüler şimdi işçi olmakla meşguller, işçi sınıfının “acemi” neferleri olma yolunda ilerliyorlar.

Acaba devrimci partiler tarım dışı bırakılan bu arazilerin ekilebilir toprakların ne kadarına tekabül ettiğinin; ne kadar küçük ve orta köylünün “sınıf intiharı”na zorlandığının, “aday” işçi olduklarının hesabını çıkartıp, bu altüst oluşun analizini yaptılar mı?

Unutulmamalı ki, bu yönlü analizler devrimci bir partinin tarım programını gözden geçirmesini kaçınılmaz kılacaktır.

Bu yasanın “yan” ürünleri de vardır. Kırsal nüfusun bu denli gerilemesi, küçük ve orta köylülüğün bu denli darbe alması, devrim sonrasında toprakta mülkiyetin sınıfsal karakterinin çözümüne “katkısı” olacaktır. Belki de kolhoz sorunu, kırda toplumsal mülkiyet sorunu sosyalizmin inşasında SSCB’de olduğu gibi önemli olmayabilir. Belki de devrimci partiler sorunun bu yönünü dikkate alabilirler.

*

Açıklama/kaynak:

1) Bu veriler için bkz.: İbrahim Okçuoğlu; Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, 3. Kitap, genişletilmiş 2. baskı, s. 392, 395. Ceylan Yayınları, Haziran 2003.

2)https://www.google.com/publicdata/explore?ds=d5bncppjof8f9_#!ctype=l&strail=false&bcs=d&nselm=h&met_y=gdp_production_constant_2010_us&scale_y=lin&ind_y=false&rdim=country&idim=country:TUR&ifdim=country&hl=de&dl=de&ind=false -Hesaplamayı ben yaptım.

3)Tüik bitkisel ürün denge tabloları ve TEPAV hesaplamaları. Aktaran; Güven SAK;Türkiye’nin tarımdaki problemi nedir? 11 Nisan 2022 tarihli Dünya Gazetesi

4) Bayram Tunce-Muzaffer Bakıcı: 6360 sayılı büyükşehir yasasının Türkiye’nin kırsal yerleşim düzenine mevcut ve muhtemel etkileri: Konya örneği.Türk Coğrafya Dergisi, 74, 2020, www.tcd.org.tr – Veya https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1173382, s. s. 76/77)

5)Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası Genel Başkanı Ertuğrul Candaş ile söyleşi’den s. 2 ve 3. https://obs.hkmo.org.tr/show-media/resimler/ekler/eecf7ef6f411c7f_ek.pdf?tipi=6&turu=D&sube=0)

6)Güven Sak; Agy.

7) Bu veriler için bkz.: İbrahim Okçuoğlu; Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, 4. Kitap, s. 344, 354. Sınırsız Kitap Yayın, Nisan 2019.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.