Stalin’e karşı Yevzhov: SSCB’de 1937-1938 yıllarındaki kitlesel baskıların nedenleri
Çeviren: Eren Can
Bu makale, 1937-1938 yıllarında SSCB’de yaşanan kitlesel baskıların nedenlerini ana hatlarıyla ortaya koymaktadır. Birincil kaynaklardan elde edilen bilgiler, bu baskıların birbiriyle kesişen iki ayrı grup tarafından yapılan Stalin karşıtı komploların bir sonucu olduğu tezini güçlü bir şekilde desteklemektedir. Bu gruplardan birincisini Grigorii Zinovyev, Troçki ve Sağcıların (Buharin, Rikov ve taraftarları) siyasi Muhalefetinin destekçileri ile Mareşal Mihail Tuhaçevski ve diğer askerler oluştururken, ikinci grubu ise 1936 “Stalin” Anayasası’nın demokratik yönlerine karşı olan sözde Stalin destekçileri ve üst düzey parti liderleri oluşturmaktadır. Bu makale, Stalin’in demokratik reform mücadelesini ve bu mücadelenin yenilgisini tartışmakta, yanlış bir biçimde “Büyük Terör” olarak adlandırılan kitlesel baskıları ana akım tarihçilerin anlamama nedeni olarak, Sovyet tarihi bakımından hakim olan “anti-Stalin paradigma”yı ortaya koymaktadır.
GİRİŞ
Nikita S. Kruşçev, 25 Şubat 1956’da, Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Kongresi’nde delegelere hitaben bir “Gizli Konuşma” yapmıştır. Bu konuşmada Kruşçev, Parti üyelerine karşı bir dizi suç işlediği suçlamasıyla Stalin’e saldırmıştır. Kruşçev bu konuşmasında şunları söylemiştir:
“17. Kongre’de seçilmiş Merkez Komite üyeleri ve adaylarından oluşan 139 kişiden 98’i, yani yüzde 70’i, (çoğunlukla 1937-1938 yıllarında) tutuklanmış ve vurulmuştur. … Danışmanlık ya da oy hakkı bulunan 1.966 delegeden 1.108 kişi karşı devrimci suçlar yüklenerek tutuklanmıştır.
… Şimdi, ‘sabotajcı’ ya da ‘ajan’ olarak adlandırılan bu kişilerin bazılarının dava dosyaları incelendiğinde, bunların hepsinin uydurma olduğu görülmüştür.
Düşman faaliyetleriyle suçlanan ve tutuklananların suç itirafları ise, insanlık dışı ve zorbaca işkence yardımıyla elde edilmiştir.”
Kruşçev, Ağustos 1936 – Kasım 1938 tarihleri arasında NKVD Komiseri olan Nikolai Yevzhov’un, Stalin’in emri altında hareket ettiğini iddia etmiştir:
“Açıktır ki, bu mesele Stalin tarafından kararlaştırılmıştır ve Yevzhov bunları Stalin’in emirleri ve onayı olmadan yapamaz.” (Kruşçev, 1962)
“BÜYÜK TERÖR” YALANI
1968 yılında İngiliz yazar Robert Conquest, Büyük Terör: Stalin’in 1930’lardaki Tasfiyesi adıyla bir kitap yayınlamıştır. Conquest, iddialarını, kaynak sorgulaması yapmadan, sanki kesin doğruymuş gibi alıntıladığı kitap ve makalelere dayandırmaktadır. Conquest’in kitabının anti-komünist propaganda için çok büyük bir değer taşıdığı su götürmez bir gerçektir. Hatta tarih araştırmacıları bu “Büyük Terör” kavramını, Sovyet tarihinin bir dönemine işaret etmek için kullanmaya başlamıştır.
Anti-Stalin Paradigma
Yeni kitabım Stalin’e Karşı Yevzhov’un amacı, bu kitlesel baskının nedenlerini ve sorumlularını yerli yerinde tanımlamaktır. Sovyetler Birliği tarihçileri bu baskı dönemine çeşitli açıklamalar önermişlerdir. Benim araştırmalarım ise bunların hepsinin temelde yanlış olduğu sonucunu ortaya çıkarmıştır. Aslında bu tarihçiler, kitlesel baskının nedenlerini keşfetmeye değil, bu dönem için körü körüne araştırma yaparak, egemen olan tarihsel çerçeve ya da paradigmaya uygun olan açıklamalar bulmaya çalışmışlardır. Ben bu durumu “Anti-Stalin” paradigma olarak adlandırıyorum.
Anti-Stalin paradigmasının doğrudan kaynağı ise Leon Troçki’nin yazılarıdır. Troçki, kendi komplosuna hizmet edecek bir biçimde Stalin’i bir canavar olarak tasvir etmiştir. Fakat bugün biz biliyoruz ki, Troçki, SSCB ve Stalin hakkında açıkça yalan söylemiştir. Kuruşçev de yapmış olduğu “Gizli Konuşma”da, Troçki’nin uydurduğu bir dizi yalanı sürdürmüştür (Furr, 2015).
1961’deki 22. Parti Kongresi’nde Kruşçev ve adamları, Stalin’i daha fazla suç işlemekle itham etmiştir. 1962’den 1964’e kadar Kruşçev, Stalin’e saldıran yüzlerce makale ve kitabı finansal olarak desteklemiştir. Bu saldırılar, Batılı anti-komünist yazarlar tarafından heyecanla tekrar edilmiştir. Mihail Gorboçov ise, 1987-1991 yılları arasında başka bir anti-Stalin yazılar yığınını finansal olarak desteklemiştir. Dahası, bu yazılar Sovyetler Birliği’nin ideolojik dağılmasına önemli oranda katkıda bulunmuştur. Fakat bugün biliyoruz ki, Kruşçev ve Gorboçov’un adamları Stalin hakkında gözle görülür bir şekilde yalan söylemiştir.
Bu anti-Stalin paradigmaya göre:
– Stalin bir ‘diktatör’dür. Sonuç olarak, meydana gelen önemli her şeyi o başlatmış ya da durdurmuş olmalıdır. Olan her şey, ya Stalin’in isteği ya da onayıyla olmuştur. Stalin her zaman ‘kontrolü’ elinde tutmuştur.
– Stalin yönetimine karşı yapıldığı iddia edilen komplolar tamamen uydurmadır.
– 1991’de SSCB’nin dağılmasından bu yana yayınlanan itiraflar, soruşturmalar ve Moskova Davalarındaki tanıklıkların sonucu oluşmuş kanıtlar da uydurma olmalıdır.
Stalin dönemini araştıran birçok ana akım tarihçi, kendilerini bu önsel (a priori) ilkelerle koşullandırmıştır. Bu ilkeler, ne sorgulanmış ne de bunları doğrulamaya yönelik bir girişimde bulunulmuştur. Bu eleştiriler, hangi kanıt ve açıklamaların kabul edilebilir olduğunu belirler. Onların amacı, ana akım tarih yazımında, sadece Stalin ve SSCB’yi “kötü gösteren” tarihsel açıklamaların yer almasını garantiye almaktır. Bu açıklamalar, SSCB’yi totaliter ve “terör”le yönetilen bir “diktatörlük” olarak ele alan görüşle uygunluk içindedir ve bu dönemin “Büyük Terör” dönemi olarak kavramlaştırılmasını pekiştirirler.
Bunlar, düşünmeyi devre dışı bırakan varsayımlardır. Bu varsayımları kabul etmek, Stalin dönemi Sovyet tarihini anlamayı imkansız hale getirir. Fakat bunların amacı hiçbir zaman, doğru bir tarih anlatısı yapmak değil, aksine, SSCB ve Stalin’i ve böylece 20. yüzyıl dünya komünist hareketini fiilen şeytanlaştırarak, anti-komünizmi güçlendirmektir.
“Büyük Terör” olarak adlandırılan kitaplar ise yayınlanmaya devam ediyor. En son örneklerden biri İngiliz tarihçi James Harris tarafından yazılan “Büyük Korku: 1930’lardaki Stalin Terörü” adını taşıyor. Harris’in dili ılımlı ve Sovyet tarihi alanı için göreceli olarak önyargısızdır.
Ancak, Harris’in bu dönemi inceleyen Troçkistlerin de dahil olduğu ana akım tarihçilerle ortak yanı, kitlesel idamların Stalin’in eylemleri olmadığını, aksine Yevzhov’un komplosunun ürünü olduğunu kanıtlayan verileri göz ardı etmesidir. Harris, uzunca bir süredir çürütülmüş olan Alman gizli planını Mareşal Tuhaçevski üzerinden kurarak (169-170), Kirov’un katilinin “cinayeti neredeyse kesin bir şekilde yalnız başına işlediği” hikayesini tekrar ediyor ve tüm kanıtlar üzerinden Stalin yönetimine itiraz korkusunun yanlış olduğu kararına varıyor.
“Büyük Terör” olarak bilenen kitlesel baskılar hakkındaki araştırmaların kilit sorularını şunlar oluşturmaktadır:
1- Genellikle iddia edildiği gibi, yüz binlerce masum insanın katledilmesinden sorumlu kişi Stalin midir?
2- Eğer Stalin sorumlu değilse, Yevzhov ve adamları bir yıl boyunca nasıl birçok masum insanı öldürmeye devam ettiler?
Bu kitlesel baskıları anlamada iki olay örgüsü önemlidir. Birincisi, Stalin’in seçimli demokrasi mücadelesi ve yenilgisidir. İkincisi ise, Grigorii Zinoviev, Leon Troçki, Nikolay Buharin, Genrikh Iagoda, Nikolai Ezhov ve “Sağcılar” olarak adlandırılan pek çoklarının ve en bilineni “Tuhaçevski Meselesi” olan askeri figürlerin destekçilerini içeren birbiriyle bağlantılı iki komplodur.
SEÇİMLER
1930’lar boyunca Stalin liderliği, devlet yönetiminde demokrasiyi teşvik etmekle ve sendikal demokrasiyi güçlendirmekle meşgul olmuştur. 1936 Aralık ayındaki 8. Olağanüstü Sovyetler Kongresi, gizli oy ve rekabete dayalı, adaylı seçimlere yer veren yeni Sovyet Anayasa taslağını onaylamıştır (Zhukov, 2003, 309).
Sadece Komünist Parti’den olan adaylara değil, aynı zamanda işyeri örgütlenmeleri, ikamet yerleri ve (dini gruplar gibi) üyeliklere bağlı olarak diğer yurttaşların adaylıklarına izin verilecekti. Fakat bu son hüküm hiçbir zaman yürürlüğe girmedi. Rekabete dayalı seçimler hiçbir zaman yapılamadı.
Yeni Anayasa’nın bu demokratik yönü Stalin’in ısrarlarıyla eklenmiştir. Stalin ve onun en yakın destekçileri, inatla bu hükümleri Anayasa’da tutmak için mücadele etmişti. Ancak, Stalin ve destekçileri, Parti’nin Merkez Komitesi tarafından reddedildiklerinde ve Japon ve Alman faşizminin Sovyet Hükümeti’ni devirmek için işbirliği yaptıkları ciddi komploların ortaya çıkmasıyla yaşanan panikle karşılaştıklarında, direnememişlerdi.
Haziran 1934’te, Politbüro, yeni bir anayasanın yazılması görevini Sovyet yönetiminin önde gelen figürü Avel Enukidze’ye verdi. Bir süre sonra Enukidze, rekabete dayalı, açık oy sistemini öngören bir seçim sistemi ile geri döndü. Stalin ise, Enukidze’nin bu önerisine katılmadığını hemen açıklayarak, seçimin gizli yapılması ısrarını sürdürdü (Zhukov, 2003, 116–121).
1 Mart 1936’da Amerika’nın önde gelen gazetecilerinden Roy Howard’a vermiş olduğu mülakatta Stalin, Sovyet Anayasası’nın gizli oya dayalı seçimleri garanti altına alacağını deklare etti. Bu yeni Anayasanın garanti altına alacağı seçim sistemi, köylülerin oyunun da işçiler kadar eşit sayılacağı, Batı’da olduğu gibi direkt ve bölgesel temelli olarak, tüm Sovyetlerin yurttaşların kendileri tarafından seçileceği öngörülüyordu.
“Bu yılın sorununda yeni anayasamız büyük bir ihtimalle kabul edilecektir. … hali hazırda ilan edildiği gibi bu yeni anayasaya göre oy hakkı, evrensel, eşit, direkt ve gizli olarak yer alacaktır.”
Bunun yanında Stalin, tüm seçimlerin adaylı ve rekabete dayalı olacağını da ifade etmiştir. Farklı yurttaş örgütleri, Komünist Parti adaylarına karşı kendi adaylarıyla yarışabilecekti. Stalin Howard’a, yurttaşların oy vermek istediklerinin dışında kalan adayların üstünü çizeceğini anlatmıştır.
Stalin, aynı zamanda, adaylı ve rekabete dayalı seçimlerin bürokrasiyle mücadelede önemli bir yerinin olduğunun da altını çizmiştir.
“Seçim yarışının olmayacağını mı düşünüyorsunuz? Fakat olacak ve ben çok canlı bir seçim kampanyası olacağını öngörüyorum. Ülkemizde kötü çalışan birkaç kurum yok… Bizim yeni seçim sistemimiz, tüm örgütleri ve kurumları yeniden yapılandırarak onları kendi işlerini geliştirmeye zorlayacaktır. SSCB’deki evrensel, eşit, doğrudan ve gizli oy hakkı, kötü çalışan yönetim organlarına karşı halkın elindeki bir kamçı olacaktır. İnanıyorum ki, yeni Sovyet Anayasamız, dünyanın en demokratik anayasası olacaktır.”
Stalin, oy hakkı elinden alınmış olan Sovyet yurttaşlarına bu hakkın geri verilmesi konusunda ısrar etmiştir. Bunlar, eski toprak sahipleri gibi eskiden sömürücü sınıfa dahil olanlardan ve 1918-21 yılları arasında süren İç Savaş’ta Bolşeviklere karşı savaşanlardan ve (bugün ABD’de olduğu gibi) bazı suçlardan hükümlü olanlardan oluşuyordu. Oy hakkından mahrum bırakılanlar arasında önemli bir yere sahip olan kulaklar ise, birkaç yıl öncesi kamulaştırma hareketinin ana hedefi olan eski zengin köylülerdi.
Stalin liderliği eğer Sovyetler Birliği’nin halihazırdaki yönetilme biçimini değiştirmek istemeseydi, bu seçim reformları gerekmeyecekti. Stalin, Bolşevik Parti’nin 1917’deki sloganı olan “Tüm iktidar Sovyetlere” anlayışına geri dönerek, Komünist Parti’yi Sovyetler Birliği’ni doğrudan yönetme işinden ayırmak istiyordu.
BÜROKRASİYE KARŞI MÜCADELE
Stalin liderliği, aynı zamanda, Parti’nin rolü konusunda da kaygılıydı. Ocak 1934’teki 17. Parti Kongresi’ne sunmuş olduğu rapordan başlayarak, büyük bir azimle bürokratizme karşı mücadeleyi Stalin’in kendisi başlatmıştır.
Parti liderleri, hem Sovyetlere kimin girdiğine karar vererek, hem de bakanlıkların yapmış oldukları şeyleri çeşitli biçimlerde denetleyerek ya da gözden geçirerek, yönetimi kontrol ediyorlardı. Stalin, Molotov ve diğerleri, bu yeni seçim sistemini “bürokratikleşmeye karşı bir silah” olarak adlandırıyordu. 6 Şubat 1935’teki 7. Sovyetler Kongresi’ndeki konuşmasında Molotov, gizli seçimlerin “bürokratik unsurlara büyük bir darbe indireceğini ve bu unsurlara yararlı bir şok etkisi sağlayacağını” ifade etmişti. (Zhukov, 2003, 124)
Bakanların ve bakanlık personellerinin eğer üretimde etkili olmak istiyorlarsa, sorumlu oldukları işlere dair bilgisi olmak zorundaydı. Bu ifadeyle onların alanlarındaki teknik eğitim kastediliyordu. Fakat parti liderleri genellikle kariyerlerini sadece Parti’deki pozisyonları aracılığıyla ilerletiyordu. Bu parti görevlileri kontrol uyguluyorlardı, ancak kendileri genellikle onları kontrol edebilecek teknik bilgi ve beceriden yoksundu.
Stalin liderliğinin “bürokratizm” terimiyle kastettiği şey, açıkça bu konuydu. Bürokratizmi –tüm Marksistler gibi– bir tehlike olarak görmelerine rağmen aynı zamanda kaçınılmaz bir şey olduğuna da inanıyorlardı. Hatta, sosyalist toplumda Parti’nin rolünü değiştirmekle bu problemin üstesinden gelebileceklerini düşünmüşlerdi. Stalin ve Parti liderliğindeki taraftarlarının Sovyetler Birliği’nde başlatmayı istedikleri demokrasi kavramı, Parti’nin toplum içindeki rolünün niteliksel olarak değişimini gerekli kılıyordu.
“Araştırmacıların erişebileceği bu belgeler, 1930’ların sonunda hali hazırda kararlaştırılmış, ülke yaşamında partinin temel rolünün sınırlandırılması ve Parti ile devletin birbirinden ayrılması girişimlerini anlamamızı sağlıyor.” (Zhukov, 2000, 😎
1936 Anayasasının 3. Maddesi şöyle diyordu: “SSCB içinde tüm iktidar şehir ve kasabalarda çalışan halklara aittir ve İşçi Temsilcileri Sovyetleri tarafından temsil edilir.” Komünist Parti’den ise, 126. Maddede şöyle bahsediliyordu: “Sosyalist sistemin gelişmesi ve güçlenmesi için yürütülen işçi mücadelesinin öncüsü ve hem devlet hem de halk nezdinde tüm işçi örgütlerinin öncü çekirdeğidir.” Bu ifade, Parti’nin devletin yürütme ve yönetim organlarından biri olduğunu değil, örgütlere öncülük etmesi gerektiğini söyler (1936 Anayasası; Zhukov, 2000, 29-30).
Haziran 1937’deki Merkez Komitesi toplantısında yeni anayasa taslağı üzerinde çalışanlardan biri olan Iakov A. Iakovlev, rekabete dayalı gizli seçim önerisinin Stalin’in kendisi tarafından bizzat hazırlandığını söylemiştir. Ancak bu öneri, Birinci Sekreterler ve bölgesel parti liderlerinin geniş ve örtülü muhalefetiyle karşılaşır. Howard’ın röportajından sonra, birçoğu Politbüro tarafından doğrudan kontrol edilen merkezi gazetelerde, Stalin’in rekabete dayalı seçim demecini destekleyen, hatta sözel olarak öven bir yazı bulunmamaktır. 10 Mart 1936’da Pravda’da sadece bir makale yayınlamıştır; o da bu tür seçimlerden bahsetmemektedir.
Bundan tarihçi Iurii N. Zhukov şu sonucu çıkarıyor:
“Bu, sadece şu anlama gelir: Sadece geniş liderlik [Bölgesel Birinci Sekreterler] tarafından değil aynı zamanda bazı Merkez Komite organları, özellikle Stetskii ve Tal’ın altındaki Ajit-prop organı, Stalin’in bu yenilikçi önerisini kabul etmedi, onaylamadı, hatta sadece biçimsel de olsa adaylı seçimleri birçok kişi için tehlikeli buldu. Pravda tarafından vurgulanan Stalin’in bu sözlerinin ardından Birinci Sekreterler –bölge komiteleri ve kent, bölgesel ve ulusal komünist partilerin merkez komiteleri– bu öneriyi kendi pozisyonlarına ve gerçek güçlerine doğrudan bir tehdit olarak gördüler.” (Zhukov, 2003, 211)
Parti’nin kıdemli liderleri, genellikle zor zamanların emektarlarıydılar. Çarlık zamanının tehlikeli günlerinde, devrim, iç savaş ve kamulaştırma döneminde, yani komünist olmanın tehlikeli ve zor olduğu bir dönemde öncü görevler üstlenmişlerdi. Birçoğu çok az eğitimliydi. Öyle görünüyor ki, bunların çoğunluğu ne kendini eğiterek “kendi yeniden yapılanmalarını” sağlayacak güçteydiler, ne de bu konuda istekliydiler.
Bu adamların hepsi uzun zamandır Stalin’in politikalarının destekleyicisiydiler. Bu eski tüfekler, yüz binlerce kulak ailesinin sınır dışı edildiği dönemde kıtlık döngüsünden çıkmak için bir adım olan tarımın kolektifleştirilmesini uygulamışlardı. Geçerli vahşi koşullar (düşük ücret ve bu ücretle alınabilecek çok az ürün, yetersiz beslenme, yetersiz sağlık hizmetleri, yoksul hanelerin sefil yaşantısı) altında gerçekleşmesi beklenen sanayileşmenin çökmesinden bunlar sorumluydular.
Şimdi Stalin, bu eski tüfekleri, Sovyet politikalarına karşı oldukları için oy hakları elinden alınmış kişilerin seçime katılması ve oy hakkı tanınması ile tehdit ediyordu. Birçoklarını korkutan şey, kendi adaylarına ya da Parti destekli adaylara karşı oy kullanmalarıydı.
Stalin’in kendisi bunu daha güçlü bir şekilde şöyle ortaya koymuştur:
“Eğer burada ya da orada insanlar düşman güçlerini seçecekse, bu bizim ajitatif işlerimizin kötü organize edildiği anlamına gelir ve biz de bu rezaleti tamamen hak etmiş oluruz.” (Stalin, 1936b; Zhukov, 2003, 293)
Stalin’in tutumu buydu, ancak Birinci Sekreterler buna karşı çıktı. Sekretarya üyeleri, Stalin’in önerisini proletarya diktatörlüğünün bir ihlali olarak mı düşünmüşlerdi? Onlar, bu öneriyi demokrasi kavramı altında kapitalizme verilmiş büyük bir taviz olarak mı ele aldılar? Kapitalizm yanlısı partilerin büyük bir avantaja sahip olduğu koşullar dışında “demokratik” kapitalist devletler bile kapitalizm düşmanları olarak anılanların özgürce seçimlere katılmalarına izin vermiyorlardı. Hatta bu devletlerde sistemin kendisi –yani kapitalizm– hiçbir zaman herkesin elde edebileceği bir şey değildir.
KOMPLO: MUHALİF BLOK
25 Kasım 1936’da başlayan Kongre sırasında, yeni Anayasa ile ilgilenirken Sovyet liderliği, geniş çaplı Moskova Duruşmalarının ilk ikisi arasındaki dönemdeydi. Ağustos 1936’da, Grigorii Zinoviev ve Lev Kamenev diğerleriyle birlikte yargılanmıştı. Ocak 1937’deki İkinci mahkemeye ise, yakın döneme kadar Ağır Sanayi Komiser Yardımcılığı yapan Iurii Piatakov’un önderliğindeki başlıca Troçki takipçileri de dahil olmuştu (Zhukov, 2003, 291).
1936, 1937 ve 1938 yıllarındaki halka açık Moskova davalarında, savcı, 1932’de şekillenmiş, Kirov cinayetini yapmış ve Stalin liderliğine karşı komploya devam etmiş bu çeşitli gruplardan oluşmuş gizli bir suç bloğunun olduğunu iddia etmiştir. Sürgünde olan Leon Troçki ise, kendisinin ve takipçilerinin böyle bir bloğa dahil olduğunu şiddetli bir şekilde reddetmişti. Fakat, 1980 yılında, döneminde dünyanın önde gelen Troçkist tarihçisi Pierre Broué, bu bloğun gerçekte var olduğunu ve Troçki’nin bunu onayladığını ortaya çıkarmıştı (Broué, 1980).
1 Aralık 1934’de kent Parti Komitelerinin ve Leningrad bölgesinin Birinci Sekreteri olan Sergei M. Kirov, Leningrad’daki Smolny Enstitüsü’nde bulunan Parti merkezinde öldürülmüştü. Stalin önderliğindeki Sovyet Hükümeti, soruşturmalar sonucunda, Zinovyevci gizli bir grup adına hareket eden Leonid Vasilevich Nikolaev’in bu suikastı gerçekleştirdiğini belirtmişti.
Troçki, Stalin’in yalan söylediğini iddia etmiştir. Kruşçev’in ve sonrasında Gorbaçov’un adamları, gizli bir Zinovyevci grup olmadığını, Nikolaev’in kendi başına hareket eden bir katil olduğunu iddia etmişlerdir. Batılı anti-komünist araştırmacılar ise, ya Kruşçev ve Gorbaçov’un söylediklerini tekrarlamış ya da Stalin’in Kirov’un öldürülmesini planlamış olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa, Harvard Troçki arşivleri ve eski Sovyet arşivlerinden elde edilen kanıtlar sayesinde, Stalin dönemi polisi ve savcısının haklı olduğunu biz bugün biliyoruz (Furr, 2013).
1936 Ağustos’undaki Moskova Davası’nda Zinovyev ve Kamenev, Kirov cinayetindeki işbirliğini itiraf etmişlerdir. Onlar, Troçkist, Zinovyevci ve diğerlerinden oluşan bu muhalif bloğun SSCB’deki iktidarı zor yoluyla ele geçirmek istediklerini açıkça ifade etmişlerdir. Diğer Troçkistler ise, Stalin’in de dahil olduğu Sovyet liderlerine yönelik suikast planlarını itiraf etmişlerdir.
1936’daki Moskova Davası’nda sanıklar, bu bloğun Troçkistler ve Sağcılardan oluşan paralel bir liderliğe sahip olduğunu açığa çıkarmışlardır. Troçkistlerin liderleri olarak Karl Radek ve Iurii Piatakov, Sağcıların liderleri olarak da Mikhail Tomsky, Aleksei Rykov ve Nikolai Bukharin’in adı verilmiştir (Mahkeme Tutanakları, 1936).
1936 Eylül ve Aralık ayları arasında Radek, Piatakov ve bunlara katılan diğerleri, Troçki’nin Almanya, Japonya ve SSCB içindeki anti-Sovyet ve faşizm yanlısı güçlerle birlikte planladığı komploların detaylarını ortaya dökmüşlerdi. Ocak 1937’deki İkinci Moskova Davası’nda sanıklar, Alman ve Japon desteği karşılığında Troçki’nin iktidarı ele geçirerek, SSCB’de sosyalizmi ortadan kaldırma planlarını detaylıca anlatmışlardır. Bu sanıklar, Buharin, Rykov ve Troçki’nin planlarından tamamen haberdar olan blok üyesi Sağcıların bu plana dahil olduğunu itiraf etmişlerdir (Mahkeme Tutanakları, 1937).
Tarihin en uzun toplantısı olan 1937 Şubat-Mart ayındaki Merkez Komite Toplantısı iki hafta kadar sürmüştür. Bu toplantı, Parti önderliğinin karşı karşıya olduğu çelişkili görevleri dramatize etmişti: iç düşmanlara karşı mücadele ve yeni Anayasa altında gizli ve adaylı seçimlere hazırlık ihtiyacı. Sovyet iktidarını devirmeyi amaçlayan komplocu grupların daha fazlasını ortaya çıkarmak için polisin harekete geçmesi gerekiyordu. Fakat gerçek demokratik hükümet seçimleri ve parti içi demokrasiyi geliştirmek (bu konu Politbüro’da tekrar tekrar Stalin’e en yakın kişiler tarafından vurgulanıyordu) için bunun tersi gerekiyordu: özeleştiri ve eleştiriye açık olma ve sıradan parti üyelerine liderlik edecek kişilerin gizli seçimlerle belirlenmesi.
Leningrad parti önderi Andrei Jdanov, ülke ve parti içinde daha büyük bir demokrasi ihtiyacını, hem parti üyeleri hem de parti üyesi olmayan kitlelerle daha yakın bağ kurarak bürokrasiye karşı mücadele etmek gerektiğini şöyle ifade etmiştir:
“Bu yeni seçim sistemi, bizim Sovyet örgütlerimizin işlerindeki bozuklukların, bürokratik eksikliklerin, bürokratik organların tasfiyesi ve Sovyet organlarının işlerinin iyileştirilmesi yönünde güçlü bir etkiye sahip olacaktır. Ve bu yetersizlikler, sizin de bildiğiniz gibi, oldukça mühimdir. Bizim parti organlarımız seçim mücadelesine hazır olmak zorundadır. Seçimlerde biz düşman ajitasyonuyla ve düşman adaylarla ilgilenmek zorunda kalacağız.” (Zhukov, 2003, 343)
Jdanov parti-içi demokrasi için daha güçlü bir konuşma yapmıştır.
“Bu, aşağıdan yukarıya tüm parti organlarının gizli oylama ile yeniden seçimi, parti organlarının düzenli olarak kendi örgütlerine rapor vermesi, katı parti disiplini, azınlığın çoğunluk tarafından tahakkümü ve yüksek parti organlarının bütün parti üyeleri üzerinde koşulsuz ve zorunlu kararları anlamına gelir. Jdanov, parti bürolarına seçim yerine atamalar yapılmasından şikayet etmiş, önemli mevkilere adayların kapalı kapılar ardında, ‘aile düzeni içinde’ belirlenmesini eleştirmişti. Jdanov ‘aile’ dediğinde Stalin, ‘bu bir anlaşma’ (sgovar, yani keliminin tam anlamıyla bir evlilik anlaşması) diyerek araya girmiştir. Stalin’in bu çıkışı fiili bölgesel aşiret liderlerine karşı fiili bir savaş ilanıydı. Onların Jdanov’un raporuna verdiği tepki (ki bu tepki ilkin görülmemiş derecede öfkeli bir sessizlik şeklindeydi) bu liderlerin öfkeli olduklarını gösteriyordu.” (Getty, 2013a, 77)
Parti’de Stalin önderliğini temsil eden Nikolai Shvernik, sendikal demokrasi için güçlü bir çağrı yapmıştı.
Shvernik, sendikaların da, tıpkı Parti gibi, iç demokrasiden yoksun olduğunu savunuyordu.
“Shvernik, ‘Tüm samimiyetimle ve direkt olarak şunu söylüyorum ki, evet, sendikalar çok kötü durumda’ diyordu. İlk Beş Yıllık Plan’la yeni sanayinin gelişmesiyle ve binlerce yeni iş alanının yaratılmasıyla birlikte 47 olan sendika sayısı 165’e çıkmıştı. Her kademedeki pozisyonlar seçimle değil atama ile doldurulmuştu. Shvernik konuşmasını seçimlerin sadece parti için değil aynı zamanda sendikalar için de gerekli olduğunu söyleyerek bitirmişti.” (Goldman, 2007, 126)
PARTİ SEKRETERLERİNİN SEÇİM KORKUSU
Jdanov’un raporu “düşmanlar” tartışmasıyla boğulmuştur. Bazı Birinci Sekreterler, bu rapora, Sovyet iktidarına karşı olanların seçime en iyi hazırlananlar olduğu ya da olabileceğini söyleyerek uyarıyla cevap vermişti.
“Tartışmanın başından beri Stalin anlaşılamamaktan korkuyordu. Öyle görünüyordu ki, Stalin’in tartışmak istediği şeyler, raporda sadece kendi istediklerini duyan Merkez Komite üyelerinin isteksizliğinin ve kavrayışsızlığının sağır duvarına çarpmış gibiydi. Tartışmaya katılan 24 kişiden 15’i ağırlıklı olarak ‘halk düşmanlarını’, yani Troçkistleri konuşmuştu. Bu kişiler Jdanov ve Molotov tarafından hazırlanan rapor sonrasında samimiyetle ve saldırgan bir şekilde konuşmuşlardı. Bütün problemleri düşmanları ortaya çıkarmaya indirgemişlerdi. Ve hiçbiri, Stalin’in Parti örgütlerindeki eksiklikler ve daha üstün bir Sovyet için seçimlere hazırlık konusundaki başlıca tartışmaları hatırlamamıştı” (Zhukov, 2003, 357).
Birinci Sekreterler de dahil Parti görevlileri için en endişe verici şey, Stalin’in şu önerisiydi: Altı aylık eğitimlere katılırken kendi yerlerine geçecek iki kadroyu seçme gerekliliği. Yerlerine geçecek yedek görevliler, Parti sekreterlerini korkutmuş olabilirdi. Çünkü bu altı ay boyunca yerlerine geçecek görevliler, bürokrasinin temel özelliği olan ‘aile’ desteğini kırarak yeniden bu göreve atanabilirlerdi. (Zhukov, 2003, 362). Stalin’in bu önerisi gözardı edildi ve bu eğitim hiçbir zaman gerçekleştirilemedi.
Devamındaki birkaç ay içinde ise, Stalin ve onun en yakın destekçileri, Merkez Komite üyelerinin dikkatini –onlar için en büyük meşguliyet olan– iç düşman avından tekrar Parti içi bürokrasiyle mücadeleye ve Sovyet seçimine hazırlığa çevirmeye çalıştılar. Bu arada “Bölgesel parti liderleri seçimleri değiştirmek veya durdurmak için parti disiplini içinde (bazen de dışında kalarak) ellerinden gelen her şeyi yaptılar” (Getty 2002, 126; Zhukov 2003, 367-371).
Fakat çok karanlık bir dönem baş göstermişti. 1937 Mart ayının sonunda eski NKVD Başkanı Genrikh Iagoda tutuklandı. Nisan ayında ise, Birinci ve İkinci Moskova Davaları’nın ana hedefi olan gizli muhalif blokun içinde önemli bir rol oynadığını itiraf etmeye başladı (Genrikh Iagoda 1997).
Politbüro, 1937 yılının Haziran ayında yapılacak Genel Kurul’da ana gündem maddesini Anayasa reformu olarak planlamıştı. Ancak, Haziran ayına gelindiğinde, eski NKVD şefi ve üst düzey askeri liderlerin iktidarı yıkmak ve hükümet liderlerini öldürmek için kurdukları kumpasın keşfedilmesi bütün siyasi atmosferi değiştirdi.
2 Haziran’da Askeri Sovyetlerin genişletilmiş oturumunda yaptığı konuşmada Stalin, son zamanlarda ortaya çıkarılmış komplo serilerinin sınırlı kaldığını ve büyük ölçüde başarılı bir şekilde halledildiğini anlatmıştır. Şubat-Mart Plenumu’nda, Stalin ve onun Politbüro’daki destekçileri Birinci Sekreterlerin ağır basan iç düşmanlar kaygısını asgariye indirgemişti. Ancak bu durum “yavaş fakat belirleyici bir şekilde onun [Stalin’in] kontrolünden çıkıyordu.” (Stalin, 1937; Zhukov 2003, Bölüm 16, 411)
5 Mart 1937’de yapılan Merkez Komitesi Şubat-Mart Plenumu ile 23 Haziran’daki Plenum arasında geçen sürede, 18 Merkez Komite üyesi ve 20 aday üye anti-Sovyet komplolara iştirakten tutuklandı. Bu üyelerin ihracı ise, Haziran Plenumu’nda onaylandı.
KOMPLOLAR GERÇEKTİ
17 Haziran 1937’de, Merkez Komitesi Haziran Plenumu öncesinde, Iagoda’nın yerine NKVD Komiseri olan Nikolai Yevzhov’a, Batı Sibirya şefi S. N. Mironov’un bir mesajı ulaştı. Bu mesajda, Japon gizli servisi ile bağlantılı ve yıkıcı olabilecek ayaklanma tehdidinden söz ediliyordu. Mironov, Batı Sibirya Birinci Parti Sekreteri olan Rober I. Eikhe’in, üç kişilik bir komisyon oluşturularak bu tehdidin araştırılması ve ortadan kaldırılması talebini iletiyordu (Furr 2016, 48; Khaustov ve Samuelson, 2009, 332-333).
19 Haziran 1937’de Stalin, Meksika’da sürgünde olan Troçki tarafından Sovyet Hükümeti’ne gönderilmiş bir telgraf aldı. Bu telgrafta Troçki, Stalin’in politikalarının “iç ve dış çöküşe” neden olabileceğini yazıyordu. Telgrafın üstüne Stalin imza atıp şöyle yazmıştı: “Çirkin casus! Hitler’in yüzsüz ajanı”. Ayrıca bu sözler, Molotof, Voroshilov, Mikoyan ve Jdanov tarafından imzalanmıştı. Tüm bu kişiler, gerçekte Troçki’nin Almanlarla anlaşma yaptığına inanıyorlardı. Tuhaçevski’nin itirafları ve Mareşal Budennyi’nin Tuhaçevski davası konusundaki yorumlarından böyle bir komplonun varlığına dair şüphe bulunmadığını görebiliriz (Furr, 2009, 15).
ANTİ-SOVYET KOMPLOLAR
Haziran 1937 Merkez Komite Plenumu tutanaklarının hiçbiri yayınlanmadı. Ancak Iurii Zhukov’un, bazı tutanak arşivlerinden genişçe alıntılar yaptığı metinler var. Aynı zamanda Yevzhov’un yaptığı yorumların “özeti” bulunuyor. Bu metin 23 Haziran tarihli olduğundan, Yevzhov’un yorumları Plenum’un ilk raporunu oluşturmaktadır. Yevzhov’un raporu oldukça ürkütücüydü. O, bir düzüne aktif komploları listelerken şu sonuca varıyordu: “Söz konusu bu liste, sadece çok önemli grupları içeren bir listedir” (Petrov and Iansen, 2008, 293-294).
SEÇİMLER
Iakovlev ve Molotov Parti liderlerini, bağımsız Sovyet seçimlerini organize edememiş olmakla eleştiriyorlardı. Molotov, günün görevlerine hazır değillerse, onurlu devrimcileri bile engel olmaktan çıkarmak gerekliliğinin altını çizmişti. O, Sovyet yetkililerinin “ikinci sınıf işçiler” (önemsiz kişiler) olmadığını vurgulamıştı. Belli ki, bazı Parti liderleri onları öyle görüyordu.
Günümüze kadar ulaşmış Merkez Komite Plenumu gündemine göre, Iakovlev 27 Haziran’da konuşmuştu. Bu konuşmasında, Birinci Sekreterlerin Parti görevlilerinin atama yoluyla değil gizli seçimler yoluyla belirlenmesi konusundaki başarısızlığını eleştirmişti. Iakovlev, Sovyetlere delege olarak seçilen Parti üyelerinin, Sovyetler dışındaki Parti gruplarının veya üst düzey Parti yetkililerinin disiplini altında olmaması gerektiğini vurgulamış ve nasıl oy kullanılacağını anlatmıştı. Iakovlev, “çürümüş veya bürokratikleşmiş kişilerin çok zengin ve yeni kadro kaynaklarıyla değiştirilmesi” ihtiyacına çok güçlü bir şekilde işaret etmişti. Tüm bu ifadeler, Birinci Sekreterlere karşı açık bir saldırıyı ortaya koyuyordu (Zhukov, 2003, 424-427; Zhukov, 2000, 39-40, arşiv niteliği taşıyan belgelerden alıntılanmıştır).
Zhukov tarafından alıntılanan Stalin’in şu yorumu belki de en belirgin ifşaydı:
“Tartışmanın sonunda, konu oy sayımında daha sakin ve yansız bir yöntem bulunması sorununa geldiğinde, Stalin, Batı’da çok partili sistem sayesinde böyle bir sorunun olmadığını söyledi. Hemen ardından, Stalin birden –bu tip toplantılarda tuhaf karşılanacak– bir ifade kullandı: ‘Bizde farklı siyasi partiler yok. Neyse ki ya da maalesef bizde sadece tek parti var.’ [vurgular Zhukov’a ait] Ve Stalin, sadece geçici bir önlem olarak, seçimlerde tarafsız gözlem amacıyla, Bolşevik Parti hariç, var olan tüm sosyal örgütlenmelerden temsilcilerin kullanılmasını önerdi… Parti otokrasisine karşı meydan okuma gerçekleşmişti” (Zhukov, 2003, 430-431; Zhukov, 200, 38).
Anayasa sonunda taslak haline getirildi ve ilk seçimlerin tarihi de 12 Aralık 1937 olarak belirlendi. Böylece Stalin liderliği bürokrasiye karşı mücadeleyi ve kitlelerle bağ kurmayı yeniden teşvik etti. Fakat tüm bunları, Merkez Komite’den 26’sının benzeri görülmemiş bir biçimde ihraç edilmesi ve ihraç edilenlerin 19’unun da ihanet ve karşı devrimci eylemlerle suçlanması takip etti (Zhukov, 2003, 430).
Parti çok şiddetli bir kriz içindeydi ve etkinliklerin planlandığı gibi gerçekleşmesini beklemek mümkün değildi. Bu, demokratik –gizli oylama yapılan, herkesin oy kullanabileceği ve aday olabileceği– seçimlere hazırlanma dönemi için en kötü atmosferdi. BASKILARIN NEDENLERİ
SSCB tarihçilerinin birçoğu gibi, Iurii Zhukov da, gerçek komploların varlığını göz ardı etmiştir. Zhukov, NKVD’nin asıl olarak, oy kullanma da dahil olmak üzere, vatandaşlık hakları geri verilmiş olan ve oylarıyla Birinci Sekreterlerin iktidarının devamlılığına en büyük tehlikeyi teşkil edecek kişileri hedeflediğine inanıyordu. Bu, gerçekten de bazı bölgesel Parti liderlerinin motivasyonlarından biri olabilir. Ancak bu basitçe varsayılamayacak bir şeydi ve bu varsayımı destekleyecek herhangi bir kanıta şimdilik sahip değiliz.
Diğer tarihçiler ise, bu kitlesel baskıya Stalin’in önderlik ettiğini iddia ederek, onun Sovyetler Birliği’nin olası işgali halinde, bir ‘Beşinci Kol’ gibi hareket edip hainlik yapabilecek herkesi öldürmeye çalıştığını öne sürmüşlerdir. Bazıları ise, Stalin’in olası tüm rakiplerini öldürmeye çalıştığını veya paranoyak ya da deli olduğunu iddia ediyor. Ancak bu iddiaları destekleyecek herhangi bir kanıtları da yok.
Oysa elimizde olan kanıtlar, bu baskı dalgasının nedenini açıkça göstermektedir. Mironov, Eikhe ve diğer bölgesel Parti liderleri ve NKVD yetkilileri tarafından raporlanan yıkıcı faaliyetler ve ayaklanmalar, üzerinden iki buçuk yıl geçmiş Kirov suikastından beri ortaya çıkarılan komploların mantıksal bir sonucuydu.
Kruşçev’in ‘Gizli Konuşması’ndan önce, bu komploların gerçek varlığı konusunda şüphe duyan Sovyet araştırmaları uzmanı sayısı azdı. Sadece Troçkist hareket, öldürülen liderlerine sadık kalarak bu komploların Stalin’in uydurması olduğunu iddia ediyordu.
Ancak bu durum, Kruşçev’in konuşmasından sonra değişti. Neredeyse bütün anti-komünistler (ve aynı zamanda birçok komünist) ve tabii ki bütün Troçkistler, Kruşçev’in Stalin’e karşı yapmış olduğu suçlamalara inanmayı tercih etmişlerdi. Kruşçev’in 1959’da ima ettiği ve onun destekçileri tarafından Eylül 1961’deki 27. Parti Kongresi’nde iddia edilen suçlamalar, komplo gerçekliğine şüphe ile bakılmasına neden oldu. Onların iddiasına göre, “Tuhaçevski Meselesi” sanıkları da dahil, tüm Moskova Davası sanıkları, bir kumpasın masum kurbanlarıydılar. Mihail Gorbaçov’un yardımcıları da aynı iddiaları öne sürdüler. Kruşçev zamanından beri, profesyonel Sovyet tarihi öğrencileri arasındaki fikir birliği, Kruşçev-Gorbaçov’un pozisyonu ile uyumludur: komplolar yoktu, komplo olarak nitelenen her şey Stalin’in uydurmasıydı.
Bu tümüyle yanlıştır. Bu komplo iddialarının birinin bile kumpas olduğu yönünde ya da bu sanıklardan herhangi birinin masum olduğu şeklinde bir kanıt hiçbir zaman olmamıştır. Bunun tam tersi doğrudur. Kanıtlar, büyük ölçüde, Kirov’un aslında Zinovyevci gizli bir grup tarafından öldürüldüğünü ve Kamenev ve Zinovyev’in, Kirov’un öldürülmesi de dahil, bu grubun faaliyetlerine dahil olduğunu göstermektedir. Troçkistler ve Troçki’nin kendisine de ayrıca bu eylemlerde işaret edilmektedir (Furr, 2013).
Üç Moskova Davası’nda iddia edilen komploların gerçek olduğu ve tüm sanıkların en azından itiraf ettikleri eylemlerden suçlu olduğuna dair çok açık kanıtlar var. Hatta bazı durumlarda, sanıkların savcılığa açıklamadıkları suçlardan da suçlu olduğunu bugün bile kanıtlayabiliriz. Tuhaçevski Meselesi’ne dair de açık kanıtlarımız var. Tüm bu kanıtlar sanıkların yargılandıkları eylemlerden suçlu olduğu hipotezini destekliyor (Furr, 2015). Komploların gerçek olduğuna dair tüm bu kanıtlar, Temmuz 1937’den 1938 Ekim-Kasım’ına kadar süren Yevzhov’un kitlesel baskılarını objektif ve kendi bağlamına uygun bir bir şekilde görmemizi sağlıyor (Furr, 2015, Bölüm 1-12).
Hiç yorum yok