Header Ads

Header ADS

MİLLİYETÇİLİK VE TARİH - Ozgürlük Dünyası Aralık 1992

Ulus kavramı ve politika 

Engels, Doğanın Diyalektiği adı altında toplanan notlarında, tarihin insanla birlikte başladığını söyler. Gerçi, hayvanların da bir tarihi vardır; "ama bu tarihi onlar yapmazlar, ona bilgileri ve iradeleri dışında katılırlar" diye ekler. Buna karşılık insanlar, kendi tarihlerini bizzat ve bilinçle yaparlar. İnsanlar, hayvandan uzaklaştıkları ölçüde kendi tarihlerini yapmaya yaklaşırlar. Umulmayan etkenlerin, denetlenemeyen kuvvetlerin bu tarih üzerindeki etkisi de, insanın hayvandan uzaklaşması ölçüsünde azalır. (Bkz: Engels, "Doğanın Diyalektiği", Sol yayınları, s.52-53) 

Bir başka deyişle, insanın yaşamı, tasarlanmamış etkilerin karşılıklı hareketine bağımlı bulunduğu, önceden düşünülen amaca pek seyrek ulaşıldığı, çoğunlukla bunun tam tersinin gerçekleştiği sürece, kısacası onun faaliyetine kendi iradesi dışındaki doğal etkenler, denetleyemediği koşullar hükmettiği sürece, kendi tarihini yapmaktan uzaktır, yani hayvanlığa yakındır. 

Tarihi yazmak da, tarihi yapmak gibi, insan topluluğunun kendi dışındaki koşullara, kendisine yönelmiş etkilere, tasarlanan amaca doğru ilerlenen süreçte karşılaşılan hesap edilmemiş engeller karşısındaki dönüştürme ve kendi lehine kullanma mücadelesine bağlıdır. Tarih yazımı, tarih yapma eyleminin bir parçasıdır ve eylemin tanımlanması ve uzak-yakın geçmişle bağlarının kurulması çabasından başka bir şey değildir. 

Bir ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinde, herhangi bir insan toplumunun kendi tarihini yapma sürecinin gelişmiş bütün özelliklerini görmek ve bu bakımdan Engels'in, dolayısıyla tarihsel materyalizmin tezlerinin doğrulandığını saptamak mümkündür. Konumuz bakımından sınırlayacak olursak, özellikle tarih yapma eyleminin bir parçası olarak ele alınabilecek olan "tarih yazma" eylemi de, bu süreçte genel ve ayırdedici ulusal karakteristiklerini kazanmaya başlar. 

Her ulusal kurtuluş mücadelesi, ulusun kendisini yeniden bulması, bir anlamda uluslaşmasının başlaması anlamına gelir. 

Genel olarak bir topluluğun, ulus halinde örgütlenebilmesinin tarihsel koşulu olarak, toplumsal örgütlenme düzeyi bakımından "kapitalizmin şafağında" bulunuyor olması gerektiği, Stalin tarafından belirtilmiştir. Ulus kavramını tanımlayan diğer ögelerle birlikte, bu koşul, ulusun tarihsel bir kategori olduğunu, yani ancak tarihsel gelişmenin belli bir düzeye erişmesiyle ortaya çıkabileceğini ve gene tarihsel gelişmenin belli bir evresinde de yok olacağını belirlemesi bakımından materyalist tarih anlayışına, özetle tarihin "sınıf mücadelelerinin tarihi" olduğu şeklindeki teze uygundur. 

Ne var ki, herhangi bir toplumun ulusal bilinç etrafında örgütlenerek ve kendini diğer ulusal topluluklardan ayıran karakteristikleri özel bir tarzda belirleyerek ayırmasının yolu, "doğal" ve kendiliğinden sayılabilecek bu süreçlerin yoğunlaşmış bir ifade biçimi kazanmasından geçmektedir. Bir başka deyişle, uluslaşma sürecinin tamamlanması için bu tarihsel koşullar gerekli ve yeterliyken, bir ulusun, kendi varlığını "kendisi için" kılabilmesinin zorunlu koşulu, ulusal bir kurtuluş ideolojisinin ve politikasının maddi güç haline gelmesidir. Bir ulusun kimliğinden sözedebilmenin olanağı ancak bu tamamlanma süreciyle doğabilmektedir. 

Tarihsel tecrübe gösteriyor ki, yalnızca iktisadi ve tarihsel koşullar bakımından "ulus" kategorisinin unsurlarını taşıyor olmak, bir ulusun kendisini tanımlaması ve uluslararası alanda kendi varlığını kabul ettirebilmesi için yeterli olamıyor. Hatta, bunun çoğu kez tersinin gerçekleştiği görülebilir: Henüz toplumsal gelişme düzeyi bakımından kendi iç olanakları "kapitalizmin şafağını" yaşamaya elvermeyen bazı toplumlar, örneğin Afrika'nın çok geri kabileleri, genel dünya kapitalist koşullarıyla ilişkileri içinde ve sömürgeciliğe karşı mücadele sürecinde, politik anlamda uluslaşmış, ulusal devletler kurabilmişlerdir. Kuşkusuz bu ulusal devletlerin, çoğu çok önceleri sömürgeci politikalar tarafından belirlenmiş siyasal sınırları içinde kalan değişik gelenek ve hatta dillere sahip kabileler arasında gerçek anlamda bir "ulusal birlik" sağlayabilmesi, nesnel tarihsel koşulların gelişmesine bağlıdır. Ancak, bu tarihsel- maddi koşullar, özel olarak bu tip ülkelerde, devrimci bir ulusal kurtuluş savaşının politikalarının sonucu olarak ve yeni çatışmaları da içeren bir süreç içinde doğabilecektir. Tıpkı, sosyalizmin kuruluşunun bir sosyalist devrime bağlı olması, devrimin sosyalist toplumsal kuruluşu değil, sosyalizmin devrimi gerektirmesi gibi, emperyalizm koşullarında bir sömürge halkının veya ezilen bir ulusun kendi siyasal varlığını inşa edebilmesi de, devrimci bir mücadelenin ve devrimci bir politikanın sorunu haline gelmiştir. 

İsmail Beşikçi, bir ulusal kurtuluş mücadelesinde, sömürülen ulusun, ilk kurşunu kendi benliğine sıktığını söyler. Bu güzel özdeyişte geçen, "kendi benliği" sözü, yalnızca bütün geçmiş dönemlerin gerilikleriyle belirlenmiş sömürge psikolojisini değil, kendisini daha yüksek bir toplumsal kategori olarak tanımlamasını engelleyen politik ve ideolojik bütün koşullanmışlıkları da içermektedir. 

Bir bilgi dalı olarak tarih felsefesi 

Tarih felsefesi, tarihin anlamı, tarihin yasaları ve tarih içinde insanın yeri ve geleceği gibi konularda, en genel ve kapsayıcı yargılara ulaşmaya çalışan bir bilgi dalıdır. Özel olarak belli bir ulusun, yada bir halkın tarihi üzerine değil, genel olarak zaman içinde olup bitenler hakkında konuşur. 

Tarih felsefesinin de bir tarihi vardır ve bu tarih, doğrudan doğruya, insan topluluklarının bir geçmişleri olduğunu bilmek, bugünlerini geçmişle doğrulamak ve kendilerini sürdürmek gibi en genel politik amaçlarla bağlı olarak oluşmuştur ve özellikle de tarih yazımı, bu çerçeveye bütünüyle bağımlı kalmıştır. 

Bugünü dünle doğrulamak, yalnızca egemen yönetici sınıfların, ya da doğrudan doğruya bu egemenliğin en somut ifadesi olan devletin değil, yönetilen ve egemenlik altında tutulan toplumsal sınıfların ve ulusların da tarih yazımı sözkonusu olduğunda genel eğilimi olarak belirir. Ancak ikincisinde bugün, haklı çıkarılacak tarzda değil, ortadan kaldırılması gereken gerçek durumun köklerini ve yıkılışının gerekçelerini açıklamak için dünle ilişkilendirilir. Tarih yazımcılığı, yaşanan ve yaşanması istenen süreçlerin, geçmişteki köklerinin geleceğe yönelik erekler bakımından açığa çıkarılmasının ve toplumsal bir amacın haklı gösterilmesinin aracı olarak işlev kazanır. Böylece tarih, bir sosyal bilim olmaktan çıkmaz, ama sınıflar mücadelesinin politik bir aracı olma niteliğini de kazanır. Bu bakımdan tarihte, "doğru" ve "yanlış", "objektif" ya da "sübjektif" gibi ölçülerin karşılığını bulduğu tek alan, sosyal sınıf mücadelesi alanıdır. 

İlk yazılı tarih belgelerinin temel özelliği, yönetici sınıfları, kralları, dinsel hiyerarşinin tepesinde yer alanları her durumda haklı gösteren, egemenlerin güçlerinin kaynağının dünya ötesinde bulunduğunu ve değiştirilemez olduğunu anlatmaya çalışan olayların anlatımından ibaret olmalarıdır. İnsanların kökeni ve tanrılarla ilişkilerini anlatan mitolojiye, göklerin ve yeryüzünün oluşumuna dair kozmogonik tasarımlara bağlanan bu içerik, yöneticilere adanmış şiirsel kronikler biçiminde yazılmışlardır. Bu tür tarihçiliğin klasiği olarak kabul edilen Heredot Tarihi'nde, mitolojiyle gerçek, şiirle kronik içiçe geçmiştir. 

Ortaçağ saray tarihçiliği de, büyük ölçüde bu geleneksel içeriğe bağlı kalmıştır. Azizlerin hayatı ve soyluların kahramanlıklarını konu edinen bu tarih yazımcılığında, mitolojinin değil, "destan"ın öne çıktığı ve sözlü geleneğe bağlı kalan anlatım tarzı hakimdir. 

Rönesans'la birlikte, tarih yazımında da, ilk devrimci adımlar atılmaya başlar. Machiavelli, Bosseut, Vico, Montesquieu, ve daha sonra onları takip eden Voltaire, ayrı olaylar arasında nedensel ilişkiler kurmaya, genel yasalara bağlı bir tarihsel gelişme çizgisi aramaya ve geleneksel kronikçiliği aşmaya yöneldiler. 

18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarında doğan romantik tarihçiliğin başlıca özelliği, tarihin, uluslara özgü bir geçmiş araştırması olarak ele alınması ve bu anlamda da geçmişin yeniden kurulmasına yönelik bir çaba olarak yeniden geleneklere ve ulusal özelliklere dönülmesidir. 

Fransız Devrimi, tarihçinin önüne, sosyal değişim, devrim ve ilerleme problemlerini koydu. Tarihçinin geçmişten çok gelecekle ilgilendiği, geçmişin yalnızca bugünü ve geleceği aydınlatmak için araştırılabileceği düşüncesinin ve nedensellik ilişkileriyle açıklanabilir, genel yasalara bağımlı bir evrim fikrinin canlanıp egemenlik kazanması, bu dönemin başlıca özelliğidir. Tarihin mitolojiyle ve dinle değil, "tarihte nedensellik ilişkileri" ile açıklanması çabası, Aydınlanmacı filozoflarla başladı. Aydınlanmacılar, devrimler çağı Avrupa'sında, tarihin maddi nedenlere bağlı olduğu düşüncesini ileri sürebilme fırsatını buldular. Coğrafi etkenlerin, toplumsal ilişkilerin tarihin oluşumu üzerindeki etkisini tartıştılar. Tarihte "ilerleme" kavramının önemini ilk kez onlar vurguladılar. Auguste Comte'un, sosyal olayların nedensellik ilkesi ekseninde yorumlanmasının, tıpkı fiziğin doğal olaylara uygulanmasında elde edilen sonuçlara benzer sonuçlar kadar kesin bilgi verebileceği düşüncesinden hareket ederek "Sosyolojiyi" kurmasında, çağın bu genel eğilimi kadar, devrimleri önceden görme ve önleme isteği de rol oynar. Tarihin, genel politik amaçlarla bağlı olarak ele alınmasının burjuvazi açısından ilk tipik örneği, Comte'dur. 

Aynı dönemde, Karl Marx, tarihsel materyalizmi geliştirdi ve tarih bilimini, devrim kavramı ekseninde yeniden kurdu. Böylece Auguste Comte'un aksine, O, devrimi önlemenin değil, onu geliştirmenin ve zorunluluğunu göstermenin aracını yarattı. Aynı dönemde, bir başka koldan, sömürgeciliğin gelişmesinin tarihi araştırma üzerindeki etkileri görülür. Avrupa sermayesinin kıta dışında yeni ülkelere yayılması, hammadde kaynakları üzerinde egemenlik kurma savaşı, tarihin özel alanlarda yeni bilimlerle desteklenmesi zorunluluğunu doğurdu. Antropoloji, etnografya, linguistik, sanat tarihi, dinler tarihi, arkeoloji, tarihin yardımcı disiplinleri olarak ve ayrı ayrı bilim dalları halinde, sömürgeciliğin gelişme sürecinde doğdu ve ilerlediler. 

Marx ve Engels tarafından inşa edilen tarihsel materyalizm, spekülatif, a priori ve idealist tarih anlayışlarına son verdi. Tarihin maddi bir temelinin bulunduğunu, insan topluluklarının evrim ve devrim süreçlerinin ardında sosyo-ekonomik ilişkilerin yattığını ve bunun belirleyici önemini Marx ve Engels ortaya çıkardılar. Tarih felsefesi, ilk kez onların elinde, gerçek bir bilim halini aldı. Bunun ötesinde, tarihi materyalizm, bizzat tarihçiliği sınıf mücadelesinin bir alanı haline getirdi. Tarihin emek ekseninde yorumlanmasını ve emekçi sınıfların çıkarları doğrultusunda yeniden yapılmasının öncüllerini de bu bilim ortaya koydu. Bu çıkış, burjuvazinin de tarihi ve toplumsal hareketi kendi çıkarları doğrultusunda yorumlama çabalarına hız verdi ve emekçi sınıflar ve işçi sınıfının tarihsel rolünü inkar eden, tarihin devrimlerle sıçrayarak ilerlediği görüşünü çürütmek isteyen yeni tarih tezlerinin geliştirilmesini kışkırttı. Ne var ki, burjuva tarihçilik, Marx ve Engels'ten sonra, ya, esas olarak tarihin nesnel yasalarının bulunmadığı ya da bunların ilerleme ve devrim kavramlarıyla ilgisinin kurulamayacak "tekrar" yasaları düzeyinde bulunduğu görüşünü geliştirmeye çalışmaktan ötesine geçemedi. 

Toynbee'nin pesimist (kötümser) çevrim teorisi, Spengler'in, ilerlemeye inanmayan, yalnızca çöküşü ve yokoluşu gören karamsar tarih felsefesi, burjuva tarihçiliğin emperyalist döneminin karakteristiklerini gösterir. 

Sınıf mücadelesinin bir alanı olarak tarih yazımı 

En bilinen haliyle, iki karşıt tarih anlayışını örnek olarak alalım. Faşist ideoloji, tarihin ulusların savaşından ibaret olduğunu ileri sürer. Bu tez, doğrudan doğruya, belli bir ulusun çıkarlarının, diğer bütün ulusların çıkarlarıyla çeliştiği anlayışına dayanır ve ayrı ayrı uluslar varoldukça (ki faşizm bakımından ulusların ortadan kalkması asla sözkonusu olamaz) belli bir ulusun (üstün olan ulusun, üstün olan ırkın), diğerlerini egemenliği altına alıncaya kadar savaşmasını haklı göstermek amacını güder. Bu aynı zamanda, işgalcilik, sömürgecilik, emperyalist saldırı ve savaş politikalarının ulus açısından haklı, diğer ulusların tümünün bu saldırılar karşısındaki konumunun haksız gösterilmesi için bir çıkış noktasıdır. Marksizmin, tarihin "sınıflar savaşının tarihi" olduğunu bildiren temel önermesi karşısında, faşizm, ulusun bir bütün olduğu, sınıf ayrılıklarının ve sınıflar savaşının bir uydurmadan ibaret bulunduğunu kendi önermesiyle ortaya koymaya çalışmıştır. Ulusu, bir bütün olarak diğer uluslarla kavga içinde göstermenin temel amacı, sınıflar arasındaki temel çelişmeyi gizlemeye çalışmaktan ibarettir. 

Günümüzde, "sosyalizmin yenilgiye uğramasıyla birlikte, materyalist tarih görüşünün de değerini kaybettiği" görüşü ileri sürülebiliyor. Oysa, materyalist tarih görüşünün temel önermeleri, burjuva tarihçiler elinde bile, bir yöntem hazinesi olarak değerini koruyor. Örneğin, son zamanlarda hayli moda olan emperyalist ideolog ve tarihçi Francis Fukuyama, "Tarihin Sonu" adlı kitabında, "Tarihin sona erdiği" tezini ileri sürerken, düşmanı olduğu bu kaynağın temel tezlerine dayanmaktadır. "Soğuk savaşın sonu ve komünist sistemin çöküşü, sadece tarihsel bir dönemin sonunu değil, fakat piyasa ekonomisine dayanan Batılı liberal- demokratik sistemin toplum yönetiminin erişebileceği nihai form olarak evrenselleşmesinin tescili ve insanlığın ideolojik evriminin varabileceği son noktadır. Tarih bitmiştir". Bu görüş, aslında tarihin (bitmiş olduğu iddia edilse de) sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu kabul etmektedir. Sınıf mücadelesinin sona erdiği görüşünün tarihin bitmesinin gerekçesi sayılması, bunun örneğidir. Diğer yandan Fukuyama'nın bir prototipini verdiği günümüz emperyalist tarihçiliğinin katı sınıf karakterini ve tarihte nesnellik denilen şeyin, eninde sonunda bir sınıfın kendine özgü tarihsel eyleminin hedef aldığı nesnelerle olan ilişkisi tarafından belirlendiğini göstermesi bakımından öğreticidir. Diğer yandan dünya tarihine, emekçi ve işçi sınıflarının gözüyle, dünyanın sürekli değiştiği ve değiştirilebilirliği açısından bakan bir tarihçi için aynı olgular (sosyalist sistemin çöküşü, soğuk savaşın sona ermesi), başka anlamlar içerecektir. Böyle bir tarihçi, sosyalist sistemin yıkılışının, sınıf mücadelesinin sona ermesi anlamına gelmediğini gösteren diğer olguları bulacak, bu mücadelenin gelişme eğilimlerini, bir devrim için taşıdığı olanakları ve bu olanakların birer gerçekliğe dönüşmesi için gerekli koşulların tarihsel bakımdan ne anlama geldiğini araştırıp gösterecek ve sonunda, sosyalizm ve devrimin zorunluluğu fikrinin yeni bir temelde kanıtını sağlayabilecektir. Olgular, Fukuyama'nın bulunduğu yerden bakılınca tarihin bittiği sonucunu veriyorsa, işçi sınıfı tarihçisinin baktığı yerden, mücadelenin dolayısıyla da tarihin sürekliliğini gösterebilecektir. 

Sosyal olguların kendi başlarına, politikadan ve sınıfların karşılıklı eylemlerinden bağımsız bir "nesnelliği" ve sınıflardan bağımsız bir doğasının bulunabileceğini düşünen bir tür tarihçilik ise, "nesnellik ve tarafsızlık" adına, yalnızca sınıflandırmacı ve yorumlayıcı bir anlayışı benimsemiştir. Bu "salt bilimci" tarihçilik tarafından, pozitivist bilim anlayışının bir yansıması olarak, biyoloji, fizik, kimya gibi, tarihin de, tarafsız, ve tümüyle "objektif" olarak yazılabileceği, özellikle de "ideolojilerden" arınmış bir tarih yazımının başarılabileceği ileri sürülür. Tarih yazımının, sınıf mücadelesinden ayrı, onun amaçlarından ve ihtiyaçlarından bağımsız olarak yazılabileceğini söylemek, onun bir sosyal bilim olduğunu gözardı etmek demektir. 

Tarih, ancak ve yalnızca çok geniş bir malzeme yığını içinden ancak belirli karakteristikleri verebilen unsurların seçilerek değerlendirilmesi ile yazılabilir. E. H. Carr'ın dediği gibi, aksi taktirde, tarihçinin incelediği toplumun tek bir gününü bile yazması mümkün olamazdı. Ne var ki, tarihçi, bu karakteristikleri seçerken, önce bağlı olduğu tarih anlayışına, sonra ilgilendiği probleme, siyasal ve ideolojik tavrına göre davranmaktan da geri duramaz. Özellikle bir ulusun tarihi gibi kesinlikle siyasal bir tez içermek zorunda kalacak olan bir alanda yazan bir tarihçinin, toplam sosyal, siyasal ve ideolojik etkiler karmaşasından sıyrılması düşünülemez. Bu tavır, bir nesnellik taşımadığı için değil, bu nesnelliğin hangi sınıflar açısından anlamlı olduğu bakımından eleştirilebilir. Tarihçi, hangi siyasal, hangi ideolojik ve hangi sosyal tavırdan yanadır? Cevabı araştırılacak temel soru budur. 

Burada önemli olan, örneğin İstanbul'un 1453'te fethedilip edilmediğini tartışan bir nesnellik değildir. Bu kadar açık bir zaman bilgisinin kendisi, tarih yazımında sınıf tavrının belirlenmesinde elbette rol oynamaz. Ama Osmanlıları İstanbul'a yönelten nedenler, dönemin sosyo-ekonomik ilişkileri ile bu fetih eylemi arasındaki ilişkiler, yani kısaca olayın nedenleri ve sonuçları gibi dolaysızca açıklanamayacak unsurları sözkonusu olduğunda, her tarihçi kendi seçimini yapacaktır. Tarihsel yorumun göreliliğinin kaynağı, dolaysız olarak tarihçinin sınıfsal kimliğiyle, ve bu kimliğin temsil ettiği sınıfın ihtiyaçlarıyla ilgilidir. 


Ozgurluk Dunyasi
Sayı 50, Aralık 1992

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.