Klasikler nasıl okunmamalı?
Toplumun en çok okuyan kesimi devrimcilerdir. Değilse bile öyle olmalıdır. Marksist-Leninist klasikler, önemli edebi eserler, okunması gerekli güncel yayınlar okunmadan, ne kapitalizmin sistemli bir eleştirisi yapılabilir ne de güncel gelişmeler doğru yorumlanabilir. Okumadan yol göstermek peygamberlere mahsustur. Bilinç edinmeden bilinç taşınamaz. Marx’ın sözüdür: “Eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerek(ir).”
Zamanımızda okumanın, konuşmanın, yazmanın, eleştirmenin, görmenin, hatta yemenin ve gezmenin bile yolu yordamı var. Her biri hakkında kitaplar yazılıyor, atölyeler açılıyor, kurslar ve seminerler düzenleniyor. Okumanın kendisi bile yalınkat değil artık, felsefe, tarih, iktisat, edebiyat, şiir, kurgu gibi alt dalları var.
Devrimci eleştirmen ve yazarların tanıtımlarından yararlanmak okumayı verimli kılmanın yollarından biri. Kitabın haritasını çıkarır, ön bir fikir edindirir. Temel klasiklerin yazıldıkları tarihsel ortam, ele alınan konu ve sorunların mahiyeti, eserin devrimci öğretideki yeri hakkında bilgilendirir. Kitabın temasına tuttuğu ışığı, tanıtım yazısı da kitaba tutar.
Tabii bir de eserin özünü yansıtıp yansıtmadığı meselesi var. Özü, önemli olanı yansıtıyor mu, yoksa bilerek ya da bilmeyerek bazı şeyleri gözden mi kaçırıyor? Kılavuz insanı doğruya da götürür, eğriye de. Mevzu edilen Marksizm’i fon olarak kullanan tatlı su sosyalistleri değil. Ciddiye aldıklarımızdan, okumaya değer bulduklarımızdan söz ediyoruz.
Bu makale Lenin’in üç temel eseri hakkında özet bilgiler verecek, bu arada tanıtım kusurları üzerinde de duracaktır.
Ne Yapmalı?
Devrimcilerin ilk okudukları kitaplardan biri hiç kuşkusuz Lenin’in 1901-1902 yıllarında yazdığı Ne Yapmalı’dır. Ekonomizm Taraftarlarıyla Bir Konuşma, Nereden Başlamalı ve Bir Yoldaşa Örgütsel Görevlerimiz Üzerine Mektup adlı makalelerinin geliştirilmiş halidir. Kitapta birleşik ve merkezi illegal bir partinin yaratılması, merkezi yayın organının işlevi, ajitasyon ve propagandanın kapsamı, ilkellik ve amatörlüğe karşı profesyonel devrimcilik, kendiliğindencilik gibi bir devrimci için son derece gerekli konular işlenmektedir.
Lenin kitabında bir yandan Bernstein’cılığın Rus biçimi ekonomizmi şiddetle mahkûm eder, bir yandan da Marksist partinin ideolojik temellerini inşa eder. Parti örgütlenmesinde kavranacak halka olarak illegal bir gazete olan Iskra’yı (“kolektif bir propagandist ve kolektif bir ajitatör değil, aynı zamanda kolektif bir örgütleyici” dediği) görür. Çarlığa ve liberal burjuvaziye karşı siyasi mücadelede bilincin, teorinin önemini vurgular. Bu, sosyalist ideolojinin kendiliğinden hareketin içinden doğmayacağı, ancak parti tarafından dışarıdan taşınabileceği perspektifinin bir sonucudur.
Ne Yapmalı, ondan iki yıl sonra Menşeviklerin örgütsel sorunlardaki yanlışlarıyla hesaplaşmak için yazdığı Bir Adım İleri İki Adım Geri, yenilgi yıllarının örgütsel hastalıklarıyla uğraşan Tasfiyecilik Üzerine ve sol sapmaları ele aldığı Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı ile birlikte okunduğunda asgari bütünlükte bir parti okuması yapılmış olur.
Marx ve Engels’te yeterince gelişmemiş parti sorunu, Lenin’in 1903’teki RSDİP II. Kongresi’nden önce ve sonra yazdığı yazılarla evrensel boyutta açıklık kazanır. İşçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin birleştirilmesi yolunda atılan örgütlü adımlar, Bolşevizm’in doğuşunun ve 1905 Devrimi’ne giden yolun habercisi olacaktır.
Bu makaleyi yazarken baktığım bazı tanıtım yazılarında en çok dikkatimi çeken, Ne Yapmalı’nın gizli bir parti örgütlenmesi planı olduğunun ya hiç anılmaması ya da şöyle bir değinilip geçilmesi oldu. İnsan bunları okuyunca sanki Lenin Türkiye’deki yasal partiler için yol haritası çizmiş gibi bir izlenime kapılıyor.
Halbuki, Ne Yapmalı’nın en önemli özelliklerinden biri, asgari teorik bilgi, siyasi tecrübe ve örgütsel pratik sahibi, “Çarlık polisine karşı mücadele etme, kendisini polisten gizleme sanatında” eğitilmiş profesyonel devrimcilerden oluşmuş parti fikridir.
“Hareketimizde etkin olarak çalışanlar için biricik ciddi örgüt ilkesi, en sıkı gizlilik, üyelerin en sıkı elekten geçirilmesi ve profesyonel devrimcilerin eğitilmesi olmalıdır.”(Lenin, Ne Yapmalı, Sol Yayınları, Ankara-1990, s. 137)
Gizlilik kuşkusuz her ülkenin somut koşullarına uyarlanması gereken bir şeydir. Fakat bu kitap tanıtıcısına düşmez. Tanıtım yaparken bu yönü atlamakla, Lenin’i Menşevik olarak resmetmek arasında çok fark yoktur.
Türkiye devrimci hareketi vaktiyle bu “unutkanlığın” bedelini çok ağır ödedi.
1961’de kurulan TİP tam da Lenin’in eleştirdiği ekonomist-Menşevik tipte bir örgüttü. Mehmet Ali Aybar, partide Lenin okumayı yasak ettiyse bu yüzden etmiştir. “Leninist Parti Burjuva Modelinde Bir Örgüttür” diye yazılar yazıyordu. Liderliğine Behice Boran geçince fazla bir şey değişmedi, legal, şiddete dayanan devrimi reddeden, parlamentocu bir parti olarak yola devam edildi.
Profesyonellerden oluşan yeraltı örgüt modeli sol ve dar bir yorumla THKO, THKP-C ve TKP-ML tarafından 1970 başında yeniden gündeme getirildi. Şiddeti esas alan, şematik, kitlelerden kopuk küçük grup örgütlenmesini aşamayınca 12 Mart faşizmi tarafından kısa sürede tasfiye edildiler.
1974-1980 dönemindeyse TKP’nin bile gerisine düşüldü. Halbuki o yıllarda Ne Yapmalı, Bir Adım İleri, İki Adım Geri gibi eserler peynir ekmek gibi satılıyordu. Sanki inadına Lenin’in dedikleri değil, Menşeviklerde ve tasfiyecilerde eleştirdikleri benimsenmişti: Legalizm, amatörlük, sınırsızlık, bölünmüşlük, bölgecilik, ilkellik, şekilsizlik, ekonomizm, kendiliğindencilik gırla gidiyordu. Bir yandan sivil faşist hareket, bir yandan devlet saldırdığı, üstelik faşist bir darbenin elinin kulağında olduğu tahmin edildiği halde, kimse kılını kıpırdatmadıydı. Tipik devrimci örgüt modeli -yasal(cı) partileri saymıyoruz- genellikle dergi ve dernek çevrelerine iliştirilmiş yarı illegal oluşum şeklindeydi. 12 Eylül faşist diktatörlüğü bu zaaftan yararlanarak birkaç hamlede devrimci hareketin belini kırmayı başardı. Eğer Lenin’in dediklerine asgari ölçüde uyulsaydı Türkiye tarihinin seyri bambaşka olurdu.
Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı
Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’ndan çok-uluslu bir yapı devraldı. Arnavutlar, Bulgarlar, Araplar (vs.) ayrıldıktan, Ermeniler soykırıma uğratıldıktan sonra belirli bir toprak üzerinde çoğunluk oluşturan bir tek Kürtler kalmıştı. Türk egemenleri kuruluş aşamasında Cumhuriyete Kürtleri ortak (kurucu unsuru olarak) etmediler. Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve sürgünler sırasında Rum ve Ermeni nüfus minimize edilmişti. Ulusal baskı ve asimilasyona karşı direnen Kürtlerse hep bastırıldılar.
Kürt meselesi Türk siyasetinin ve devrimci hareketin merkezi sorunudur. Programatik ve stratejik boyutu vardır. Doğru yaklaşım için Lenin’in Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Stalin’in Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu adlı eserlerini ve ilgili müktesebatı mutlaka okumak gerekir. Ulusların ve sömürgelerin nasıl ortaya çıktıkları, erken kapitalizm, emperyalizm ve sosyalizm aşamalarında ne gibi değişiklikler geçirdikleri, birleşme ve ayrılma özgürlüklerinin ne anlama geldikleri, ezen ve ezilen ulus devrimcilerini görevleri ancak bunlardan öğrenilebilir. Şu da var ki, Lenin’in milletler hapishanesi dediği Çarlık Rusya’sı, sosyalizme geçişle birlikte ezilen halklar ve sömürgeler sorununun çözümünde gelmiş geçmiş en zengin laboratuar olmuştur. Kusursuz denilemez, ama aşıldığı da söylenemez.
Türkiye’de ulusal sorun hem ezen hem ezilen ulus devrimcileri saflarında savrulmalar içeren zorlu bir süreçten geçiyor. Etnik milliyetçiliği körükleyen emperyalizm ve post-modernist kültür tahribatına devam ediyor. Ortadoğu’da etnik, dinsel-mezhepsel çatışmalar kritik bir safhadadır. Halkların kardeşliği bayrağını yükseltmek hayati bir önem kazanmıştır. Ezen ve ezilen ulus milliyetçiliklerini enternasyonalizmle aşabilmek ilgili klasikleri okumayı gerektiriyor.
Ezilen ulusun ayrılma özgürlüğü demokratik bir haktır. İsterse birleşme özgürlüğü (özerklik veya federasyon), isterse ayrılma yönünde kullanır. Ayrılma hakkı kendi devletini kurmayı içerir. Sosyalizme ters düştüğü veya sınıf sorunu daha önemli olduğu gerekçesiyle (Rosa Luxemburg gibi) iptal edilemez.
Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği içerikçe farklıdır. Dört ayrı parçaya bölünerek tahakküm altına alınmış Kürtlerle, bölgeye yönelik hegemonyacı hırsları ve planları malum Türkiye ve İran bir tutulamazlar. Ezen ulus (Türk) milliyetçiliğiyle her zaman ve en başta mücadele edilmesi gerekir. Milliyetçilik, yalnız Kürtlere ve öteki azınlıklara zarar vermez, ezen ulus emekçileri için de zararlıdır. Lenin’e göre, “ezilen ulus milliyetçiliği” gerici bir yöne kaymadığı, emperyalizmle işbirliği yapmadığı, “ezen ulus milliyetçiliğini hedef aldığı sürece demokratik bir içerik taşır. Buna karşılık ezen ulus milliyetçiliğinin böyle bir şansı yoktur.
Programlarında Kürt halkının ayrı devlet kurma hakkına gerektiği gibi yer vermeyen, buna yan çizen sol parti ve gruplar vardır. Bunlara göre sorun geleceğin işidir. Kürtlerin sanki vatanı yokmuş gibi Kürdistan yerine hala “Doğu ve Güneydoğu bölgesi” denir. Özerklikten ürküp kapitalistlerle birlikte gözyaşı döken aydınlarımız eksik değildir. CHP ile HDP’yi aynı kefeye koyup eşit uzaklıkta durmak da bir ipucudur.
Milliyetçilikten etkilenme solumuzun eski hastalığıdır. Kürt isyanlarının kanla bastırılmasında Kemalist hükümetleri destekleyen TKP’ye kadar uzanır.
Şimdilerde TİP’in “Doğu mitingleri”, Deniz Gezmiş’in idam sehpasındaki sözleri, Kaypakkaya’nın Kürt tezleri (püf noktasını yakalamış) ile sorunun aşıldığı söyleniyor. Bu, doğru değildir. Kürtlerin kusurlarını mazeret olarak kullanan ezen ulus sosyal milliyetçiliği, Türkleri bahane eden ezilen ulus milliyetçiliğini de besleyerek yükselmeye devam ediyor.
Ulusal sorun okumasının dibe vurduğu, teorinin ışığının yerini peşin hükümlerin aldığı bir dönemdeyiz. İnsan “kanaat önderlerimiz”in klasik metinlere en son ne zaman göz attıklarını, taraftarlarını bu yönde okumaya özendirip özendirmediklerini merak ediyor.
Devlet ve İhtilal
Devlet ve İhtilal, Lenin’in Ekim Devriminden iki-üç ay önce Finlandiya’da saklanırken yazdığı en önemli eserlerinden biridir. Devletin kökeni, sınıflı toplumlardaki yeri, ayırt edici özellikleri, devrimle ve sosyalizmle ilişkisi, proletaryanın burjuva devletin yerine ne koyması gerektiği konularında aydınlatıcı bilgiler verir. Kitap anarşist, revizyonist çarpıtıcıların yarattığı reformist sisi dağıtmakla kalmaz, Marx ve Engels’in çeşitli eserlerine yayılmış değerli parçaları bir araya getirip, bilimsel sosyalizmin kurucularının devlet öğretisini geliştirir, yeniden kurar. Ruhsuz, popüler bir özet değildir üstelik tersine, Komünist Manifesto’dan kitabını yazdığı zamana kadar kat edilen teorik-pratik kazanımları kapsayan, devlet denen şeyin ilk sınıfsız toplumdan ortadan kalkacağı son sınıfsız topluma kadarki macerasını kuşbakışı gözler önüne seren geliştirici bir özet sunar.
Kitap “devlet”in toplum üzerinde tarafsız bir organ değil, “sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisi” (Lenin, Devlet Devrim, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 2003, s.15) olduğunu, burjuvazinin egemenliğinin iki esas ayağını oluşturan sürekli ordu ve bürokrasi sayesinde zor ve hile uygulayarak ayakta kaldığını, en ileri burjuva demokrasisinin bile halk üzerinde diktatörlük uyguladığını ortaya koyar.
Marksist devlet öğretisinde en çok çarpıtılan nokta herhalde, “Devletin Sönmesi ve Zora Dayanan Devrim” başlığı altında işlenen kısımdır. Lenin bunu bildiğinden yeri geldikçe bu konuya dönüyor. Buna rağmen bir kılavuz kitaptaki tanıtım yazısında işinin ehli bir akademisyen yazarın bunu yirmi sayfa içinde bir buçuk cümleyle geçiştirdiğini görüyoruz. Tanıtıcının şiddete dayanan devrim konusundan esirgediği sayfaları, bunun ustaları olduğundan kuşku duyulmayacak Stalin ve Mao eleştirilerine heba etmesi ayrıca anlamlıdır.
Hâlbuki burjuva devletin aygıtının zora dayanan devrimle parçalanması gerektiği meselesi öyle geçiştirilecek, yarım yamalak değinilip geçilecek bir konu değildir. Lenin, kıvırtmaya yer bırakmayacak bir berraklıkla, “Zora dayanan devrim olmaksızın, burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek olanaksızdır” (Lenin, Devlet Devrim, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 2003, s.27) diyor. Bu, proletarya devrimini kendinden önceki devrimlerden ayıran önemli bir kıstastır. Zora dayanmadan edemeyen kapitalist devlet, düşman sınıflara bölünmüş toplum karşısında hakem değil taraftır, sömürü düzeninden vazgeçmeye razı olmaz. Egemen sınıfın maddesiyle dokunmuş olduğu, yerini proletarya devriminin mayasına uyan Sovyetlerin alması nedeniyle de lağvedilmesi gerekir.
Bu, anarşistler, Bernstein’ler, Kautski’ler, Menşevikler, Kruşçev’ler, Gorbaçev’ler, Avro Komünistler ile Marksist-Leninistler arasında en az yüz elli yıldır tartışılıyor. Hala günümüzün üstü en çok örtülen, ihlal edilen, bilmezden gelinen konusudur. Sivil toplumcuların, radikal demokratların, legal Marksistlerin, post-Marksistlerin, sol liberallerin, Chavezcilerin, Syrizacıların bu ilkeyi olurlayacak net bir cevapları var mıdır? Yoktur. Devletin ve tekellerin boyunduruğu altında da sosyalist ilişkilerin filizlendirilebileceği ya da hegemonya kurmak için proletarya iktidarına gerek olmadığı, mevcut devletin kerte kerte demokratikleştirilebileceği veya parlamento yoluyla sosyalizme geçilebileceği yolundaki görüşler “devrimsiz devrim” yanlılarının buluştukları ortak noktadır.
Böyleleri istedikleri kadar RTE’yi, AKP’yi ya da hükümetini baş düşman ilan etsinler, istedikleri kadar yakarız yıkarız desinler, bunları “Devlet ve Devrim”in alt bölümü olarak okumadıkları sürece sistem dışına çıkmış olmazlar.
Devlet ve İhtilal okuması, Lenin’in Marx ve Engels okuması gibi, kıldan ince kılıçtan keskin bir konudur.
Kitap tanıtımının değeri, aslının testinden geçtikten sonra belli olur.
Hiç yorum yok