Header Ads

Header ADS

Öcalan Neler Söylemişti?

Derleme Sosyalist forum dan.

Abdullah Öcalan'ın 15 Şubat 1999'de yakalanarak Türk devlet yetkililerine teslim edilmesinden sonra yaptığı yazılı ve sözlü açıklamalara kuşkuyla bakılmasında şaşılacak bir yan yoktur. Her aklı başında insan, Öcalan'ın tutsaklık koşullarında yaptığı açıklamaların, en azından büyük bir ihtiyatla karşılanması gerektiğini rahatlıkla anlar; tutsak bir devrimci ya da herhangi bir siyasal önderin bu koşullarda yaptığı ileri sürülen açıklamaların, onun gerçek düşüncelerini yansıtıp yansıtmadığı, sözkonusu kişinin bu açıklamaları kendi özgür iradesiyle yapıp yapmadığı haklı olarak sorulacaktır ve sorulmalıdır da. Sözkonusu kişi, adı üzerinde bir TUTSAKTIR; yani düşmanın elindedir. Dolayısıyla PKK yöneticilerinin şimdiye değin sanki Öcalan TUTSAK değilmiş gibi ve onun 15 Şubat 1999'dan sonra yaptığı açıklamaları, sanki özgür olduğu koşullarda yapıyormuş gibi davranmaları, en iyimser bir anlatımla tuhaftır.

Ancak Öcalan, yakalanmasından ÖNCE DE Türk gerici burjuva devletiyle ve/ ya da ABD ve AB emperyalistleriyle neredeyse teslimiyete varan stratejik bir uzlaşma arayışını ele veren bir dizi açıklama yapmıştı. Burada sunulan alıntılardan da görülebileceği gibi o, aynı zamanda Kürt halkını, onun devrimci kadrolarını ve Türkiye devrimci hareketini en ağır sözlerle aşağılarken, emperyalist şeflere ve Türk gericilerine son derece ılımlı, adeta dostça bir tarzda yaklaşmaktadır. Bu alıntılarda ister istemez göze çarpan bir başka husus da, Öcalan'ın kendisini Marksizmin klasiklerinin üzerinde gören, kendisini göklere çıkaran ve adeta bir peygamber gibi sunan ve onun, “ben olmadan halk olmaz” sözlerinde anlatımını bulan megalomanik yaklaşımıdır. Hiçbir komünist ya da devrimci bir önderin kendisi hakkında böyle konuşmadığı ve konuşmayacağı bellidir.

Burada esas olarak Öcalan'ın, 1991-1998 yılları arasında yaptığı bu açıklamalardan bir demet sunuluyor. Ancak, bu alıntılar demetinin sonuna Öcalan'ın yakalanmasından SONRA yaptığı bir kaç açıklama da (Mayıs-Haziran 1999'daki yargılanması sırasında mahkemeye sunduğu Savunma ve Esasa İlişkin Savunma'dan, Temmuz 1999'da İmralı Cezaevi Yönetimi aracılığıyla Türk devletine gönderdiği mesajdan ve Ağustos 2003'de yaptığı bir açıklamadan bazı parçalar) eklenmiştir.

* * * * *

Öcalan'ın 1991'de NATO hakkında söylediklerinden:

“Her şeyden önce, Sovyetler Birliği’nde, Yugoslavya’da ve hatta dünyanın bir çok alanında küçük halkların bağımsızlık mücadeleleri tırmanmaktadır. Bir kere Türkiye’nin şu ‘üniter devlet’ politikasını eskisi kadar ABD de içinde olmak üzere uluslar arası ortama dayatması mümkün değildir. Varşova Paktı dağıldı. NATO sözde siyasal sorunların ve daha çok da insan hakları sorununun, hatta bağımsızlık isteyen halkların istemlerinin çözümlenmeye çalışıldığı siyasal bir kuruma dönüşüyor. NATO bugün kendi gündemine Sovyetler Birliği’ni, Yugoslavya’yı ve Çekoslovakya’yı alıyor, yarın Türkiye’yi gündemine alacaktır. Türkiye’den ‘üniter devlet’ anlayışını terketmesini ve federasyondan bağımsızlığa kadar kendisini açık tutmasını isteyecektir. O çok güvendiği NATO’nun yarın ya da öbür gün TC’ye bunu dayatması fazla şaşırtıcı olmamalıdır. NATO anayasası sözde de olsa başından beri bunu savunuyor.” (“Ekim Seçimi Sonuçlarının Türkiye Halk Güçlerinin Önüne Koyduğu Görevler ve Bu Görevlerin Gerçekleştirilmesinde Kürdistan'daki Kurtuluş Savaşımının Oynayacağı Rol”, Serxwebun, Sayı: 119, Kasım 1991)


Öcalan'ın, 17 Ocak 1992 tarihli konuşmasında Talabani hakkında söylediklerinden:

“Talabani mektubunda kapitalizm temelinde dünyanın nasıl yeniden düzene tabi tutulduğunu, ılımlılaşma ve serbest ekonomi adı altında serbest piyasanın nasıl geliştirildiğini belirterek adeta şunları demeye getirmektedir: ‘Emperyalist kapitalizm Kürdistan için kapitalist bir program geliştiriyor. Ben şimdiden buna dört elle sarılmış bulunuyorum. Sen de sarılmak zorundasın. Ulusal kurtuluş, sosyalizm vb. lafları bir yana bırak. Kapitalizmden gelebilecek uşaklık payını alalım. Apo kardeş, eğer bunları yaparsan iyisin, güzelsin; yapmazsan bu yaman dönemde tarih seni tasfiye edecektir...’ ” (Serxwebun, Sayı: 122, Şubat 1992)

Öcalan'ın BİR YIL KADAR SONRA gene Talabani hakkında söylediklerinden:

“Güney ile ilişkilere gelince: 14 yıl boyunca biz bu ilişkilere Mam Celal'le başladık. Bugün gördüğünüz gibi tekrar ileri bir düzeyde görüşmelerimiz oldu. Birbirimize oldukça muhtaç olduğumuza inanıyoruz. Her şeyden önce Mam Celal'in kendisi bu ilişkilere büyük özen göstermiştir. Biz buna gereken karşılığı vermişiz. İnanıyorum ki, bundan sonra bir daha yıkılmamacasına bu ilişkiler kardeşçe sürer. Kuzey Kürdistan halkı da, Güney halkıyla bundan sonra daha kalıcı ilişkiler geliştirecek, özellikle onun imhasına yönelik tehditlere, baskılara karşı duracak ve onu korumaya gücü yetecektir. Yani Güney halkı tecrit edilmişti, yalnızdı, ama şimdi öyle değildir. Sonuna kadar onun varlığını korumaya ve özgürleştirmeye ilişkin elimizden geleni yapacağız. Bunun için -belirttiğim gibi- benden daha fazla Mam Celal çalışmıştır.” (Serxwebun, Sayı: 135, Mart 1993)


Öcalan'ın, Halil Nebiler'e verdiği mülakatta söylediklerinden:

"Kürt meselesini çözmeden, ne sanayi ve üretime çözüm bulmak, ne hayat pahalılığını önlemek mümkün olabilir... Biz tam da bu noktada şunu çok açıkça söyledik; tarihin bu boyutunu görelim, yine güncel gerçeklik içinde bunu yerli yerine koyalım ve mümkünse bu ilişkilere yeni bir düzen verelim. Kürt-Türk ilişkilerinin bu halde sürmesi imkansızdır... Ekonomik, sosyal, siyasal bir çok yönden yeniden düzenlenlemeye ihtiyaç vardır... Eğer bu konuda biraz daha gerçekçi olurlarsa, sorunun tam bir çıkmazda, kaosta kalmasını istemiyorlarsa, pratik çözüm getirilir, Kürtlerin ulusal, siyasal varlıkları kabul edilir. Buna uygun bir örgütlenme hakları ve devlet örgütlenmesi de olur. Bunu bağımsızlığa da aykırı görmüyoruz; Türkiye'de eşitlik ve özgürlüğe dayalı bir birliğe de aykırı görmüyoruz." (Serxwebun, Sayı: 125, Mayıs 1992)


ERNK'nın (=Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi) yayım organında İrfan Dayıoğlu imzasıyla yayımlanan ve Öcalan'ın onayıyla yazılmış olması gereken bir yazıdan:

Apocu devrim, dünya ölçekli bir çöküşün yaşandığı, sosyalizm dalgasının geri çekildiği bir ortamda ve en düşürülmüş bir toplumun bağrında, o insanı düşürülmüşlükten yükselişe geçiren bir devrim olmakta, Ekim'den daha ileri, yaşanan sosyalizmden daha katılımcı ve daha kollektif bir devrim olarak ortaya çıkıyor...
“PKK önderliğini, geçmiş devrim önderliklerinden ayıran ve ona daha ileri özellik kazandıran, bir toplumsal önderlik olarak, devrim kavgasının, devrimci eylemin içinden çıkıp gelmekte oluşudur. PKK'de çürümeyi önleyen, her türlü tasfiyeci girişimi bozguna uğratan, her türlü geriye çekiş hamlesini başarısız kılan bu önderlik özelliğidir...

Apocu devrim anlayışı, tek başına bir ulusal kurtuluşçuluk değil, aynı zamanda insanı bir bütün olarak değiştirme ve değiştirme girişimi ve iradesidir. Bu anlamıyla genel bir toplum kuruluşu için çaba içinde olan her devrimci hareketin ilham kaynağıdır. Apoculuk, dar ulusal çerçeveye sığmayan, sadece bir Kürt hareketi ideolojisi olarak algılanmaması gereken, ulusal sınırları olmayan bir dünya görüşüdür, bir ileri felsefedir...
Bu bölgede devrimci 'Yaşasın bölge devrimi, yaşasın Apoculuk' diyebilendir. Devrimci, çürümede, yıkıntıda, düşkünlükte devrimi görebilendir...

Bu bölgede yeni bir Ekim, Apocu devrimdir. En büyük devrimci, Apoculukta geleceği görebilendir.” (“Bir Yeni Ekim, Apocu Devrim”, Berxwedan, Sayı: 164, 15 Ekim 1993)


Öcalan'ın, "Kürdistan'da İslamiyet Cihada Karar Vermektir" başlıklı yazısından:

Bir zamanlar ben de müslümandım. Ve yine de müslümanlığın zulme karşı, devrimci özünü koruyorum. Baktım müslümanlık bizim ülkeye uygulanmıyor. Buna tepki duydum ve müslümanlıktan uzaklaştım. Sosyalistliğe sarıldım. O zaman bir baktım sosyalizmi de Türk sosyalizmi yapmışlar... Karşı çıktım. Bu temelde İslamiyet'in sahte uygulanmasına karşı çıktım ve sosyalizmi Kürdistan'a uyguladım. Bugün PKK'nın önderlik ettiği büyük bir devrim ortaya çıktı. Ben sadece sosyalizmi Kürdistan'a uyguladığımı söylemiyorum, devrimci İslam esaslarını da ilk defa biz Kürdistan'a uyguluyoruz.” (Berxwedan, Sayı: 168, 15 Şubat 1994)


Öcalan'ın, Ali Fırat imzasıyla yayımladığı ve Türkiye devrimci hareketini MHP’ye katılmaya çağırdığı yazıdan:

“Özellikle de ulusal sorunda sosyal-şovenizm yapı içinde, genelde TKP’nin, hatta önemli oranda bütün sol çevrelerin böyle olması MHP’nin böyle bir yönelimine veya sosyal şovenizm ne kadar olumsuz bir rolle faşizme katkı sunabileceğini göstermektedir. Açığa çıkan gerçeklik budur. Birçok sol grup kendine ne derse desin, aslında hepsinin yeri MHP’dir. Görünüşte şöyle sol-mol adlarını kendilerine takanların yeri şu anda Türkeş’in partisidir. Dev Yol kalıntılarından önemli bir kesimin, yine adını söylemek istemediğimiz böyle bir sürü hâlen emekçiler içinde varlığıyla yokluğu bir olan, yıllardır keskin Marksistlik taslayıp da emeği en amansız sömüren, döneme en ufacık bir eylemle karşılık vermeyen, işi-gücü PKK eleştirisi olan çevrelerin de, sözümona grup ve partilerini bırakıp MHP içinde örgütlenmeleri en iyisidir! Boş vakit geçirdikleri gibi, gerçek bir sol sosyalizm gelişmesinin üzerindeki olumsuz etkileri de zaten ortada.” (Özgür Ülke, 25 Ekim 1994)


Öcalan'ın, gene Ali Fırat imzasıyla yayımladığı bir başka yazıdan:

“Durum böyleyken özel savaş rejiminin bilgisi dışında örgütlenebilmek mümkün mü? Eğer herhangi bir güç böyle örgütlenebiliyorsa, o zaman o güç özel savaşın bir müttefikidir, onun bir versiyonudur, türevidir. Bu konuda Türkiye solunun çok çeşitli kesimlerine yönelik olarak endişeler artmaktadır. İster eylemcisi olsun, ister böyle solcusu olsun, hepsi de son derece devletine bağlı, devletine zarar vermeyen solculuk türleridir. Bunlara solculuk filan da dememek gerekir. Bunlar, devletin sol maskeli bazı özel örgütlenmeleri, bazı ihtiyaçları gidermek için teşvik edilen ve dolaylı destek verilen bazı örgütlenmeleri olarak değerlendirilmelidir.”   (“Özel Savaşın Sol Devşirmeleri”, Özgür Ülke, 2 Kasım 1994)


Öcalan'ın, 6 Aralık 1994'de Özgür Ülke'de yayımlanan yazısından:

“Bizim Türkiye'den istediğimiz bir siyasi diyaloğa imkan hazırlamasıdır. Bizim, söyledikleri gibi Türkiye'yi bölüp parçalamak gibi bir niyetimiz yok. Şunu da çok açıkça söyledik: Bu koşullarda alın götürün Kürdistan'ı deseler biz kabul edemeyiz. Çünkü bizim, Türkiye ile birlikteliğe ihtiyacımız vardır. Mevcut ekonomik, sosyal ve siyasal nedenler, uzun bir süre birlikte yol almamız gerektiğini halklar arası ilişkilerin demokratik temelde düzenlenmesinin her iki halkın çıkarlarına çok uygun olduğunu açıkça ortaya koyuyor... Zannediyorlar ki salt bir ayrılıkçı hareket var. Tam tersine Türkiye'yi güçlendirme, demokrasiyi güçlendirme ve özellikle halkı güçlendirme hareketi sözkonusudur. Ortada eğer zarar görecek bir şey varsa bu Türkiye'nin birliği ya da bütünlüğü değildir... Bizim amacımız, zorla da dayatsalar ayrılığı geliştirmek değil, tam tersinedir. (Başbakan ve Devlet Başkanı Turgut- b. n.) Özal da söyledi. (Başbakan Yardımcısı, Devlet Bakanı ve Dışişleri Bakanı Murat- b. n.) Karayalçın da söyledi. Federasyon diyorlar. Bazı biçimler o kadar önemli değildir. Türkiye'nin bütünlüğü içinde çok çeşitli çözüm yolları vardır. Bir çok federe devlet sistemleri var. Almanya, Amerika, İspanya birer örnek. İngiltere bile şimdi İrlanda sorununu diyalog ile çözüyor. Bu örnekleri gözönüne getirerek herhangi bir birleşme biçimi üzerine tartışılabilir.”


Öcalan'ın, Nisan 1995'de, kendisine yazılı olarak bazı sorular gönderen ABD'li emekli diplomat David E. Korn'a verdiği yanıttan:

“Hemen hatırlatayım ki bugün CIA'nın başkan yardımcısı, uluslararası alanda terörizmin en büyük temsilcisi olarak Partimizi ileri sürüp, rahatlıkla çeşitli komisyonlarda bu görüşü sürdürmektedir... Hiç bizimle görüşmeden veya gerçeğimizi araştırmadan, araştırsa da tek yanlı olarak böyle tehlikeli görüşler beyan etmesi, gerçekten uluslararası terörizmin en büyük kurbanı olan bir halkın; kutsal direnme hakkını kullanmaktan başka hiçbir amacı ve uğraşısı olmayan PKK'nın, böyle değerlendirilmesi hem büyük bir talihsizlik, hem de sınır tanımayan bir düşmanlık tarzıdır. Soykırım sürecini yaşayan bir halkın, sadece ve sadece ulusal kimliğini ve ulusal-demokratik taleplerini ileri sürmekten başka bir sorunu yoktur... Partimizin ısrarla ayrılıkçı bir örgüt olarak değerlendirilmesi ve ne pahasına olursa olsun, her şeyiyle ayrı bir devlet peşinde koştuğu bir abartmadır. Yine benzer klasik komünist partilerle eş tutulması da yerinde olmayan bir değerlendirmedir. Partimizin ideolojik ve siyasi çizgisi, söylendiği gibi klasik komünist tarzda değildir... 

“Açıkça söyleyeyim; reel sosyalizm ve ona yön veren partiler, Kürt gerçekliğini doğru değerlendirmedikleri gibi, inkar edilmesinde ve hatta TC'nin bu kadar güçlendirilmesinde de en temel malzemeyi sundular. Halk ve parti olarak biz bu sosyalizmden çok zarar gördük...

“Ama sosyalizm anlayışımızın eski reel sosyalizmin egemen kılındığı ülkelerdeki gibi demokrasisiz olamayacağını, bireyin alabildiğine küçültüldüğü, devletin alabildiğine büyütüldüğü bir sosyalizm olmadığını rahatlıkla belirtebilirim. Hatta bir çok kapitalist ülkedeki çoğulculuktan daha çoğulcu, demokratik bir anlayışa, devletin klasik anlamda devlet olmaktan çıkarıldığı bir anlayışa sıkısıkıya bağlıyız. Yine devlet kapitalizmi ve ona dayanan sosyalizmi de benimsemediğimiz bir ekonomik yaklaşım olduğuna; kişinin yeteneklerini serbestçe geliştirebilecek bir ekonomik düzenlemeye ihtiyaç olduğuna inanıyoruz. Bireyin devlet adına gelişmesini frenleyen tüm ideolojilere bir tepkimiz vardır...” (Serxwebun, Sayı: 160, Nisan 1995)


Öcalan'ın, Ocak 1995'de yapılan PKK 5. Kongresi'nde yaptığı konuşmadan:

“Şimdi şu çok açıktır: Parti olmadan halkın direnişi olmaz, hatta ben olmadan halk olmaz. Bazıları bunu abartılı bulabilir, ama şimdi gerçekleşen budur. Benim otuz yıllık ayarlamam olmasaydı, Kürdistan halkının böyle doğuşu hikayeydi. Böyle eylemim olmadan Türkiye'de herhangi bir demokrasi de gelişmezdi. Bunu ben söylemiyorum, Türkiye'de kırk-elli yıllık demokrasi savaşı verenler söylüyorlar. Kimse demesin, kendini abartıyor. İşte aklı başında olanlar da bunu söylüyor.” (PKK 5. Kongresi'ne Sunulan Politik Rapor, Haziran 1995, s. 130)


“Gerektiğinde bütün insanlığa hitap edecek kadar yüce olacaksın. Gerektiğinde proletarya gibi davranacaksın, gerektiğinde bir küçük burjuvayı, hatta büyük burjuvayı da, ağayı da idare etmesini bileceksin. Hepsine vereceğin şeyler olacak....” (PKK 5. Kongresi'ne Sunulan Politik Rapor, Haziran 1995, s. 137)


Öcalan'ın, Yeni Politika'da yayımlanan bir yazısından:

“Eğer gerçekten ABD’de, Avrupa’da söylendiği gibi insan hakları ve demokrasi varsa, onun temel değerlerine, ilkelerine, kurumlarına bağlıysalar söylesinler: En çok demokratik haklar, insan hakları nerede ihlâl ediliyor? Bir halkın kimliği, halkın kültürü nerede inkâr ediliyor?... Kendini düzeltmesi gereken biz değiliz. ABD ve Avrupa’dır. Kocaman NATO’yu bize karşı kullanmaları, hangi adaletin veya insanî bir ilkenin gereğidir. Neden bizi bu kadar, uluslararası bir tehlike olarak görüyorlar? Bunu da anlamak istiyoruz. Eğer bizim Kürt halkının varlığını ve çok sınırlı bazı ulusal demokratik taleplerini istemekten daha fazla bir aşırılığımız varsa, onu söylesinler. Sınırları belli olmayan bazı çıkarları, Ortadoğu sözkonusuysa, onu da açıkça söylesinler, görüşelim.” (Yeni Politika, 18 Temmuz 1995)


Öcalan'ın, Özgür Politika 'da yayımlanan bir yazısından:

“Ordu içindeki dinamik, genç yapılanmalar savaşı tırmandırmaya karşı çıkacaktır. Genelkurmay’ın politikasızlığının da arttığını söylemiştim. Dolayısıyla farklı görüş ve eğilimlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Ordu Türkiye’yi herhangi bir partiden daha fazla düşünüyor. Ordunun partisi olan CHP içinde bazı değişimlerin gündeme getirilmek istendiğini görüyoruz. CHP reforma gitmek zorundadır. Çünkü, CHP’nin reforma gitmemesi, ordunun da reforma gitmemesi anlamına gelir ki, bu da çöküşü hızlandırır. Ordu, Türkiye’yi tutmak istiyorsa, reformu kabul etmek zorundadır. Onun için de bu işi başkalarına bırakmayacak kadar akıllıdır. Dolayısıyla, reformları şu ya da bu partiden beklemek yerine, ordudan beklemek gerekir.” (Özgür Politika, 3 Ekim 1995)



PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’ın, ABD Başkanı Clinton’a Gönderdiği Mektup

Sayın Başkan

Sizlerin de yüksek bilgileri dâhilinde olduğu gibi her geçen gün daha da şiddetlenen Kürt sorunu demokratik bir çözüm için kendini dayatmaktadır. Yakın tarihimizde Anadolu’da Ermeni ve Rum halklarının maruz kaldığı büyük katliamlar günümüzde farklı biçim ve araçlarla da olsa Kürt halkına karşı sergilenmektedir. Kürt halkının kimliği sistematik bir biçimde yasaklanmış olup, halkımızın kendi ana diliyle kendisini ifade etmesine dahi müsaade edilmemektedir. Kürt halkı başta BM İnsan Hakları Evrensel Belgesi olmak üzere değişik uluslararası hak ve yükümlülüklerden mahrumdur. Yıllardır Türk devletinin resmî yaklaşımı Kürt ulusal varlığını mevcut sınırlar dâhilinde asimilasyon ve şiddete dayalı metotlarla eritme olmuştur. Ülkemizde planlı bir biçimde geliştirilen özel savaş uygulamalarıyla 3000’i aşkın köy devlet güçlerince yerle bir edilerek 10 yıl içinde 3 milyonu aşkın Kürdistanlı topraklarından zor yöntemiyle göçertildi.

Şiddet toplumumuzun bütün katmanlarını hedeflemektedir. Halkın büyük bir oy çokluğuyla seçtiği milletvekilleri salt katledilmedi, aynı zamanda dokunulmazlıkları kaldırılıp cezaevlerine atıldılar. Bütün bu gelişmeler Partimizin ortaya çıkış gerekçesi ve mücadelemizin sebeblerinden bazılarıdır. Biz ulusal eritme ve soykırıma karşı durmaya çalışıyoruz. Halkımıza kendi kimliğiyle örgütlenme ve legal zeminde siyaset yapmanın bütün yolları kapatıldığı için bu meşru müdafaayı yapmak durumundayız. Türkiye toplumunda boyutlanan ciddi rahatsızlıklara rağmen devletin içinde ağırlıklı ve egemen yaklaşım şiddete dayalı askersel çözümü ısrarla sürdürmektir. Bu yaklaşım Kürdistan’da daha çok kanın akmasına ve Türkiye halkının da büyük zarar görmesine yol açmaktadır. Partimiz barışçıl ve demokratik ve siyasî bir çözümün önünü açmak için 17 Mart 1993 tarihinde tek yanlı bir ateşkesi 83 gün boyunca sürdürdü. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti Türk ve Kürt halklarının barış içinde birarada yaşayacakları bir ortamı istemediğini bu ateşkes sürecine menfi yaklaşımıyla açıkça gösterdi.

Sayın Başkan
Mevcut durumda da Partimiz koşulsuz barışçıl bir çözümü bütün bunlara rağmen kabul etmektedir. Bize öldürme amacıyla saldırı yapılmazsa hiçbir saldırıda bulunmayız. Böylece tek taraflı bir ateşkes sürecini yeniden başlatabiliriz. Şunu bir kez daha taahhüt ederim ki Partimiz ideolojik anlamda klâsik komünist partilerden farklı olduğu gibi, Türkiye’nin mevcut sınırlarını değiştirme ve mutlaka ayrılma gibi ısrarlı bir çabamızın olmadığını belirtmek istiyorum. Ayrıca her türlü terör faaliyetini de reddediyoruz. Hem Kürt ve Türk halklarının içinde bulunduğu bu acı duruma son vermek ve hem de bölge barışı ve istikrarı için Parti olarak barışçıl bir çözüme hazır olduğumuzu iletmek istiyorum. Bu temelde Kürt sorununda ABD gibi federal bir yönetim anlayışı bizim için de kabul edilir. Şiddeti içermeyen yöntemleri destekleyeceğiniz ve Türk tarafını ikna edici ağırlığınızı koyacağınız inancındayım. Desteğinizin bir halkın katliamını durdurmak, kültürel kimliğini korumak, demokratik ve siyasî haklarını kazanmak için gayet önemli olduğuna içtenlikle inanmaktayım.

13 Ekim 1995
PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan



Öcalan'ın, E. Kürkçü ve R. Duran'a verdiği mülakatta söylediklerinden:

Kürtlerde her şey tokatla idare edilir, temel eğitim yöntemi tokattır, küfürdür, sert bakmaktır. Şimdi tümden böyle düşünülmeseydi, bu işi buraya kadar getiremezdim. Her türlü oyuna, her türlü tembelliğe, her türlü yanlış hakimiyete korkunç bir öfke var. Stalin burada solda sıfır kalır. Ama buna rağmen bu sertlikle bu işin, görevin yürüyemeyeceğini çok iyi biliyorum. Çünkü böyle üzerine yürüsen altına edecek, kaçacak. Hıyanet yolu, Kürtte sonuna kadar vardır. Sonuna kadar cücedir, bir de ben vurursam; haydi sen Allahı'ndan bulmuşsun, çekilip gider. İşte yüceltme olayını öyle önüme koyuyorum.” (Diriliş Tamamlandı, Sıra Kurtuluşta, Aralık 1995, s. 216)


O aynı mülakatta şunları da söylemişti:

Orduya da sesleneceğiz, bürokrasiye de sesleneceğiz. Bizimle barış projesine, özgürlük projesine varsanız, buyrun toplanın diyeceğiz. Sosyalisti de çağıracağız, liberali de çağıracağız. Gelin şu ahmak gidişatı durduralım, asgari müşterekler var, onda bir konsensüse, bir uzlaşmaya varalım, bunda hepimizin çıkarı var diyeceğiz. Bütün bunlara toplumun sessiz kalması düşünülemez...” (Diriliş Tamamlandı, Sıra Kurtuluşta, s. 284)


Öcalan'ın, Ağustos 1996’da, 15 Ağustos atılımının 12. yıldönümünde yaptığı konuşmadan:

“Başta ulusal sorun olmak üzere Türkiye’nin bir çok ekonomik, demokratik, sosyal, kültürel sorunlarına barışçıl, siyasal çözümü öngörme istemimizi her zaman dile getirmemize rağmen, özel savaşın daha da geliştirilmiş biçimleriyle üzerimize gelinmesi... durumu sözkonusudur.” (Serxwebun, Sayı: 176, Ağustos 1996)


Öcalan'ın, Ali Kemal adlı bir politik felsefe öğrencisine verdiği ve kendisini peygamberlere benzettiği ve Marksizmin klasiklerinden üstün gördüğünü belirttiği mülakatta söylediklerinden:

Marks, sadece sözünü söylüyor. Benim durumum çok farklı, benim için söz söyleme işin en basit kısmı. Lenin onun örgütsel esaslarını söylüyor, benim için örgütsel esaslarını da söylemek çok basit bir iş. Onlar sınıf mücadelesi diyor. Benim sınıf mücadelesi demem de çok sıradan basit bir iş. Ben bunların hepsini adeta abc biçiminde çoktan öğrenip, bir kenara atmışım. Daha fazla yaptıklarım var...

“Lenin bu konularda bizdeki kadar derin değil. Ve belki de fazla anlam veremiyor. Biz bu noktada tam bir büyük usta gibiyiz. Düşünemediği çok şeyi, aslında derinliğine ele almış uyguluyoruz.

Lenin'de de sınırlıdır örgüt içi sorunları çözme ve hatta çaresizdir de. Bir nevi aydın gibi durur. Benimki fırtınalı bir savaşçılıktır. Müthiş ilişkilerine kadar, hücrelerine kadar savaşçılıktır. Lenin'in aklına gelmez, Mao'nun da. Bizimki çok daha ileridedir. Savaşım düzeyinde, örgüt düzeyinde kesin ilerlemişiz.

Bizim sadece filozof olarak değerlendirilmemiz eksiktir. Bir mümin falan da değilim. Çağsal bazı peygambersel özelliklerle birlikte olmaya çalışıyorum... 

“Bütün PKK bir yana ben bir yana. Veya benim kendimi teknik haline getirmem. Zaten bütün engellere rağmen kendimi yürütüyorum...

“Filozoflar bu noktada zavallı. Hatta siyasetçiler, siyaset bilimcileri bile zavallı. Benim düzeyim çok farklı. Ben onların müthiş pratiğe dönüşmüş biçimiyim. Filozofların bir ömürboyu söyleyeceğini ben bir dakikada söylerim. 

"Siyasetçilerin elli yılda yapacağı işi ben bir günde yaparım. Bu kadar üreten bir tekniğim... ” (Serxwebun, Sayı: 179, Kasım 1996)


Öcalan'ın, 8 Şubat 1997’de MED TV’de düzenlenen panele telefonla yaptığı katkıdan:

“Bu TÜSİAD çok iyi biliyoruz, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, hatta 91 darbesinde bütün gücüyle destekledi en sağ, en faşist rejimleri, hükümetleri. Ama şimdi soldan bile önce davranıyor. Çok ileri bir demokratik siyasal programla, ona ağırlık veren bir yaklaşımla tartışmaya inisiyatif koymak istiyor. Kaldı ki, bunu Avrupa da istiyor. Bu Avrupa sermayesinin kesin şartıdır.” (Ö. Politika, 9 Şubat 1997)


Öcalan'ın, “Kemalistler Er Veya Geç Kürt Halkından Özür Dileyecektir” başlıklı yazısından:

“1995'lerden itibaren ordu, yani kemalist parti yeni bir tip, yeni bir iktidar arıyor. Ve bu temelde ordu içinde buna yatacak generalleri yaratmaya çalışıyorlar...

"Bu bir yenilenme midir? Kemalizmin kendisini döneme göre ayarlaması mıdır? Veya bu arayışı nasıl değerlendirmeliyiz? Bir de ordu içinde maddi gücü vardır. Muazzam bir subay kitlesi vardır. Ordu aynı zamanda önemli bir ideolojik güçtür. Herkes orduyu en büyük askeri güç biçiminde değerlendirirken, ben ise en büyük ideolojik güç olarak değerlendiriyorum. Bu parti Türkiye'nin en büyük partisidir. İşin ilginç tarafı; bu partinin ideolojik ve politik gücü güncel gerçeklerle o kadar çelişiyor ki, toplumun başına bela olmuş. Bundan dolayı ordu partisi ideolojik ve politik olarak bir reformu yaşayacak. Yeni kadrolarıyla ve yeni önderiyle birlikte hazırlanmak durumundadır bu reforma. Bu kitlenin başka türlü kendisini yaşatması mümkün değildir...

“Hızlı bir solculuk gösterebilirler. Kürt sorununu herkesten daha çarpıcı ortaya koyabilirler, hatta elinizdeki delilleri de alabilirler. Bu tür gelişmeleri de beklemek mümkün, ama bu bizi şaşırtmamalıdır. Orduyu bir yerde ne çok olumlu, ne de çok olumsuz değerlendirmek gerekiyor...

“ 'Ey Kürt, şimdiye kadar kelleni kopartıyordum, işte bak; idamdan vazgeçeceğim, şimdiye kadar seni zindanda tutuyordum, işte bak; seni serbest bırakıyorum' diyecek. 'Ey İslamcı, şimdiye kadar seni şöyle yasaklamıştım, şimdi yalnızca kemalizm konusunda düşüncelerini ortaya koyabilirsin' diyecek. 'Ey sosyalist, şimdiye kadar senin başına getirmediğim bela yoktu, şimdi seni yavaş yavaş serbest bırakıyorum' diyecektir. Nitekim şimdiden bunları devreye sokuyorlar....

“... Kemalistleri daha fazla ürkütmek politikada daha sert kırılmalara yolaçabilir... Onları gerillaya alıştırdıktan sonra ılımlı halkçı politikalara alıştırabiliriz, sosyalizme alıştırabiliriz, kemalist orduyu gerillaya alıştırmak inanılmaz bir gelişmedir... İşte o zaman bakın kemalistler nasıl yola geliyorlar. Bizimle de konuşacaklar, hem de çok kibarca konuşacaklar.... Bizim kemalistlerle uzlaşma temelimiz; 1925'lerde çok kötü kullandığı ve denediği üç temel kuvvete yaşam hakkı tanımasıdır. Ayrıca reformlarla geliştirdiği burjuvazinin de en çaput, en kirli olanlarına (bununla Refah Partisi'nin temsil ettiği İslami sermaye kastediliyor - b. n.) artık hükümet hakkı veremez... yani imha ettikleri üç kesime yaşam hakkı tanıyacaklar... Ama hangi temelde? Yeni program, yeni perspektifler temelinde. İmha edilen üç kuvvete hem ekonomik, hem siyasal, hem sosyal hak tanımak, onların iradesine saygılı olmak temelinde. Hatta af ve özür bile dileyebilirler.

“Elbette ki, bu üç kuvvet te kendini artık yeniden derlemek ve mevzilendirmek zorundadır. Sadece kemalistleri buna hazırlamak yetmez. Bu üç kuvvetin de hazır olması gerekiyor. Sosyalistler kendilerini yeniden kanıtlamalıdırlar, kemalistlerden ne istediklerini doğru istemelidirler. Onun sosyal, ekonomik, ideolojik, politik, askeri kesimlerinden... Sosyalistler kendilerini doğru planlayarak, kimliğini, programını bularak ve kendini örgütleyerek mevzilenmelidir. Kaybeden sosyalist, 1995'lerden itibaren yeniden kazanmanın hem planına, hem programına, hem de mevzisine kendini yatırmalıdır...” (Serxwebun, Sayı: 182, Şubat 1997, boldlar Öcalan'ın)


Öcalan'ın, 15 Ağustos 1984'ün 13. yıldönümü dolayısıyla yaptığı ve PKK kadrolarını değerlendirdiği “15 Ağustos Savaşı Bir İntikam Hareketidir” başlıklı konuşmadan:

“Sizler bireyden tutalım sınıf, ulusa kadar, çıkarlarınız konusunda inanılmaz bir cehalet içindesiniz de demeyeceğim, kölelikten de öteye bir şaşkınlık, bir çarpıtma konumundasınız. Bundan dolayı da siyasete giriş yapamıyorsunuz. Askerliğe, savaşa giriş yapmanız hala bir felaket durumunu yaşamanın ötesinde bir anlam ifade etmiyor...

“Bu aşağılık kişiliğin düşmana sunacağı başarı imkanı, düşmanın yıllarca düşünüp planlayacağı bir eylemden daha fazladır. Bunu acıyla, ama çok çarpıcı bir biçimde yaşıyoruz.
“Tarihte ve günümüzde hiç kimsenin ve sizlerin bile kendi kendinize gösteremeyeceğiniz saygıyı biz sizlere gösterdik. Ve bu, öyle kendiliğinden değil, insanlık uğruna kendi insanımıza saygılı olmanın bir gereğidir. Hemen vurgulayalım ki, sizler kendinizden vazgeçmişsiniz ve çok çirkin kalmışsınız.
“Dikkat edin, eğer sizleri çok özel yöntemlerle tutmazsak bir saat, bir günlüğüne dayanamayacak yaşamın sahipleri olarak kendinizi anlamalısınız. Şimdi ben gerektiğinde bütün bir halk için köprü olurum, dayanırım da, ama köprüden bile yürüyemeyecek durumdaysanız, ne yapmak lazım?
“Bu yaklaşımlardan utanç duyuyorum, adeta azap çekiyorum. Ne zaman kanatlanacak, ne zaman uçacaklar, ne zaman görkemli bir yaşamın ifadesi olacaklar diye düşünüyorum, ama adeta şu kanıtlanmak isteniyor: Bu düşman ne kadar istemişse, biz o kadarız. Ve bu düşman belki de insanlık tarihinde en barbar, en faşist bir konumdan öteye ise, biz tam da ona göreyiz. İşte kişilikleriniz bunu çağrıştırıyor.
“Çoğunuz müthiş uzlaşmacısınız, aynı zamanda birbirlerinizin canına da okursunuz. Artık şans mı, şanssızlığınız mı, ama öyle bir kayaya çarptınız ki! Biraz insaflı olun. Basitlikten vazgeçmek sizleri neden rahatsız ediyor? Bu beynin müthiş düşünme kabiliyetine sahip çıkın.

“Cüce kaldınız. Zor bela kendini bine, onbine, yüzbine bölerek sunan kişilikler ancak bu kadar olur. En iyi niyetliniz böyle. Bir canınız var, onu da bu kadar rahat, ucuz verebiliyorsunuz.

“Uluslararası siyasi dengeyi, diplomasinin gereklerini birgün bile gözardı etseydim, siz değil böyle yıllarca savaşmayı, bir gün bile savaşamazdınız. Burada da büyük bir bilinç yetersizliğiniz var... ” (Serxwebun, Sayı: 188, Ağustos 1997)


Öcalan'ın, 28 Şubat 1997 post-modern darbesi döneminde kaleme aldığı “Cumhuriyet Kendisini Sorguluyor” başlıklı yazısından:

“İşte bugün MGK tıpkı Sivas, Erzurum kongre süreçlerinde olduğu gibi, yeni kurucu bir meclis gibi işlev görüyor. Türkiye çok ciddi bir durumla karşı karşıya. Şimdi bu krizi aşabilir mi? Mustafa Kemal tarzını uygulayabilir mi? Yine 1921 ile 1997 arasında ne gibi benzerlik ve farklılıklar var. Farklılıklar var, ama özünde benzerlikler de var...

“Aslında bu, cumhuriyetin 1920'ler gerçeğinin tartışılmasıdır. Bu bizim görüşü doğruluyor. Yine Kürt gerçekliği yoğunca tartışılıyor. 75 yıl aradan geçse de bu, 1920'lerdeki başlangıç dönemine dönmesi ve cumhuriyetin kendisini sorgulaması demektir. Son dört-beş yıldır PKK en büyük 'tehlike' olarak öndeydi, şimdi de İslam, yani Refah Partisi birinci tehlike olarak öne çıktı. Ve Kürt olayı adeta kılpayı ardından geliyor. Bunun yanında ilk kez aşırı milliyetçilik tehlikesinden de bahsediliyor...

“Devlet önemli bir konuma geldi. Bu belge (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi kastediliyor-b. n.) şunu kanıtlıyor. Artık mahalli özelliklere göre bazı kültürel çalışmalar yapılabilir. Şimdi bu küçük bir olay, dolayısıyla anlamadan tümüyle bu belgeye karşı çıkmak pek akıllıca bir iş değil. Hiçbir anayasa maddesinde, hiçbir yasa maddesinde olmayan bir belge ve bu bir devrimci özellik! Uygulayıp uygulayamayacakları, bunu uygulama gücünde olup olmayacakları ayrı mesele. Bu kendi başına bir mücadele ister. Ama Türkiye'de olsam, Türkiye şartlarında politika yapsam, bu maddeye dayanarak, çok ciddi adımlar atabilirim.

“Türkiye anayasa sistemini aştı. 12 Eylül anayasası da aşıldı. Dikkat edilirse, şu andaki general kadrosu 'Refah olayı 12 Eylül döneminde gelişti' diyor. Yani dinin tırmanışı 12 Eylül'e bağlanıyor ve burada 12 Eylül'e tavır konuluyor.

“HADEP'e yasallık, HADEP'e meşruiyet konusu, işte bugünkü MGK Belgesi'nde ancak anlaşılabilir. MGK'na, hatta sekreterliğine gidip danışmak lazım. Neyi danışacaksınız? Bu belgede benim yasallığım var mı yok mu? Akıllı bir kişi bence gidip bunu yapabilir.

“HADEP'lilere söyleyebileceğim şudur: Gidin, MGK Sekretaryasına söyleyin; siz bize yasal çerçevede politika yapma şansı tanıyor musunuz, tanımıyor musunuz?

“Mustafa Kemal'e karşı hepsi savunmasızdı. Mustafa Kemal gaddar davrandı. Davranmamalıydı, Şeyh Sait'i asmamalıydı. Bunlar çok zorunlu idamlar değildi. Hata yapılmıştır, yanlış yapılmıştır ve sonuçları bugüne kadar da olumsuz olmuştur. Ama yine de olabilir; nitekim bu kadar fail-i meçhul cinayet, bu kadar baskı doğru mudur?... Ben hiç HADEP kurulmasın, HADEP'le faaliyet yürütülmesin demiyorum. Tam tersine HADEP bir Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti gibi çalışabilir. Batı Çalışma Grubu nedir? Batı Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetidir.

“Adını koymasa da cumhuriyet kendini yeniden bir kuruluşa tabi tutma gereğini duyuyor. İtalya, Almanya, Sovyetler Birliği örneğini boşuna vermedim. Kendini devletten sorumlu tutanlara söylüyorum. Devleti yıkmanın kimseye yararı olmayacağına eminseniz, o zaman yeniden düzenlenmesine hazır ve açık olmalısınız...” (Serxwebun, Sayı: 191, Kasım 1997)


Öcalan'ın, Ocak 1998’de söylediklerinden:

“(ABD Devlet Başkanı Bill- b. n.) Clinton ta Bosna’ya gideceğine acaba Kürtlere de bir nasılsın diyemez mi? Eğer tutarlı bir insan hakları yaklaşımına sahipse... PKK’nın çok aşırı taleplerde bulunmadığı da bilinmelidir. Biz Kürt kimliğinin tanınması dedik ve Türkiye’nin sınırları dahilinde her tür çözüme varız dedik. Bosna’ya devlet kurdurdular diyelim, peki neden Kürt kimliğini Türklere kabul ettiremiyorlar... Neden NATO böyle bir karar almıyor? Avrupa Cezayir için bir heyet oluşturdu. Neden Kürdistan’a da bir heyet oluşturmuyor?

“Eğer bir öneri gündeme getirilirse şu olmalı: Filistin meselesinde Madrid Konferansı toplandı ve ondan sonra bir sürece girildi. Bosna için çok etkili toplantılar yapıldı. En son askeri müdahaleye kadar gidildi. Bunlara benzer bir süreci acaba Avrupa başlatabilir mi? Öncelikle resmi bir Kürt Uluslararası Konferansı yapabilir mi? Ki bu borcudur ve görevidir. AB’nin öncülük edeceği bir Kürt Konferansı bana göre son derece makuldur...” (Özgür Politika, 13 Ocak 1998)


Öcalan'ın, gerillayı polis gücü haline getirmeyi önerdiği yazısından:

Gerilla da tartışılabilir... Gerilla (Kürt halkının demiyorum dikkat edin) Türkiye’deki demokrasinin çağrı gücüdür. Türkiye’deki halkların demokratik kurumlaşmasının motorudur. Bu görevler eğer yerine getirilirse mesela biri demokrasi yerine geliyor, halkların hakları güvenceye kavuşuyor. O zaman ayrı bir gerillaya ihtiyaç kalmaz. Ne yapacağız biz gerillayı? Gerillayı, halkların güvencesi, nasıl güvencesi milis gücü haline getiririz. Milis gerekli değil mi yani? Hatta Türkiye’de sivil savunma birlikleri vardır. Gerillayı biz sivil savunma birlikleri haline getiririz.Bundan daha pratik çözüm olur mu?.. Böylece gerilla diye korktukları bir şey de rahatlıkla aşılmış olur, tabii eğer çözüm istiyorlarsa.” (Özgür Politika, 8 Şubat 1998)


Kürt sorununun çözümü için Türk Genelkurmayı'na göndermiş olduğu mektuba değinen Öcalan'ın 4 Nisan 1998'de MED TV'de yayınlanan özel programda söylediklerinden:

“Üç noktada açıklık getirmiştim. Birincisi, bizim Türkiye'nin parçalanmasına ilişkin bir şey yoktur. Daha da zengin bir birlikteliği temelinde, eşitlik ve özgürlük temelinde bir Türkiye ile birlikteliği biz uygun buluyoruz. Halkların kimliğini kabul eden bir anayasal sürecin başlatılması, bu büyük çıkmazdan Türk ulusunun kurtulmasının da temel yoludur. Devletin, halkların çoğulculuğu temelinde yeniden yapılanmasını en önemli bir çıkış olarak görüyoruz, dedim. Ve en önemlisi de bir ateşkes taraflar için makuldur, tarafların bundan bir zarar etmeyeceğini söylemiştim. Bunlar mektubun temel noktalarıydı. Fakat henüz generallerden cevap alamadım. Cevap gelirse olumlu olur, olmazsa savaşla da daha başarılı olacağımıza inanıyorum.” (Özgür Politika, 6 Nisan 1998)


Öcalan'ın, MED TV'de yaptığı ve Türk burjuva devletini yıkmaktan yana olmadığını ve bir askeri darbeyi desteklediğini açıkladığı konuşmasından:

Türkiye’nin mevcut sınırları dahilinde bir parçalanmayı pek politik amaçlarımıza uygun bulmuyoruz, yani bunun gücümüzle ilgisi sözkonusu değildir. Kesinlikle bu mevcut sınırlar dahilinde politika yapmanın, sonuca gitmenin daha gerçekçi olduğu kadar yararlı olabileceği görüşüne dayanarak bu hususu belirtiyorum. Bu Kürtlerin bağımsız olması da sınırların illa değişmesi anlamına gelmez. Halkların bağımsızlığı bir coğrafi olay değildir, ideoloji, irade, kendi kaderlerine hakim olma olayıdır... İkinci madde de bu noktaya ilişkindir. Yani Türkiye devletinin yıkılmasından ziyade ki bize ısrarla söylendi, ‘siz bu devleti yıkmak istiyorsunuz, sizin her hareketiniz devleti sallıyor, bilmem yıkıyor.’ Ben buna şöyle bir cevap verdim. Devleti yıkmak değil, yeniden yapılandırmak...
“Bazıları müdahale anti-demokratiktir, bilmem müdahale demokrasiyi zorluyor diyor; tam tersi anti-demokratiktir. Yani ordu eğer ciddi bir siyasi misyon içindeyse -ki öyledir- daha fazla müdahale etmelidir. Hem de demokrasi adına. Çünkü bu siyasi demagogların demokrasi önünde en büyük tehlike oldukları açıktır.” (Özgür Politika, 12 Nisan 1998)


Öcalan'ın, 16 Kasım 1998 tarihli açıklamasından:

Payıma ne düşüyorsa, terörün tümüne karşı -bizden de kaynaklansa- karşıyım. Hemen durdurulması için üzerime düşeni yapmaya hazırım. Bunun için sadece; insanlığın, başta BM, AB ve benzeri kurumlar gibi insan hakları ve demokrasi yanlısı güçlerin gözetimini, mümkünse iradesini harekete geçirmesini diliyorum.” (Özgür Politika, 17 Kasım 1998)

* * * * *

Öcalan'ın Mayıs-Haziran 1999'daki yargılanması sırasında mahkemeye sunduğu Savunma ve Esasa İlişkin Savunma'dan:

“Sorunun özü gereği askeri olarak çözülecek bir durum da yoktu... O halde devletin de gerekli duyarlılığı göstermesi halinde silahlı çatışmadan vazgeçme vakti gelmiş ve hatta geçmektedir.” (A. Öcalan, Esasa İlişkin Savunma)

h) Türkiye barış ve demokratik birlik yoluyla Kürt sorununu çözdüğünde bölgenin güçlü ve lider ülkesi olacaktır.

“Cumhuriyet tarihinin bu en zor sorunu çözümlendiğinde Türkiye'nin iç barışından aldığı güçle bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı kesindir. Ortadoğu'da liderlik dönemi Orta Asya'dan Balkanlar ve Kafkaslara kadar etkili olma anlamına gelecektir. Demokratik sistemin çözüm gücü, başta barış olmak üzere, birçok çelişki ve sorun olan bu bölgelere haklı bir müdahale ve desteğin verilmesi ve istenmesine de yol açacaktır.” (A. Öcalan, Savunma)

“Türkiye burada büyük tehlikelerden korunma kadar, tersine yeni güç kaynağına dönüştürme şansına sahip olacaktır. İçte ve dışta PKK'nin askeri savaş olanakları çözümle birlikte Türkiye'nin hizmetine girecektir... Kürtlerin Demokratik Cumhuriyet’le bütünleşmesi geliştikçe bu askeri anlamda da karşı tehditten stratejik bir güç kaynağına dönüşecektir. Çözüm bu büyük fırsatı sunuyor. Geleceğe en büyük stratejik yatırım oluyor.” (A. Öcalan, Esasa İlişkin Savunma)


A. Öcalan’ın “Türk devlet yetkililerine iletilmek üzere Cezaevi Yönetimi’ne verdiği” mektuptan:

“Yapabileceğim, gücüm oranında özellikle PKK’dan kaynaklanan amacı çoktan aşan ve çok büyük dış güce, kişiye çıkar aracı haline gelen bu gidişe dur demektir. Şuna çok eminim, bazıları çok iyi niyetli de olsa, bu duruma düşmekten kurtulamıyorlar. Taraftar kitle ve örgüt yapılarımız için bunu önemle belirtmeliyim. Bazıları da benim durumumu örgüt içinde ve dışında gerçekten ister farkında olsun ister olmasın sahte bir yaşam aracına dönüştürmüş. Bu durum ülke içinde çok daha tehlikeli bir etken rolünü oynuyor. Tam bir hastalık halinde bir yaşam aracına, politikasına dönüştürülmüş ve her geçen gün etkisini arttırıyor. Devlet seviyesinde dış güçlerin bunu kullanmaları daha tehlikeli ve iş hızla o kulvara doğru da yuvarlanıyor... Neredeyse kardeşlik çatışması diyebileceğimiz bu çatışmayı derinleştirmek, duygulara boğmak, etkisini uzun geleceğe yaymak en büyük cehalet kadar gaflet ve hatta ihanettir...

“Umut ve beklentim mahkemeden sonra devletin -illa beni veya PKK’yi resmen muhatap kabul etsin demiyorum- uygun bir yöntemle gerçekten tüm sorunların kilidi haline gelmiş bu silahlı çatışmayı kalıcı olarak sona erdirmek için, duyarlı, bilimsel ve durumumuzu bütün boyutlarıyla gözönüne alan bir planlamayla gündemleştirmesi ve payıma düşen görevleri belirlemesidir. Şu anda etkileme gücümüz sona erdirmeye uygundur. Uzun sürmesi kontrolü kaybettirebilir. Çünkü çok çıkar ve güç üzerinde oynuyor... Irak, K. Irak her şeyden önce Türkiye’nin zayıf karın bölgesidir. Darbe er veya geç oradan vurulmaya çalışılacaktır... İşbirlikçi Kürt oluşumu ne kadar Türkiye’nin denetiminde de olsa bu haliyle er veya geç Türkiye’nin aleyhinde en önemli rolü oynayacaktır. Çünkü kullanılmaya çok müsaittir. Bu oluşumun bu biçimiyle doksanlar sonrasında oluşumu; dünya dengeleri içinde Sovyetlerin çözülüşünden sonra Türkiye’nin kaçınılmaz olarak yükselecek konumunu, bölgedeki etkinliğini frenlemek, hatta kendine bağlamak için çok yönlü geliştirildiğinden kuşku duymamak gerekir... Bana göre özellikle son 10 yıldır takip edilen ve giderek adeta bir strateji haline getirilen nokta Türkiye’yi PKK ile, daha sonra benimle yoğun uğraştırıp alttan alta daha kalıcı alt yapıyı başta bir işbirlikçi Kürt oluşumu sağlayıp, böylece birinci aşamaya ulaştıktan sonra ikinci aşamaya açık oynamak olacaktır... Bu aşamada Türkiye’nin çok aleyhine gelişmesi kaçınılmaz olan olaylara, bu oluşumun kendisine Türkiye müdahale ettikçe bu sefer Irak’ın, Yugoslavya’nın ve benzer birçok yerin başına gelen Türkiye’nin başına gelecektir. Yine bana göre birinci tamamlanmak üzere. Bunda şüphesiz PKK ve beni görünür hedef olarak kullanmak ve Türkiye’nin özellikle 1993’lerden beri kilitlenmesi önemli bir rol oynadı. Olan da şimdiden bu demin söylediğim tüm stratejik güçler daha şimdiden kendi Kürdünü, oluşumunu yaratmış, hatta benim dışımda temel güç olarak PKK’yi de parselleme planlarını hazırlamışlardır...” (Özgür Politika, 7 Temmuz 1999)


Ağustos 2003 tarihlerinde yaptığı değerlendirme ve mesajdan:
Nasıl ki, Irak Cumhuriyeti kaldırıldı şimdi de TC kaldırılacak. Belki şimdi değil bir iki yıl ya da beş yıl sonra olacak bu. Bunları Genelkurmay'a da, MİT'e de söylüyorum. Ben bir Kürt olarak Kürtlerin güçlenmesini isterim, devlet kurmalarına da bir şey demem, ama bu şekilde kurulan bir devlet yeni sorunlara yol açar. Acemlerle, Araplarla ve Türklerle çatışır bu devlet. Bu nedenle Türkiye, Kürt sorununu demokratik yoldan çözerek Ortadoğu'da Kürt sorununun demokratik çözümüne öncülük etmeli, Kürtler de hem Ortadoğu için hem de kendileri için hayırlı sonuçlar getirmeyecek devlet peşinde koşma yerine, halklarla özgür demokratik birlik çizgisi izlemeli, demokratik gücüyle tüm Ortadoğu'nun demokratikleşmesinin öncüsü olmalıdır...

Ben kendi modelime 'Büyük Demokratik Çözüm' diyorum. ABD ve AB'yi aşarak yükselme modeli diyorum. Türkiye aydınlarına şu çağrıyı yapmak istiyorum: 1071'de Alparslan Silvan'da Kürtlerle ilişkiyi nasıl düzenlediyse, 1516'da Yavuz -egemen temelde de olsa- nasıl Kürtlerle ilişki düzenlemişse, 1920'lerde Mustafa Kemal Kürtlerle nasıl ilişki düzenlemişse; günümüz için de Türk aydınları, Kürtlerle ilişkiyi bunlar gibi düşünmelidir. Başbakana da bir çağrı yapıyorum. Cem Uzan gibi Allah'sız demiyorum, Allah'ına ve peygamberine bağlıysan Kürt kardeşlerine doğru yaklaş diyorum. Genelkurmay'a da çağrı yapıyorum. Soruşturmada bir temsilcileri "sorunun çözümünü ABD, Avrupa'ya bırakmayalım, kendi aramızda halledelim" demişti. Doğrudur. Ben de diyorum ki kendi aramızda halledelim. Genelkurmay'ı da buna çağırıyorum.” (Özgür Politika, 23-24 Ağustos 2003)


Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.