Öcalan'ın Söyledikleri ve Söyleyecekleri
Garbis Altınoğlu
13 Eylül 2016
Hayel ediyorum dün şöyle yazmıştı:
“Kürtler geleceklerini, düşmanının eline esir düşmüş Abdullah Öcalan'ın ne söyleyeceğine bağlamışlarsa, Kürt'lerin payına düşen, tarihin tekerrüründen başka bir şey değildir.
Abdullah Öcalan'ın DBP'nin önünde okunacak olan bilgileri, T. Cumhuriyeti'nin yetkili kurum ve kişilerinin denetiminden geçmiş, Devletin bekasına yönelik hiç bir söylem içermemektedir.
“Kürtlerin bunca kurumları var; DBP, HDP, KCK, PKK. Tüm Bu kurumlar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yüz yıldır Kürtlere yönelik uygulayageldikleri bunca mezalime karşı ne yapacaklarına karar verememişler ve geleceklerini Abdullah Öcalanın söyleyeceklerine bağlamışlarsa, tekrar altını çizerek söylüyorum, KÜRT TARİHİNİN TEKERRÜRÜNDEN BAŞKASI DEĞİLDİR.
“Bu güne kadar ne söylenmedi? Barış dedik, İslam kardeşliği dedik, biz ayrılmayız dedik, tarihi hatırlatmalarda bulunduk, Yavuz'dan, Alparslan'dan sunumlar yaptık yetmedi.
Diyarbakır'ı, Suruç'u Ankara'yı kana buladılar.
“Yıktılar şehirlerimizi yerle bir ettiler, barış diye çığlık atan insanları mahzende diri diri yaktılar.
“Tüm bu yaşanılanların karşısında Abdullah Öcalan'ın reçetesi ne olabilir?
“Bekleyip görelim!”
Hayel ediyorum burada bir dizi meşru ve yerinde soru arasında, bence hepsinden önemli olan şu soruyu sormuş:
“Kürtlerin bunca kurumları var: DBP, HDP, KCK, PKK. Tüm Bu kurumlar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yüz yıldır Kürtlere yönelik uygulaya geldikleri bunca mezalime karşı ne yapacaklarına karar verememişler ve geleceklerini Abdullah Öcalan'ın söyleyeceklerine bağlamışlarsa, tekrar altını çizerek söylüyorum, KÜRT TARİHİNİN TEKERRÜRÜNDEN BAŞKASI DEĞİLDİR.”
Peki, bir soru da ben sorayım: Acaba, Öcalan'ın Türk gericilerinin elinde tutsak olduğu gerçeğini görmezden gelen Kürt devrimci ve demokratları, aydınları ve ilericileri neden bu soruyu sormuyor ve onun yanıtını vermeye çalışmıyorlar? Aynı soruyu elbette, Kürt ulusal hareketi ile dayanışma içinde olan Türkiyeli devrimci, demokrat ve ilerici örgüt, çevre ve kişilere de yöneltmek gerekir. Yani Öcalan, herşeye karar veren, Kürt halkının seçilmiş liderleri, parti yöneticileri ve komutanlarının hepsinin üstünde bir tanrısal kişilik ise, onun görüş ve kararları herkesin tartışmasız kabul etmesi gereken buyruklar ise, o zaman ulusal hareket neden bunca demokrasi vurgusu yapıyor? Hem de durmadan ve olur olmaz her yerde! Bu durumda, sözü edilen kurumların varlığı bir formalite derekesine indirgenmiş olmuyor mu?
Bu facebook sayfasını izleyenlerin önemli bir bölümü de içinde olmak üzere belleksiz/ zayıf bellekli Türkiye toplumunun belleksiz/ zayıf bellekli devrimci ve demokratlarının bu soruların anlam ve kapsamını gerçekten kavradıklarını sanmıyorum. Kavrayan küçük bir azınlık ise, sesini çıkarmamayı ve "oyunbozanlık etmeme"yi yeğliyor. Daha da ilginci bunların arasında sözümona Marksistler ve kendilerini Marks ile Engels'in öğrencisi sayanlar da var. Bu zayıf bellekli/ belleksiz ve belkemiksiz devrimcilerin bunu yani Öcalan'ın hem kendisi hakkında ne düşündüğünü ve hem de kendisiyle Kürt halkı ve ulusal hareketi arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirdiğini kavramaları için onlara, “önderliğin” şu sözlerini anımsatayım:
Öcalan 1995'de şöyle diyordu:
“Şimdi şu çok açıktır: Parti olmadan halkın direnişi olmaz, hatta ben olmadan halk olmaz. Bazıları bunu abartılı bulabilir, ama şimdi gerçekleşen budur. Benim otuz yıllık ayarlamam olmasaydı, Kürdistan halkının böyle doğuşu hikayeydi. Böyle eylemim olmadan Türkiye’de herhangi bir demokrasi de gelişmezdi. Bunu ben söylemiyorum, Türkiye’de 40-50 yıllık demokrasi savaşı verenler söylüyorlar. Kimse demesin kendini abartıyor.” (PKK 5. Kongresi'ne Sunulan Politik Rapor, s. 130)
O 1996'da; Ali Kemal adlı bir politik felsefe öğrencisine verdiği mülakatta ise şöyle demişti:
“Öyle birleştirmişim ki, hayretler içinde kalıyorsun. Filozof çoktan siyasetin içine sokulmuş, siyaset çoktan filozofun içine sokulmuş. Çoktan filozof ve kral birleşmiş. Ve maalesef anlayan çok az...
“Marks, sadece sözünü söylüyor. Benim durumum çok farklı, benim için söz söyleme işin en basit kısmı. Lenin onun örgütsel esaslarını söylüyor, benim için örgütsel esaslarını da söylemek çok basit bir iş. Onlar sınıf mücadelesi diyor. Benim sınıf mücadelesi demem de çok sıradan basit bir iş. Ben bunların hepsini adeta abc biçiminde çoktan öğrenip, bir kenara atmışım. Daha fazla yaptıklarım var...
“Tamam yani sorunlu adamlarla da devrimi yürütme....Lenin bu konularda bizdeki kadar derin değil. Ve belki de fazla anlam veremiyor. Biz bu noktada tam bir büyük usta gibiyiz. Düşünemediği çok şeyi, aslında derinliğine ele almış uyguluyoruz. Lenin’de de sınırlıdır örgüt içi sorunları çözme ve hatta çaresizdir de. Bir nevi aydın gibi durur. Benimki fırtınalı bir savaşçılıktır. Müthiş ilişkilerine kadar, hücrelerine kadar savaşçılıktır. Lenin’in aklına gelmez, Mao’nun da. Bizimki çok daha ileridedir. Savaşım düzeyinde, örgüt düzeyinde kesin ilerlemişiz. Bu Leninizm çerçevesinde ele alınırsa, böyledir. Fakat biz daha farklıyız. Bizim durum kabaca Lenin’in örgüt anlayışıyla izah edilemez. Benzerliği var, ama onu biraz aşıyor...
“Ben uyuyan melek değilim.
“Çağın peygamberi gibi büyük savaşım içindeyim. Yani filozofluktan öteye bizimki biraz peygamberce bir eylem olarak da tanımlanabilir. Şimdi daha iyi anlıyorum. İşte diyorsun ya, ‘üçbin yıllık düşüş.’ Eğer bu doğruysa, verilecek cevap biraz peygamberce olmak zorunda. Öyle kendimi halkın anladığı bir peygamber olarak değerlendirmiyorum. Ama kimi özellikleriyle biraz peygambersel çıkışa benziyor...
“Bizim sadece filozof olarak değerlendirilmemiz eksiktir. Bir mümin falan da değilim. Çağsal bazı peygambersel özelliklerle birlikte olmaya çalışıyorum...
“İnsan en büyük tekniktir. Bazı teknikler, eğer doğru işlersen, maddi tekniğin de, o müthiş siyasal gücün de canına okuyabilir. Zaten benim kişiliğim okumuştur bile...
“Bunu şöyle de tanımlayabiliriz: Düşüncenin müthiş tekniğe kavuşması. Yani çok filozof, çok siyasetçi, sadece düşünür, siyasal ilkeyi söylerler, ben ise söyleme işini, teori işini çok sıradan bir iş olarak yaparım.
“Teknik bazılarında halk ordusudur, bazılarında halk iktidarıdır, bazılarında partidir, bazılarında belki de elli yıl sürecek olan savaşlardır. Bende ise, pek kimsenin akıl edemediği bir kişinin kendi kendisine ordulaşması, olağanüstü bir hareket gücü haline, yani teknik olay haline getirmesidir. Ben şu anda bir tekniğim, aslında örgüt tekniğiyim. Düşünce tamamen bu teknikte birleşmiş. Bütün PKK bir yana ben bir yana. Veya benim kendimi teknik haline getirmem. Zaten bütün engellere rağmen kendimi yürütüyorum.
“Şu söylenebilir; bir insanın kendini teknikleştirmesi sınırsızdır. Veya bir halk paradan, silahtan yoksunsa, arkasında güçlü dayanakları yoksa, oranın önderi, kendisini bunların hepsini telafi ettirecek kadar çalışır düzeye getirir. İşte ben buyum.
“Süper teknik!...
“Filozoflar bu noktada zavallı. Hatta siyasetçiler, siyaset bilimcileri bile zavallı. Benim düzeyim çok farklı. Ben onların müthiş pratiğe dönüşmüş biçimiyim. Filozofların bir ömürboyu söyleyeceğini ben bir dakikada söylerim.
“Siyasetçilerin elli yılda yapacağı işi ben bir günde yaparım. Bu kadar üreten bir tekniğim. Bunu neden böyle yaptım? Savaşım esaslarım, düşman gerçeğim, başarma zorunluluklarım, kolay kaybetmeye hiç fırsat vermeyişim, mutlak başarıya kendimi kilitlemem kişi olarak beni böyle olağanüstü pratikçi olmaya, en derin bir felsefi sorunu, belki de filozofların yüzyıllardır söyleyip de hala pratikleştiremediklerini benim çoktan pratikleştirmeme götürdü...
“Aslında savaşımız TC’yle sınırlı değil. Ve hatta çağlar ötesine gidiyor. Şu anda ben kendimi yüzyılla bile sınırlı görmem, bin yılla da sınırlı görmem. Sınırsız, süresiz bir yaşam gücü. Benim felsefemde öncelik sonralık, ilk ve son yoktur. Veya başlangıcı sonu da belli olmayan. Biraz da evrenselizmi yakalama oluyor. Evrene göreyim.” (“Felsefemde Öncelik, Sonralık, İlk ve Son Yoktur”, Serxwebun, Sayı: 179, Aralık 1996)
Şimdi de şu soruyu soralım ve dürüstçe yanıtlayalım: Kendisini bu niteliklerle bezenmiş bir tanrı-insan olarak gören Abdullah Öcalan ile Kürt ulusal hareketinin diğer yöneticileri arasında eşit ve demokratik bir ilişki olabilir mi? Bu koşullarda ulusal hareketin -PKK/ KCK da içinde olmak üzere- çeşitli örgüt ve kurumlarının ve bu örgüt ve kurumların yöneticilerinin Kürt halkının yazgısı ve geleceği hakkında bir şey söyleme hakkı ve söylediklerini kabul ettirme şansı olabilir mi? Ve ilerde bu anlayışlara göre inşa edilebilecek bir otonom ya da bağımsız Kürdistan'da yanılmaz ve herşeyi bilen liderin varlığı koşullarında bir halk demokrasisi rejimi, hatta bir burjuva demokrasisi rejimi kurulabilir mi?
* * * * *
Bu yazıyı bitirirken, ne yazık ki anlayışı kıt olanlar için şu küçük notu düşmek zorundayım. Bunu özellikle de, kendilerini Apo'nun öğrencisi ya da izleyicisi saydıkları halde onun yazdıklarını okuma, açıklamalarını dinleme zahmetine katlanmayanlar için belirtiyorum.
Bir siyasal hareketin görüş, program, eylem ve taktikler düzeyindeki hatalarının eleştirilmesi; onun devrimci ve demokratik bir misyona sahip olmadığı anlamına gelmez. (Tabii böylesi hataların, düzeltilmedikleri taktirde, bu hareketlerin devrimci ve demokratik niteliğini zedeleyebileceği ve hatta onun kazanımlarının yitirilmesine bile yol açabileceği unutulmamalı.) Kürt halkının, Türk gericiliği başta gelmek üzere, kendisini ezenlere karşı verdiği ulusal ve demokratik kavgayı sonuna kadar destekliyorum. Bugün Kürt ulusal hareketinin, ABD ve Batı Avrupa emperyalistleri ile olan tartışmalı ilişkilerine rağmen, Ortadoğu'da, esas itibariyle olumlu ve ilerici bir rol oynadığını düşünüyorum. Hatta Öcalan'dan ve öğrencilerinden farklı olarak Kürt halkının ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkını savunuyor ve bu hakkın -“demokratik konfederalizm” inşası gibi gerekçelerle- reddedilmesinin ulusal eşitlik ilkesine aykırı olduğunu ve Türk, Fars ve Arap milliyetçiliğine hizmet ettiğini düşünüyorum. Eğer başka ulusların kendi devletlerini kurma hakları varsa, Kürt ulusunun da kendi devletini kurma hakkı olmalıdır.
Hiç yorum yok