Header Ads

Header ADS

ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU


30 Aralık 2016 Cuma
İbrahim Okçuoğlu
  

ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV) 
 
1-Ulusal Güvenlik ve Jeopolitika
Ulusal güvenlik politikası veya bu politikanın formüle edildiği ve koşullara göre değişen ulusal güvenlik konsepti, esas itibariyle emperyalist çağda rekabet, bölge ve dünya hegemonyası için oluşturulan jeopoltikanın doğrudan bir ifadesi olarak emperyalist ülkeler ve bölgesel gücü olan devletler tarafından geliştirilmiştir. Kavram olarak “ulusal güvenlik”, ilk defa II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan emperyalizmi tarafından kapitalist dünyanın önce sosyalist, sonra da revizyonist dünya karşısında çıkarlarını savunmak için kullanılmaya başlanmıştır. 1947'de çıkartılan Ulusal Güvenlik Yasası (“National Security Act”), görünüşte ABD'nin güvenliğiyle ilgilidir. Ama Amerikan emperyalizmi, o zaman kapitalist dünya üzerinde kurduğu hakimiyetini devamlı kılmak için kapitalist dünyanın güvenliğini ABD'nin ulusal güvenliğine entegre etmiştir. Bunun en açık yansımasını NATO'nun kurulmasında ve işlevinde görmekteyiz.

Ulusal güvenlik politikasının ne denli sermayenin çıkarlarıyla, hegemonya anlayışıyla, bunların toplamı olarak dış politikayla iç içe olduğunu emperyalist çağ öncesinde; kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde de görmekteyiz. Bir örnek olsun diye o zaman ABD'nin geliştirdiği “Monroe Doktrini”ni gösterebiliriz. Dönemin Başkanı James Monroe, 2 Aralık 1823'te Kongre'de ABD'nin uzun vadeli dış politikası üzerine yaptığı konuşmada “Eski Dünya” diye tanımlanan Avrupalı güçlerin Latin Amerika'da sömürgeci faaliyetlerden uzak durmaları gerektiğini, “Amerika'nın Amerikalılara ait” olduğunu, Latin Amerika'yı ABD'nin “arka bahçesi” olarak gördüğünü açıklar. Aslında bu, Avrupa'nın güçlü devletleriyle ABD arasında dünya çapında bir hegemonya mücadelesidir. Monroe Doktrini, II. Dünya Savaşından sonra özellikle NATO üzerinden Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti doktrini olarak geliştirilmiştir.

Kapitalizmde ulusal güvenlik, ulusal güvenlik politikası oluşturan ülkeler açısından hiçbir zaman gerçekten ulusal güvenlikle sınırlı olmaz. Ama istisnai durumlar olabilir. Örneğin, emperyalist saldırgana karşı kendi topraklarını korumak zorunda kalan ülkeler, bu saldırgana karşı koymak için gerçekten ulusal güvenlik politikaları geliştirebilirler. Diğer taraftan ulusal güvenlik, gerçek anlamda kapitalist dünyada tekil ülkelerin gerçekleştirdikleri demokratik ve sosyalist devrimler sonucunda kurulan iktidarların savunulması için söz konusu olabilir. Bu durumda örneğin, sosyalist olduğu dönemde Sovyetler Birliği'nin kapitalist dünyaya karşı proletarya diktatörlüğünü, inşa edilen sosyalizmi savunması doğrudan bir “ulusal” güvenlik sorunu olmuştur. Bu sorun II. Dünya Savaşından sonra kurulmakta olan sosyalist dünyayı savunma olarak konseptleştirilmiştir. 1949'da kurulan NATO'ya karşı 1954'te (29 Kasım – 2 Aralık) Moskova'da bir araya gelen sekiz ülke (SSCB, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Çekoslovakya, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Polonya, Macaristan) “ortak güvenliğin” korunması için 1955'te kurulacak olan Varşova Paktı'nın ilk adımını atmışlardı. Bu ilk adım, sosyalist dünyanın kapitalist dünya karşısında ortak savunulmasının ilk adımıdır. Sonrasında Varşova Paktı, SSCB'nde proletarya diktatörlüğünün yıkılması ve geriye dönüşle revizyonist dünyanın kapitalist dünya karşısında savunulmasının aracına dönüşmüştür.

Her halükarda II. Dünya Savaşından sonra ulusal güvenlik politikası, kapitalist dünya, sosyalist dünya ve revizyonist dünya koşullarında ideolojik içerikli olarak gelişmiştir. Ancak Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun dağılmasından sonra ulusal güvenlik politikasında jeopolitik içerik, rekabet daha belirgin olarak önplana çıkmıştır.

Ulusal güvenlik politikasında “ulusal çıkar” ve “tehdit” algısı, koşullara göre değişen diyalektik bir bütünü oluşturur. Adı üzerinde “ulusal güvenlik”, “ulusal çıkar”ların savunulması için oluşturulan politikadır. Ulusal çıkarlar, ulusal sınırlar içinde savunulmaz, orada zaten devletin hükümranlığı var. Ulusal çıkarların savunulması ancak sınır ötesinde olur; sınır ötesinde ulusal çıkar savunmak, ancak “tehdit” oluşturmakla mümkündür. Bu durumda; jeopolitika geliştirme yeteneğine sahip, dünya hegemonyası peşinde koşan emperyalist ülkeler ve bölgesel rekabet içinde olan güçlü ülkeler, şu veya bu devlet, şu veya bu güç ulusal çıkarları tehdit ediyor diye onlara karşı mücadeleyi meşru görürler ve ona göre de hareket ederler. Afganistan savaşından Suriye savaşına kadar Amerikan emperyalizminin, AB'nin, NATO'nun, Rusya'nın Suriye, Ukrayna, Kafkasya ve Orta Asya'da “tehdit” yaratarak ulusal çıkar” kavgası vermeleri, İsrail'in sınır ötesi saldırganlığı bu türden girişimlere birer örnektir. Şimdi bunu Türkiye de yeni ulusal güvenlik politikasıyla Suriye'ye girerek yapmaktadır.

Hakim sınıf olarak burjuvazinin ulusal çıkardan anladığı, demokrasi ve özgürlük değildir; sermayenin çıkarlarıdır. Dolayısıyla ulusal güvenlik politikası, sermayenin çıkarlarının sınır ötesinde korunması, savunulması politikasıdır. Bu nedenle aslında ulusal güvenlik politikasının oluşturulmasında sermayenin, özellikle de uluslararasılaşmış sermayenin/tekellerin oynadığı rol belirleyicidir.

Ulusal güvenlik politikaları günümüzde, daha doğrusu II. Dünya Savaşından bu yana uluslararası güvenlik politikaları olarak geliştirilmektedir. Yukarıda da belirtiğimiz gibi, başlangıçta sistemler arası (kapitalist dünya-sosyalist dünya ve kapitalist dünya-revizyonist dünya) güvenlik olarak geliştirilen güvenlik politikaları, revizyonist blokun dağılmasından sonra kapitalist dünyada güvenlik politikaları olarak geliştirilmiştir. Burada söz konusu olan, tekil ülkelerin ulusal güvenlik politikalarının yanı sıra AB ve NATO gibi ekonomik ve askeri entegrasyonların geliştirdikleri uluslararası güvenlik politikalarıdır. Örneğin Rusya'nın, Çin'in, Japonya'nın ulusal güvenlik politikalarının yanı sıra AB'nin, ABD'nin de geliştirdikleri ulusal güvenlik politikaları vardır. Ama ABD'nin ve AB'nin ulusal güvenlik politikaları aslında NATO çerçevesinde geliştirilen ve uygulanan güvenlik politikasıdır. NATO örneğinde olduğu gibi ortaklaştırılmış güvenlik politikası olarak sunulan politika, aslında bu kurum içinde belirleyici rol oynayan ülke ve ülkelerin çıkarlarını, oluşturulan tehdide karşı savunmak ve korumak içindir. Örnek; ABD ve AB'nin Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkeleri dışında başka NATO üyesi ülkelerin Ukrayna'da, Rusya ile ilişkilerini germe pahasına bir çıkarı yoktur veya bu ülkeler Ukrayna üzerinde başka güçlerle rekabet edecek durumda değiller. Aynı durum Afganistan, Suriye, Irak için de geçerlidir. Demek ki, NATO politikası adı altında üye ülkeler, AB'nin, ama özellikle ABD'nin çıkarları için savaşa sürükleniyorlar.

Her bir ülkenin kendi koşullarından, özgün çıkarlarından kaynaklı olarak tespit ettiği “tehdit”, farklılık gösterdiği için NATO gibi “kolektif” askeri örgütlerde politikaların tespitinde gönüllü ortaklık, görüş ve çıkarların aynılaştırılması pek mümkün değildir. Örneğin, ABD'nin Irak ve Suriye politikaları hiç de Türkiye'nin ulusal çıkarlarıyla uyumluluk içinde değildir; NATO, uluslararası güvenlik için Türkiye'den yararlanıyor, ama Suriye kaynaklı İslami terör saldırılarına karşı Türkiye'yi korumak için hiç de gönüllü hareket etmedi, etmiyor. Alman emperyalizmi, Almanya'nın çıkarlarını Hindikuş'unda savunmak için NATO çerçevesinde Afganistan seferine çıkabiliyor, ama her üye ülke kendi çıkarlarını Hindikuş'unda savunmak için mi NATO çerçevesinde Afganistan savaşına katıldı?
Bunun anlamı şudur: Bir ülkenin ulusal güvenlik politikası, başka bir ülke için bir tehdit olabilir ve hegemonya için rekabet etme yeteneği olan ülkelerin ulusal güvenlik politikaları da kaçınılmaz olarak başka ülkeler için bir ulusal güvenlik sorunudur; bir ülkenin ulusal güvenlik politikası, başka bir ülke için ulusal tehdit olduğu için, silahlanma kaçınılmaz olur ve sonunda da “ulusal” çıkarlar için savaş gündeme gelebilir.
Açık ki, ulusal ve uluslararası güvenlik sorununda devletler arasında standart bir yaklaşım; çıkarların uyumluluğu, geçici, taktiksel adımlar hariç, pek mümkün değildir. Her devletin ulusal güvenliği kendi sermayesinin çıkarlarının korunmasıyla ve genişletilmesiyle ilgilidir, yani rekabet, savunma ve savaş.

Terörizme karşı mücadele” ve ulusal/uluslararası güvenlik:
Uluslararası alanda “terörizme karşı mücadele” 11 Eylül 2001'de El Kaide'nin ABD'de gerçekleştirdiği saldırıdan sonra Amerikan emperyalizmi tarafından konseptleştirilmiştir. Uluslararası alanda terörizme karşı mücadele, “terörizmin kaynağı olduğu söylenen ülkelere karşı savaş ve işgalle devam ettirilmiştir. İstikrarı sağlanmak istenen, demokrasi götürülmek istenen bu ülkeler yakılıp yıkılmıştır. Afganistan'la başlayan bu savaşlar, Irak, Libya ve Suriye savaşlarıyla devam ettirilmiştir. 11 Eylül'den bu yana uluslararası alanda “terörizme karşı mücadele” çoğunlukla da NATO şemsiyesi altında ABD'nin jeopolitik çıkarlarını gerçekleştirmeye hizmet etmiştir. Afganistan savaşı, öncelikle Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasının bir ayağını oluştururken, Irak ve Suriye savaşları da keza aynı jeopolitikanın stratejik olarak daha geniş bir coğrafyada başka bir ayağını oluşturmaktadır. BOP, Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasından bağımsız olarak ele alınamaz.

Amerikan emperyalizmi uluslararası alanda “terörizme karşı mücadele”yi kendi jeopolitik çıkarlarına hizmet edecek biçimde sürdürmektedir. Bu mücadelede vekalet savaşı verecek, gerektiği zaman da “dövülecek örgütlerin kurulmasını teşvik etmektedir. Taliban, El kaide ve son olarak özellikle de IŞİD bir yerde Amerikan emperyalizminin birer eseridir. Öyle ki, uluslararası alanda ve bölgesel olarak söz sahibi olmak isteyen ülkeler, kendi terör örgütlerini ulusal güvenlik politikalarının birer unsuru olarak sahaya sürmekteler. Yani bu türden her bir ülkenin kendi teröristi var; bu ülkeler kendi teröristleri üzerinden diğer ülkelere karşı vekalet savaşları sürdürmekteler. Suriye savaşı bu bakımdan bir örnektir, keza Irak da ayrı bir örnek oluşturmaktadır.
Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun, dolayısıyla Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra var oluş nedeni ortadan kalkan ve “varoluş krizi”ne giren NATO, uluslararası terörizme karşı mücadele adı altında kuruluş ilkelerinde değişikliğe gitmiş ve üyelerinin topraklarını savunma anlayışını aşarak daha geniş bir coğrafyada faaliyet sürdürmeye yönelmiştir. Böylece gerçek faaliyet alanının dışına çıkmıştır. NATO, bu kararı 21-22 Kasım 2002’de Prag Zirvesi’nde almıştır. Bu kararın içeriği, alan dışılık ve önleyici savaş stratejisidir. Önleyici savaş stratejisi ABD Başkanı George Walke Bush tarafından 11 Eylül saldırısından sonra gündeme getirilmiştir.

2-Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvelik Anlayışı

Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun dağılması, iki süper güçlü dünyada düşman ve tehdit algılamasında ve buna uygun güvenlik politikası geliştirmede önemli değişimlere neden olmuştur. NATO'nun varlık nedeni üzerine 1990'lı yıllarda sürdürülen tartışmalar; var olmak için NATO'nun yeni görevlerle donatılması Türkiye'de ulusal güvenlik oluşumunu ancak gecikmeli olarak, 2000'li yılların başından itibaren etkilemeye başlamıştı. Bu değişimi, küresel çapta emperyalist ülkeler, kamplar arasında o zamana kadar maddi zemini olan ittifak anlayışlarının maddi zemininin ortadan kalkmasıyla uluslararası ve ulusal güvenlik anlayışlarındaki değişme ve bunun Türkiye'ye yansıması olarak da tanımlayabiliriz.

Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun ve nihayetinde Varşova Paktı'nın dağılması, NATO'nun yeniden şekillendirilmesine maddi zemin oluşturmuştu. NATO'nun klasik güvenlik konseptinin geçersiz olmaya başlaması ve yeni düşman algılaması veya tehdit olarak algıladığı gelişmelerin coğrafyamızda; daha doğrusu Türkiye'yi kuşatan yakın ve orta-uzak coğrafyada (Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Orta Asya-Afganistan-Ortadoğu) gündeme gelmesi, buralara müdahalenin karar mekanizmasında, AB üyesi olmadığı için Türkiye'nin dışlanması kaçınılmaz olarak Türkiye-ABD, Türkiye-NATO ilişkilerini olumsuz etkilemenin yolunu açmıştır. Özellikle Suriye savaşının başlangıcından bu yana Türk burjuvazisi, NATO'ya karşı güvensizliğini, dozajı giderek artan bir biçimde dile getirmeye başlamıştı. 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte bu güvensizlik adı konarak dillendirildi. Bu süreç aynı zamanda Türk burjuvazisinin kendi ulusal güvenlik politikasını ABD ve NATO'dan bağımsız geliştirme sürecidir. Bir biçimde 2000'li yıllara kadar geçerli olan ulusal güvenlik politikasında önemli değişimler olmuştur; savunmacı anlayış yerini saldırgan anlayışa bırakmaya başlamıştır. Bu değişim ve gelişmeyi bu makalede analiz etmeye çalışacağız.
Her ülkenin ulusal güvenlik anlayışını belirleyen küresel jeopolitik belirlemelerin yanı sıra özgün faktörler de vardır. Öyle durumlar (ülkenin coğrafi konumu ve maddi zenginliği) olur ki, küresel jeopolitik yönelimler özgün faktörlere baskın olurlar veya özgün faktörler küresel jeopolitik konseptlerde oldukça önemli rol oynayabilirler. Bu her iki durum Türkiye için geçerlidir. Türk burjuvazisi ulusal güvenlik konusunda hala aşamadığı bir sendrom içinde kıvranmaktadır. Bu sendrom, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması, parçalanarak farklı devletlere ayrılması ve bu süreci bizzat yaşayarak yeni bir devlet kurma mücadelesi veren oluşma sürecindeki Türk burjuvazisinde “bölünme”, “bölecekler” korkusu olarak açığa çıkmaktadır. Bölecekler sendromuna Sevr Antlaşması maddi temel teşkil etmektedir. Bu sendrom o kadar çok yönlü ve etkilidir ki, karanlık bir “üst akıl”ın Lozan Antlaşması 100 seneliktir, Hatay'ın Türkiye'ye katılma referandumu 100 seneliktir, 100 sene sonra 2023'te Lozan Antlaşması ve 2039'da da Hatay referandumu sonlanacaktır söylemleri çeşitli çevrelere umut kaynağı olabilmektedir. Her iki 100 senelik hikayesinde de söylenen şudur: Mevcut sınırları içinde Türkiye, Lozan Antlaşmasına göre 100 seneliğine kurulmuş bir devlettir. Her halde o “gizli” maddeye göre 2023'te dağılacaktır. Hatay referandumu da o “gizli” maddeye göre 2039'da geçersiz olacaktır ve Hatay Türkiye'de ayrılacaktır. Her iki durumda da ayrılma, parçalanma, bölünme; Sevr'i gerçekleştirme çabaları söz konusudur ve bunu da ancak Batılı güçler yapabilirler. İşte bu, Türk burjuvazisinin ulusal güvenlik algılamasının esasını oluşturmuştur. Bu algılama bugün değiştirilmiştir; özellikle diktatör Erdoğan'ın açıklamaları temelinde yeni bir güvenlik konsepti oluşturulmaktadır.

Daha öncesiyle birlikte ele alacak olursak:
1-Osmanlı devleti Beylik (kuruluşu 1299), kuruluş (1299-1453) ve yükseliş (1453-1687) dönemlerinde yayılmacı, saldırgan bir politika izlemiştir. Dolayısıyla o dönemin koşul ve anlayışına göre “ulusal” güvenlik politikası veya konsepti, saldırganlık ve işgal üzerine kurulmuştur. O dönem bu türden bir politikayı sürdürebilecek çok az sayıda küresel güç vardı. Karlofça Antlaşmasıyla (1699) başlayan gerileme döneminden I. Dünya Savaşında çökmesine, Sevr Antlaşmasıyla (1920) parçalanmasına ve Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda yok olmasına kadar (1699-1923) süren dönemde savunmacı bir “ulusal” güvenlik politikası izlemiştir.

2- Türkiye, 1923-1945 döneminde -II. Dünya Savaşı döneminde “tarafsızlık” anlayışı giderek bozulsa da- emperyalist ülkelerle sosyalist Sovyetler Birliği arasındaki; daha genel ifade edersek kapitalist dünya ile sosyalist Sovyetler Birliği; oluşmakta olan sosyalist dünya arasındaki çelişkilerden yararlanmaya dayanan bir ulusal güvenlik politikasını takip etmiştir. Bu ulusal güvenlik konsepti ifadesini “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” politikasında buluyordu.

II. Dünya Savaşı dönemini bir geçiş dönemi olarak alırsak 1923-1939 döneminde Türkiye'nin siyasi, askeri, ticari vb. alanlarda yapmış olduğu bütün anlaşmalara açık bir “tarafsızlık”, “işbirliği”, “ortaklık” anlayışı hakimdir; bu anlayış, o zamanki ulusal güvenlik politikasının dış politika ayağının temelini oluşturmuştur. Türkiye'nin bu dönemde hiçbir uluslararası çatışmaya girmemesi, sorunların “barışçıl” çözümünde yana tavır alması bunun açık ifadesidir.

3-II. Dünya Savaşından 1952'ye kadarki (NATO'ya giriş) dönem, Türk burjuvazisinin emperyalizme, özellikle de Amerikan emperyalizmine tamamen teslim olmaya başladığı dönemdir. Bu dönemde bir taraftan Sovyetler Birliği ile ilişkiler açık bir biçimde kötüleşirken, kapitalist dünyanın başını çeken Amerikan emperyalizmiyle ve dolayısıyla Batı dünyasıyla kapsamlı ve derin bağımlılık ilişkileri kurumlaştırılmıştır. Bu süreç, Batıya yaslanarak var olma sürecinin başlangıcıdır.

1952'den bu yana NATO, Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasının mihenk taşını oluşturmaktadır. NATO, Türkiye'yi değil, SSCB'ye ve Varşova Paktı'na karşı Amerikan emperyalizmi önderliğinde kapitalist dünyanın daha ziyade ideolojik içerikli jeopolitik çıkarlarını korumak için oluşturulan uluslararası güvenlik konseptinin güney kanadının savunulmasında Anadolu coğrafyasını kullanma stratejileri geliştirmiştir. Bunların hiçbiri doğrudan Türkiye'nin güvenliğiyle ilgili değildi.
4-1952-2000 döneminde Türkiye'nin ulusal güvenlik politikası, NATO'nun temel ilkelerine göre şekillenmiştir.

5-2000 ve sonrası. 2002-2010 arasında ABD ve AB ile AKP hükümeti arasındaki uyumluluk giderek bozulmaya, uyumsuzluğa dönüşmeye başlamıştır. İlişkilerdeki gerilme kaçınılmaz olarak ulusal güvenlik anlayışına da yansımaya başlamıştır. Bu nedenle AKP hükümeti, ulusal güvenlik politikasında kendi gücüne dayanma konseptinin geliştirilmesi için adımlar atmaya başlamıştır. AKP hükümeti eksenli faşist rejimle başta ABD olmak üzere Batılı güçler arasında ilişkiler, özellikle ulusal güvenlik politikaları temelinde gerilmiştir; öyle ki, 15 Temmuz askeri darbe girişiminden sonra Türkiye-ABD/AB arasındaki ilişkiler, keskinleşen çelişkilere dönüşmüştür.

Var oluşunun belli bir aşamasından itibaren bölgesel ve küresel siyasi ve ekonomik gelişmelerde kendine rol biçen ülkelerin, kendilerine biçtikleri bu rol nedeniyle, ülkenin coğrafi konumunu da hesaba katarak oluşturdukları veya oluşturmaya çalıştıkları ulusal güvenlik politikalarına Türkiye tipik bir örnek oluşturur. Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasını bu çerçevede; ekonomik gücünü coğrafi konumu ile bağlam içinde ele almak gerekir.

Üzerinde yaşadığımız bu coğrafya dünya jeopoltikasında oldukça önemli bir rol oynamaktadır. Bu nedenle hep sorunlu olmuştur, “belalı” bir coğrafyadır. Osmanlı döneminde de böyleydi; kuruluş ve gelişme döneminde bu coğrafya Osmanlı devleti tarafından saldırganlığın, genişlemenin stratejik önemli faktörü olarak değerlendirilmiştir. Aynı coğrafya gerileme döneminde, gelişen güçler tarafından dünya hegemonyası için ele geçirilmesi gereken stratejik alan olarak görülmüştür.

Türk Ulusal Kurtuluş Mücadelesi sonucunda kurulan Türkiye, genç Sovyetler Birliği ile ilişkilerinden, I. Dünya Savaşı sonrasında emperyalistler arası ve aynı zamanda kapitalist dünya ile Sovyetler Birliği arasındaki çelişkilerin gelişme/keskinleşme seyrinden yararlanarak kurulmakta olan savaş sonrası dünyada bağımsız yer almış ve bu duruşunu da “yurtta sulh cihanda sulh” politikasıyla formüle ederek doğrudan içe yönelik (sınıf mücadelesini ve süreklilik arz eden Kürt özgürlük mücadelesini bastırmak, imha etmek) ulusal güvenlik politikası geliştirmiş ve uygulamıştır.

II. Dünya Savaşı sürecinde, ama esas olarak savaş sonrasından itibaren Türkiye'nin daha ziyade içe yönelik ve yukarıda belirttiğimiz emperyalistler arası ve sistemler arası çelişkilerden yararlanmaya dayanan ulusal güvenlik konseptinin yerini sosyalist sisteme karşı kapitalist dünyanın oluşturduğu uluslararası güvenlik konsepti almıştır; Türkiye,'nin, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerle ve onların uluslararası örgütlenmeleriyle geliştirdiği ilişkiler, ulusal güvenlik politikasının Amerikan emperyalizminin temsil ettiği kapitalist dünyanın uluslararası güvenlik konseptine entegre olmasını beraberinde getirmiştir Daha doğrusu, Türkiye'nin 1952'de NATO'ya üye olmasıyla birlikte, kendine özgü bir ulusal güvenlik politikası/konsepti kalmamıştır; ulusal güvenlik NATO nezdinde Amerikan emperyalizmine havale edilmiştir.

Kısaca: NATO şemsiyesi altında Türkiye'de ulusal güvenlik politikası hem dar kapsamlıydı hem de nispeten tek yanlıydı. İki kutuplu dünya koşullarında, kutuplardan birisine dahil olmak ulusal güvenliğin de dahil olunan kutup tarafından belirlenmesine ve bunun da ulusal olmaktan ziyade uluslararası anlam taşımasına neden olmaktaydı. NATO ve Varşova Paktı, kapitalist ve revizyonist sistemlerin uluslararası güvenlik araçlarıydı. Bu paktlara üye olan ülkelerin ulusal güvenliğinden de bu paktlar sorumluydu. Dolayısıyla bu paktlara üye olan ülkelerin kendilerine özgü ulusal güvenlik politikaları geliştirmelerinin bir anlamı yoktu.

Emperyalizme bağımlılık koşullarında bağımsız ulusal güvenlik politikasının yerini uluslararası bağımlı “ulusal” güvenlik politikası almıştır. Uluslararası güvenlik politikasını belirleyen de, uluslararası alanda hegemonya yeteneği olan güç veya güçlerdir. Örnek olarak belirtirsek: II. Dünya Savaşından sonra kapitalist dünyanın hakim gücü olan Amerikan emperyalizmi, NATO kurulana kadar tek başına ve kurulduktan sonra da NATO çerçevesinde, ama belirleyici güç olarak, sosyalist dünyaya -SBKP 20. Kongresinden sonra da revizyonist dünyaya- karşı kapitalist dünyanın güvenliğini kendi çıkarlarına göre şekillendirerek sağlamayı hedeflemiştir.
Bu nedenle Amerikan emperyalizmi, dünya çapında rekabetini sürdürmek için NATO'yu, kapitalist dünyanın başkaca uluslararası örgütlerini ve ülkelerini sürekli kullanmıştır. Türkiye de bu amaçla kullanılan ülkelerden birisidir.

Coğrafyanın bir ülkenin kaderinde, güvenliğinde ne kadar önemli, evet belirleyici olduğunu Türkiye gerçeğinde görüyoruz. Burada belirleyicilik, jeopolitik çıkarlarla doğrudan ilişkilidir; bölgemizde ve dünya çapında emperyalist çıkarlar, hegemonya rekabeti içinde olan güçler, bu coğrafyayı sürekli baskı altında tutmaya, kendi çıkarları için kullanmaya çalışmışlar ve çalışmaktalar. Bu nedenle bu coğrafyada ya güçlü olursun ve böylece kolay kolay dokunulamaz olursun veya da güçsüzlüğün, bağımlılığın sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsın.
Güvenlik tanımlamasında coğrafi konum, Türkiye için bir gelecek sorunu derecesinde önemlidir. Bu konum Türkiye'ye uluslararası ilişkilerde pek eşi görülmeyen bir pozisyon sağlamaktadır; büyük fırsatlar veriği gibi, büyük belalara da kaynaklık yapmaktadır. Bu konum bu coğrafyada sürekli tetikte olmayı beraberinde getirmektedir.

1923-1945 döneminde belirtilen çelişkilerden yararlanarak var olmayı bir kenara korsak, II. Dünya Savaşı sonrasından, ama özellikle de NATO'ya girişten sonra dünya politikasında ve jeopolitikasında tanımlanmış kamplar vardı; ya sosyalist, sonra da revizyonist kampta veya da kapitalist kampta yer alınıyor ve ulusal güvenlik politikası da o kampın uluslararası güvenlik politikası olarak belirleniyordu. 1991/1992'de sosyal emperyalist Sovyetler Birliği ve revizyonist kampın dağılmasından sonra o kalıplaşmış anlayış ve yapılarda belli değişimlerin yolu açıldı.

Osmanlı devletinin yıkılmasından Sovyetler Birliği ve revizyonist kampın dağılmasına kadar Türkiye, Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu üçgeninin merkezinde olmasına rağmen bu üçgenin sorunlarından/çelişkilerinden pek etkilenmemişti; etkilenemezdi de, çünkü oralardaki sorunlar iki kutuplu dünyanın süper güçlerini ilgilendiren, onların nüfuz sahasının sorunları olarak ele alınmaktaydı. Burada Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya ile karşılaştırıldığında, her iki kampın rekabetinden dolayı biraz sıra dışı durumdaydı. Sovyetler Birliği ve revizyonist kampın dağılmasından sonra koşullar tamamen değişti: Sovyetler Birliği'nin ve Yugoslavya'nın dağılmasıyla yeni devletler ortaya çıktı. Yugoslavya'nın parçalanması ve bu topraklarda sürdürülen savaşlar, Irak'ın Kuveyt'i işgalinden sonra yaşanan Körfez Savaşı ve 2003'te Irak'ın işgalini ve Saddam rejiminin devrilmesini beraberinde getiren savaş, en yakın coğrafyasındaki gelişmeler olarak Türkiye'yi etkilemiştir. Sonuçta söz konusu bu üçgenin hemen bütün sorunları, sanki kendi sorunları gibi Türkiye'yi ilgilendirmiştir.

Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun dağılmasından sonra iki kutuplu dünya jeopolitiği ve bunun bir ifadesi olarak dünya güvenlik konsepti, tek kutuplu, çok rekabet merkezli dünya jeopolitiği ve güvenliği olarak yeniden şekillendirilme sürecine girmiştir. 1990'lı yılların başında oluşmaya başlayan bu süreç, bugün de devam etmektedir. Türkiye'nin ulusal güvenlik anlayışı da bu sürecin bir parçası olarak değişime uğramaya başlamıştır.

Türkiye'nin kuruluşundan bu yana izlediği güvenlik politikasının temel özelliği -güncel düşman algılamasının değişmesine paralel olarak- ulusal birlik, milliyetçilik, şovenizm ve nihayetinde faşizm temelinde her dönem içte saldırganlık, baskı ve dışa karşı da “tarafsızlık”, savunmacı ve saldırganlık olarak şekillenmiştir.

Türkiye'de iç ve dış politika ile ulusal güvenlik ve uygulamaları sürekli birbirine karıştırılmıştır; burada söz konusu olan üç kavram (iç politika, dış politika ve ulusal güvenlik) arasındaki ayrım silikleşmiştir. Her zaman ve her konuda olmasa da bu bir gerçekliktir. Hükümetlerin şu veya bu konuda en sıradan sorunları güvenlik sorunu olarak algılamaları ve ona göre de hareket etmeleri, aslında tartışılması gereken konuların da ulusal güvenliği ilgilendiren konular olarak tanımlanması ve adeta tartışılması yasaklanarak gizlilik kılıfına büründürülmesi toplum tarafından kanıksanmıştır. Bunun böyle olmasında ordunun rolü oldukça belirleyici olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşından bu yana toplum nezdinde kazandığı büyük prestij, sonuçta ordunun politikada da son karar veren durumda olmasına yol açmıştır. Darda kalınınca “kurtarıcı” hep ordu olmuştur; siyasete müdahale etme, darbeler düzenleme ve gerçekleştirme faaliyeti pek sorgulanmamıştır. Her halükarda ordu, Türkiye'nin kurulmasından bu yana toplumun şekillendirilmesinde, güvenlik politikalarının belirlenmesinde hep merkezi bir konuma sahip olmuştur. Daha öncesini bir kenara bırakırsak, ülkenin iç ve dış güvenlik (ulusal güvenlik) politikalarının oluşturulmasında ordunun bu merkezi konumunu MGK'da görmekteyiz. 1960 askeri darbesi sonucunda oluşturulan yeni anayasada (1961) ulusal güvenlikten sorumlu kurulun adı Milli Güvenlik Kurulu olarak değiştirilmiş ve görev ve yetkileri de yeniden tanımlanmıştır (1). Özellikle 1990'lı yıllarla birlikte ulusal güvenlik, Genelkurmay ve onun denetimindeki MGK Genel Sekreterliği'nin elindeydi; yani ulusal güvenlik yapılanmasının başında ordu ve askerleştirilmiş MGK vardı.

MGK'nın düşman algılaması, ulusal güvenlik politikasındaki değişimi göstermektedir. Türk burjuvazisinin ulusal güvenliği tehdit eden düşman algılama değişiminin 1985-2016 arasında MGK'da nasıl ifade edildiğine bakalım.

Milli Güvenlik Kurulu'nda düşman algılama serüveni:
MGK'da iç ve dış politika konularının ağırlığı:
1984, 1985, 1986, 1989 ve 1990 yıllarında 12’şer, 1987’de 8, 1988’de 11 toplantı olmak üzere MGK’da 79 toplantı gerçekleşmiş, bu toplantıların 15’inde dış politika konuları basın bildirilerine yansımıştır... 1985–1991 MGK Basın Bildirilerinde Dış Politikanın Ağırlığı yüzde 19'dur...

Bildirilerde Dış Politikanın Ağırlığının Artması...1991 yılında 17; 1992 ve 1994’te 13; 1995’te 15; 1993, 1996, 1997, 1998, 1999, 2000, 2001 ve 2002 yıllarında ise 12 olmak üzere toplam 154 toplantının basın bildirisi incelendiğinde bunların 92’sinde dış politika konularının basın bildirilerine yansıdığı görülmektedir. Böylelikle MGK basın bildirilerinde ele alınan dış politika konularının oranı bu dönemde yaklaşık yüzde 60’a çıkmıştır...
MGK basın bildirilerinde dış politika konuları çeşitlenmiş, yeni sorunların/alanların ortaya çıkışı bildirilere yansımıştır...Çok çeşitli iç ve dış politika konularının yanı sıra ekonomi, eğitim vb. alanlara ilişkin konular da doksanlı yıllar boyunca milli güvenlik meselesi olarak MGK’nın gündemine gelmiş ve milli güvenlik kapsamında değerlendirilmiştir...

Özetle, MGK’nın 1990’lı yıllar boyunca basın bildirilerinde hem dış politika oranını hem de ele aldığı konu çeşitliliğini artırdığı görülmüştür. 1980’li yıllarda basın bildirilerinde ele alınan dış politika konularının oranının yüzde 19’dan 1990’larda yüzde 60’a çıkması bunun önemli bir göstergesidir...
Diğer yandan, bu dönem basın bildirilerinde MGK’nın “hedef kitlesi”nin genişlediğinden, neredeyse dünya kamuoyuna seslendiğinden bahsetmek mümkündür...
1990’lı yıllarda MGK basın bildirileri artık kamuoyunu bilgilendirme, gündem belirleme, politika saptama noktalarına ek olarak, taraf olma ve bunu belirtme aşamasına geçildiğini sergilemiştir.

2003-2011 MGK Basın Bildirilerinde...ele alınan dış politika konularına enerji güvenliği, Akdeniz ve Karadeniz güvenliği ve bölge güvenliği gibi sınır aşan sorunlar taşınmaya başlamıştır...

2000’li yıllarda MGK basın bildirilerinde dış politikanın oranı yüzde 80’lere varırken, konu çeşitliliğinde azalmaya rastlandığı belirlenmiştir. MGK, “Türkiye” adıyla bir “Kurul” etiketiyle kendini tanımlamaya giderek, önceki dönemlere kıyasla iç politika sorunlarından uzaklaşmış, dış politikada da bir anlamda komşu ülkeler ve AB ile kendini sınırlandırmıştır...
1990’lı yıllarda benzer biçimde daha çok iç politika konularına yoğunlaşılırken, önceki döneme kıyasla dış politika konularında artış ve çeşitlenme görülmüştür...MGK uluslararası boyuta taşınan bir hedef kitlesi belirlemiş, ülkelere/örgütlere doğrudan seslenmiştir...

2000’li yıllar, MGK’nın “Kurul” ve “Türkiye” etiketleriyle kimliğe kavuştuğu yıllardır. Bu dönemde MGK basın bildirilerinin yüzde 88’inde dış politika konularına değinildiği saptanmıştır...

MGK’da dış politikanın seyrine ve milli güvenlik söylemine bakıldığında, 1980’li yıllarda daha çok iç politika ile birlikte okunan, milli güvenliğin, 1990’lı yıllarda giderek dış politika alanına kaymaya başladığı, 2000’li yıllarda ise ağırlıklı olarak içeriğin bu alanda tanımlanmaya başladığı görülmüştür. Devletin tüzel kişiliğinin korunması anlamında milli güvenlik, artık daha çok dış politikaya dönüktür. Sonuç olarak, son dönemde aslında MGK kendi özelinde daha etkili, bütüncül bir kimliğe kavuşmuş, adeta bir dış politika uzmanlık kuruluşu gibi bildiriler yayımlamıştır” (2).

2012-2016 arasında MGK'nın ele aldığı konuları, dış politika konuları ve diğerleri diye ayrıştırırsak şu sonuca varırız:
Dış politikayı içermeyen konular: 2012'de 7; 2013'te 10; 2014'te 12; 2015'te 24 ve 2016'da 21 kere ve dış politika konuları da 2012'de 26; 2013'te 16; 2014'te 25; 2015'te 32 ve 2016'da a 25 kere ele alınmıştır.

2012-2016 arasında ele alınan toplam konular içinde dış politika konularının oranı yüzde 63 iken dış politikayı içermeyen konuların oranı da yüzde 37 idi (2012-2016 arası verilerin MGK'nın yıllık basın bildirilerinden derledik. Yanlış sayım yaptıysam özür dilerim. Kaynak: http://www.mgk.gov.tr/index.php/2011-2015-yillari-arasi-basin-bildirileri).

Sonuç itibariyle, 1985-2016 döneminde MGK toplantılarında dış politikayı ilgilendiren konuların dış politika dışı konulara oranı giderek artmıştır; bu artış 1985-1991 döneminde yüzde 19'dan 1991-2003 döneminde yüzde 60'a, 2003-2011 döneminde yüzde 88'e çıkmış ve 2012-2016 döneminde de yüzde 63 olmuştur.
Buradan çıkartmak istediğimiz sonuç şudur: 1990 öncesi dönemde MGK, esasen iç güvenlik sorunlarını ele alırken 1990'dan sonra Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasında sınır örtesi sorunlar giderek ağırlık kazanmıştır.
Ulusal güvenlik konsptinde 1990'lı yılların hemen başında bir yön değişimine gidiliyor; daha önce NATO çerçevesinde SSCB'ye ve aynı NATO üyesi olmasında rağmen Yunanistan'a göre şekillenmiş olan ulusal güvenlik konseptinde iç tehdit ve bu tehditle bağlam içinde Suriye-Irak-İran ilk sırada yer alıyordu. Açık ki bu değişimde revizyonist blokun dağılması (dış düşman algısı) ve aynı zamanda Kürt ulusal mücadelesinin yükselmesi (PKK-iç düşman) belirleyici olmuştur.

Ulusal güvenlik konseptindeki bu değişimlere rağmen bütün 1990'lı yıllarda Türkiye'nin ulusal güvenlik konsepti iki kutuplu dünyada geçerli uluslararası güvenlik konsepti çerçevesinde kalmıştır.

Değişim önce ulusal güvenlik konseptinin belirlenme mekanizmasında başlamıştır. 1980 askeri faşist darbeden sonra, 1980-1983 arasında siyasi iktidarı elinde tutan Milli Güvenlik Konseyi (Beşli faşist çete) ulusal güvenlik politikasını hazırlıyor ve MGK Genel Sekreterliği vasıtasıyla ülkenin ulusal güvenlik konsepti ve dış politika anlayışı olarak belirletiyordu. MGK kararları olarak yayınlanan anlayışlar tartışılmıyordu; “ulusal çıkarlar” baskısıyla MGK'nın izlediği politikaların sorgulanması engelleniyor, daha ileri gidildiğinde de “vatana ihanet”le “mezar suskunluğu” ortamı yaratılıyordu.

Ancak bu durum 2000'li yıllarla birlikte değişmeye başlamıştır. Değişim önce karar alıcı mekanizmalarda başlamıştır.
AB, 1999'da Türkiye'de reform sürecini teşvik etme kararı almıştı. Bu karardan sonra Türkiye'de ulusal güvenliğin tanımlanması üzerine kamuoyunda tartışmalar gündeme geldi. Reform sürecinin hızlanmasıyla birlikte siyasal alanda sivil toplum lehine genişleme oldu ve ulusal güvenlik politikası üzerine tartışmalar kısmen de olsa kamusallaştı(3).

Artık orduda, kamuoyunda, siyasi alanda ulusal güvenlik anlayışının sorgulandığı bir sürece girildi. Bu sürece paralel olarak 1999'da Helisinki Zirvesi kararı ile başlayan, ama esasen de AKP'nin hükümet olmasıyla hızlanan AB'ye uyum için çıkartılan “uyum paketleri” ile anayasanın birçok maddesi 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında değiştirildi. Bu değişiklikler sonuçta MGK'daki güçler dengesini bozdu; MGK'nın bileşimi sivil üyeler lehine değişti. MGK'ya sivil bir Genel Sekreter atandı. Bunun ötesinde YÖK ve RTÜK'ten askeri üyeler çıkartıldı. TSK, Sayıştay'ın hukuki denetimine tabi kılındı. Yüksek Askeri Şura'nın (YAŞ) bazı kararlarına karşı yargı yolu açıldı. Böylece iç ve dış politikada, ulusal güvenlik politikasının tespitinde ordunun belirleyiciliği kırıldı, etkisi sınırlandırıldı; MGK'da sivilleşme, aynı zamanda faşist diktatörlüğün askeri özelliğinin geriletilmesi ve sivil yönünün önplana çıkması doğrultusunda adımlar atılmış oldu; artık askeri faşist diktatörlük sivil faşist diktatörlüğe dönüşüyordu.

Diğer taraftan, bu değişim süreci MGK-TSK bağlamında şu anlama da geliyordu: Başlangıçtan 12 Eylül 2010'daki referanduma kadar MGK, TKS'nın rolünü güçlendiren bir rol oynamaktaydı. Söz konusu referandumdan sonra durum değişmiş, sivilleşen, bileşimi değişen MGK, TSK'nın rolünü güçlendiren yapısından arındırılmış oldu.

Ahmet Davutoğlu'nun -2003'ten itibaren Başbakan Erdoğan'ın dış işlerden sorumlu baş danışmanı- 2009'da Dışişleri Bakanı görevine getirilmesiyle Türk burjuvazisinin ulusal güvenlik anlayışındaki değişim de hızlandı; A. Davutoğlu, yeni diye tanımlanabilecek özellikler gösteren dış politikanın ve dolayısıyla ulusal güvenlik anlayışının mimarıydı. Yeni dış politikanın temel özelliklerini Davutoğlu “Stratejik Derinlik” kitabında ayrıntılı olarak açıklar. Coğrafya, jeopolitika, dış politika ve ulusal güvenlik arasındaki diyalektik bağı Türk burjuvazisinin çıkarları açısında irdeler ve atılması gereken adımları açıklar. Osmanlı coğrafyası ve özellikle de yakın alan coğrafyası üzerinde tarihsel etkiden, hak sahipliğinden; komşu ülkelerle yabancılaşmanın sonlandırılmasından, karşılıklı önyargıların silinmesinden bahseder.
Davutoğlu, Türkiye'de “proaktif dış politika”nın mimarıdır. “Proaktif dış politika” sonucunda komşu ülkelerle “sıfır sorun” temelinde ilişkiler ve bu ilişkiler sonucunda da “azami işbirliği” gündeme gelir. Ama “proaktif dış politika” hiç de “sıfır sorun”lu dış politika anlamına gelmiyordu. “Proaktif dış politika” dış politik gelişmelerde, somutta da komşularla ilişkilerde edilgen olmaya son vermek, komşuların dış politikalarını etkilemek, yönlendirmeye çalışmak; dış politikada, komşularla ilişkilerde önceden planlanmış, hazırlanmış olarak hareket etmek ve böylece sonuçları etkilemek anlamına gelir. “Proaktif dış politika”, uygulandığı ülke üzerinde etkili olmak, onu baskı altına almak anlamına gelir. Bu bakımdan hiç de “sıfır sorun”lu dış politikaya uygun değildir; tam tersine sorun çoğaltan dış politikaya zemin oluşturur. Bu politikanın uygulanmasının sonuçları ortadadır.

Sonuç itibariyle Davutoğlu, Türkiye'nin yeni dış politikasını coğrafi konum ve tarihsel miras üzerine kurmuştur. Yeni dış politika kaçınılmaz olarak yeni ulusal güvenlik politikası oluşturmak anlamına gelir.

Başbakan olarak Davutoğlu azledildi. Ama mimarı olduğu “proaktif dış politika” ve o temelde yükselen yeni ulusal güvenlik konsepti geliştirildi ve uygulanıyor. Bu politikanın yansımalarından birisi de Erdoğan'ın gevelediği “Misak-ı Milli”dir; Suriye'de işgalci girişim ve Musul'a müdahale çabalarıdır.

Sonuç itibariyle şunu söyleyebiliriz:
A. Davutoğlu ile daha Erdoğan'ın baş danışmalığı döneminde başlayan yeni dış politika ve ulusal güvenlik açılımı, bu alandaki değişim, bölgesel ve uluslararası gelişmeleri dikkate alan bir perspektife sahiptir. Bu ulusal güvenlik anlayışı, açıktan da dile getirildiği gibi Türk burjuvazisinin ve dolayısıyla sermayesinin bölgesel ve uluslararası aktör olma iddiasının dışa vurumuydu ve dışa vurumudur. Bu “proaktif dış politika” ve onun başka bir biçimde tarifi olan ulusal güvenlik politikası, koşulların uygun olduğu her fırsatı değerlendirerek yayılmacılığı, saldırganlığı, savaşı içermektedir. Güncellenen Misak-ı Milli söylemi ve o doğrultuda Suriye'de atılan adımlar, Musul, Kerkük ve Telafar çıkışları bu “proaktif dış politika”nın ve yeni güvenlik konseptinin doğrudan ifadesidir.

Ulusal güvenlik politikasına geleneksel yaklaşımdan ne derece kopulmuştur? Bu soruya hem kopulmuştur hem de kopulmamıştır diye cevap vermek gerekir. Türk burjuvazisinin güvenlik algılamasının tarihsel bir arka planı vardır. Bu burjuvazinin, ulusal güvenlik dendiğinde anladığı, tehlikeden korunmaktır ve aynı zamanda savunma pozisyonunda olmaktır. Sovyetler Birliği'ne karşı varlığını güvence altına alma kaygısından dolayı NATO'ya üye olan Türkiye, bu üyeliğine ve zamanla NATO'nun ikinci büyük ordusuna sahip olmasına rağmen ulusal güvenlik sendromundan hiçbir dönem kurtulamamıştır. Ne var ki, bu sendrom dün savunmacı pozisyonda dile getirilirken bugün saldırganlık pozisyonunda dile getirilmektedir.

Türk burjuvazisinin ulusal güvenlik üzerine söylemi, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana söylemde değişse de aslında hiç değişmemiştir: Bu sendrom Sevr Antlaşmasından kaynaklanmaktadır ve bölünme, parçalanma korkusudur. Hakim burjuvazi, Türkiye'yi Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı olarak görmektedir. Üç kıtaya yayılmış olan ve milyonlarca kilometrekarelik alandan 779.452 kilometre kareye gerilemesi sonuçta bölünme korkusunu güçlendirmiştir.
Türk burjuvazisinin bölünme ve parçalanma korkusunda dış güçler belirleyici rol oynar, ama dönem dönem de iç dinamikler de (örneğin Kürt ulusal hareketi) bölünme ve parçalanma korkusuna zemin oluşturur.
Türk burjuvazisinin ulusal güvenlik algılamasında savunmacılık son döneme kadar hep belirleyici olmuştur. Kıbrıs'a müdahale ve adanın bir kısmının işgali dahi savunma konseptinde değişime neden olmamıştır. Ancak Davutoğlu tarafında geliştirilen “proaktif dış politika” ve bu politikayla bağlam içinde ulusal güvenlik anlayışı, savunmacı ulusal güvenlik anlayışının önüne geçmiştir.

Türkiye'nin güvenlik konsptinde jeostratejik konumu belirleyici önemi haizdir. Dün değil ama bugün Türk burjuvazisi, bu konuma dayanarak bölgesel ve küresel jeopolitika geliştirme hevesine kapılmıştır. Türkiye Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin tam ortasında yer almakta ve buna ek olarak Akdeniz, Karadeniz ve Eğe Denizi ile çevrelenmektedir. Bu coğrafya istikrarsızlıklarla, belirsizliklerle; dolayısıyla her dönem var olan çelişkilerle dolu bir coğrafyadır. Bu çelişkiler Türkiye'ye her zaman bir biçimde yansımaktadır. Türk burjuvazisi ülkenin bu jeostratejik konumunu ulusal güvenlik konseptinin tespitinde başat faktör olarak değerlendirmektedir. Bu nedenle Türkiye'nin ulusal güvenlik konseptinde coğrafya belirleyicidir; bu konumdan uzaklaşan bir güvenlik konsepti Türk burjuvazisi için düşünülemez. İki kutuplu dünyanın dağılmasından sonra Balkanlar'da, Kafkasya'da ve Ortadoğu'da yaşanan ve hala devam eden savaşlar, Türkiye coğrafyasının ne denli çelişkilerle dolu olduğunu ve bunun da Türkiye'yi nasıl etkilediğini göstermektedir.

Dışişleri Bakanlığı'nın sitesinde yer alan “Türkiye´nin Uluslararası Güvenlik Perspektifi ve Politikaları” yazısında coğrafya ve ulusal güvenlik politikası arasındaki bağ şöyle açıklanmaktadır:
Cumhuriyetin kurulmasından günümüze Türkiye’nin güvenlik politikası, biri coğrafi konum, diğeri komşu ülkelerle ilişkiler olmak üzere, iki temel olgu dikkate alınarak şekillendirilmiştir. Bu iki belirleyici faktör, Türkiye’yi Avrupa, Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde ve zaman zaman bu bölgelerin de ötesinde güvenlik alanında önemli bir aktör haline getirmiştir” (4).
 
3-Türk Burjuvazisinin Yeni Ulusal Güvenlik Konsepti

Türkiye'nin ulusal güvenliğinin oluşumunda ve belirlenmesinde birçok yeni gelişmeler meydana gelmiştir. Davutoğlu'nun mimarlığını yaptığı yeni ulusal güvenlik konsepti, şimdi, özellikle de 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında açıktan savaş, saldırganlık konsepti olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türk burjuvazisi çok özgün bir süreçten geçmektedir. Bu özgünlük sadece şimdiye kadar olduğundan daha sık ulusal güvenlikten bahsetmesi, yeni bir ulusal güvenlik politikasının oluşturulmasından bahsetmesi değildir. Bu sefer durum, şimdiye kadarki ulusal güvenlik anlayışından oldukça farklıdır. NATO üyesi olmasından bu yana Türkiye'nin ulusal güvenlik politikası NATO'nun kapitalist dünyayı sosyalist, sonra da revizyonist dünyaya karşı koruma konseptine; uluslararası “güvenlik” konseptine entegre edilmişti. Şimdi Türk burjuvazisinin dış düşman algılaması değişiyor. İç düşman algılamasında da Kürt Özgürlük Hareketi, dönem dönem de politik İslamcı örgütlenmeler, duruma göre yer değiştirseler de ilk iki sırada yer alıyorlardı.

Şimdi durum değişti. Dış düşman algılamasında bu sefer Rusya yer almıyor, ama NATO'da müttefiki konumunda olan ülkelerin bir kısmı, ismen tanımlanmasalar da ilk sıralarda yer alıyorlar; Bu ülkelerin en başında ABD gelmektedir, Onu Almanya takip etmektedir. Bölgesel olarak Suriye, Irak rejimleri dost olmayanlar cephesinde yer alıyorlar. Örneğin MGK, 30 Kasım 2016 tarihli toplantısından sonraki basın bildirisinde “Bazı ülkelerin, PKK/PYD-YPG ve FETÖ/PDY lehine çifte standart uyguladıkları, mensup ve destekçilerine kol kanat gerdikleri, bunları maksatlı olarak farklı şekilde tanımladıkları vurgulanarak, bu ülkeler tutumlarını değiştirmeye davet edilmiştir” görüşüne yer vererek düşman algılamasının yönünü Batılı müttefiklerine çevirmiştir. Burada oldukça diplomatik bir üslup kullanılıyor, ama diktatör Erdoğan'ın Batı'lı müttefikler bağlamındaki açıklamaları hiç de diplomatik ve dostane değil.

İç düşman algılamasında “Gülen Hareketi” ve Kürt Özgürlük Hareketi başat durumda: Rejim her ikisini de kesinlikle tasfiye edeceğini açıklıyor ve ona göre de hareket ediyor.

Yeni ulusal güvenlik konseptinde iç düşman algılamasında yeni olan “Gülen Hareketi” iken dış düşman algılamasında da Batılı emperyalist güçlerdir. Sahadaki somut durum, örneğin 15 Temmuz darbe girişimi, Suriye savaşında ve Musul operasyonunda ABD-Türkiye çelişkileri bunun böyle olduğunu göstermektedir.

Yine yeni ulusal güvenlik konseptinde yeni olan Türk burjuvazisinin “Misak-ı Milli çıkışıyla açıktan saldırganlık politikası güdeceğini açıklamasıdır.

Yeni ulusal güvenlik konsepti savunma eksenli değil, saldırı eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik konseptiyle yeni ulusal güvenlik konsepti arasındaki temel değişim budur.

Yeni ulusal güvenlik konsepti, Erdoğan önderliğinde Türk burjuvazisinin bir savaş programıdır.

Yeni ulusal güvenlik konseptinin içeriğine bakarak bunun nasıl bir savaş programı olduğunu açıklayabiliriz:

Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezi” (Türksam) (5), Türk burjuvazisine, hükümetlerine, ordusuna akıl hocalığı yapan, sömürgeci, yayılmacı kurgular üreten ve bunları rejim ile paylaşan bir “düşünce fabrikası”dır.

Kendi tanımlamasıyla Türksam’ın Vizyonu”: “Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası ve yurttaşlarının refahının sağlanmasına yardımcı olmak maksadıyla; bölgesel ve Türkiye’yi doğrudan-dolaylı ilgilendirebilecek bölge dışı siyasi-ekonomik-teknolojik-askeri-dini ve sosyokültürel gelişmeleri yakından izlemek, bu gelişmeler doğrultusunda karar vericilere yardımcı olabilecek güvenlik ve dış politika seçenekleri sunmak, kamuoyunu aydınlatmaya yardımcı olmaktır”.

Kendi tanımlamasıyla “Türksam’ın Hedef ve İlkeleri”: Türksam, Türkiye’nin milli güvenliğine yönelik konular üzerine stratejiler üreterek, Türkiye’nin geleceği için bunları paylaşmayı hedeflemektedir. Temel ilke olarak, ideolojik tutum ve önyargılı yaklaşımdan uzak bir çizgiyi benimseyerek; bilimsel teorik temelli, gerçekçi stratejik açılımları, somut bilgiye dayanan değişik karar seçenekleri ve etkili çözümleri, gerek karar alıcılara gerekse kamuoyuna çeşitli şekillerde sunmayı hedeflemektedir. Çeşitli araştırma alanları ve enstitüleriyle Türksam, Türkiye’nin içersisinde bulunduğu coğrafyadaki güçlü ve zayıf yanları, karşı karşıya bulunduğu fırsat ve riskleri tartışma, yeni fikirler, yeni bakış açıları geliştirme ve karar alıcılara farklı strateji seçenekleri sunma hedefi içerisindedir. Bu yüzden Türksam, Türkiye ile ilgili, her yeni analitik fikir ve her türlü bakış açısına açık bir anlayışa sahiptir.

Türksam; bölgesel ve küresel anlamda Türkiye’yi ilgilendiren konular üzerine düzenleyeceği jeopolitik tartışmalar, bilgilendirme toplantıları, beyin fırtınaları, seminerler, paneller, devlet adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin, gazetecilerin, işadamlarının ve STK temsilcilerini davetle onların bilgi ve düşüncelerinden Türk kamuoyu ve karar vericilerinin paylaşmasına yardımcı olmayı, bunlara ilaveten konferanslar ve periyodik olarak çıkaracağı dergi, bülten, rapor, kitap vb. yayınları ile Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü ve kararlı adımlarla, gelecekte dünya ülkeleri arasında tavizsiz ve daha etkin bir konumda yer alabilmesine katkıda bulunmayı ve hız kazandırmayı temel ilke edinmiştir” (6).

12 Haziran 2007'de yayınlanan (İlkin 2005'te yayınlanmış) “Sınır Ötesi Harekat ve Türkiye’nin "Önleyici Vuruş" Hakkı” başlıklı yazıda bu ulusal güvenlik konsepti bağlamında şöyle deniyor:
ABD askeri dergisinde küstahça Türkiye'yi bölen haritalar yayınlanmakta, ABD büyükelçisi sınır ötesi harekatın ABD iznine bağlı olduğunu ifade etmekten çekinmemektedir. Irak'ta öldürülen Rus diplomatları için Rusya Duma'sı Başkan Putin'e teröristlerin nerede olursa olsun bulunması ve öldürülmesi yetkisi vermektedir. ABD ikiz kulelere saldırı oldu diye Afganistan ve Irak'ı işgal etmekten çekinmemiş ve hatta bunu bir fırsat olarak değerlendirmiştir. İsrail bir askeri kaçırıldı diye bütün Filistin halkını hedef alan saldırılar yapmakta, güvenlik gerekçesiyle Lübnan'a girmekten çekinmemektedir. Aynı gerekçelerle Suriye ile İran'ı dahi bombalayacağını söylemekten geri kalmamaktadır. Görüldüğü gibi ülkelerin güvenlikleri, ülke vatandaşlarının güvenlikleri ve özellikle de askerlerinin güvenlikleri söz konusu olduğunda aklı başında büyük devletler bütün araçları kullanmakta, sınır ötesi harekat dahil bütün seçenekleri hiç kimsenin 'oluruna' gerek duymadan uygulamaktadırlar...

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Türkiye'nin, şartlar gerektirdiğinde sınır ötesi harekat da yapabileceğini” belirtmiştir...

Başbakan Erdoğan’ın “çekimser ifadelerle” söylemek istediği ve “sınır ötesi harekat” yeni bir hadise değildir ve uluslararası anlaşmalardan doğan bir haktır. Şimdiye kadar dünyanın bir çok ülkesinin kendi milli güvenlikleri gereği kullandığı bu hak, literatürde “Önleyici Vuruş Hakkı” olarak bilinmektedir.

11 Eylül terör saldırılarından sonra Başkan Bush tarafından “Pre-emptive Strike” olarak formüle edilen “Önleyici Vuruş Doktrini”, devletin gerekli gördüğü hallerde dünyanın neresine olursa olsun, 'tek yanlı' müdahale etme ve 'düşman'ı kendi belirleyeceği zamanda 'önceden vurma' hakkına sahip olduğu konseptine dayanmaktadır. ABD bu hakka dayanarak terör örgütleri bir yana, bu örgütlerin yuvalandıkları ileri sürülen ülkeleri dahi işgal etmiştir. Yine İsrail’in Lübnan ve Filistin topraklarında, ABD’nin Irak ve Afganistan’ın yanısıra bazı güney Amerika ülkelerinde ve Libya’da bu hakkı kullandıkları bilinmektedir.

Saddam rejimi döneminde Türkiye tarafından da sıklıkla kullanılabilen bu haktan, Rusya dahi gerektiğinde istifade edebileceğini açıklamıştır. Rusya Genelkurmay Başkanı Korgeneral Yuri Baluyievski “Moskova, dünyanın her noktasında teröristlerin üslerine önleyici saldırılar yapmaya hazırdır” diyerek bu haklarını saklı tutmuştur.

...biz milli güvenliğimize ve genel olarak ülke bekasına karşı yönelen bu saldırılara karşı uluslararası camianın kullandığı “önleyici vuruş hakkı”mızı kullanacağımızı en başından ilan etmezsek, sonra Anadolu Ajansı’ndan adı belirtilmeyen ABD’li yetkililerin “siz sınırınız dışında terör örgütlerine karşı müdahalede bulunamazsınız” türünden saçmalıklarını daha çok dinleriz. Bu sebeple Türkiye’nin hiç vakit geçirmeden ve tereddüde mahal bırakmayacak şekilde en üst seviyede Türkiye’ye tehdit teşkil edebilecek her türlü terör örgütlerine karşı dünyanın neresinde olursa olsun “Önleyici Vuruş Hakkını” kullanacağını açıklaması ve uygulaması gerekmektedir” (7).

Türksam böyle akıl veriyor; Türkiye'nin “önleyici vuruş hakkı” vardır, bu hakkı tereddüt etmeksizin kullanması gerekir, Başbakan Erdoğan bu hakkı kullanma konusunda yıllarca çekingen davranmıştır, ama sonunda “çekimser ifadelerle de olsa” bu haktan yararlanılabileceğini açıklamıştır. Türkiye, tereddütsüz olarak, saldırana karşı bu hakkı, saldıran neredeyse onu orada imha ederek kullanmak zorundadır vb. Akıl hocası yeni güvenlik konseptinin saldırganlık üzerine inşa edilmesini önermektedir. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da savunma içerikli ulusal güvenlik konseptinin, saldırı içerikli ulusal güvenlik konseptine dönüştürülmesi için adımlar atılmaya başlanmıştır.

Daha Türkiye kurulmadan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde, somutta da Sakarya Meydan Muharebesi (23 Ağustos – 13 Eylül 1921) esnasında Mustafa Kemal ulusal güvenlik konseptini "hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır” diye açıklıyordu. Bu, savunma ekseli bir ulusal güvenlik konseptiydi.

Türk burjuvazisinin akıl hocası Türksam, böyle bir ulusal güvenlik konseptinin artık geçerli olamayacağını saldırı eksenli ulusal güvenlik konseptine geçilmesini önermektedir.
Kürt Özgürlük Hareketine karşı Saddam döneminden bu yana, dönem dönem sıkça olmak üzere sınır ötesi saldırılar düzenlenmiştir, ama bu Türkiye'nin ulusal güvenlik konseptinde belirleyici olmamıştır. Ulusal güvenlik konsepti, NATO'nun uluslararası güvenlik konseptine entegre edilmiş olarak kalmıştır. Türksam artık bu anlayışı değiştirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Şimdi bu saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti hakkında R. T. Erdoğan'ın ne dediğine bakalım:

9. Avrasya İslam Şûrası açılışında yaptığı konuşmadan (11.10.2016):
Bizim Türkiye olarak hem ülkemize yönelik terör tehdidinin kaynaklarını barındırması, hem de bin yıllık komşuluk ve kardeşlik hukukumuz gereği meseleye müdahil olmamızı istemeyenler diğer ülkelere ses çıkarmıyor. Hâlbuki eğer Irak ve Suriye’nin başı dertteyse, sorunun çözümü için her türlü çabayı göstermek, tedbiri almak en çok Türkiye’nin sorumluluğudur. Bu her şeyden önce kardeşliğin, komşuluğun bir gereğidir. Bunun için de bir yerlerden izin almaya ihtiyacımız yoktur, almayı da düşünmüyoruz, bunun da böyle bilinmesini özellikle ifade ediyorum. Bazı ülkeler binlerce kilometre uzaktan gelip Afganistan’da ve daha pek çok yerde kendine tehdit oluşturduğu iddiasıyla operasyon yapacak, Türkiye yanı başında 911 kilometre Suriye sınırı, 350 kilometre Irak sınırı, buradaki tehlikeye müdahale edemeyecek; biz bu çarpıklığı asla kabul etmiyoruz”.
Diktatör Erdoğan, “18. Muhtarlar Toplantısı”nda konuşuyor (19.10.2016):
Malum son zamanlarda gündemde olan önce Lozan’ı ifade ederek gündeme düşürdüğümüz konu, ardından Misakı Milli konusu, işte bunlar hepsi bu sürecin nasıl yönetildiğini, bizlere nasıl bazı gerçekleri yanlış öğrettiklerinin en açık ifadesidir.

Gençlerimizin Lozan’ı incelemesi, araştırmasıyla, birileri rahatsız oluyor, varsın rahatsız olsun. Niye korkuyorsunuz? Tartışılsın, incelensin, kim ne demiş görülsün, doğru-yanlış bilelim...Lozan...acaba doğru mudur, bu soruyu kendimize bir soralım. Yanlış diyenler varsa, niye yanlış diyor, bunu da soralım...

Misakı Milli dedik değil mi? Şimdi Misakı Milli niye rahatsız ediyor? Misakı Milliyi gündeme getiren kim? Gazi Mustafa Kemal. Niye rahatsız oluyorsunuz? Bak biz rahatsız olmuyoruz. Misakı Milli batıdan doğruya nasıl başlıyor, burada bir tarih yok mu? Burada bu milletin geçmişi yok mu? Niye rahatsız oluyorsunuz? Rahatsız olmayın. Onun için de bunu da öğrenelim, bilelim, dün neydi, bugün ne? Ve bunu tabi birileri anlamak istemiyor, derdi başka, ama anlayanlar var hamdolsun...

Şimdi bugün şöyle bir geriye dönüp baktığımızda manzara nedir? Osmanlı öylesine büyük, öylesine köklü bir devletti ki, bu devin yıkılışı milletimiz üzerinde maddi ve manevi olarak derin yaralara yol açmıştır. 1914 yılında…2,5 milyon kilometrekare olan topraklarımızın büyüklüğü 9 yıl sonra Lozan’ı imzaladığımızda, daha sonra topraklarımıza katılan Hatay’la birlikte 780 bin kilometrekareye düşmüştü. Bakın 2,5 milyondan 780 bin kilometrekareye, süre ne kadar dar.

Kurtuluş Savaşımıza girerken hedefimiz, Misakı Milli sınırlarımıza sahip çıkmaktı. Maalesef hem batı, hem de güney sınırlarımızda Misakı Milli hedeflerimizi koruyamadık. Dönemin şartları itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar olabilir, bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür. Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır. Biz 780 bin kilometrekareye nelerden geldik biliyor musunuz? Şöyle bir geçmişe iyice bakarsak, 20 milyon kilometrekarelerden geldik.

2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır. Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken, biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz, çünkü biz Kurtuluş Savaşımızı ‘hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır’ stratejisiyle kazanmış bir milletiz. İstiklalimizi bu anlayışla kazandığımız halde, bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir.

Nitekim şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan, bıçak kemiğe dayanmadan, gırtladığımıza kadar bataklığa gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için, dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik. Siyasette büyük bedeller ödedik; darbelerle, muhtıralarla, vesayet yönetimleriyle çok zaman kaybettik. Ekonomide büyük bedeller ödedik; aynı kulvarda yarışa başladığımız ülkelerin fersah fersah maalesef gerisinde kaldık...

...Türkiye artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı kurutmanın yollarını bulacağız...

Türkiye, Suriye ve Irak’ta yaşanan hadiseler karşısında da işte bu yeni güvenlik anlayışımıza uygun bir duruş sergiliyor. Yıllarca Suriye’de hem mazlum Suriye halkının mağduriyetini giderecek, hem ülkemizin sınırlarının güvenliğini sağlayacak bir çözüm bulunması için bekledik. Ama baktık ki biz bekledikçe sorunlar üzerimize geliyor. Bir yanda DEAŞ terör örgütü, diğer yanda PYD-YPG terör örgütü karşımızda bayrak sallamaya başlayınca anladık ki kimseden bize fayda yok, kendi göbeğimizi kendimiz kesmemiz gerekiyor...

İşte Cerablus, Rai, Dabık...Ama şimdi birileri bize akıl veriyor. Ne diyorlar? ‘Dabık’a girdiniz, iyi, bundan dolayı tebrik ederiz, kutlarız; ama daha aşağıya gitmeyin.’ Daha aşağıda ne var? El-Bab var. Kusura bakmayın, biz oraya da gideceğiz. Niye gideceğiz? Çünkü bizim tehdidi altında olduğumuz yer çizgi olarak söylüyorum, Dabık’ta bitmiyor, El-Bab’ın da güneyine doğru iniyor. Ve oradan bizim Münbiç’i de koalisyon güçleriyle beraber kuşatma altına almamız lazım...

Türkiye’nin Musul operasyonuna girmesini engellemeye çalışanlar, Suriye’deki oyunlarını bozmamızdan rahatsız olanlardır. İstiyorlar ki Türkiye yerinde otursun, olup bitenleri seyretsin, sonra da payına düşen bedel neyse onu ödesin...Asıl mesele, bölgenin yeniden yapılandırılması meselesidir.

Bağdat Hükümeti ve Esad rejimi gibi yapılar ile terör örgütleri eliyle hayata geçirilmeye çalışılan bu proje, Türkiye’nin bekasını tehdit ediyor. Hiç kimsenin bu oyunda bize biçtiği role rıza göstermek zorunda değiliz. Türkiye olarak kendi planlarımızı uygulamaya başladık...

Biz hem sahada olacağız, hem de masada olacağız.’ Ve bu yeni yaklaşımın gereği olarak da Musul meselesini Musul’da çözmek mecburiyetindeyiz. Şayet Musul’u feda edersek, mezhepçiliğe feda edersek sorunun kendi sınırlarımıza dayanmasını engelleyemeyiz.

Musullu kardeşlerimizle birlikte Kuzey Irak Yönetimi, hatta tüm bölge bu süreçten çok büyük zarar görecektir. Suriye’de hangi amaçla ve nasıl harekete geçtiysek, Musul için de aynı şekilde davranmakta kararlıyız. Çünkü Musul’un tamamı kahir ekseriyeti Arap Sünni ve bir miktar da Türkmen Sünni kardeşlerimiz var. Biz orayı kalkıp da farklı bir mezhebi anlayışa terk edemeyiz...

Bölgede etkin olan ülkeler Türkiye’nin bu hakkını saygı göstermek mecburiyetindedir. Bizim 911 kilometre Suriye sınırımız var, 350 kilometre Irak sınırımız var. Biz burada sınırdaş olacağız, biz söz söylemeyeceğiz; sınır olmayan onlar istediği gibi kesecek biçecek, ondan sonra da elbiseyi yapacak… Yok böyle bir şey. Bu tavrımızın ne savaş çığırtkanlığıyla, ne Irak’ın egemenliğini ihlalle, ne de başka herhangi bir art niyetle ilgisi yoktur. Biz kendi istiklalimizi ve istikbalimizi korumak için mücadeleyi nerede yürütmemiz gerekiyorsa orada olmak istiyoruz. Şu anda bunun yeri Musul’dur, öyleyse biz Musul’da olacağız...

Suriye’deki, Irak’taki, Balkanlar’daki, Kafkaslar’daki bütün yerler gibi Halep’i de kendimizden ayrı görmedik, göremeyiz”.
“Bursa Toplu Açılış Töreni”nde yaptığı konuşmadan (22.11.2016):
Cumhuriyet bizim ilk değil son devletimizdir. Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz, onu da söyleyeyim. Unutulmamalıdır ki Cumhuriyeti kuran kadronun çok önemli bir bölümünün dahi doğduğu, büyüdüğü topraklar yeni devletimizin sınırları dışında kalmıştır. Neyi kastettiğimizi anlıyorsunuz değil mi? Bunu Bursalılar çok iyi bilir.

Uzun zamandır yaşadığımız kesintisiz savaşların, kayıpların etkisiyle biraz nefes alabilmek, kendimizi toparlayabilmek için o dönemde buna tamam denmiş olabilir. Asıl yanlış; dönemin tartışmalı şartları içinde yapılan bu fedakârlığa teslim olup devlet ve toplum hayatını buna göre inşa etmeye kalkışmaktır; işte biz bunu kabul etmiyoruz, böyle bir şey yok. Artık bu yanlış tarih ve medeniyet algısından vazgeçilmesi gerektiğini söylüyoruz” (8).

Söylenenler oldukça açık. Faşist rejim, ulusal güvenliği sınır ötesinde operasyonlarla sağlamak için yeni bir konsept oluşturduğunu açıklıyor. Bu konsepte göre de yapılması gereken neyse onu yapacağım diyor.

Türk burjuvazisi şimdiye kadar NATO'nun uluslararası güvenlik konseptine entegre edilmiş güvenlik konseptini artık yanlış buluyor, yeni güvenlik konseptini “tehdidi yerinde yok et” adı altında doğrudan saldırı eksenli konsept olarak geliştiriyor. Bu konseptin temel özelliklerini ana başlıklar olarak sıralayacak olursak:

1) Lozan bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli'dir

Gelişmesinin bu aşamasında Türk burjuvazisi, Lozan Antlaşmasıyla belirlenmiş olan sınırları tanımadığını ve hedefinin Misak-ı Milli olduğunu savunuyor ve bunu da Erdoğan vasıtasıyla açıklıyor. Tarihi yeniden yazmak için -burjuvazi tarihi, çıkarlarına göre sürekli yeniden yorumlayabilir- Lozan'ı “incelenmesi, araştırılması”, gerçeklerin öğrenilmesi için tartışmaya açıyor. Erdoğan, şimdiye kadarki resmi tarihin Lozan'ı büyük bir zafer olarak ele aldığını, toplumun ve özellikle de gençliğin bu algılamayla yetiştirildiğini, bunun doğru olmadığını, şimdi gerçekleri dile getirmenin zamanı geldiğini açıkça ifade ediyor.

Erdoğan'a göre Misak-ı Milli'nin o zaman gerçekleştirilememesi, birtakım zorunluluklardan dolayı kabul edilebilir, ama artık bu zorunluluğun maddi nedenleri çoktan ortadan kalkmıştır. Erdoğan, Lozan'la çizilmiş olan sınırları “Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz” diyerek reddediyor ve esas amacının saldırganlık ve başka (komşu) ülkeleri işgal etmek olduğunu açıklıyor. Bu, bir savaş programıdır.

Misak-ı Milli anlayışına M. Kemal sosunu bulaştırarak, kendine kemalist diyen çevreleri de bu açılıma katmak isteyen diktatör Erdoğan, Misak-ı Milli sınırları içinde ve dışında sahip çıkılması gereken bir tarihin; kast ettiği coğrafyada “bu milletin geçmişi”nin olduğunu ifade ediyor. Kurtuluş savaşının hedefinin Misak-ı Milli sınırlarına (9) sahip çıkmak olmasına rağmen, bu hedefe ulaşılamadığını açıklıyor. Bahsettiği bu coğrafya, şimdiki sınırları çevreleyen İran hariç yakın alandır; 2,5 milyon kilometrekare ile bu alanı kast ediyor ve 780 bin kilometrekareye çekilmişliği kabullenmenin hata olduğunu açıklıyor: Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır”.

Bu yakın alan coğrafi sınır çizimi “yeni Osmanlıcılık” olarak da tanımlanabilir. Önemli olan bu alanın hangi kavramla tanımlandığı değil, önemli olan Türk burjuvazisinin bugün gelmiş olduğu gelişmişlik sürecinde bir Misak-ı Milli talebiyle “arka bahçe”den bahsetmesidir. Açık ki bu, Türk burjuvazisinin yakın alan jeopolitik hedefidir.

2) “1923 psikolojisiyle hareket edemeyiz”

Eski ulusal güvenlik konsepti:
2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” diyen Erdoğan şimdiye kadar geçerli olan ulusal güvenlik konseptinin eskidiğini; Türk burjuvazisinin çıkarlarına hitap etmediğini ve yeni bir ulusal güvenlik anlayışına ihtiyaç olduğunu açıklıyor: “1923’ün psikolojisi”,”hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır” anlayışıpsikolojisidir. Yani ulusal güvenliğin bütün vatanı savunmaktan geçtiğinin anlatımıdır. Başka türlü ifade edersek; vatan diye sahiplenilen topraklara dışarıdan bir saldırı olursa o saldırıyı vatan topraklarında karşılama anlayışıdır. Bu, doğrudan savunma eksenli bir ulusal güvenlik anlayışıdır.
Bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir” diyerek savunma eksenli ulusal güvenlik konseptinin günümüz koşullarına cevap vermediğini ve terk edilmesi gerektiğini açıklıyor.

Yeni ulusal güvenlik konsepti:
Artık savunma eksenli ulusal güvenlik politikasından saldırı eksenli ulusal güvenlik politikasına geçerek yeni bir ulusal güvenlik konsepti oluşturmanın zamanı geldiğini açıklıyor Erdoğan. Bu konseptin belirleyici özelliği, düşman olarak algılanan güçlerin sınır ötesinde imha edilmesidir. Bu konsepti şöyle açıklıyor:

2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır. Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken, biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz...

Nitekim şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan, bıçak kemiğe dayanmadan, gırtladığımıza kadar bataklığa gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için, dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik...

Türkiye artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı kurutmanın yollarını bulacağız”.

Diktatör Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye, hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi kaynağında, nereden geliyorsa orada vuracak. Türkiye saldırgan eksenli bu ulusal güvenlik anlayışında yalnız değil; ABD, İsrail ve dönem dönem Rusya da saldırı eksenli ulusal güvenlik politikası uygulamaktalar.

3) Türkiye'nin ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz

Ulusal güvenlik konusunda Türkiye'nin NATO üyesi olana kadar (1952) müttefiklik ilişkisine dayanma diye bir anlayışı olmadı. NATO üyeliğinden sonra ulusal güvenlik politikası, NATO'nun uluslararası güvenlik politikasının bir eklemi oldu. Sovyetler Birliği ve revizyonist blok dağıldıktan (1991/1992) sonra da Türkiye'nin ulusal güvenliği, NATO'nun uluslararası güvenlik konseptinin bir sorunu olarak kalmıştır. Suriye savaşıyla birlikte Türk burjuvazisinin NATO hakkında düşüncelerinde belli değişimler oluşmaya başlamıştır: Ortadoğu'da özellikle Suriye'den kaynaklı kendine yönelik saldırılar söz konusu olduğunda NATO'nun soruna gönülsüz müdahil olma tavrı veya Türk burjuvazisinin algılamasına göre müttefik ülkelerin Türkiye'den ziyade terör örgütleriyle ilişki içinde olmaları, Türk burjuvazisinde ulusal güvenliğin müttefiklere bırakılamayacak kadar önemli olduğu düşüncesinin gelişmesine neden olmuştur. 15 Temmuz darbe girişiminde Batılı müttefik ülkelerin tavrı da güvensiliğin tuzu biberi olmuştur. Özellikle bu darbe girişiminden sonra başta ABD olmak üzere Batılı müttefik ülkelerin terörizm konusundaki tavırları; Türkiye'yi, Suriye ve Irak'tan uzak tutmaya çalışmaları ve Türk burjuvazisinin algılamasına göre çarpık ilişkiler (Rojava'da PYD-ABD ilişkisi) sonuçta yeni güvenlik konseptinin oluşturulmasına yol açmıştır. Bu konsepte müttefiklere güvenme yerini, kendi gücüne güven alıyor. Bu durumu Erdoğan şöyle açıklıyor:
Yıllarca Suriye’de hem mazlum Suriye halkının mağduriyetini giderecek, hem ülkemizin sınırlarının güvenliğini sağlayacak bir çözüm bulunması için bekledik. Ama baktık ki biz bekledikçe sorunlar üzerimize geliyor. Bir yanda DEAŞ terör örgütü, diğer yanda PYD-YPG terör örgütü karşımızda bayrak sallamaya başlayınca anladık ki kimseden bize fayda yok, kendi göbeğimizi kendimiz kesmemiz gerekiyor...

İşte Cerablus, Rai, Dabık...Ama şimdi birileri bize akıl veriyor. Ne diyorlar? ‘Dabık’a girdiniz, iyi, bundan dolayı tebrik ederiz, kutlarız; ama daha aşağıya gitmeyin.’ Daha aşağıda ne var? El-Bab var. Kusura bakmayın, biz oraya da gideceğiz. Niye gideceğiz? Çünkü bizim tehdidi altında olduğumuz yer çizgi olarak söylüyorum, Dabık’ta bitmiyor, El-Bab’ın da güneyine doğru iniyor. Ve oradan bizim Münbiç’i de koalisyon güçleriyle beraber kuşatma altına almamız lazım...”.

15 Temmuz başarısız darbe girişiminde başta ABD olmak üzere Batılı müttefiklerinin suçüstü yakalanma durumu, darbe sonrasında iktidar ile müttefikleri arasındaki ilişkilerin gerilmesi, Türk burjuvazisine travma yaşatmıştır. Bu travma, darbede “Gülen Hareketi”nin oynadığı rolden daha da ağır ve önemli olmuştur. Varlığımıza kast ediliyor ve kast edenler de müttefiklerimizdirden hareketle Türk burjuvazisi, bu coğrafyada var olmak için kendi gücüne dayanan ulusal güvenlik politikası geliştirilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.

Gelişmesinin ve müttefiklik ilişkilerindeki gelişmenin bu aşamasından sonra Türk burjuvazisinin Batı'yla sorunsuz denebilecek güvenlik ilişkilerine geri dönmesi beklenmemelidir.

4)Yeni ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme konseptidir

Bu coğrafyada var olmak için ya kuşatılırsın veya da kuşatırsın. Bu iki durumun dışında üçüncü bir durum istisnai olarak mümkün olabilir. Türkiye bu istisnai durumu 1923-1952 arasında, ama özellikle 1923-II. Dünya Savaşı başlangıcı arasında yaşamıştır. Her iki dünya savaşı arasında Türkiye-Sovyetler Birliği arasındaki dostluk ilişkileri gelişmiş, Türkiye ve Batılı emperyalist ülkeler arasında ilişki mesafeli kalmıştı (Bu ilişki öncelikle Almanya-Türkiye arasında giderek Almanya lehine bozulmaya başlamıştı). II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin Batı dünyasına kapağı atması, bu istisnai durumu ortadan kaldıran adım olmuştur.

NATO üyeliğiyle birlikte Türkiye, Amerikan emperyalizmi önderliğinde kapitalist dünyanın çıkarlarını savunmak için sosyalist, sonra da revizyonist dünyayı kuşatanlar arasında yer almıştır. Suriye savaşından bu yana ise hem müttefikleri hem de Rusya tarafından kuşatılmış durumdadır. Türk burjuvazisi bu kuşatmayı kırmak için yeni ulusal güvenlik konsepti oluşturmaktadır. Bu konsept, Türkiye'nin bu kuşatılmışlıktan kurtulmak, hapsedildiği çemberi kırmak için geliştirdiği veya ana hatlarıyla açıkladığı jeopolitik anlayışını da dile getirmektedir. Bu jeopolitik anlayışın temel özelliklerini herhangi bir sistematiğe tabi tutmadan şöyle özetleyebiliriz:

- Kuşatılmak istemiyorsan, kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır dışında karşılamak ve imha etmek zorundasın. Esas hedef, “sinekler” değil, bataklıktır; yani tehdidin kaynağı esas hedeftir. Bu durumda Suriye ve Irak üzerinden Türkiye'yi tehdit edenler hedef alınacaktır. Suriye ve Irak üzerinden tehdidi Türk burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük Hareketiyle sınırlamamaktadır; onun algılamasına göre Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler bunu “terör” örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri belli devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi, devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri, Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu terör örgütleri nerede konuşlanmışlarda (bataklık) orada imha edilmelidir. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bu ve yakın coğrafyada çıkarları olan ülkeler, Türkiye'nin terörle meşgul olmasını ve başka bir şey yapacak durumda olmamasını istiyorlar. Bu durumda Türkiye bu yüzyılı kaybedecektir; kaybetmesini isteyen ülkeler kazanacaktır. O halde Türkiye bu yüzyılı kaybetmemek için kaybetmesini isteyen ülkeleri yönlendirdiği terör örgütleri üzerinden vurmalıdır.
Bugün için bu örgütler Türkiye'yi Irak ve Suriye üzerinden vurdukları için Türkiye de onları Suriye ve Irak topraklarında vurmalıdır. Bu nedenle Suriye'ye girilmiştir. Bu nedenle, gerekirse Irak'a da girilecektir. Türk burjuvazisi ulusal güvenliğini sağlamak için sınır ötesi müdahalesinin sadece “Fırat Kalkanı” ile sınırlı kalmayacağını, Afrin'in (Kilis-Kırıkhan hattı) ve Fırat'ın doğusunun da (Kobane Kantonu) hedef alınacağını, gerekirse Irak'a da aynı amaçla girileceğini açıkça ilan etmektedir.

-Kuşatmayı yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden (müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.

-Bu coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşlatılmışlığı, kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır.
Bu nedenle Akdeniz'den başlayarak Irak sınırına kadar, yani Rojava'da kesintisiz bir tampon bölge oluşturulmalıdır. Ancak böyle bir tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi boğulursa Suriye ve Irak toprakları Türkiye için saldırı üssü olmaktan çıkartılmış olur. Bu nedenle Türk burjuvazisi Halep-Musul hattını kendi güvenliği için savunma hattı olarak görmektedir. Halep-Musul hattı aynı zamanda Misak-ı Milli'nin güney sınırlarıdır. Bunu daha açık bir biçimde Erdoğan, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı mücadele bağlamında Suriye ve Irak'ta, şu anda Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de, Sincar'da bu mücadeleyi yine sürdüreceğiz” diyerek Misak-ı Milli'nin tam sınırını çizmektedir.

Türk burjuvazisi Misak-ı Milli'yi, en azından güney kesimini kendini savunma hattı olarak gündeme getirmektedir ve bunu da başka ülkelerin topraklarında gözümüz yoktur diye açıklamaktadır. Halep düştü, ama Türk burjuvazisi koridor sevdasından vazgeçmedi ve geçmeyecektir de. Esas amacı, Güney Kürdistan'ı da katarak Akdeniz'den İran sınırına uzanan bir koridordur, ki bu tam da Misak-ı Milli'nin güney sınırlarını oluşturmaktadır.

Kuşatılmışlıktan kuşatmaya geçmenin Kafkasya cephesi de var: Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan'da da askeri faaliyet sürdürmektedir. Azerbaycan ve Gürcistan'ın en azından Batum bölgesi Türkiye için oldukça önemlidir. Bölge olarak Batum, Misak-ı Milli'nin sınırları içindedir. Türk burjuvazisi bu yönden gelebilecek tehdidi önlemek için bu coğrafi alanı kontrol etmek gerektiği anlayışındadır.
Bu da yetmiyor. Uluslararası alanda teröre karşı mücadele adı altında Türkiye, Irak, Somali ve Katar'da askeri üsleri kurdu. Bu durumda Türk burjuvazisi, kuşatılmışlığı parçalamış olmanın ötesinde, Alman emperyalizminin Almanya'nın çıkarlarını Hindikuş'unda savunmak için Afganistan işgal ve savaşına katıldığı gibi, Türk sermayesinin çıkarlarını korumak için Katar, Somali ve Afganistan'a uzanmak gerekir anlayışındadır.

Türkiye son birkaç yıla kadar BM barış gücü şemsiyesi altında çok sayıda ülkede görev almıştır. Ama son birkaç yıldır, BM'den bağımsız olarak çok sayıda ülkede askeri faaliyet sürdürmektedir: Somali, Katar, Irak'taki mevcut üslerinin yanı sıra Arnavutluk, Azerbaycan ve Gürcistan'da üs kurma çabaları var, Afganistan'da NATO kapsamında karargahı var (10).

Türk burjuvazisi, Osmanlı döneminde olduğu gibi yeniden üç kıtada varız diyor!. Ama burada önemli olan Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin her bir köşesinde askeri varlık göstermesidir.
Bütün bunlar kuşatılmışlığı kırmanın, kuşatmaya geçmenin, diğer bir ifadeyle; ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır ötesinde alınacak tedbirlerle önleme, imha etme, sınır ötesi savunma kalkanı kurma aşamasına geçmenin açık ifadesidir.

5)”Proaktif” dış politika ve saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti

Yukarıda “Proaktif” dış politikadan bahsetmiştik. Eski Başbakan A. Davutoğlu, bu politikanın ne anlama geldiğini jeopolitik açıdan “Stratejik Derinlik” kitabında analiz eder. Kendisi Başbakanlıktan azledilmiş olsa da onun altyapısını oluşturduğu bu dış politika, bugünlerde ulusal güvenlik ve Türk burjuvazisinin jeopolitik açılımı perspektifiyle uygulanmaya konmaktadır. Bu dış politika, Türk burjuvazisine Osmanlı döneminde kendi hakimiyetinde olan yakın çevresinde yeniden aktif olmanın; bu bölgelerde hakimiyet kurmanın yol ve yöntemlerini göstermektedir. Bugün açısından en belirleyici özelliği, ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır ötesinde karşılamanın ve imha etmenin yanı sıra birtakım insani yardımlarla, kültürel ilişkilerle, ekonomik desteklerle söz konusu bu bölgelerde tarihsel ilişkileri canlandırmak ve etkili olmaktır. Türk burjuvazisi bu jeopolitik açılımında sadece askeri varlığını değil, bunun ötesinde TİKA, AFAD, Kızılay, Yunus Emre Enstitüsü, STK'lar gibi sivil kurumları da harekete geçirmektedir. Türkiye'nin bu alanda yapmış olduğu harcamalar dikkate değer boyutlardadır.

Açık ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifiyle yapacaktır.
Böyle bir ulusal güvenlik konseptini uygulamak için Türkiye'nin askeri yetenekleri var mı? Anlatıma göre Türkiye Milli Askeri Stratejisi'nde (TÜMAS) şekillenen askeri strateji, önleyici özellik taşıyor; savunmacı ama içinde saldırı da var. Bu önleyiciliği; saldırıyı gerçekleştirmek için Türkiye'nin erken uyarı sistemlerine, tanker uçaklarına ve uçak gemisine sahip olması gerekir. Türkiye, erken uyarı sistemlerine, tanker uçaklarına; istediği noktaya yakıt tankeri ve uçaklarıyla ulaşabilecek yeteneğine sahip. Ama uçaklara bomba ikmali için gerekli olan uçak gemisi yok. Anlatıma göre yakında böyle bir yeteneğe de sahip olacak.

Şu bizim “Sol”un halleri!
Özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesini kazanmak için sınıf düşmanını doğru analiz etmek zorundayız!
Yazı boyunca Türk burjuvazisinin yeni ulusal güvenlik konsepti bağlamında dile getirdiği görüşleri, diktatör Erdoğan'ın “ey” diye başlayan kükremesini abartmış olabilirim. Ama bu iktidarın yıkılaması, sosyalizmin kurulması için mücadele eden birisi olarak bu sınıf düşmanını her halükarda küçümsemek istemiyorum. Söylediklerinin yüzde 1'inden daha azının doğru olduğunu düşünelim: Bu durumda bugün yaşadıklarımız; o yüzde birden daha aza denk düşen baskı, katliam, işgalcilik değil mi?
Rejim söz konusu olduğunda “Sol” olarak önce ne yaman ne dehşetli analizler yaptığımıza bakmamız gerekir. Ekonomik kriz gelir, Erdoğan gidere bel bağlayanlardan hangi çelişkiler nasıl gelirse faşist rejimin sonu gelire kadar uzanan o geniş “dehşetli” analiz yelpazesi içinde faşist diktatörlüğe karşı özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde özne olan sınıf ve sosyal tabakaların örgütlenmesinde yerimiz nedir sorusu sorulmuyor. Bu “dehşetli”, aynı zamanda oldukça da ayrıntılı; neredeyse hiçbir etnik ve dinsel topluluğun rejimle keskinleşen çelişkilerini gözardı etmeyen analizler, faşist rejimin iç ve dış çelişkilerin keskinleşmesi ve etkide bulunması sonucunda yıkılacağına umut bağlayalımla sonlanıyor; işçi sınıfını ve emekçi yığınları örgütleyeceğim ve bu sömürü ve talan sistemini yıkacağım ruhunun yerini kendiliğindenci gelişmelere bel bağlama ruhu alıyor.

Yapamaz, edemez, giremez, izin vermezler, yıkıldı yıkılacak, kriz götürür vb. diyenlerin çoğunluğu “sol”da duranlardan oluşmuyor mu? Ne oldu? Girdi, El Bab'a kadar gitti, işgal etti. Şimdi de El Bab bataklığında boğulacağına umut bağlayanlar hiç de az değil. Suriye'de işi bitti, Suriye politikası iflas etti dedik, ama saf değiştirerek Suriye “sofrası”na şimdilik oturdu. (Şimdilik diyorum, çünkü Ortadoğu'da her şey her an değişebilir). Oturmakla kalmadı, Rusya ile birlikte “ateşkes”in devamını sağlamakta sorumlu “garantör” devletlerden birisi oldu. ABD ve AB'nin resmen ve düpedüz Suriye sorununda figüran durumuna düşürülmesinde etkili oldu.

Türk burjuvazisinin Suriye politikası iflas etmiştir. Bunu hep söylüyoruz. Yahu bunu hükümet sözcüsü N. Kurtulmuş da aylar öncesi “başımıza ne geldiyse Suriye politikasından dolayı geldi” diye açıkladı. Ama hala oraya takılıp kalmış olanlar yok mu? “Atı alan Üsküdar'ı geçmiş”, ama biz “Sol” olarak hala oradayız; Suriye politikası iflas etti. Etti de ne oldu? Suriye sorunuyla bağlam içinde bütün bağları mı koptu? Kendi içine mi kapandı? Tam tersine yapmaya başladı: Suriye'de işgalciliğe girişti, yeni ulusal güvenlik konseptinden bahsediyor, güvenli bölge oluşturacağım, Münbiç'e, Afrin'e sefer düzenleyeceğim diyor. Suriye sorununu çözen aktörlerden birisiyim diyor, demekle kalmıyor, masaya da oturmuş durumda. Burjuvazi politikasını değiştirmiş, başka bir politikaya göre hareket ediyor, ama “sol” hala Suriye politikası iflas ettide duruyor ve M. Sönmez'in Türkiye'de kapitalizmin büyümesini anlattığı yöntemle Türk burjuvazisinin Suriye 'deki işgalciliğini açıklamaya çalışıyor.
Türkiye'nin artık eski Türkiye olmadığını; bağımlılık ilişkilerini yeniden masaya yatırmak istediğini anlamak ve hitap ettiğimiz sınıf ve sosyal tabakalara nasıl bir sınıf düşmanıyla karşı karşıya olduğumuz anlatmak bu kadar zor mu? Tabii, avanak küçük burjuvada Türkiye'nin Batı'lı müttefikleriyle gerilen ve çelişkiye dönüşen ilişkilerinde bir “anti-emperyalizm” görme bağnazlığı olduğu müddetçe gerçeği görmenin önü kapatılmış olur. Ne demiyor Türk burjuvazisi? Batı'dan kopacağım demiyor, sermayeniz gelmesin demiyor, ülkedeki mevcut sermayenize el koyacağım, ulusallaştıracağım demiyor. NATO'dan ve başkaca Batı'lı örgütlenmelerden çıkacağım, antlaşmaları feshedeceğim demiyor. Ama “Sol” Batı'dan kopamaz, ekonomisi, askeriyesi Batı'ya bağlı demeyi kendine dert edinmiş. Hangi nedenlerden dolayı Türkiye-ABD/AB arasındaki ilişkiler gerildi, çelişki boyutuna vardı sorusuna cevap vermiyor “Sol”. Batı, Türkiye'den ne istiyor, Türkiye neyi yapmaya yanaşmıyor sorusuna cevap aramıyor “Sol”. Batı, önce sevdiği, yolunu açtığı Erdoğan'ı neden sevmemeye başladı, devirmek için neden darbe girişiminde bulunda sorusuna cevap aramıyor “Sol”. Türkiye'nin eski bağımlılık ilişkilerinden sıyrılmak ve yeni ilişkiler kurmak için imkanlarını kullandığını söyleyememenin sınıf mücadelesine katkısı nedir? Bilmiyorum.

Şu “Sol”un ekonomi ve politik gelişmeleri değerlendirmesi bazen oldukça garip. Ne demek istendiğini anlamak için birkaç kez okumak gerekiyor. Bazen bu da yetmiyor, aynı konu üzerine bir önceki görüş beyanında ne denmişti de şimdi -vurgulamak için- böyle deniyor veya aynı anlayış farklı açılardan işleniyor diye de düşünmek gerekiyor. Şunu açıkça söylemek istiyorum: Diktatör Erdoğan önderliğinde faşist rejimin genel anlamda Ortadoğu, özel anlamda da Suriye ve Irak politikaları ve başta ABD olmak üzere Batı'lı müttefikleriyle ilişkileri değerlendirilirken sergilenen yüzeysellik, kendini sınıf düşmanını tanımamak, onu küçük görmek ve okura; devrimin öznesi diye hitap edilen sınıfa ve sosyal tabakalara; somutta da işçi sınıfına ve emekçi yığınlara doğruyu anlatamamak olarak yansıtmaktadır. Halkların devrimci hareketini birleştiriyoruz, Türkiye-Kürdistan coğrafyasında devrimci, savaşan bir mücadele örgütünün vermesi gereken mücadeleyi veriyoruz. Bu konuda bir sıkıntımız yok. Ama bunun lafını dahi etmeyip de sonu gelmeyen analizler içinde kaybolanları ne yapacağız? Onlar da “Sol”un içindeler.

Örneğin Türkiye Irak'ta işgalcidir demek için İbadi'dinin açıklamasına sığınanlar da “Sol”un bir parçasıdır. Türkiye'nin Irak'taki işgalciliği İbadi'nin sözleri kanıt olarak göstererek açıklanmadı mı? Yani İbadi Türkiye Irak'ta işgalcidir (Başika kastedilerek) demeseydi, Evrensel yazarı M. Yalçıner Türkiye'nin Irak'ta işgalci olduğunu açıklayamayacaktı. Çok önemli bir kaynağa dayanarak bu gerçeği açıkladı! Ama tuhaf olan o ki, aynı İbadi Türkiye ile sorunların çözüldüğünü de açıklıyor (Sputnik).
Mürekkebi kurumadan eskiyen görüşlerle ancak buraya kadar gelinebilirdi.
Sonuç itibariyle: Diktatör Erdoğan'ı böyle konuşturanı, böyle söyleteni iyi analiz etmeliyiz. 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana da onu ne Batı'lı güçler ne de Rusya böyle konuşturuyor; onu böyle konuşturan Türk burjuvazisi ve sermayesidir; diktatör Erdoğan bu burjuvazi ve sermayesinin siyasal temsilciğinini yapıyor, onun çıkarlarını savunuyor.

(Gelecek (son) makalede Türkiye'nin dünya ve bölge ekonomisindeki, politikasındaki ve askeri kapasitesindeki yerini ele alacağız).

*

Dipnotlar:
1) Bu kurul 1933-1949 yılları arasında “Yüksek Müdafaa Meclisi Umumî Kâtipliği”, 1949-1962 yılları arasında da “Millî Savunma Yüksek Kurulu ve Genel Sekreterliği” adı altında faaliyet sürdürmekteydi. 1982 Anayasa ile bugünkü halini almıştır.

2)Bulut Gürpınar; “Milli Güvenlik Kurulu ve Dış Politika”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 10, Sayı 39 (Güz 2013), s. 83-98.

3)Bkz.:Altan Aktaş: “Güvenlikleştirme Yaklaşımı ve Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Anlayışındaki Dönüşüm”; “2001 Ağustosu‟nda Anavatan Partisi‟nin kongresinde konuşan dönemin Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, Türkiye‟nin AB‟ye entegrasyonunun, anayasadaki değişiklikleri ve AB tarafından talep edilen diğer reformları bertaraf eden “ulusal güvenlik sendromu” yüzünden geciktiğini iddia etti. Yılmaz‟a göre sorun, Türkiye‟nin ulusal güvenlik kavramsallaştırmasının AB ülkelerine göre çok geniş tutulmasının yanında, ulusal güvenliğin kapalı kapılar ardında tanımlanmasıydı. Kamuoyunun ve onun temsilcilerinin bu süreçte ya çok sınırlı etkisi vardı ya da hiç yoktu. Bu konuşmasından on gün sonra da, ulusal güvenliğin herkesi ilgilendiren bir konu olduğunu ve sadece siyasi partiler tarafından değil, kamuoyu tarafından da tartışılması gerektiğini belirten bir açıklama yaptı. Yılmaz‟ın bu sözleri Genelkurmay Başkanlığı, MHP gibi aktörler tarafından tepkiyle ve sert bir dille karşılanırken, TÜSİAD, ATO, MAZLUMDER gibi sivil toplumu temsil eden örgütler tarafından desteklendi”, s. 32.

4) http://www.mfa.gov.tr/i_-turkiye_nin-uluslararasi-guvenlik-perspektifi.tr.mfa.

5) Çalışma Alanları:
“TÜRKSAM, yukarıda belirtilen ülküye uygun faaliyetler yürütebilmek maksadıyla, aynı amaca yönelik iki farklı çalışma alanı belirlenmiş olup, bunlar şöyledir:
1. Tema Kapsamlı Çalışmalar
a. Enerji, enerji güvenliği, enerji hatları, enerji stratejileri
b. Terör, güvenlik politikaları, iç güvenlik, deniz haydutluğu, Siber-terör
c. Etnik ve dini çatışmalar
d. İttifaklar, ittifak içerisinde ilişkiler
1. NATO, AGİT, AKKA gibi savunma ve silahlanmanın kontrolüyle ilgili ittifaklar
2. AB-BAB-AGSP-AGSK
3. Diğer ittifaklar (KGÖ, ŞİÖ vb)
4. Savunma örgütü dışındaki diğer örgütlenmeler (BM, UAD, IMF, Dünya Bankası, İKÖ, KEİT, EİT, Arap Birliği, NAFTA, Akdeniz Diyalogu vb.)
e. Silahlanma, savunma sanayi ve silahsızlanma
f. Genel jeopolitik, strateji ve güvenlik politikası (Uzay jeopolitiği dahil)
g. Çevre ve iklim değişikliği
h. Kültür ve kültür stratejileri
ı. Muhtelif konular (1915 Ermeni göçü, Patrikhane-Ruhban Okulu ile ilgili diğer konular)
2. Saha Kapsamlı Çalışmalar
a. Slav coğrafyası ile ilgili çalışmalar
1. Rusya, Türkiye-Rusya ilişkileri
2. Ukrayna, Moldova, Beyaz Rusya
3. Karadeniz bölgesi
b. ABD, ABD-Türkiye ilişkileri
c. AB, AB-Türkiye İlişkileri
d. Kafkaslar
1. Azerbaycan
2. Gürcistan
3. Ermenistan (Ermeni Sorunu)
4. Kuzey Kafkasya
e. Türkistan ile ilişkiler
1. Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Tacikistan
2. Avrupa’daki Türk dünyası (Bulgaristan, Almanya, Fransa, Belçika, İsveç, Fransa, İsviçre vb.)
f. Balkanlar ve Kıbrıs
1. Yunanistan
2. Kıbrıs
3. Balkanlar (diğer)
g. Orta Doğu
1. İran
2. Irak
3. İsrail, Arap-İsrail Çatışması
4. Suriye-Lübnan-Ürdün-Mısır
5. S. Arabistan, Körfez ülkeleri
6. Kuzey Afrika ülkeleri
h. Güney Asya
1. Afganistan
2. Pakistan
3. Hindistan
4. Bangladeş-Srilanka
i. Uzak Doğu
1. Çin
2. Tayvan
3. Japonya
4. Kuzey/Güney Kore
j. Latin Amerika
k. Diğer (Avustralya, Büyük Okyanus”.

6)Bkz.: http://www.turksam.org/tr/kurumsal.


8)Bu konuşmalar için bkz.:https://www.tccb.gov.tr/receptayyiperdogan/konusmalar/

9) Mustafa Kemal çeşitli vesilelerle yaptığı açıklamalarda Misak-ı Milli sınırlarını tanımlamıştır. Bu bağlamda ilk açıklamasını 1 Mayıs 1920’deki Meclis konuşmasında ve son açıklamasını da 30 Ocak 1923 tarihinde yapmıştır. Misak-ı Milli tanımlaması şöyle:
Bu hudut İskenderun körfezinin güneyinden, Antakya’dan, Halep ile Katma istasyonu arasında Carablus köprüsünün güneyinde Fırat nehrine ulaşır. Oradan Deyrizor’a iner, oradan doğuya uzatılarak Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi içine alır.
Bu hudut, ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt unsurlarıyla meskûn vatan parçasıdır.”

10) Özellikle Somali ve Katar'daki üsler dikkati çekmektedir. Bu her iki ülkenin farklı açılardan stratejik konumları var: Katar, Ortadoğu-Basra Körfezi'nde enerji havzasında önemli bir ülkedir. Türkiye bu ülkede hava, deniz ve kara unsurlarını içeren çok amaçlı askeri üs kurmuştur.

Ortadoğu petrolünün tamamının yüzde 30; AB'nin, Çin, Japonya, Hindistan ve Asya'nın geri kalan ülkeleriyle yaptığı ticaretin neredeyse tamamı Bab el-Mendeb boğazından geçmektedir. Somali'de kurulan üs ise, dünyanın en kritik ve önemli su yolu geçitlerinden biri olan bu dar boğaza yakınlığıyla dikkat çekiyor.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.