“VARLIK FONU” VE SERMAYENİN MERKEZİLEŞTİRİLMESİ
9 Şubat 2017 Perşembe
İbrahim Okçuoğlu
Son birkaç günden beri burjuva ve aynı zamanda “sol” medyada da “Varlık Fonu” üzerine, sorunun siyasi boyutu bağlamında doğru eleştirilerin yanı sıra kapitalist ekonomiyle hiç de bağdaşmayan değerlendirmeler okuyoruz. Burjuva politik ekonomi açısından da yanlış ve kabul edilemez olmasına rağmen söylenenlerin “sol” tarafından hiçbir şey yokmuş gibi kabullenilmesi doğrusu insana acı veriyor. Bu anlayışlarla en fazla bu fon ile kastedilen siyasal amaçları teşhir etmiş oluruz. Hepsi bu kadar. Ağız birliği yapılmışcasına medya böyle fon olmaz, fon oluşturmak için varlık olması gerekir deniyor. Varlık olmadığına göre fon da olmaz deniyor. Yani varlık yok, yok olanın da fonu olmaz! Olur mu, olmaz mı sorusunu açmadan önce olayın özüne bir bakalım.
Türk burjuvazisi, siyasi temsilcisi diktatör Erdoğan ve AKP hükümetiyle “yedi düvel”e “savaş” açmış durumda. Özellikle Ortadoğu'da, somutta da Suriye ve Irak'ta ABD ve AB gibi müttefikleriyle ilişkilerini çelişi boyutlarına taşımıştır. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasındaki gelişmeler sadece Ortadoğu'da karşılıklı tavır almakla sınırlı kalmamış, Erdoğan ve faşist rejim, ekonomik alanda da uluslararası sermaye, kredi derecelendirme kurumları tarafından baskı altına alınmıştır. İstenilen, Türkiye'nin eski uysal, her söyleneni kabul eden konumuna yeniden dönmesidir. Türk burjuvazisi de buna direnmektedir. Hal böyle olunca dışarıdan kredi, borç para, adına ne dersek diyelim, bir sermaye akışı sağlamak zorlaşmıştır. Hükümet, şimdiye kadar aldığı tedbirlerin yetersiz kalması sonucunda kaynak arayışını, 2016’da kurulan “Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi” ile çözmeyi amaçlamıştır. Adı üzerinde bu bir fondur, varlıkların toplandığı bir sepettir. Başlangıçta “Özelleştirme Fonu” ve “Savunma Sanayi Fonu” gibi kaynaklar bu fona aktarıldı. Ekonominin ihtiyaçları göz önünde tutulursa bu iki kaynak devede kulak kalıyor. Öyleyse fonun kapsamı genişletilmeliydi, öyle de oldu.
5 Şubatta Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye'nin dev kuruluşları -bunların her biri bir ulusal sermayedir- varlık fonunda aktarıldı. Bu kuruluşlar şunlardır: T. C. Ziraat Bankası A.Ş., BOTAŞ, TPAO, PTT, Borsa İstanbul AŞ, TÜRKSAT sermayelerinde bulunan Hazine’ye ait hisselerin tamamı, Türk Telekomünikasyon AŞ’nin yüzde 6.68 oranındaki Hazine’ye ait hissesi ile Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü ve Çaykur da “Türkiye Varlık Fonu”na aktarıldı. Ayrıca mülkiyeti Hazine’ye ait 2 milyon 207 bin metrekare büyüklüğündeki 46 arazi de bu fona aktarıldı ve böylece Bodrum, Selçuk, Kemer ve Kuşadası gibi ilçelerin en önemli noktaları da fona devredilmiş oldu. 6 Şubatta “Özelleştirme Yüksek Kurulu”nun yaptığı açıklamaya göre THY'nin yüzde 49,12, Türkiye Halk Bankası A.Ş.’nin yüzde 51,11 hissesinin bu fona aktarılmasına karar verildi. Böylece bu dev şirketlerde kamuya, devlete ait olan paylarla fon güçlendirildi.
Ne gariptir ki, bu varlıklar yok sayılıyor ve “yok” üzerinden değerlendirme yapılıyor. Birkaç örnek verelim:
Meclis’te basın toplantısı düzenleyen CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Selin Sayek Böke, zaten zor durumda olan Türkiye ekonomisinin bir felakete sürüklendiğini belirtiyor. Bir fonun varlık fonu olabilmesi için bir varlığa dayanması gerektiğini, Türkiye’nin ise petrolünün, emtiasının, yüksek gelirinin ve tasarrufunun bulunmadığına dikkati çeken Böke, “Dolayısıyla Türkiye’de bir varlık fonu oluşturulabilecek bir varlık yok. Türkiye borçlu” diyor. (6 Şubat 2017).
Ege Cansen, yurt dışında ‘Sovereign State Fund' yani bağımsız ülke fonu adı verilen yöntemin Körfez ülkelerinden çıktığını aktararak, “Bu ülkelerin çok parası vardı. Bizim böyle birikmiş bir paramız yok. Bu aslında Devlet Fonu'dur” diyor (6 Şubat 2017).
“Bir varlık fonu kurulabilmesi için her şeyden önce bir varlık ya da kamu elinde oluşmuş bir gelir fazlalığı olması gerekir...Türkiye Varlık Fonu, ... herhangi bir emtiaya ya da bir gelir fazlalığına dayanmamaktadır. Türkiye’nin petrol, doğal gaz gibi bir emtiayı ihraç ederek elde ettiği gelirleriyle yaratabildiği bir bütçe fazlası olmadığı gibi cari fazlası veya fazla veren bir kamu emeklilik sistemi de yoktur...Türkiye’nin bir varlık fonu kurmak için gerekli emtiası da gelir fazlası da yoktur” (Mahfi Eğilmez; “Varlık Fonu”, 25.08.2016).
“Çin, Norveç, Kuveyt ya da Rusya gibi zengin doğal kaynaklarla beslenmeyen, üstelik sistematik açık bütçeye sahip bir ekonomide farklı kurumsal amaçlarla kullanıma gidecek olan kaynaklara el koyularak oluşturulan fon, açıktır ki siyasi amaçlıdır” İzzettin Önder, Oda Tv, 08.02.2017).
Bu görüş sahipleri söz konusu bu fonla ilişkili olarak yaptıkları değerlendirmelerde doğru şeyler de dile getiriyorlar. Ama burada sorun kapitalizmde fon anlayışının son dönemlerde ortaya çıkmış gibi ele alınması ve “Varlık Fonu”nun olmayan varlıkla oluşturulduğu görüşüdür.
Birçok ekonomist “Varlık Fonu” kurulabilmesi için ekonominin fazlalık vermesi, petrol, doğal gaz veya başkaca zenginliklerin olması gerektiğini önkoşul olarak görüyor. Bu olanaklara sahip ülkeler bu varlıkları gelecek nesiller için yatırıma dönüştürmek için fonlar kurarlar deniyor ve buna da petrol ve doğal gaz zengini ülkelerin kurdukları fonları örnek olarak gösteriliyor.
Varlık yok ki, fonu olsun da ne demek? Yani bu devasa şirketler varlık değil mi, sermaye değil mi?
Varlık fonuyla iddia edildiği gibi yok sayılan mı, yoksa var olan mı merkezileştirilmekte, bir araya getirilmekte? Açık ki, var olan, bu fona aktarılarak Türkiye'nin bu şirketlerde mevcut devasa sermayesi merkezileştirilmektedir.
Bu fonla neyin amaçlandığına da bir bakalım. Bu türden fonlarla sermaye birikimi sağlamak için borçlanmaya gidilebilir; içte ve dışta borçlanılabilir. Bu borçlanmayı gerçekleştirebilmek, kredi elde edebilmek için fondaki varlıklar da teminat olarak gösterilir.
Hükümet sözcüsü Kurtulmuş sorunu, aynı kapıya açılsa da başka bir açından açıklayarak, Varlık Fonu'nun dışarıdan müdahalelere karşı ‘garanti' mahiyetinde olduğunu söylüyor. Bunun anlamı şudur: Dış güçler şimdi ekonomiye de saldırmaya başladılar, buna karşı koyabilmek ve sermaye ihtiyacımızı giderebilmek veya hangi biçimde olursa olsun Türkiye'den yabancı sermaye çıkışını önlemek için böyle bir fona ihtiyaç vardır; kredi bulabilmemizin, borçlanmamızın, yabancı sermayenin Türkiye'de kalmasının garantisi bu fondur diyor Kurtulmuş.
Kapitalizmde fon ve sermaye hareketi:
“Varlık Fonu”yla devlet, tekelci sermayenin hizmetine sunabileceği muazzam boyutlarda bir sermaye merkezileştirmesi gerçekleştirmiş olacaktır. Bu fonu teminat göstererek elde edeceği sermayeyi (borçlanma) nasıl değerlendireceği oldukça önemlidir. Elde edilen borç (sermaye) salt dış borçların ödenmesi, çarkın dönmesinin sağlanması veya diktatör Erdoğan'ın başkanlık anlayışının yapılandırılması vb. harcanması durumunda şimdikinden daha ağır ekonomik ve ona bağlı olarak da siyasi baskı altında kalınacağı açıktır. Böyle olması durumunda yeni bir “Duyun-u Umumiye” ile karşı karşıya kalınabilir; borç verenler borçların ödenmesi için bu fonun yönetiminde yer alabilirler. Bunun ötesinde diktatör Erdoğan bu fonda toplanmış olan ve doğrudan ulusal sermayeyi temsil eden varlıkları; o şirketleri pekala satabilir, özelleştirebilir. Böylece borç ödenirken yerli ve yabancı sermaye (şirketler) ihya edilebilir. Bu anlamda bu fon aynı zamanda bir talan, vurgun fonudur.
Erdoğan ve AKP hükümeti, bu fon üzerinden uluslararası mali piyasalarda borçlanmak için yapılacak olan devasa boyutlardaki spekülasyonu kaybetme durumunda da yeni bir Duyun-u Umumiye için kapılar açılmış olur. Ama kazanılırsa ve bu fondan beklentilere göre harcama yapılırsa ekonomide bir sıçrama gerçekleştirilmiş olur. Erdoğan bu fonda merkezileştirilmiş sermaye ile bu spekülasyonu, bu kumarı göze alıyor.
“Varlık Fonu”ndan beklentilere gelince. Bu beklentiler söz konusu yasanın genel gerekçesinde açıklanıyor:
-Türkiye Varlık Fonunun kurulmasıyla büyüme oranında artış sağlanacak.
-Sermaye piyasalarında büyüme ve derinleşme hızlanacak.
-İslami finansman varlıklarının kullanılması yaygınlaşacak.
-Yapılacak yatırımlarla yüz binlerce kişiye istihdam olanakları sağlanacak.
-Savunma, havacılık, yazılım gibi alanlardaki yerli şirketlerin sermaye ve proje bazında desteklenmesiyle küresel oyuncu konumuna geçmeleri sağlanacak.
-Otoyollar, Kanal İstanbul, Üçüncü Köprü ve Havalimanı, Nükleer Santral gibi büyük altyapı projelerine kamu kesimi borcu artırılmadan finansman bulunacak.
-Katılım finansmanı sektör payı artırılacak.
-Arz güvenliğini sağlamak üzere, Türkiye için önem taşıyan petrol, doğalgaz gibi yurt dışındaki stratejik sektörlere bürokratik kısıtlamalara bağlı olmadan doğrudan yatırım yapılabilmesi gerçekleştirilecek.
-Bu fon, ekonominin yapısal sorunlarını aşmakta katkı sağlamanın yanı sıra dış politikanın önemli bir enstrümanı olarak Türkiye’nin uluslararası arenada daha fazla söz sahibi olmasına katkı sağlayacak (Bkz.: M. Eğilmez, agy.).
Burada söz konusu olan sadece köprü vb. bağlamda yatırımlar değildir. Burada söz konusu olan, altyapısı da dahil ekonominin (devlet ve özel sektör olarak) güçlendirilmesi, rekabet yeteneğinin arttırılması için yapılması gerekenlerdir. Bu adımlar ne tek tek sermayeler tarafından ne de kapsamı dar fonlar tarafından gerçekleştirilebilir. Gerek duyulan kapsamlı fondur. Bu da ancak, “Varlık Fonu” somutunda kamu varlıklarının bir çatı altında merkezileştirilmesiyle mümkün olabilir. Yapılan da budur.
Sermaye merkezileştirmesi ne anlama gelir? Önce buna bir bakalım.
Sermayenin merkezileştirilmesi üzerine Marks, şöyle der:
“Toplam toplumsal sermayenin birçok bireysel sermayeye bölünmesi ya da parçaların birbirini itmesi, bunların birbirlerini çekmesi gibi tepkiyle de karşılaşır. Bu sonuncu hareket, üretim araçlarının basit yoğunlaşması ve onun iş üzerindeki kumandası, birikimle özdeş demek değildir. Bu, daha önce oluşmuş sermayelerin yoğunlaşması, bağımsızlıklarına son verilmesi, kapitalistin kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi birçok küçük sermayenin birçok büyük sermayeye dönüştürülmesidir.
Bu süreci daha önceki süreçten (sermayenin yoğunlaşma süreci kast ediliyor, çn) ayıran şey, halen var olan sermayenin dağılımında yalnızca yeni bir değişikliği öngörmesi nedeniyle, faaliyet alanının, toplumsal zenginliğin mutlak büyüklüğü ya da birikimin mutlak sınırları ile sınırlı olmamasıdır. Başka yerlerde birçok kapitalistin elinden çıkan sermayeler, burada, tek bir kapitalistin elinde büyük bir kitle halinde toplanır. İşte bu, birikim ve yoğunlaşmadan farklı olarak, gerçek anlamda sermayenin merkezileşmesidir” (Kapital, C. I, s. 654).
Öyleyse:
1)Sermayenin yoğunlaşmasında esas olan, yoğunlaşmanın toplumsal zenginliğin artış derecesiyle ve sermayenin tek tek işletmelerdeki artışıyla sınırlı olmasıdır.
2)Sermayenin merkezileşmesinde ise esas olan, mevcut sermayenin yoğunlaşması, tek tek sermayelerin birleşerek büyük, daha büyük sermayeye dönüşmesidir.
3)Sermayenin merkezileşmesinde esas olan, yoğunlaşmasının aksine, toplam toplumsal zenginliğin mutlak sınırıyla veya birikimin mutlak sınırıyla sınırlandırılmamış olmasıdır.
4)Sermayenin merkezileşmesiyle yeni değer, yeni sermaye yaratılmıyor. Sadece mevcut sermaye belli ellerde toplanıyor.
Sermayenin merkezileşme süreci, sermayenin genel yoğunlaşması sürecini hızlandırır; sermayenin yoğunlaşma süreci daha hızlı, yani toplumsal zenginliğin büyüme derecesinden daha hızlı gelişir.
Bu fon da bunu yapıyor; kamunun elinde olan, tekil sermayeleri (şirketleri, tekelleri) bir bütün olarak birleştiriyor. Bu birleştirmede -merkezileştirmede- yeni bir değer yaratılmıyor; sadece ve sadece çok sayıda sermaye birimleri bir araya getirilerek daha büyük sermaye elde ediliyor.
Devlet bu sermayeyi, açık ki, yukarıdaki adımları atabilmek için kaynak bulmakta kullanacaktır; bu da içte ve dışta kredi arayışıdır, borçlanmadır. Böylece “Varlık Fonu”, bulunacak borcun, alınacak kredinin teminatı olmaktadır. Bu, kapitalizmde hiç de yeni değildir.
Yukarıda da gösterdiğimiz gibi birtakım burjuva ekonomist, “varlık” yok ki, varlık fonu kurulsun ve günümüz koşullarında da varlık ancak belli ülkelerde var diyebiliyor. Bunlar da yukarıda adı geçen enerji, maden zengini, dış ticaret fazlalığı veren ülkelerdir. Oysa fon oluşturma kapitalizmin şafağından bu yana hep gündemde olmuştur. Devlet borçlanması yapılırken devlet, aldığı borç karşılığında bir teminat veriyor. Bu dün de vardı, bugün de var.
Devlet borçlanması, dün olduğu gibi bugün de sermaye birikiminin en enerjik kaldıraçlarından birisidir. En azından Marks, Kapital'de “Kamu borcu, ilkel birikimin en enerjik kaldıraçlarından birisi olur” diyor (Kapital, C. I, s. 782). Marks'ın söylediğini doğru buluyorum!
Bu fon işi, öyle burjuva ve “sol” basında ele alındığı gibi, varlık yok ki fon olsun türünden basit, salt teşhirle sınırlandırılabilecek bir iş değildir. Bu fonla, sermaye merkezileştirilmesi adımıyla Erdoğan ve AKP hükümeti bir taşla çok kuş vurmaya çalışmaktadır:
1)Her şeyden önce, Türkiye'den çıkma eğilimi gösteren sermayeye güvence vererek kalması sağlanmaya çalışılmaktadır;
2) Yurt dışından sermaye çekmeyi kolaylaştıracaktır (Batı'dan ve Körfez ülkelerinden borç/kredi almak kolaylaşacaktır);
3) Dış borç ödemesi veya ertelemesi yapabilecektir;
4) Bu fonu, birikim fonuna dönüştürebilecektir;
5) Bu fonu yatırım fonu olarak kullanacaktır.
Yukarıda fonun içeriğini oluşturan konuların hemen hepsi yatırımla ilgilidir; büyük projelerdir.
Gördüğüm kadarıyla burjuva ekonomistler fonun ekonomide, sermaye merkezileştirilmesinde ne anlama geldiğiyle değil de, bu fonun; merkezileştirilmiş sermayenin daha ziyade yönetilme biçimiyle ilgileniyorlar.
Soruna “at gözlüğü” ile bakan ne kadar ekonomist varsa hepsi ağız birliği yapmışcasına aynı şeyi tekrarlıyorlar; varlık yok ki, fon olsun! Soralım; olmayan ne ki, yok deniyor? Bu fona aktarlan her bir sermaye; şirket birer varlık değil mi?, ulusal sermaye değil mi?; vatandaşın hani o örgütlemek istediğimiz işçilerin ve emekçilerin yarattıkları artı değerin bir parçası değil mi? Diktatör Erdoğan işte tam da bu sermaye; aslında işçilere ve emekçilere ait olan, “kamu” kılıfıyla bu aitliğinin gizlendiği sermaye üzerine oynuyor.
Soruna “at gözlüğü” ile bakan bu ekonomistler, bu fonun aynı zamanda bir sermaye merkezileştirme fonu olduğunu düşünme gereği dahi duymuyorlar. Daha da ileri gidebiliriz: Uluslararasılaşan sermayenin; bu anlamda burjuvazinin özellikle emperyalist küreselleşme sürecinde kullandığı fon kavramını aynen kabul eden, bunun bir sermaye merkezileşmesi, aynı zamanda yatırım olduğunu; bu fonda birleştirilen sermayenin ulusal sermaye olduğunu görmeyen, göremeyen “sol”, aynen burjuva gazetelerde burjuva ekonomistlerin açıkladıkları gibi sorunu ele almakta ve birkaç eleştiriyle, radikal sözlerle değerlendirme yapmaktadır. Diyeceksiniz ki, emperyalist çağda, emperyalist küreselleşmeden bahsettiğimiz bu süreçte; sermaye ve üretimin uluslararasılaşmış olduğu bu süreçte ulusal sermayeden bahsedilebilinir mi?
Diktatör Erdoğan merkezileştirilmiş bu devasa sermayeyi kontrolsüz, denetimsiz kullanmayı da yasallaştırmıştır.
1)“Bir varlık fonu kurulabilmesi için her şeyden önce bir varlık ya da kamu elinde oluşmuş bir gelir fazlalığı olması gerekir. Buna göre varlık fonları iki şekilde kurulabilmektedir: (1) Bir veya birden fazla emtiaya dayalı fonlar: Bunlar genellikle ihraç edilen emtianın gelirleri nedeniyle oluşan bütçe fazlalarından oluşur. Tipik örnekleri körfez ülkelerinin kurdukları fonlardır. Bu fonların çoğu ihraç edilen petrolden sağlanan gelirlerle oluşturulmuştur. Norveç’in kurduğu emeklilik fonu da benzer şekilde Kuzey Denizinden elde edilen petrol gelirlerinin yarattığı bütçe fazlasını gelecek kuşaklara aktarmayı amaçlamaktadır. (2) Bir emtiaya dayalı olmayan fonlar: Bunlar ya Dış ticaret fazlaları ile ya da emeklilik fonlarında biriken paralarla oluşturulmaktadır. Bu tür fonların tipik örnekleri Çin, Kore ve Hong Kong gibi ülkelerin kurdukları varlık fonlarıdır. ABD’nin her iki örneğe de giren birden fazla varlık fonu bulunmaktadır” (Mahfi Eğilmez; agy.).
Hiç yorum yok