MUSUL “SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III)
“Suriye Sorunu - Ortadoğu'nun Jeopolitik Önemi” yazısından.
12 Kasım 2016 Cumartesi
İbrahim Okçuoğlu
I-Musul'da kim kime karşı ve niçin savaşıyor?
Bu kadar ülkenin (35 ülke olduğu söyleniyor) daracık bir alanda, bu ülkelerden birçoğunun, en azından önde gelenlerinin (ABD) eseri olan IŞİD'e karşı savaşmak için, dar bir ahıra sıkıştırılmış katırların tepinmesi gibi tepinmeleri ve savaş naraları atmaları oldukça düşündürücü. Alan dar; Musul ili ve yakın çevresi, buna ek olarak Telafer. Coğrafi bakımdan dar, savaş tekniği bakımından, şehir olduğu için ağır imha silahlarının kullanılabileceği bir ortam pek yok. Ama dişinden tırnağına kadar silahlanmış bunca güç, IŞİD'e karşı “meydan muharebesi” vermek için Amerikan komutasında adeta yarışıyor. Ve “sınır”ın öbür tarafında, yani Suriye'de Rusya bu durumu seyrediyor. Sanki kıyamet Musul'da kopacak; sanki dünyanın geleceği Musul'un IŞİD'den kurtarılmasıyla veya kurtarılamamasıyla yeniden belirlenecek!
Peki Musul'u bu kadar önemli yapan nedir?Musul tarihi bir şehirdir. Bölge çapında önemi olan bir kavşak noktasıdır; Suriye’ye, Irak’a, İran’a, Türkiye’ye açılan bir kapıdır. Diğer taraftan Irak’taki siyasi, ekonomik ve askeri dengeler açısından da oldukça önemlidir.
Musul coğrafi konumu ve yeraltı zenginliği petrol ve doğal gaz) bakımından dünya ve bölgesel rekabette yer alan veya almak isteyen hemen bütün ülkeler için önemlidir. Musul'u IŞİD'den kurtarma operasyonuna bu ülkeler farklı nedenlerden dolayı katıldıklarını, katılmak istediklerini açıkladılar. Bütün açıklamalarda ortak neden “insani” kaygılar; hiçbirisi Musul ve çevresindeki petrole ve doğalgaza göz diktiğini; bu enerjinin dünya pazarlarına ulaştırılması için gerekli boru hattının ve Musul'un jeopolitika bakımından coğrafi konumunun kendisi açısından önemli olduğunu açıkça söylememektedir.
Musul, her şeyden önce Ortadoğu'nun enerji kaynağı olmasından, bölge ve dünya jeopolitikasının önemli bir alan olmasından ve enerji boru hattı güzergahı bakımından bu bölgenin bir parçasıdır. Musul'un enerji kaynağı olması yetmiyor; bunun çıkartılması ve dünya pazarlarına taşınması gerekiyor; yani bu petrolü ve doğalgazı çıkartacak ve dünya pazarlarına taşıyacak sermayeye (tekellere) gerek vardır. Bu tekeller de şu veya bu ülkeye aittirler.
Açık ki, Musul, Ortadoğu'nun dünya jeopolitikasındaki önemini belirleyen faktörlerden biridir. Bu bakımdan Musul'un jeopolitik önemi, Ortadoğu'nun jeopolitik öneminden ayrı düşünülemez.
Uluslararası Enerji Ekonomisi Birliği Başkanı Gürkan Kumbaroğlu'nun açıklamasına göre,“Sadece Musul’daki yeni bir doğalgaz rezerv alanı, Avrupa’ya 25 yıl yetecek kapasitede. Tüm saha, yüzlerce yıl yetebilir. Musul, doğalgaz ve petrol denizinin üzerinde bir ada”dır.
“Teknoloji çok gelişti ve uydu görüntüleriyle enerjinin nerede olduğuna yönelik fikir oluşabiliyor. OPEC raporlarında da bu görülüyor. Irak’ta 150 milyar varil kanıtlanmış, 300 milyar metreküp ise yeni rezerv petrol sahası var. Ve bu rezerv, Musul ve çevresinde yoğunlaşıyor.”
“Buradaki yeni bir sahada, 8-10 trilyon metreküp doğalgaz çıkması bekleniyor. Bu yaklaşık olarak Türkiye’nin 200, Avrupa’nın 25 yıllık ihtiyacını tek başına karşılaması demek. Tüm saha, yüzlerce yıl yetebilir. Musul-Kerkük sahası, bir doğalgaz ve petrol denizinin üzerindeki ada gibi. Bölgedeki savaş, tamamen bu havzalarla ilgili.”
Musul'u ve havzasını önemli kılan faktörleri sıralayalım:
Enerji (petrol ve doğalgaz) kaynağı olarak Musul:
Musul ve havzasında veya genel anlamda Irak bütününde bilinen ve bilinmeyen, çıkartılan ve rezerv enerji (petrol ve doğalgaz) kaynakları hakkında dönem dönem, yanıltıcı olsun diye de, farklı değer birimlerinden bahsediliyor. Her halükarda, farklı da olsa eldeki mevcut veriler, Musul sorununun belirleyici bir ayağı olan enerji üzerine emperyalist ülkelerin, bölgesel devletlerin ve uluslararası ve bölgesel petrol ve doğalgaz şirketlerinin (sermayenin) leş kargaları gibi üşüşmüş olduğunu göstermektedir.
Enerji sevkıyatında Musul ve havzası:
Burada iki boru hattı için kıyasıya bir rekabet söz konusudur. Bunlardan birisi Katar-Türkiye doğalgaz buru hattıdır, diğeri de İran Suriye boru hattıdır. Bunun ötesinde Musul'un kimin elinde kalacağına bağlı olarak yeni güzergahlar da gündeme gelebilir. (Katar-Türkiye ve İran-Suriye boru hatlarına aşağıda değineceğiz).
Stratejik konum bakımından Musul ve havzası:
Tek başına alındığında Musul'un dünya jeopolitikasında stratejik bir önemi pek yok, ancak Ortadoğu genelinde bir anlamı var. Ama bölgesel güçler arasındaki rekabette durum tamamen değişiyor. Musul, İran'ın Şii Hilali'ni gerçekleştirmesinde, Doğu Akdeniz'e inme planında elde tutulması gereken bir havza konumundadır. Bunun ötesinde Musul'u elinde tutan güç, Suriye sınırının kapanması durumunda Türkiye ile Arap dünyası arasındaki bağı en azından bu bölge üzerinden kesmiş olacaktır.
Aynı şekilde Musul, Kuzey Irak ve Kerkük petrol boru hatlarının ortasında yer alması nedeniyle de stratejik bir öneme sahiptir. Bu nedenle Musul'u kontrol eden bu boru hatlarını da kontrol eder.
Türkiye açısından Musul'un stratejik önemini anlatmaya gerek yok; Musul Misak-ı Milli'nin bir parçasıdır. Musul'u kontrol etmek Şii Hilali'nin gerçekleştirilmesi önünde aşılması güç bir engel oluşturmak ve enerji kaynaklarını ve sevkıyatını kontrol etmek anlamına gelir.
Musul'da kim ne istiyorun kısa dökümü:
Ortadoğu'da ve onun bir parçası olan Musul'da küresel ve bölgesel güçlerin, ülkeden ülkeye farklılık arz eden çıkar çatışmalarına göre kümeleştiğini görüyoruz. Suriye'de farklı cephelerde olanların Musul'da aynı cephede yer aldığını görebiliyoruz. Buna, ABD-İran ilişkileri örnektir. Aynı cephede olup da farklı kümeleşme içinde olanlar da var. Örneğin Türkiye, Batı cephesinin bir parçası olmasına rağmen Suriye'de Rusya ile işbirliği yapabiliyor, ABD tarafından frenleniyor ve Musul'da stratejik ortağı ABD tarafından dışlanıyor.
Musul ve havzasına, enerji kaynağı olmasının, boru hatları koridorunda bulunmasının, bir de Sünni toplumun ağırlıkta olmasının adeta bedeli ödetilmektedir.
Rakamlar sürekli farklı veriliyor, ama açık ki, Musul operasyonunda ABD önderliğinde 35 ülke 30 binden fazla asker gücüyle yer almaktadır. Bu ülkeler Musul'u IŞİD mezaliminden “kurtarmak”, şehri “özgürleştirmek” için adeta birbirleriyle sahada yarışıyorlar! Bunun ne anlama geldiğini biliyoruz: Daha önce de Irak'ı özgürleştirmek, Saddam rejiminden kurtarmak için ABD öncülüğündeki koalisyon tarafından bu ülke işgal edildi. Sonuçta Irak, Irak olmaktan çıkartıldı. Libya da Gaddafi'den kurtarılma adı altında aynı akıbete uğratıldı. Şimdi sıra, Musul'a geldi. Bu şehir ve havzası da, kurtarılma adı altında çıkarlara göre parçalanacak; planlar, hesaplar bunun üzerine yapılmış.
100 sene önce (1916) Ortadoğu'nun siyasi haritasını Sykes-Picot Anlaşmasıyla çizen İngiltere ve Fransa, bugün tek başına veya beraber Ortadoğu'da gelişmelere yön verecek durumda değiller; bu her iki ülke en azından Ortadoğu ve somutta da Musul açısından “tek diş kalmış canavar” konumundadır; ABD'nin olmadığı koşullarda bu iki ülkeyi yerel hiçbir güç takmaz. Ancak ABD ile ortaklık içinde bu iki ülke Musul'un kaynaklarından pay alabilirler, alıyorlar. ABD'nin çıkarlarına ters düşen çıkar gerçekleştirme çabası içinde olmaları, daha baştan kaybetmeleri anlamına gelir. Ortadoğu sorunlarının Londra'da çözümlendiği dönem çoktan geride kalmıştır. İngiltere ve Fransa gibi ABD önderliğindeki koalisyonda yer alan diğer bütün Batılı ülkeler, Musul havzasındaki petrol ve doğalgaz çıkarımında sermayelerine göre pay sahibi olmak için oradalar.
Amerikan emperyalizmi Musul havzasında petrol ve doğal gaz üretimini ve dünya pazarlarına sevkıyatını kontrol etmenin ötesinde bölgenin bütününü dünya jeopolitik planlaması gereği elde tutulması, kontrol edilmesi gereken bir alan olarak görmektedir. Tabii, bu küresel bakışının “sorunsuz” gerçekleştirilmesi için kendine sorun çıkaracak güçlü bölgesel devletlerin olmaması için elinden geleni yapmaktadır.
Suriye'de Rusya ile işbirliği içinde Esad rejimini ayakta tutan İran, Irak'ta hem merkezi Irak hükümetini kullanarak ve hem de ABD'nin yol açmasıyla Musul operasyonunda arkada duran güçlü bir oyuncu konumundadır. Amacı oldukça açık; Sünnilerden oluşan bölgeyi “Şii Hilali” ile yarmak, İran-Doğu Akdeniz hattını gerçekleştirmek için Musul'u veya genel olarak Irak'ı üs olarak kullanmak.
S. Arabistan'ın derdi, enerji değil, onun derdi Şii yayılmacılığını Suriye'de durdurabilmektir, İran ile rekabetinde kendi çıkarına olan her türlü ittifak içinde yer almaktır.
Türkiye, Musul'u Misak-ı Milli çerçevesinde ele alıyor, hak sahibi olduğunu iddia ediyor. Özellikle Erdoğan'ın Musul'da sahada ve masada olacağız çıkışı, o zamana kadar geri planda durun İran'ı açıklama yapmaya zorlamıştır. İran'ın korkusu, Türkiye'nin soruna müdahil olmasıyla Irak-Suriye-Lübnan (Doğu Akdeniz) hattının Sünni demografik yapı nedeniyle akamete uğratılmasıdır.
Rusya'nın merkezi Irak hükümetiyle yakın ilişkisi var; silah yardımı yapıyor ve Musul operasyonuna doğrudan müdahil olmasa da gelişmeleri izliyor. Musul'un nasıl şekilleneceğinin Suriye ile dorudan ilişkisi olduğu için, tetikte bekliyor ve koalisyonun Musul'da IŞİD karşısında zorda kalmasının doğrudan müdahil olmak için bir fırsat olabileceğini görüyor. Suriye'ye davet edildiği gibi Musul'a da davet edilirse şaşmamak gerekir.
Musul'un IŞİD'dan kurtarılması değil, ama her katılanın kendi hesabına göre paylaşılması, bölgesel ülkeler ve etnik ve dinsel topluluklar arasında savaşa yol açabilir. Sünniler, Şiiler, Hristiyanlar arasında bir savaşın baş kışkırtıcıları, emperyalist ülkelerin yanı sıra İran,Türkiye, S. Arabistan ve merkezi Irak hükümetidir.
Etnik temizlik sadece Musul ile sınırlı kalmayacaktır, Kerkük de bu temizliğin bir parçası olacaktır. Demografik yapının değiştirilmesi için göç ve kıyım kapıdadır.
Bölgeyi parçacıklara ayırarak idare etmek isteyen Batılı güçlerin ötesinde İran'ın desteklediği ve Irak ordusunun bir parçasını oluşturan Haşdi Şabi'nin Musul ve Telafer'e girmemesi için Türkiye'nin ısrarı ve ABD'nin bu ısrarı dikkate alması sahada ne derece uygulanır, burası bilinmez. Her halükarda S. Arabistan ve özellikle Türkiye'nin, Haşdi Şabi'nin Musul'a ve Telafer'e girmesine sessiz kalmayacağını açıklaması son kertede Türkiye ve İran arasındaki ilişkileri germenin de ötesine taşıma potansiyeline sahiptir. Nihayetinde buradaki kavga, Türkiye ve İran arasında bölgesel hegemonya mücadelesidir. Bu mücadelede İran'ın önünü kesebilecek tek bölgesel güç Türkiye'dir. ABD'nin, İran'a, arka planda kalarak Haşdi Şabi ve Irak merkezi hükümeti üzerinden Musul operasyonuna katılmasına yeşil ışık yakması, İran'ı bölgede güçlendiren bir adımdır. Hangi saiklerle ABD'nin bunu yaptığını göreceğiz. Çünkü aynı ABD, Suriye'de İran ile karşı cephelerde yer almakta ve İran'ın Doğu Akdeniz'e, Lübnan'a uzanması, söz konusu hattı gerçekleştirmesi önünde fiilen bir engeldir. Amerikan emperyalizmi, İran-Irak-Suriye-Lübnan arasında kara bağlantısının kurulmasını kendi jeopolitik çıkarları nedeniyle istemez. Bu bağlantı son kertede Rusya'nın bütün Ortadoğu'da veya daha dar anlamda Suriye ve Irak'ta hakimiyet kurmasını kolaylaştıracaktır.
Musul operasyonu, sadece Musul ile sınırlı bir operasyon değildir. Şehir merkezindeki IŞİD'li çetelerin şehri terk etmesi için çemberin batı kısımının açık bırakılması, oyunun içinde oyun olduğunu göstermektedir; Musul'u kuşatan koalisyon güçleri, IŞİD'in bu koridoru kullanarak Suriye'ye kaçmasını istiyorlar; IŞİD, nereye gideceği konusunda ABD tarafından yönlendirilmiş oluyor. Bu durumu gören Rusya, Dışişleri Bakanı Lavrov üzerinden gerekirse, böyle bu durum gündeme gelirse askeri tedbirler alacağını açıkladı.
ABD, IŞİD'i Musul'da yok ederek yenmek istemiyor, sadece dövmek ve kovmak istiyor. Ona Suriye'de Rusya'ya, İran'a ve Esad rejimine karşı mücadelede ihtiyacı olduğu gibi, dünyanın başka bölgelerinde de, ama özellikle Rusya ve Çin'de Müslüman toplulukları ayaklandırmak için ihtiyacı vardır.
Her halükarda, IŞİD'in Suriye'ye kaçma çabasını İran, Esad rejimi ve Rusya silahlı mücadeleyle karşılayacaktır. Böyle söylüyorlar. Ama bu kaçma durumu diğer taraftan da ABD'nin Rakka operasyonunu da zora sokmaktadır; Musul'dan gelen IŞİD güçleriyle Rakka güçlendirilmiş olacaktır. Burada politikalar adeta günlük değişiyor! SDG'nin ABD destekli Rakka operasyonu, ABD'nin, IŞİD'i Musul'dan Suriye'ye öteleme planıyla çelişmektedir. İş karışık; IŞİD Musul'da direniyor, Suriye'ye kaçış koridoru açık; Rusya, IŞİD Suriye'ye yönelirse silahla karşılarım diyor. Ama aynı zamanda ABD güdümünde Rakka operasyonu başlıyor...
ABD, Rusya'nın, bir taraftan Halep'te yıpranmasını isterken, diğer taraftan da IŞİD'i Suriye'ye yönlendirerek güçlenmiş IŞİD'e karşı savaşmasını istiyor. Her iki durumda da Rusya yıpratılmış olacaktır. Böylece Suriye'de durumun kendi lehine dönmesini ve Musul'da paylaşım savaşında Rusya'nın etkili olmasının önünü almaya çalışıyor olabilir. Rusya ise, Suriye'de savaşın bir an önce sonlanmasından yana, yıpranmak istemiyor.
Her halükarda Musul operasyonu Musul'u kurtarmayacaktır; bu kurtarma operasyonu Musul'u paylaşmanın operasyonlarına; etnik ve dinsel çatışmalara dönüşebilir, dahası bölgesel savaşa yol açabilir; bu tehlikeyi en azından potansiyel olarak içinde barındırmaktadır.
Musul'da bölgesel güçler arasında Türkiye ile İran rekabeti söz konusudur. Amerikan emperyalizmi, Türkiye'yi hizaya getirmek veya kendisine rağmen söz sahibi olmasını engellemek için bir taraftan İbadi'yi konuştururken, diğer taraftan da İran'a yeşil ışık yakarak Musul sorununa güçlü bir şekilde katılmasını ve böylece Türkiye ile karşı karşıya gelmesini istemiştir ve istediği de olmaktadır.
Osmanlı Devleti ile Safevî Devleti arasında (her ikisi de Türk devletidir, Osmanlı Sünni, Safevi de Şii) 17 Mayıs 1639'da imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşasıyla 1623-1639 Osmanlı-İran Savaşı sona ermiş ve bugünkü Türkiye - İran sınırı belirlenmiştir. Her iki devlet de bölgesel güç olarak hemen hemen aynı sahada rekabet etmektedir. Bu rekabeti Orta Asya'da, Hazar Havzası'nda gördüğümüz gibi Ortadoğu'da da görmekteyiz. Her iki devlet de son kertede hem ABD, dolayısıyla İsrail hem de Rusya açısından fazla güçlenmemesi, emperyalist çıkarlarını gerçekleştirmede engel teşkil etmemesi gereken bölgesel güçlerdir.
Ortadoğu'da Şii Hilali-Sünni sahası üzerine rekabetin başını İran ve Türkiye çekmektedir. Türkiye açısından adı böyle konmasa da böyledir. Şimdi Suriye ve Irak'ta, somut olarak da Musul'da bu iki devletin karşı karşıya gelme olasılığı yüksektir. Amerikan emperyalizmi, Türkiye'yi Musul operasyonundan uzak tutmaya çalışırken ve Türkiye sahada da masada da olacağız derken İran ile bölge üzerindeki rekabeti keskinleşiyor. Nitekim İran, Türkiye'nin bu tavrından rahatsız olduğunu resmen de açıklamıştır. Şimdi Irak ordusu içinde yer alan Şii güçlerin (Haşdi Şabi) Sünnilere saldırması durumunda mezhepsel katliam olacağı açıktır. Bu duruma izin vermeyiz diyen Türkiye'nin doğrudan müdahil olması durumunda Türkiye ve İran fiilen karşı karşıya gelecektir. Sorun bu boyutlara varır mı, bu bilinmez. Ama varması durumunda her iki devletin kapışması ve güç kaybederek bölgesel çapta iddialı olma durumundan çıkması, en azından başta ABD ve Rusya olmak üzere emperyalist ülkelerin bölgemizdeki çıkarlarına ters düşen güçler konumundan çıkması, ABD ve Rusya'nın işine gelir. ABD ve Rusya, her iki ülkeyi böyle bir kapışma için kışkırtabilirler. Bu, bölgesel güçler arasında, emperyalist güçlerin hakemlik edeceği bir bölgesel savaşa da dönüşebilir: Bir taraftan İran, yanında Irak merkezi hükümeti, Esad rejimi ve bölgedeki Şii güçler; diğer taraftan da Türkiye, yanında belki S. Arabistan, Katar, Sünni güçler. Böyle bir kapışmayı emperyalist ülkeler çok isterler.
Sonuç itibariyle:
Musul'da kim kime karşı ve niçin savaşıyor sorusu bilinmeyeni çok olan bir denklemi ifade ediyor.
IŞİD'e karşı Musul operasyonunda koalisyon oluşturan 35 ülke, IŞİD'e karşı mücadele için değil, kendi çıkarları için dar alanda tepiniyor. Türkiye de bu tepinmede yer almak için ısrarlı.
Operasyonun ele alınışı, açık ki, sorunun IŞİD'e karşı mücadele olmadığını; bunun sadece bir vesile olduğunu; esas amacın Musul ve havzasındaki petrol ve doğalgazın paylaşımı ve dünya pazarlarına sevkıyatı için rekabet olduğunu göstermektedir.
Operasyonun ele alınışı; katılan güçlerin yapısı, Musul'un ve dolayısıyla Irak'ın gerçekten bölünmesinin meşrulaştırılmasıdır.
IŞİD, çok amaçlı bir anahtar ve kullanışlı bir araçtır:
Suriye'de:
Rusya, IŞİD bahanesiyle Suriye'ye girdi, ama IŞİD'e karşı savaşmıyor...
ABD, IŞİD bahanesiyle Suriye'ye girdi, ama doğrudan, fiilen IŞİD'e karşı savaşmıyor...
İran, IŞİD bahanesiyle Suriye'ye girdi, ama IŞİD'e karşı savaşmıyor...
Türkiye, IŞİD bahanesiyle Suriye'ye girdi, ama esas amacı Rojava'ya karşı savaşmak olduğunu here seferinde dile getiriyor...
Irak:
ABD, IŞİD bahanesiyle Musul'u kuşatıyor...
İran, IŞİD bahanesiyle Musul'u kuşatanlar içinde...
Türkiye, IŞİD bahanesiyle Musul'u kuşatanlar arasında olmak istiyor...
35 koalisyon ülkesi, IŞİD bahanesiyle Musul'u kuşatıyor...
Açık ki, IŞİD üzerinden Suriye ve Irak'ta (Ortadoğu) hesaplaşma, rekabet, paylaşım yapılıyor; yeni Ortadoğu haritası çiziliyor...
Çarpık saflaşmalar:
Suriye: ABD ve İran karşı cephelerde, ama Musul operasyonunda aynı cephede yer alıyorlar; Suriye'de ABD-İran karşıtlığını, Irak da ise ABD-İran ortaklığını görüyoruz...
Ortadoğu'da Acem oyunları; İran, Türkiye aleyhine olan her denklemin içindedir; ya kurucusudur olmazsa destekleyicisidir. Bölgede hakim olması önündeki tek belirleyici bölgesel güç Türkiye'dir...
II- O harita olmazsa bu harita olur - Jeopolitik harita savaşları
(Herkesin kendine göre bir haritası var)
Suriye ve Irak'ta coğrafi ve toplumsal bütünsellik kalmadı; parçalanmış Suriye ve Irak'ta hakimiyet alanı elde etmek mücadelesi veriliyor. Bu nedenle herkes kendine göre bir harita çiziyor. Şimdi bir de Ortadoğu'yu bölüp parçalayan haritalara bakalım.
1-Sykes-Picot haritası
Aşağıdaki iki haritada Ortadoğu'nun Sykes-Picot Anlaşmasına göre Fransa ve İngiltere tarafından paylaşımını görmekteyiz.
“Ortadoğu'da Jeopolitik Algılama Oyunları - Güçler Dengesi ve “İt Dalaşı” yazısından.
“Ortadoğu Haritası Değişiyor mu?” yazısından.
2-Suriye'yi bölen haritalar
Türkiye'ye bağlanan Hatay dışında Suriye üç devlete bölünüyor; Alevi devleti, Halep devleti ve Şam devleti.
Suriye'yi, aynı zamanda Irak'ı da bölen başka bir harita:
“IŞİD – Yaratılan Canavar“Cin Şişeden Çıktı” yazısından.
Bu siyasi harita güncel Suriye savaşı ile bağlam içinde hazırlanmıştır ve çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu haritadan çıkarı olanlar, Rojava'nın doğu kısmı (Cizire Kantonu) ile Güney Kürdistan'ı birleştirerek bir Kürt devleti; Doğu Akdeniz (Levant, Bilâdü'ş-Şâm ) bölgesinde bir Alevi devleti ve Suriye ve Irak'ta Sünnilerin yoğun olduğu topraklarda da bir Sünni devleti kuruyorlar.
Türk burjuvazisi açısından Suriye ve Irak eksenli Ortadoğu'nun bu parçalanmışlığı ideal olmasa da “kötünün en iyisi” bir durumu ifade eder.
3-Ortadoğu'yu bölen haritalar
Ortadoğu'nun siyasal haritasını değiştirmek, yeni sınırlar çizmek, rejim değişikliği gerçekleştirmek için özellikle Amerikan emperyalizminin hazırladığı planlar önce yalanlanmıştır veya sahip çıkılmamıştır., ama gündemde kalması sağlanmıştır.
Amerikan emperyalizmi “Bernard-Lewis-Planı“na ilgi duymaya başlar. Haziran 2006'da “Armed Forces Journal“da -Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin yarı resmi yayın organı- Ralph Peters imzasıyla yayımlanan makalede Orta Asya ve Yakın Doğu'nun “Bernard-Lewis-Planı“ ve “Leslie-Gelb-Planı“ karışımı bir planla yeniden şekillendirilmesini önerir. Ama her iki plandan da bahsedilmez. Her halükarda bu haritalarda Önemli olan, Ortadoğu'nun etnik ve mezhepsel temelde paramparça edilmesidir. Aşağıdaki iki haritada Ortadoğu'nun şimdiki ve gelecekteki (planlanan) durumunu görüyoruz.
Etnik ve mezhepsel temelde Ortadoğu'nun devletçiklere bölünmesi:
Önceki (şimdiki) durum:
Sonraki (gelecekte istenen) durum:
Asya ayağı genişletilmiş Ortadoğu ve Bernard-Lewis-Planı haritası:
Bernard-Lewis-Planı'na göre:
1-Pakistan ve İran Belucistan bölgelerinin birleştirilmesiyle “bağımsız” bir “Belucistan” devleti kurmak.
2-Pakistan’ın kuzeybatısındaki bölgenin Afganistan’daki Peştun bölgesine katılmasını sağlayarak “bağımsız” bir “Peştunistan” devleti kurmak.
3-Doğu (İran), Güney (Irak) ve Kuzey (Türkiye) Kürdistan'ı birleştirerek “bağımsız” bir Kürdistan devleti kurmak.
4-İran’dan Kürt ve Beluci bölgeleri kopartıldıktan sonra geriye kalan İran etnik temelde şu devletlere ayrıştırılıyor:
-İranistan
-Azerbaycan
-Türkmenistan
-Arabistan
5-Irak 3 devlete bölünerek ortadan kaldırılıyor:
-Kuzeyde Sünni Kürt devleti
-Ortada Sünni Arap devleti
-Güneyde Şii Arap devleti
6-Suriye 3 veya da 4 devlete bölünerek ortadan kaldırılıyor:
-Dürzi devleti
-Alevi-Nusayri devleti
-Sünni devleti
-Kürt devleti
7-Ürdün 2'ye bölünüyor:
-Bedeviler
-Filistinliler
-Batı Şeria İsrail’e katılıyor
8-Suudi Arabistan, kuruluşundan (1933) önceki haline, kabile mozaiğine, dönüştürülüyor ve böylece ortaya çıkacak devletlerin Körfez devletlerinden (Kuveyt, Bahreyn, Katar ve diğer emirlikler) daha fazla ağırlığının olmaması sağlanmış oluyor.
9-Lübnan 5 devletçiğe bölünüyor:
-Hristiyan bir devletçik
-Şii bir devletçik
-Sünni bir devletçik
-Dürzi bir devletçik
-Alevi bir devletçik
10-Mısır en azından 2 devlete bölünüyor:
-Müslüman Arap devleti
-Kıpti devleti
Bu planın bir biçimde gerçekleştirilmesi durumunda Ortadoğu, tarihinde etnik ve mezhepsel temelde en çok sayıda devletçiklere bölünmüş olacaktır.
Suriye, Irak, S. Arabistan ve Libya'nın bölünmesini gösteren harita:
Son dönemlerde yeni haritalar da ortaya çıkmıştır. Örneğin New York Times'ta yayınlanan harita bunlardan birisidir. Bu haritanın Türkçeleştirilmişi 26.06.2014 tarihinde Milliyet gazetesinde yayınlandı.
“Ortadoğu Haritası Değişiyor mu?” yazısından.
Devlet olarak Libya ortadan kalkıyor; Trablusgarp, Fizan ve Sirenayka olarak üçe bölünüyor. Aşiretlere ve mezheplere göre ayrışmış sayısız güçler arasında devam eden çatışmalar da bu ülkenin gerçekten bu şekilde fiilen üçe bölündüğünü göstermektedir.
“Washington’s Blog” 2012'de “Libya'da Gaddafi'yi deviren Amerika'nın desteklediği muhalefetin büyük bir kısmı El Kaide teröristlerinden oluşmaktaydı” ve 14 Nisan 2014'te de “ABD, Gaddafi'yi devirmek için El Kaide'yi silahlandırdı” diye yazıyordu.
Suriye'den üç ayrı bölge çıkıyor: Irak'ta Sünnilerin yaşadığı alanla birlikte bir Sünni devlet; Esad'a kalan Nusayrilerin ağırlıkta olduğu Akdeniz kıyısı ve Batı Kürdistan.
Altı Amerikan başkanı (Jimmy Carter, Ronald Reagan, George HW Bush, Bill Clinton, George W. Bush ve Barack Obama) Irak'ı imha etmek için uğraşmışlardır. Sonunda başardılar. Irak muhtemelen üçe bölünüyor: Kürdistan, Şii Arap devleti ve Sünni Arap devleti.
S. Arabistan kuzey, doğu, batı ve ortada bir Vahabi devleti olarak 4 parçaya bölünüyor. Yemen ise yeniden iki parçaya ayrılıyor.
Bu plana göre beş ülkeden 14 ülke çıkıyor.
Burada önemli olan, Ortadoğu'nun tıpa tıp bu haritalara -son iki harita birbirinin aynısıdır- uygun bir biçimde devletçiklere bölünmesi değildir. Bu haritalar belli hakimiyet, bölmek ve yönetmek düşüncelerini, sömürgeciliği ifade etmektedir. Bölge üzerinde emperyalist hakimiyet mevcut haliyle devam ettirilemez bir noktaya gelmiştir. Bölgede rejim değişimi ve yeni devletçikler oluşturma planı emperyalist hegemonyanın devam edebilmesi içindir. Bu anlamda Sykes-Picot Anlaşmasının ömrü dolmuştur ve yeni siyasal oluşumlara ihtiyaç vardır.
Ortadoğu'nun bölünüp parçalaması ve bağımsız yaşama olanağı olmayacak devletsel yapıların ortaya çıkartılması için kullanılan etnik ve mezhepsel gerçeklik, çelişkiler oluşturacak tarzda ele alınmaktadır: Sykes-Picot Anlaşması ve bölgenin hegemon ve bölgesel güçler tarafından hakimiyet altında tutulması, mevcut sınırların gerçekliği yansıtmadığını, görünen ile gerçekliğin; biçim ile içeriğin çatışma içinde olduğunu göstermektedir. Toplumsal yapıların derinliklerindeki bu etnik ve mezhepsel çelişkiler sürekli zora dayalı yöntemlerle bastırılmıştır. Devlet olarak temsil edilmesi gerekenler (örneğin Kürtler), mezhepsel olarak temsil edilemiyorum diyenler, kendilerini ezenlere, yok sayanlara karşı ayaklanma sürecindeler. Onların haklı talepleri ve o doğrultuda mücadeleleri, emperyalizmin bu haritalarda gördüğümüz ayrıştırma projelerine zemin teşkil etmektedir; daha doğrusu emperyalizm bu etnik ve mezhepsel çelişkileri kullanmaktadır. Ama bu mücadeleyi veren güçlerin böyle bir ayrışma, kendi başlarına etnik ve mezhepsel olgulara dayalı devletçikler kurma diye bir amacının olup olmaması emperyalizmi asla ilgilendirmemektedir. Emperyalizm, bu çelişkilerden bir daha kolay kolay bir araya gelmeyecek yapılar, ayrışma sonucunu çıkartmakta ve Suriye ve Irak'ta olduğu gibi vekalet biçiminde de olsa savaş da dahil ona göre hareket etmektedir.
4-Türkiye'yi ve Kürdistan'ı bölen haritalar
Sevr ve Lozan Anlaşmaları:
10 Ağustos 1920'de İtilaf Devletleri ile Osmanlı hükümeti arasında imzalanan bu anlaşmaya göre Anadolu ve Ortadoğu aşağıda görülen haritada olduğu gibi parçalanacaktı.
Anlaşmanın 62-64. maddelerine göre, her ne kadar bağımsızlık için Milletler Cemiyeti'ne baş vurma hakkı saklı olarak Kürtlere otonom bir bölge veriliyor olsa da bu anlaşma Kürdistan'ın en azından sekiz parçaya -Türkiye, otonom böle, İran, Suriye (Fransa), Fransız nüfuz alanı (bir parçası Kürdistan) Irak (İngiltere), İngiliz nüfuz alanı (bir parçası Kürdistan) ve Ermenistan- bölünmesini beraberinde getirecekti. Aşağıdaki haritada bu bölünmüşlüğü görüyoruz.
“Ortadoğu Haritası Değişiyor mu?” yazısından.
Türk ulusal kurtuluş mücadelesi sonucunda bu anlaşma geçersiz kalmış ve 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Anlaşmasıyla Türkiye açısından bugünkü resmi sınırlar belirlenmiş oldu. Lozan'dan sonra Kuzey Kürdistan, Suriye ve Irak'ın devlet olarak kurulmalarından sonra da Batı ve Güney Kürdistan bu ülkelerin sömürgeleri olarak kalmıştır.
Peki, bu ülkelerin sınırları neden ve nasıl değiştirilecekti?
Böyle bir harita ortaya çıkartabilmek için açık ki, geniş anlamda Ortadoğu'nun, içinden kolay kolay çıkılamayacak bir kaosa sürüklenmesi gerekir. Bütün bölge böyle bir kaosa nasıl sürüklenebilir? Bunun için etnik ve mezhepsel nedenler üretilmelidir, yeni üretilenler ve zaten var olanlar kaşınmalı, kışkırtılmalı ve çatışmaya dönüştürülmelidir. Sünni-Şii çatışmasının yanı sıra Sünnilik içinde de bir çatışma çıkartmak için IŞİD, kullanıldı ve kullanılmaktadır. İstenen oldu; Şii-Sünni, Sünniler arası çatışmaların yanı sıra etnik çatışmalar da bir daha bir araya gelinemeyecek boyutlara vardırıldı. Suriye ve Irak'ın devlet olarak fiilen yok olması bunu göstermiyor mu? Böylece yeni haritanın maddi zemini oluşturulmuş oldu. Sykes-Picot'nun yerini alacak olan bu harita, yukarıda adı geçen Amerikalı Yarbay Ralph Peters’ın, Bernard-Lewis'in veya başkalarının adıyla anılabilir. Önemli olan, Ortadoğu'yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etmektir. Soruna çok sonraları Rusya'nın da dahil olması, meselenin özünde bir şey değiştirmemektedir.
Ama bazı açılardan evdeki hesap çarşıya uymadı. Esad rejimi devrilmedi, Türkiye her şeye evet demedi, İran eline geçen her fırsatı nüfuzunu arttırmak için kullandı. Rusya ise hesapta yokken, Ortadoğu'da ABD'nin yanı sıra baş aktör oldu.
Bölgemizde etnik ve mezhepsel kışkırtma devam ediyor. Şimdilerde ABD, Suriye'de kaybetmemek için her yolu deniyor. Irak da ise Musul eksenli operasyon ucu açık, nasıl sonuçlanacağı belli değil, ama her halükarda Musul'un IŞİD'den kurtarılması yeni etnik ve mezhepsel çatışmalara zemin oluşturacaktır.
İslam boru hattı -Türkiye/Katar boru hattı haritası:
Daha önceki konuyla ilgili bir yazıda bu boru hattı rekabeti üzerinde durmuştum. O yazıda bu konu üzerine özet olarak şu değerlendirme yer alıyordu:
Katar doğal gazının Avrupa pazarlarına sevkıyatı ile ve bunun sonucu olarak da Avrupa'nın Rusya ve İran doğalgazına bağımlılığın azaltılması amaçlanır. Açık ki, burada Rusya ve İran'a karşı doğalgaz bağlamında bir rekabet söz konusudur. Veya genelleştirerek ifade edersek: Ortadoğu'da çıkartılan doğalgazın hangi güzergahtan geçerek Avrupa pazarlarına ulaştırılacağı üzerine rekabette iki blokun oluştuğunu ve çetin bir rekabet içinde olunduğunu görüyoruz: Bir taraftan ABD/AB, bölgesel ülkeler olarak Türkiye, S. Arabistan, İsrail, Katar; diğer taraftan da Rusya/Çin, bölgesel ülkeler olarak İran, Irak merkezi hükümeti, Suriye. ABD/AB açısından en güvenilir güzergah Türkiye üzerinden geçendir.
Rusya/Çin açısından ise en güvenilir güzergah Irak-Suriye üzerinden geçendir.
Rusya (Çin)-İran-Irak-Suriye'den oluşan grup, “İslam Boru Hattı” diye tanımlanan hattın inşasından yanadır; Rusya destekli hatla doğalgaz, Suriye çıkışlı (Doğu Akdeniz) olarak Avrupa pazarlarına sevk edilecektir.
ABD/AB-Türkiye-Katar ve S. Arabistan'dan oluşan grup ise Katar-Türkiye doğal gaz boru hattı diye tanımlanan hatla doğalgazın Nabucco'ya bağlanarak Türkiye üzerinden Avrupa pazarlarına sevk edilecektir.
Nabucco boru hattı Türkiye üzerinden Avrupa'ya geçiyor. Başlangıçta AB'nin desteklediği, sonrasında vazgeçilen hat. Kırmızı renkle belirtilen hat, Katar-Türkiye boru hattıdır; bu hat Katar çıkışlıdır ve S. Arabistan, Ürdün ve Suriye'den geçerek Türkiye'de Nabucco hattıyla birleşecek ve Katar doğalgazını Avrupa'ya taşıyacaktı. Bu hattın projesinde A ve B planları vardı. A planına göre hat, Katar-S. Arabistan-Ürdün-Suriye'den geçerek Türkiye'de Nabucco'ya bağlanacaktı. B planına göre ise A planındaki güzergahın gerçekleşmemesi durumunda Katar-S. Arabistan-Irak üzerinden Türkiye bağlantısı kurulacaktı. Suriye savaşı ve Irak merkezi hükümetinin tavrı, bu hattın proje olarak kalmasının temel nedenlerini oluşturmuştur.
Bu hatlardan hangisinin gerçekleşeceği, Suriye savaşının kimin (Rusya-İran-Esad'lı veya Esad'sız Suriye rejimi veya ABD-AB-İsrail-Türkiye-S. Arabistan-Katar doğrultusunda bir Suriye rejimi) lehine sonlanacağına bağlıdır. Avrupa'da enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi, Rusya'ya bağımlılığın azaltılması gündemde olduğu müddetçe adı Nabucco veya TANAP olsun veya olmasın Hazar havzası doğalgazı ve bunu destekleyici olarak Katar-İran doğalgazı Avrupa'ya bir biçimde ulaştırılacaktır. Yani bu hatlar üzerine rekabet bütün şiddetiyle devam etmektedir.
Bu boru hatları “meydan muharebesi”nde IŞİD'a önemli bir görev düşmüştü: İran-Akdeniz bağlantısını kesmek için Suriye'de İran-Rusya yanlısı Esad rejiminin devrilmesini sağlamak ve Suriye-Irak'ta Sünnilerin yaşadığı alanda bir Sünni İslam devleti kurmak. Görünüşte bu, İran merkezli Şii yayılmacılığına (Şii Hilali alanı) karşı ve bu yayılmacılığı Suriye-Irak'ta Sünni alanda kesintiye uğratma mücadelesidir. Yani söz konusu İslam boru hattının gerçekleştirilmemesidir.
Her iki boru hattı, her biri kendisi açısından güvenli bir güzergaha ihtiyaç duymaktadır.
Kararlaştırılan ve dondurulan bu projelerden hangileri inşa edilir sorusunun cevabını bu alanda rekabet eden güçler arasındaki dengenin değişimine bakarak cevap verebiliriz.
Dünyanın ikinci büyük petrol ve doğalgaz pazarı ile dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz kaynağı arasındaki doğal transit güzergahı Türkiye'den geçmektedir. Bu anlamda Avrupa pazarı ile Ortadoğu enerji zenginliğini birleştiren alan Anadolu olmaktadır.
Rusya'nın Suriye savaşına aktif müdahil olmasından sonra boru hataları üzerine rekabette kartlar yeniden karılmıştır:
1-Suriye savaşından dolayı Türkiye-Katar doğal gaz boru hattının şimdilik gerçekleştirilemeyeceği anlaşılmıştır. Bu boru hattı Suriye'nin toprak bütünselliği yeniden sağlandığında, ama Rusya'nın hakimiyetinde olduğu koşullarda da gerçekleştirilemeyecektir. Ancak, Suriye bölündüğünde, Rusya güdümünde Doğu Akdeniz kıyısında küçük bir Suriye'nin yanı sıra Sünni bir Suriye'nin kurulması durumunda bu hattın gerçekleştirilmesi mümkün olabilir.
2- Buna karşın İran doğal gazının İran-Irak-Suriye üzerinden Akdeniz'e ve oradan Avrupa'ya sevkıyatı da mümkün gözükmemektedir. Geriye tek alternatif olarak, Suriye kıyılarından Yunanistan'a kadar deniz altından boru hattı döşemek maliyet bakımından pek akıl karı olmadığı için İran doğalgazının Türkiye üzerinden Nabucco'yu yeniden gündeme alarak veya TANAP'a ekleyerek Avrupa pazarlarına sevk etmek kalmaktadır (“Ortadoğu Cehennemi - Dar Alanda Jeopolitik “İt Dalaşı” yazısından, Ekim 2015).
Suriye savaşıyla yukarıda sözü geçen boru hattı ve o bağlamdaki değerlendirmelerin şimd,ki durumda fazla bir anlamı kalmadı: Katar doğalgazını Irak ve Suriye üzerinden dünya pazarlarına taşıyacak boru hattını bugün için isteyen tek ülke İran'dır. Irak merkezi hükümeti ve Esad rejimi de isterler, ama her iki ülkede devlet olarak coğrafi ve toplumsal bütünlüğün fiilen yok olması bu hattın plan olarak kaldığını gösterir. Aynı zamanda Doğu Akdeniz'e üsleriyle yerleşen Rusya, suyun başını tutmuş durumda, mutlaka söyleyeceği bir şeyler vardır. Ne de olsa dünya pazarlarında enerji ve sevkıyatı üzerine rekabetin baş aktörüdür.
Diğer taraftan Katar-Türkiye hattını destekleyen ABD'nin bugün Türkiye ile mevcut ilişkisi; en azından Ortadoğu bazında uyumluluktan ziyade çelişkili durumu bu ülkeden bir desteğin gelmeyeceğini veya TürkiyeNin Amerikan Ortaduğu politikalarına taviz verdiği koşullarda desteğin gelebileceğini göstermektedir. Bu bağlamda A ve B planlarına göre hazırlanan hatların gerçekleşme şansı en azından bugün için pek mümkün gözükmemektedir.
Bu her iki boru hattı güzergahı konusunda Türkiye ve İran'ı kapıştırmayı, savaştırmayı ve her ikisini de yıpratmayı amaçlayan komplo teorileri de üretilmedi değil. Sünni-Şii çatışması bu boru hatları eksenli değerlendirildi. Sünni-Şii çatışmasında mutlaka bu boru hatlarının önemli bir rolü vardır. Ama Sünni derken burada söz konusu olan öncelikle Türkiye iken, Şii derken de İran'dır. Her iki ülke de aralarındaki Orta Asya'dan Ortadoğu'ya uzanan rekabetlerinde mezhep farklılığını sadece kullanıyorlar. Her iki ülke arasındaki Sünni-Şii çatışması aslında Türk ve Fars sermayeleri arasındaki çatışmadır.
İran; Şii Hilali haritası:
IŞİD yapılanması, İran-Irak-Suriye Boru Hattını geçersiz kılacaktır. Tabii sorun sadece boru hattıyla sınırlı değildir; İran ve Irak, Suriye ve Lübnan'dan fiilen kopacaktır ve böylece İran'ın bu alandaki nüfuzu kırılmış olacaktır.
“Ortadoğu Haritası Değişiyor mu?” yazısından.
Levant, Bilâdü'ş-Şâm veya Maşrık alanında (Doğu Akdeniz'de kıyısı olan Suriye, Lübnan, İsrail devletleri, Filistin otonomi bölgesi (Gazze) ve Ürdün'ü kapsamına alan, ama sınırları tam belirli olmayan alan), somutta da Suriye savaşında görüldüğü gibi birbirlerine karşı mücadele eden gruplar, örgütler sık sık cephe değiştirebiliyorlar. Ama burada değişmeyen tek şey, bilinen ve yeni keşfedilen gaz yataklarıdır. Önemli olan, bu enerji kaynakları üzerinde hakimiyet kurmaktır. Savaştırılan güçler ve onların arkasında duran devletler her zaman aynı görüşte olmayabiliyorlar. Bu nedenle de sık sık saf değiştirmeler olmaktadır. Suriye'de savaşın seyri bu durumu açıklamaktadır.
Amerikan emperyalizmi “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”ni gerçekleştirmek amacıyla hareket etmektedir. Bu aynı zamanda bölgede hakimiyet, Suriye gazı da dahil bölgedeki enerji kaynaklarını ve sevkıyatını (boru hatları) kontrol etmek anlamına gelmektedir. Sorun enerji ve dünya pazarlarına ulaştırılması olunca Türk burjuvazisinin seyirci kalacağı düşünülemez.
Dolayısıyla Ortadoğu, petrol ve doğalgaz ve dünya pazarlarına ulaştırılması rekabetinden dolayı da “vekalet savaşları”yla yeniden şekillendirilmektedir.
“Şii Hilali” nasıl tanımlanmaktadır?
“Şii Hilali” aynı zamanda İran petrol ve gazının Akdeniz'e, oradan da dünya pazarlarına ulaştıran hattır. Ama Katar (ExxonMobil) ve S. Arabistan da (Aramco) Akdeniz üzerinden dünya pazarlarına açılmak istiyorlar...
Peki, Doğu Akdeniz'de yeni keşfedilen doğalgaz yataklarının paylaşımı ve pazarlanması ne olacak, bu alanı kim kontrol edecek ve hangi ülkeler bu nedenle gündeme geliyorlar? Rusya ve Çin'i uzak tutmak için Batılı emperyalist ülkeler adeta seferber olmuş durumdalar. Bunun ötesinde Mısır, İsrail, Lübnan, Suriye ve Türkiye de doğrudan henüz pek görünmeyen çatışmanın içindeler. Suriye savaşı bu çatışmanın doğrudan bir parçasıdır.
Aşağıdaki haritada koyu renkli yayı andıran alan Şii nüfusunun yoğunlukta olduğu alandır. “Şii Hilali” İran'dan başlayarak Bahreny'e inmekte ve Irak ve Suriye üzerinden Lübnan'a kadar uzanmaktadır. İran'da nüfusun yüzde 90'ı, Bahreyn’de yüzde 70'i, Yemen’de yüzde 35'i, Lübnan’da yüzde 35'i, Irak’ta yüzde 60'ı, Kuveyt’te yüzde 24'ü, Katar’da yüzde 16'sı, Birleşik Arap Emirlikleri’nde keza yüzde 16'sı, Suriye’de yüzde 10-12'si (Nusayri) ve Suudi Arabistan’da da yüzde 5’i Şiilerden oluşmaktadır (Haritada rakamlar biraz değişik verilmiştir). Suriye, Irak, Lübnan ve Körfez ülkelerinde Şii nüfus doğrudan İran’ın etki alanındadır.
“Ortadoğu Haritası Değişiyor mu?” yazısından.
Sykes-Picot, Ortadoğu'da Osmanlı dövülerek ve yok edilerek çizilmişti. Yeni Ortadoğu haritası da IŞİD, önce teşvik edilerek sonra da dövülerek, hemen hemen bütün emperyalist ülkelerin, önde gelen bölge devletlerinin müdahil oldukları ve destekledikleri güçler üzerinden sürdürdükleri savaşlarla çizilmek isteniyor.
III-Erdoğan'ın Misak-ı Milli'si
“Terörle mücadele ve kamu güvenliğinin sağlanması için her şey yapılacaktır”, “Türkiye’nin huzurunu, refahını, büyümesini istemeyen dış mihraklar ve üst akıl odaklarının düşmanca tutumlarına teslim olunmayacaktır”, “Uluslararası güçlerin oyunlarına gelmeyiz”, “Türkiye’ye ameliyat yaptırmayız”, “Birileri 10 bin kilometreden bölgeye müdahale ediyorsa, bizim müdahalemiz çok daha haklı ve meşrudur”, “Yanıbaşımızda birileri din kardeşlerimizi, kendi halkını katlediyorsa biz buna sessiz kalamayız”, “Cerablus’a müdahalemiz, Musul’a müdahale kararlılığımız Suriye’nin, Irak’ın toprak bütünlüğü içindir”.
"Tribünden izleyemeyeceklerini" ilan eden diktatör Erdoğan’ın bu açıklamaları hezeyan, boş laflar, iç politikaya yönelik çıkışlar, abartılar vs. olarak görülebilir. Doğrudur, bunların da payı var, ama bu çıkışların Türk burjuvazisinin bugün geldiği aşamayı ve taleplerini gösterdiğini söylemekle de bir şey kaybetmiş olmayız.
“Misak-ı Milli niye rahatsız ediyor? Misak-ı Milli’yi gündeme getiren Gazi Mustafa Kemal. Neden rahatsız oluyorsunuz? Burada bir tarih yok mu? Burada bir milletin geçmişi yok mu? Onun için de bunu da öğrenelim bilelim dün neydi bugün ne? Bunu birileri anlamak istemiyor! Ama anlayanlar var hamdolsun.
“Osmanlı öylesine büyük bir devletti ki, bu devin yıkılışı milletin üzerinde maddi ve manevi derin yaralar açtı. 1914 yılında, 2.5 milyon kilometrekare olan topraklarımız, 9 yıl sonra 780 bin metrekareye düştü. Kurtuluş Savaşı’na girerken hedef Misak-ı Milli’ye sahip çıkmaktı.
Biz 780 bin metrekareye, 20 milyon metrekarelerden geldik. 2016 yılında 1923 psikolojisiyle hareket edemeyiz... Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır.”
"Halep gibi geçmişte bize ait olan topraklar, İslam medeniyetinin kadim şehirleri yıkıldı. Aynı şekilde Irak'ın kadim şehirleri, Kerkük, Musul geçmişte bizimdi... Şimdi ben Misak-ı Milli deyince kızıyorlar. Ben tarih dersi veriyorum anlayın."
"Gazi Mustafa Kemal de istikamet olarak Misak-ı Milli'yi göstermişti. 2003'ten bu yana izlenen yanlış politikalar nedeniyle bölge ölüm tarlalarına dönüştü. Kendileri bir şey yapmadıkları gibi bizi de engellediler. Biz Irak krizinin başından beri ülkenin anahtarının tek bir mezhepe verilmeyeceğini söyledik."
"Uluslararası hukuk çerçevesinde sahada ne gerekiyorsa onu yapıyoruz. Güney sınırımız boyunca bir terör bölgesi oluşmasına asla izin vermeyeceğiz. Cerablus operasyonu bu konudaki kararlılığımızın bir ifadesidir. Dabık aynı şekilde."
"Şimdi diyorlar ki, El Bab'a inmeyin, mecburuz ineceğiz. Terörden arındırılmış bir bölge oluşturmak zorundayız. Irak'ta da kendi ülkemizin güvenliği için sahada etkin olmaya çalışıyoruz. Bunun yanında bin yıllık kardeşliğimiz gereği orada insanların geleceğinin karartılmasına izin vermeyeceğiz."
"Musul, Kerkük, Haseki'deki kardeşlerimizin güvenliğini de kendimizinkinden farklı görmüyoruz. Biz sadece kendimiz ve bölgemizdeki kardeşlerimiz için barış ve huzurdan başka bir şey istemiyoruz."
"Ülkemizin güvenliğini ilgilendiren konuları tribünden izlemeyeceğiz. Terör koridoruna izin vermeyeceğiz. El Bab'a inmeyin diyorlar. Koalisyon razı olursa Rakka'da da gerekeni yapacağız. Terör örgütlerini yanımıza almayacağız. Dün ABD Savunma Bakanı buradaydı. Irak'ın mezhep savaşına sürüklenmesine kayıtsız kalmayacağız. Topraklarımızın güvenliği için sahada etkin olmaya çalışıyoruz. İştahı kabaranların heveslerini kursaklarında bırakacak güce sahibiz. Kardeşlerimizin güvenliğini kendimizinkinden farklı görmüyoruz." (Günlük burjuva gazetelerden derlenmiştir)
Hem yalan hem de gerçek! Yalan olan “Cerablus’a müdahalemiz, Musul’a müdahale kararlılığımız Suriye’nin, Irak’ın toprak bütünlüğü içindir” açıklamasıdır. Diğer söyledikleri, birazcık “bitlenmiş” Türk burjuvazisinin, sermayesinin niyetidir, saldırganlığının açık ifadesidir. Yeni “güvenlik konsepti” ile bağlam içinde bütün dünyaya ve özellikle de komşu ülkelere verilen mesaj şudur: Düşman diye tanımladığı Kürt özgürlük hareketi ve devrimci örgütlerin mücadelesini ülke sınırları içinde değil de ülke sınırları dışında karşılayacağız. Onları yok etmek için gerekirse komşu ülkelere girip oralarda operasyon yapacağız! Söylenen bu. Ama bu, sorunun bir yanı. Esası ise Misak-ı Milli kavramıyla Türkiye'ye yeni sınırlar çizmesidir:
-Cerablus Misak-ı Milli'nin gerçekleştirilmesinin ilk adımıdır; Suriye bölünecektirin veya bölünmelidirin Türkiye açısından ilk adımıdır...
-İş Suriye'nin bölünmesine veya federatif yapılanmasına gidince, Türkiye işgal ettiği bölgelerden kolay kolay çıkmaz. Aynısı Irak için de geçerli olacaktır; Irak'ın bölünmesi durumunda Türkiye açıktan kalıcı işgalci olacaktır; her iki durumda da Misak-ı Milli gereğidir açıklaması yapılacaktır, zaten daha şimdiden yapılıyor...
-Cerablus girişi gibi Musul ve Telafer girişi olursa, Ortadoğu jeopolitiği tamamen değişir...
Cerablus-El Bab-Rakka-Telafer-Musul hattını birleştirmek Türkiye'nin hayalidir. Bu hat, Güneyde Misak-ı Milli'nin yaklaşık sınırıdır. Rusya, Doğu Akdeniz kıyısına sıkışmış bir küçük Suriye ile yetinebilir ve bu gelişmeyi seyredebilir. Bu durumda Rusya olmaksızın İran, Suriye'de kaybedeceği bir rekabete girmez. Bu hat için yolun açılması, ABD'nin Suriye'de etkisiz kalması, en azından Türkiye ile istemeyerek de olsa işbirliği içinde hareket etmesi demektir. Nitekim Rakka'nın geleceğine ilişkin olarak her iki ülke Genelkurmay Başkanlarının Ankara'daki son görüşmede aldıkları karar bunu göstermektedir.
Bu hattın gerçekleştirilmesi durumunda Rojava devrimi çembere alınmış olur ve boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalır...
Böylece Misak-ı Milli sınırları güneyde çizilmiş, bu alanlar işgal edilmiş olur; diktatör Erdoğan boşuna Lozan'ın yetersiz kaldığından, Lozan sınırlarını kabul etmediğinden bahsetmiyor...
Bu açıklamaları da göstermektedir ki, Erdoğan demek, savaş demektir...
Erdoğan, Türk burjuvazisinin/sermayesinin savaş programıdır...
Diktatör Erdoğan, "Kilis'ten Kırıkhan'a doğru uzanan bölgede ülkemize yönelik bölgeyi de teröristlerden temizleme konusunda da gereğini yaparız. Bu mesele bizim için beka meselesi”dir diyor. Diğer bir ifadeyle, Afrin'i ortadan kaldıracağız, işgal edeceğiz demiyor, ama Kilis-Kırıkhan hattıyla bunu kast ediyor. Bu da bir Misak-ı Milli gereğidir...
Diktatör Erdoğan, "Şimdi bataklığı kurutma devrine girdik, bundan sonra sabredelim, bekleyelim yok. Olay nerede ise ise orada bitirilecek”, “terör örgütlerini" kendi sınırlarımız içinde karşılamayacağız derken komşu ülkelere terör bahanesiyle her an saldırabiliriz diyor. Bu da Misak-ı Milli'nin gerçekleştirilmesi için bir vesile yapılacaktır...
Açık ki, Misak-ı Milli bir vesiledir; bununla bütün toplumu, ordudaki Kemalistleri de arkasına alarak toplumu Türk milliyetçiliği, şovenizmi potasında birleştiriyor.
Misak-ı Milli, belli bir dönem Türk şovenizmi için önemli bir malzeme olmuştur. Ama şimdi, Erdoğan'ın ağzından Misak-ı Milli sadece şovenizmi körüklemek için bir araç olmaktan çıkmış, Türk burjuvazisinin yakın coğrafya jeopolitiğinde belirleyici önemi olan bir vizyona, savaş programına dönüşmüştür...
İşte bu, Türk burjuvazisinin geldiği noktadır...
IV-Türkiye neden istenmiyor?
İşin oyun tarafı şöyle: “Fırat Kalkanı” harekatıyla Türkiye, stratejik ortağı ABD'nin Suriye planını bozdu, böylelikle İran ve Irak'ın da planları bozuldu. Rusya'nın sessiz onayıyla Türkiye Suriye'de oyun bozan oldu. Musul operasyonu gündeme gelirken, bu operasyonda Türkiye'yi dışlamak için ABD'nin Türkiye'yi dışlama, Irak'ta askeri varlığını (Başika kast edilerek) illegal olduğu, Musul operasyonuna kimin katılıp katılmayacağına Irak hükümetinin karar vereceğini hem bizzat dillendirdi hem de Irak merkezi hükümetine söylettirdi ve İbadi kükremeye başladı. Son sahnede İran da yer aldı. ABD, İran ve Irak merkezi hükümeti, hala, Türkiye'yi Musul sorununda dışlamak, masaya oturmasını engellemek için her yolu denemeye devam ediyorlar. Önce işe Başika ile başladılar; IŞİD'e karşı Musul operasyonu öncesinde ilk adımı Irak Temsilciler Meclisi attı ve Başika'ya işaret edilerek Türkiye'ye askerlerini çek dendi, iş BM'ye taşındı, ama aynı meclis başka ülkelerin Irak'taki askeri varlığını hiç gündeme getirmedi. Oysa TSK, davet edilerek gitmişti, bunun belgeleri de ortaya çıktı. Ama İran'ın Irak'taki davetsiz, yasal dayanağı olmayan askeri varlığı üzerine Irak merkezi hükümeti tek kelime söz etmedi. Türkiye, burada kalacağım, sahada da masada da olacağım diye işgalcilikte ne denli kararlı olduğunu gösterdi. İbadi'nin söylemleri yetmeyince mezhepçilik kaşındı ve Şii imam devreye sokuldu. Öyle ki, Şii lider Sadr, Başika'yı kast ederek “Türk askerinin Irak’ta bulunmasının askeri açıdan sakıncalı ve tatsız bir durumdur, bu sebeple kovulmadan önce şerefinizle topraklarımızdan çıkın. Tüm Iraklılar sizi reddetme konusunda anlaştı. Irak’a girmeniz konusunda uluslararası anlaşmalar olsa bile bu bizi ilgilendirmez. Sana ülkeni demokrasi ve özgürlük standartlarına getirmeni nasihat ediyorum. Daha sonra ne istersen söyleyebilirsin” diyerek sorunu mezhepçilik açısından iyice kaşıdı. Açık ki, cevap verilmesini, soruna Sünnilik açısından yaklaşımı beklediler.
Haşdi Şabi de kendi açısından açıklamada bulundu, Türkiye'yi Irak'ta "işgalci" olarak tanımladı ve Irak'tan çekilmezse IŞİD'e karşı savaştıkları gibi Türk ordusuna karşı da savaşacakları tehdidini savurdu. Haşdi Şabi Güvenlik Sözcüsü Yusuf El Kilabi, "Irak'ın kuzeyinde bulunan güçler işgalcidir ve Irak hükümeti tarafından davet edilmemiştir. Bu şekilde kalmaları durumunda onlara işgalci güç muamelesi yapar, IŞİD'le savaştığımız gibi onlara karşı da savaşırız. Aynı şekilde Türk Ordu güçlerine karşı da geliriz" dedi.
Türkiye'yi Irak'tan dışlamaya, Musul operasyonundan uzak tutmaya çalışan ABD, önce ortalığı karıştırdı, sonra da güya düzeltmeye çalıştı: IŞİD karşıtı uluslararası koalisyonun ABD'li sözcüsü Albay John Dorrian, "Irak topraklarında bulunan Türk ordusu, Irak hükümeti tarafından verilen resmi izinle gelmemiştir ve illegaldir" açıklamasıyla Türkiye'yi Musul operasyonundan dışlamak için oldukça açık mesaj verdi. Dorrian, Türk askerlerinin, Irak hükümetine IŞİD'e karşı mücadelesinde yardımcı olan ve destek veren uluslararası koalisyon güçlerinin bileşeni olmadığını söyledi.
Sonra ABD ağız değiştirdi, Dışişleri Bakanlığı üzerinden "Türk askerlerinin Başika’ya Irak hükümetinin daveti üzerine DEAŞ'a karşı mücadele edecek kişileri eğitmek üzere girdiğini kabul ettiklerini", “Türk askerlerinin Irak’ın izni ile orada olmaları gerekiyor. Türkiye’nin Irak’a nasıl girdiğini anlıyorum. Irak hükümetinin daveti üzerine DEAŞ’a karşı savaşacak Iraklı gönüllüleri eğitmek için girdiler” açıklamasını yaptı. Kısa zamanda görüş değiştiren, önce illegal, sonra da legal diyen ABD'dir. Peki neden? Her yolu deneyerek Türkiye'yi Irak'tan uzak tutmak, dışlamak, Suriye'de olduğu gibi oyununun bozulmasını engellemek. ABD Türkiye'yi Irak merkezli Ortadoğu'da frenlemek, geri plana itmek, etkisizleştirmek için İran ile açıktan açığa ortak hareket etmekten çekinmiyor...
ABD, Türkiye'yi, bu stratejik ortağını Ortadoğu'da oyun bozan olarak görmektedir, kendi çıkarları önünde en tehlikeli bölgesel güç olarak görmektedir. Bu nedenle Irak'ta istememektedir. Türkiye bu nedenle, burada nüfuz sahibi olmasın diye istenmiyor. Başkaca ne türden bir neden olabilir ki? ABD, Türkiye'den daha az sömürgeci, işgalci, Türkiye'den daha az gerici, katliamcı değil ki, Türkiye'yi bu yüzden dışlamak istesin.
Türkiye Lozan'dan kalma haritalarını masaya koyuyor. Irak ve Suriye savaşları ve şimdi de Musul operasyonu Sykes-Picot Anlaşmasıyla (1916) siyasal haritası belirlenmiş Ortadoğu'nun yeniden dizayn edilmesinin adımlarıdır. Türk burjuvazisi, o zaman kaçırdığımı şimdi alacağım diyor. Bu nedenle Musul operasyonunda hem sahada hem de masada olmalıyım diyor. Diktatör Erdoğan önderliğinde Türk burjuvazisi/sermayesi, Batılı emperyalist ülkelerin, başta da ABD'nin, İngiltere'nin, Almanya'nın, Fransa'nın; diğer kampın temsilcisi olarak Rusya'nın ve arka planda Çin'in; bölgesel güç olarak İran'ın aktif olarak katıldığı bu yeni oyununun dışında kalamam diyor. Ortadoğu'ya hakim olmak isteyen veya bölgesel güç olarak pay sahibi olmak isteyen hiçbir güç IŞİD'e karşı mücadeleyi öne sürerek, Musul operasyonundan bizi dışlayarak enerji kaynakları ve dünya pazarlarına nakli için yürütüle bu rekabette bizi dışlayamaz diyor.
Suriye'de olduğu gibi Irak'ta da Türkiye kendi haritasını masaya koymak için mücadele ediyor. Türk burjuvazisi açıkça “Senin yüz yıllık, benim bin yıllık hesabım var” diyor ve Ortadoğu'daki, somutta da Suriye ve Irak'taki gelişmelere seyirci kalmayacağını sürekli vurguluyor. Çok uzaklardan gelen ülkelerin, hiç bir hak hukuk tanımadan; zorun “hukuk”unu, güçlü olanın “hakkı”nı kullanarak Ortadoğu'nun tamamını kendi çıkarlarına göre yeniden dizayn etmek için akıl almaz oyunlara başvururken, o coğrafyanın doğrudan bir parçası olan Türkiye'ye 'sadece yardımcı ol, kenarda dur ve seyret' “muamelesi”ni Türk burjuvazisi kabul etmeyeceğini sürekli vurguluyor. Önce Suriye sorununda kenarda dur ve seyret dendi, şimdi de Musul operasyonu vesilesiyle kenarda dur ve seyret deniyor. Kenarda durup seyretmeyeceğimin bir ifadesi olarak Cerablus'a girildi, El Bab'a kadar gideceğiz diyen Türk burjuvazisi gerekirse, şartlar oluşursa Musul'a da, Telafer'e de gireceğim diyor.
Musul'a, Telafer'e sahip çıkma zamanı...
Türk burjuvazisi bu cüreti nereden alıyor, bunu iyi analiz etmek gerekir Ne de olsa karşımızda iktidarını yıkmak istediğimiz sınıf durmaktadır. Suriye bağlamında sürekli dillendirdiği “kırmızı çizgileri” konusunda “sol”da alay konusu oldu, efendisi izin vermeden yerinden kıpırdayamaz dendi, ama efendisine rağmen yerinden kıpırdamakla kalmadı, Suriye'de işgal harekatına girişti (Şimdi “sol” o bataklıktan çıkamazsın, orada gömüleceksin söylemleriyle uğraşıyor). Yanı sıra daha yüksek dozajda bir cüretle bu sefer Musul meselesinde girerim demeye başladı. Şimdilerde güney sınırında askeri yığınak yapıyor. Bakalım ne olacak.
“Sol”un boş lafları:
Musul operasyonu öncesinde Türkiye'nin bu operasyona katılıp katılmaması üzerine burjuva ve “sol” basında bolca yazılıp çizildi. AKP yanlısı medya dışında kalanlarda ortaklaşmış görüş, Türkiye bu operasyona katılamaz, Başika'daki varlığı bir işgalci varlığıdır. Bu medya, buna “sol” gazeteler de dahildir, yine ağız birliği yapmışcasına İbadi'nin açıklamalarını kanıt olarak göstermekte; İbadi, Türkiye Musul operasyonuna katılamaz, buna izin vermeyiz, Başika'daki varlığı işgalciliktir, oraya terk etmelidir vb. türünden açıklamalarıyla bu gazetelere ilham kaynağı olmuştu. Sonra veya bu arada ABD işe karışıyor, önce Türkiye'nin Başika'daki varlığını illegal ilan ediyor, meşru değildir diyor, sonra, “pardon” dercesine düzeltme yapıyor; Türkiye'nin oradaki varlığı meşrudur diyor, ama Türkiye'nin Musul operasyonuna katılıp katılmayacağına Bağdat karar verir diyor. Türkiye'nin bu operasyona katılmasını hiç istemeyen ABD topu İbadi'ye atıyor. İşin içine İran da karışıyor ve İbadi'yi işaret ediyor. Yani Musul ve Başika konusunda İbadi'yi ABD ve İran konuşturuyor. Peki, Türkiye'nin Irak'ta işgalci olduğunu göstermek, kanıtlamak için İbadi'yi şahit gösteren bu gazeteler, İbadi'nin kimin sesi olduğunu bilmiyorlar mı? Herhalde bilmiyorlar! O zaman söyleyelim: İbadi konuşunca ABD konuşuyor diye anlamamız gerekir, bazen de İran konuşuyor diye anlamak gerekir. Bakmayın görünüşüne, İbadi Irak merkezi hükümet Başbakanı değildir, ABD'nin ve kısmen de İran'ın Irak valisidir. Burada felsefi açıdan da bir sorun var; biçim ve içerik birbirine uymuyor!
Öbür taraftan Türkiye, hem sahada hem de masada olacağım diyor ve ona gore A, B, C planları hazırlıyor. En azından bunu birkaç gün öncesine kadar söylüyordu, birkaç günden bu yana da sınıra yığınak yapıyor. Şimdi bizim sorunumuz, ABD'nin ve olmazsa İran'ın duruma göre şöyle konuş, böyle konuş dedikleri İbadi'nin açıklamalarıyla mı Türkiye'nin sömürgeci ve işgalci olduğunu kanıtlamaktır veya açıklamaktır? Sorunumuz bu kadar basit mi? “Sol” olarak sen ne diyorsun? Senin Musul ve bu bağlamda Türkiye'nin durumu hakkındaki görüşün ne? Bunu neden İbadi'yi konuşturarak, şahit göstererek açıklama gereği duyuyorsun?
Yahu, orman kanunlarının geçerli olduğu bir yerde; işgalin, savaşın olduğu bir yerde hangi hukuk, haklılık geçerlidir ki, Türkiye'ye işgalci demek için İbadi şahit gösteriliyor? Neden doğrudan, Türkiye işgalcidir demiyorsun da 'bak, İbadi de böyle düşünüyor' deme gereğini duyuyorsun? Türkiye'nin işgalci olduğunun kanıtı İbad'nin açıklaması mı? Neden Kuzey Kürdistan'ın sömürge olduğunu, işgal edildiğini, Suriye'ye girildiğini, bunun bir işgal olduğunu söyleyerek Türkiye'nin sömürgeci ve işgalci olduğunu söyleyemiyorsun?
Bu “sol”, garip bir “sol”dur; Türk burjuvazisi ve sermayesi adına diktatör Erdoğan'ın savaş kışkırtıcılığı yaptığı, gövde gösterisi yaptığı, Cerablus gibi Irak'a da bir biçimde gireceği konusunda insanları inandıran, yönlendiren analiz, haber yapmıyor, İbadi'yi kaynak, şahit göstererek Irak'ta işgalcisin diyor. Ne de dehşetli bir değerlendirme değil mi?
Diktatör Erdoğan, emperyal adım atıyor, sen hala Başika'daki varlığının resmi olup olmadığını, işgal olup olmadığını açıklamak için İbadi'yi şahit gösteriyorsun!
İbadi'nin ağzıyla sarf edilen boş laflardan geriye ne kaldı? En azından Türkiye-Irak bağlamında analiz, değerlendirme, düşmanı tanıma ve okuma çapımız İbadi'nin hezeyanlarıyla sınırlı kalmadı mı? İbadi şunu dedi, bunu dedi aktarmaları yapacağımıza bu faşist rejimin neye muktedir olduğunu görmek esas sorunumuz değil mi?; Cerablus meselesinde de ağzımız dolusu konuştuk, sonuç ne oldu? Cerablus'tan önce de giremez, izin vermezler dedik bolca, ama girdi, işgal etti ve bunu söyleyen “sol”dan tık yok, yanlış analiz etmişiz, şu şu faktörlerin bir araya gelmesinden dolayı Türk ordusu Cerablus'a girdi, işgal alanını genişletiyor, bu işgalciliğe karşı şöyle böyle mücadele edelim denmiyor. Neden denmiyor?
Musul'da orman kanunları geçerlidir; gücü gücü yetene. Musul, IŞİD'dan temizlendikten sonra da aynı kanunlar geçerli olacaktır; haydutlar, gücüne göre söz sahibi olacaklardır. Faşist, sömürgeci, inkarcı, tekçi, İslamcı sıfatlarıyla tanımladığımız bu rejimin Musul operasyonundan İbadi dediği için uzak kalacağını düşünüyorsak, bu sadece ve sadece bizim nesnel gerçekliği görme ve analiz etme derinliğimizi gösterir.
Algı operasyonu yalancının mumu yatsıya kadar yanarın pratiğidir... Bazı “sol”lar algı operasyonu ile ajitasyon ve propaganda birbirine karıştırıyorlar...
Algı operasyonu, olmayanı var olarak göstermenin yol ve yöntemidir. Burjuvazinin işi gücü algı operasyonudur; gerçekleri işçi sınıfı ve emekçilerden saklamaktır. Bu nedenle dizginsizce yalan söyler; yalanı, olmayanı gerçek diye sunar.
Bu anlamda İbadi'nin ipiyle kuyuya inmek ABD'nin, olmazsa İran'ın ipiyle kuyuya inmek anlamına gelir. ABD ve İran da, ister İbadi, isterse de başkası biçiminde olsun kendilerinin ipiyle kuyuya inenleri, kendilerine benzetmeksizin o kuyudan çıkarmazlar.
Bu anlamda şunu düşünmek gerekir: Irak'ı Türkiye mi işgal etti veya işgal ediyor! İbadi ne kadar işgalci Türkiye diye gürlerse, Türkiye'de avanak “sol” o kadar işgalci Türkiye diye bağırıyor. Peki Irak'ı kim işgal etti? Onca emperyalist ülkeye, o irili ufaklı emperyalist ülkelerin başını çektiği, bilmem kaç ülkeden oluşan o koalisyona ne demeli? ABD, Irak'ı yakıp yıkmadı mı? İşgalci başı o değil mi? Tamam, Türkiye'nin Musul çıkışlarını eleştirelim, bunun işgalcilik olacağını, Başika'daki askeri varlığın işgalcilik olduğunu döne döne anlatalım. Ama bunu yaparken parçayı bütünün yerine koymayalım; Musul operasyonunun örgütleyici aktörünün Amerikan emperyalizmi olduğunu anlatmaksızın, Irak ve Musul sorununu ne derece gerçeğe uygun açıklamış oluruz? Tamam, Türkiye işgalci de, diğerleri ne? O bilmem kaç ülkeden oluşan koalisyon, İran orada; Irak'ta, Musul'da ne halt işliyor?
Hani bir laf vardır: Kılavuzu karga olanın... Kılavuzu İbadi açıklamaları olanın varacağı yer ABD'nin bu konu hakkında Türkiye açıklamaları olur.
O “sol”un en son ne zaman “dolu” laf ettiğini hatırlamıyorum! Ama ben beni bildim bileli hep boş laf ediyor:
Ekonomiden anlamaz, ekonomi üzerine yazılıp çizilenlerin içeriği bir incir çekirdeğini bile doldurmaz. İşin içinden çıkamayınca krizi “patlatır”!
Devrimden, sınıflar arası çelişkilerden umudu kesmiştir;
Faşist rejimi küçümser, nasıl ayakta kaldığını ve bu saldırganlıkları neye dayanarak sürdürdüğünü bir türlü açıklayamaz!
Kafasına koymuştur; Türkiye emperyalizme bağımlı. Analiz, değerlendirme olayı bitmiştir...
Burjuvazinin kırmızı çizgileriyle alay eder, ama şu Suriye'deki işgalciliğini, ABD ile bölgeye özgü çelişkilerini bir türlü analiz edemez. Türk burjuvazisinin ABD ve AB ile dalaşını analiz edemez...
ABD ile Rusya arasındaki çelişkilerden nasıl yararlandığını açıklayamaz. Bu yararlanmadan dolayı Ortadoğu'da jeopolitik dengeleri değiştirecek bir konumda olduğuna bir türlü akıl erdiremez; çünkü bunu bağımlı Türkiye kalıbına sığdıramaz...
Tabii bunları yapamayınca da nerede neden durduğunu ve ne istediğini de da açıklayamaz...
Böyle yazmak istemiyorum, ama avanak küçük burjuvazinin bu hali, değerlendirmesi bana çok dokunuyor.
Bu “sol” gerçeği anlatmıyor, analiz etmiyor, buna karşı nasıl mücadele edilmelidire cevap aramıyor, gönlünden geçeni gerçekmiş gibi anlatıyor.
Şu anlayışa bakın:”Demek ki “kendi kendine gelin güvey olma”ymış! Türkiye “katıldım” demiş ama kimsenin haberi ya da onayı olmamış! Nereden öğreniyoruz? Amerika’nın yaptığı “Türkiye koalisyona dahil değil” açıklamasından” (Evrensel,17 Ekim 2016, Mustafa Yalçıner).
Kendi mantığı, kendi analiz yöntemi yok! Ancak Amerika açıklama yapınca neyin ne olduğunu anlıyor ve bu arkadaş Türkiye'yi güya böyle teşhir ediyor! Amerika'yı şahit göstermeden Türkiye'nin işgalci olduğunu açıklayacak durumda değil misin?
ABD'nin bu sözünden sonra Türkiye'nin Musul operasyonunu yapan koalisyona neden katılamadığını analiz etmenin bir anlamı, bir gereği var mı? Yok!
V-Musul'u, kurtaranlarından kurtarmak
Kalabalık bir devletler topluluğu Musul'u, IŞİD'den kurtarmak için operasyon yapıyor. Diyelim ki, Musul'u IŞİD'den kurtarmak iyidir, önemlidir. Ama sonra ne olacak? Burası karanlık. Aslında burada soru, bu kadar kalabalık bir devletler topluluğu Musul'u IŞİD'den neden kurtarmak istiyor ve sonra ne yapacak sorusudur. Bu bağlamda Musul'un geleceği; orada nasıl bir yönetim kurulacağı sorunu onu “kurtaran” güçlerin çıkarlarıyla doğrudan ilgilidir. İşte tam da bu noktada; daha Musul kurtarılmadan, kurtarıldıktan sonra nasıl bir Musul sorunu üzerine şiddetli tartışmalar yapılmakta; operasyona katılan her güç kendi ajandasını dayatmaktadır. Musul'un kurtarılmasında olduğu gibi geleceği konusunda da herkes oldukça hassas.
Musul'un, kurtarıcılarından nasıl kurtarılacağı Kürtler açısından oldukça önemlidir; bu, Kürtlerin geleceğini doğrudan ilgilendirir. Etnik ve mezhepçi temelde şekillenecek bir Musul, Kürtler için büyük bir tehdit olur. Bu nedenledir ki, etnik ve mezhepçi temelde bir Musul, Kürtlerin tamamı tarafından olmasa da ezici çoğunluğu tarafından istenmez, mücadele edilmesi gereken bir oluşum olur. Nasıl bir Musul konusunda Kürtlerde henüz bir görüş ortaklığı da oluşmamıştır.
Aynı durum, Musul'un geleceği konusunda görüş birliği Araplarda ve Türkmenlerde de oluşmamıştır. Bunlarda Sünni-Şii ayrımı, bu mezhepsel fark, arkalarında duran güçlerin etkisiyle görüş ortaklığı oluşturamama doğrultusunda şekillenmiştir.
Musul, kurtarılma adına sahada olan güçler tarafından parçalanıyor; her “kurtarıcı” gücüne göre nüfuz sahası talep ediyor...
Musul'u IŞİD'den kurtarma operasyonunun başını çeken emperyalist ülkelerin, özellikle de Amerikan emperyalizminin tabii ki, başka planları vardır. Bu planlar yerine göre şu veya bu etnik topluluğu, şu veya bu mezhebi okşayabilir, öyle de olacaktır. Onların esas amacı Musul'u ve havzasını esas sahiplerine vermemektir. Niçin Musul'a önem verdiklerini yazı içinde açıklamaya çalıştık.
Musul, Irak ve Ortadoğu'nun yenide jeopolitik dizaynınında önemli bir aşamadır; bu Suriye'nin jeopolitik dizaynından bağımsız olarak ele alınamaz...
Musul'un IŞİD'den kurtarılmasında ve geleceği üzerine planlamalarda; yani hem sahada ve hem de masada kılıçların çekildiği dehşetli bir gerici, faşist, dinci faşist, mezhepçiliğe ve etnik kimliklere büründürülmüş, ama her halükarda sermayenin çıkarına olan bir rekabet söz konusudur.
Bu karmaşa içinde çözümsüzlüğün çözüm olarak dayatılması mümkündür ve buna karşı mücadele edilmelidir. Bu mücadele bölgesel devrime işaret etmektedir. Sadece Irak'ta ve Suriye'de değil, bütün Ortadoğu'da bölgesel devrim ve bunun sonucu olan Demokratik Ortadoğu Federasyonu çözüm yolunu göstermektedir. Demokratik Ortadoğu Federasyonu, sosyalizme açık bir federasyondur.
Bölgemizde yaşanmakta olan ve askeri çatışmalar boyutuna varmış olan bu böl parçala, hakim ol rekabetinin, savaşının; bu krizin sorumluları emperyalist ülkeler ve bölgesel işbirlikçileri, bölgesel güçlerdir. Esas olan bu güçleri bölgemizden söküp atmak ve gerici, faşist işbirlikçi rejimleri devirmektir; böyle bir mücadelenin olmaması için maddi zemin Ortadoğu'da artık kalmamıştır; yani böyle bir mücadelenin ilerici, devrimci güçler tarafından ortaklaşa sürdürülmesi zemini olgunlaşmıştır.
Hiç yorum yok