Header Ads

Header ADS

Garbis Altınoğlunun Bir Troçkiste yanıtından

Taylan, benim Stalin hakkında yazdıklarımı, “Resmi tarihin ve ideolojinin bir çeşitlemesi” olarak niteliyor ve Stalin döneminde yapılan uygulamaları Atatürk'ün uygulamalarına ve NKVD şeflerini de Topal Osman'a benzetiyor. Stalin ile Mustafa Kemal arasında ve Stalin dönemi tarihyazımını ile Kemalist tarihyazımı bir paralellik kurma biçimindeki yanlış tutumun Türkiye'deki Trotskistler arasında hayli yaygın olduğu biliniyor. Sınıfsal ve siyasal nitelikleri ve en azından yakın tarihleri birbirinden çok farklı olan bu iki toplumu ve ülkeyi benzermiş gibi göstermenin hiçbir bilimsel değeri olmadığı ve böylesi bir yaklaşımın, en azından objektif olarak demagojik bir nitelik taşıdığı açıktır.

Taylan'ın, Prof. Grover Furr için ise şunları söylediğini görüyoruz: “... resmi-egemen Stalinci yazımın sadık bir memuru tarihçidir. Troçki’ye Alman ajanı diyebilecek kadar diyebilecek kadar da 'tarih'çidir. Ekim ihtilali sırasında Lenin ve Troçki için her boydan Kadet ve Menşeviklerin dile getirdiği anti-bolşevik propagandayı Furr’un yıllar sonra yapması rastlantı olmasa gerek.” Bu tartışma metodu da yanlış. Birisine bir etiket yapıştırmak, onun görüşlerinin yanlış olduğunu kanıtlamaya yetmez asla. Bunun için, karşınızdaki insanın temel ya da en önemli görüşlerini bilimsel verilere dayanarak çürütmeye çalışmalısınız. Bu bağlamda Prof. Grover Furr'ı, resmi-egemen Stalinci yazımın sadık bir memuru” olarak nitelemeyi de son derece haksız ve yanlış buluyorum.

Taylan'ın hatalarının en önemli kaynaklarından biri şu: O, Hruşçov ve benzerlerinin, Stalin'in eleştiri ve muhalefetine rağmen oluşturduğu kişiye tapınma olgusunun gerçek mimarının kim olduğunu anlayamadığı gibi pratikte Stalin'in gerçekten de herşeye hükmeden bir tek adam, bir süpermen olduğu varsayımından hareket ediyor. Politbüro üyelerinin seçimle değil de “Stalin’in onayıyla” bu organa girdiğini düşünmesi de bu bakış açısının ürünü.) Sovyet halklarının 1922-53 döneminde elde ettiği devasa başarılarda Stalin'in çok önemli bir payı olduğu ve Stalin'in bu başarılı önderliği nedeniyle haklı bir saygınlık kazandığı tartışma götürmez; ancak bu, adıgeçen dönemde elde edilen başarıların tümünün Stalin'in hanesine yazılması gerektiği anlamına gelmediği gibi, -Trotskistlerin çoğunlukla yaptıkları gibi- bu dönemde meydana gelen olumsuzlukların tümünün de O'nun hanesine yazılması gerektiği anlamına gelmez. Bu olumsuzlukların büyük çoğunluğu Parti içindeki açık ve gizli revizyonistlerden ve giderek sınıf düşmanlarının ve emperyalistlerin ajanı haline gelen anti-Bolşevik muhalefetin hanesine yazılması gerekir.

Taylan gibi düşünenler Bolşevik Partisi içinde açık ve gizli revizyonistlerin bulunmasını ve bunların bazılarının muhalefetlerini sınıf düşmanıyla işbirliğine kadar götürmesini inanılır bulmuyorlar. Ama onlar, “somut koşulların somut analizi” ilkesini çiğniyor ve Sovyet Rusya'nın gerçekliğini unutuyorlar. Oysa, kapitalist kuşatma ve hatta saldırısı altında olan Sovyet Rusya gibi bir ülkede bu çok-yanlı gerici basıncın yansımalarının olması, bu yansımaların kendilerini Parti içinde de hissettirmesi nesnelerin doğası gereğidir. Bolşevikler sosyalist bir toplumu, Çarların despotik ve bürokratik yönetimi altında yaşamış, eğitim ve kültür düzeyi düşük, geri bir ülkede inşa ediyorlardı; Britanya, Almanya ya da ABD gibi üretici güçlerin ve kültürün gelişmiş olduğu bir ülkede değil. Ve onlar devleti bir ölçüde, Çarlık bürokrasisi ve devletinden devralınan kişilerin de yardımıyla yönetiyorlar, ekonominin inşasında bir ölçüde “burjuva uzmanlar”ın yardımından yararlanıyorlardı. Onlar sosyalizmi, yüzlerce yıldır Çarların yönetimi altında yaşamış olması nedeniyle demokratik gelenekleri çok zayıf olan bir ülkede, dahası Birinci Dünya Savaşı'nın perişan ettiği ve dış müdahale ve Beyaz Muhafızlara karşı sürdürülecek olan İç Savaş daha da perişan edeceği koşullarda inşa ediyorlardı. Taylan gibi düşünenler, Rusya'da sosyalist toplumun 1920'lerin sonlarından itibaren inşası sırasında şu faktörlerin varlığını da anlayamıyorlar:

a) emperyalist burjuvazinin ve onun zaman zaman askeri müdahale biçimini alabilen kuşatmasının basıncı,
b) özellikle kırlarda kulakların (=zengin köylülerin) tasfiyesine girişildiği koşullarda bu katmanla Sovyet işçi sınıfı ve devleti arasındaki çelişmenin basıncı,
c) Sovyet devlet aygıtı ve ekonomi yönetimi içindeki gerici ve burjuva öğelerin basıncı ve
d) Parti içindeki burjuva ideolojisinden kopmamış küçük-burjuva öğelerin hoşnutsuzluk ve muhalefetinden yararlanan açık ve gizli revizyonistlerin basıncı.

Bu konunun daha iyi anlaşılması için somut bir örnek üzerinde, Trotski vb. ile de ilişkisi olan Mareşal Tuhaçevski'nin ihaneti üzerinde duralım. Eski Çarlık ordusu subaylarından biri olan Tuhaçevski Birinci Dünya Savaşı'na katıldı ve bu arada Almanlara tutsak düştü. Almanların elinden kurtularak Rusya'ya dönmeyi başaran bu bay, Sovyet iktidarına karşı savaşmaya hazırlanan Beyaz Muhafızların askeri hazırlıkları içinde yer aldı. Ancak daha sonra onlardan ayrıldı ve 1918'de Bolşeviklere yaklaştı. O, başarılı bir asker olduğu için Kızılordu saflarında hızla yükseldi. Bu arada Trotski'ye yakınlaştı. 1922'de Kızılordu Askeri Akademisi Başkanı olan Tuhaçevski o yıl, Sovyet Rusya ile Almanya arasında yapılan Rapallo anlaşmasından sonra bu ülkeyle yapılan askeri görüşmelere katılan Sovyet subayları arasında yer aldı. Bu dönemde -her ikisi de uluslarası izolasyona mahkum edilmiş olan- Almanya ile Rusya arasında ekonomik ve askeri işbirliği olması, ortak askeri tatbikatlar yapılması, hatta iki taraftan askeri ve sivil lider ve yetkililer arasında sıcak denebilecek ilişkilerin olması yanlış değildi. 1933'de Hitler'in iktidara gelişinden sonra durum köklü bir biçimde değişti ve sözkonsu işbirliği ortadan kalktı. Ama, Tuhaçevski ve arkadaşları eski Alman mevkidaşlarıyla ilişkilerini sürdürdüler. Kızılordu içinde Tuhaçevski gibi düşünen ve davranan başka generaller de vardı. Aralarında Gamarnik, Yakir, Kork, Uboreviç, Feldman gibi üst düzey subayların da bulunduğu bu grup, Kızılordu içinde Alman yanlısı bir klik oluşturuyordu. Bu generallerin gerici bir konuma savrulmasında, Sovyet devletinin ordu üzerinde sivil denetimi güçlendirecek önlemler almaya girişmesi de ikincil bir rol oynadı.


Hem Alman genelkurmayından bazı subaylarla ve hem de Trotski, Buharin, Tomski, Krestinski gibi anti-Bolşevik isimlerle yakın ilişki içinde bulunan bu grup, Sovyet Rusya'ya karşı bir dış saldırıya paralel olarak bir askeri darbe yapmayı planlıyordu. Hatta onlar, başarılı olması halinde bu darbeyi gerçekleştirecek olanlar kendilerini halka sosyalist, Marksist, Sovyetik olarak sunmayı bile kararlaştırmışlardı.

Kendisine fazla güvenen Tuhaçevski, mareşal rütbesini aldığı 1936 yılında Britanya Kralı V. George'un cenaze törenine katılmak için Londra'ya giderken Polonyalı pro-faşist albaylar ve Alman generalleriyle görüşmekten bile kaçınmadı. Dönüşte ise Paris'te, Sovyet elçiliğinde düzenlenen ziyafette Sovyet hükümetinin faşist devletlere karşı faşist-olmayan devletleri de kapsayacak bir kollektif güvenlik anlaşması yönünde sürdürdüğü çalışmaları, diğer burjuva devletlerin diplomatlarının önünde açıkça eleştirdi ve Romen Dışişleri Bakanı N. Titulescu'ya, yazgılarını Britanya ve Fransa gibi eski ve tükenmiş devletlere değil, Avrupa'nın önderliğini yapmaya aday olan Hitler Almanyası'na bağlamalarını salık verecek denli ileri gitti. Aynı ziyafette bulunan Fransız gazeteci Geneviev Tabouis, Benim Adım Cassandra adlı kitabında Tukaçevski için şunu yazacaktı:

“O Almanya gezisinden yeni dönmüştü ve Nazilere ateşli övgüler yağdırıyordu. Sağımda oturmuş, büyük devletler ile Hitler'in ülkesi arasındaki bir hava anlaşmasından söz ederken yeniden ve yeniden şöyle dedi: 'Onlar daha şimdiden yenilmez konumdalar, Madame Tabouis'.... Ve iki yıl sonra Sovyetler Tuhaçevski'yi, Almanya tarafından planlanan bir askeri komplo savıyla suçlayıp mahkum ettiklerinde, onun o yemekteki tutumu geldi aklıma.” (They Called Me Cassandra, New York, C. Scribner’s Sons, 1942, s. 257)

Tuhaçevski ve Trotskist ortakları askeri darbe yapma ve ilk elde Stalin, Molotov ve Voroşilov'u öldürme ve hatta tasfiye edilecek isimlerden oluşan uzun bir liste oluşturma hazırlıklarını ileri bir evreye getirdiklerinde, kendisine karşı düzenlenen komplonun farkında olan Sovyet devleti, 1937 Mayısının ikinci haftasında harekete geçti; rütbesi indirilen Tuhaçevski önemsiz bir göreve atandı ve komplonun içinde yer alan diğer bazı generaller tutuklandı ya da görevden alındı. 11 Haziran 1937'de Tuhaçevski ve suçlanan diğer yedi general yargılanmak üzere Sovyet Yüksek Mahkemesi'nin özel bir Askeri Kurulu'nun önüne çıkarıldılar. Atılı suçların gizli niteliğinden ötürü bu duruşmalar, diğer sivil komplocuların yargılanmasından farklı olarak gizli yapıldı. 11 Haziran günü başlayan duruşmalar 12 Haziran günü sonuçlandı ve Tuhaçevski ve yedi general suçlu bulundu. Sanıklar; SSCB'ne karşı düşmanca bir politika izleyen bir devletin öndegelen askeri çevreleriyle, anti-Sovyet ilişkilere girmekle, bu ülkenin askeri istihbaratının hizmetinde olmakla, Kızılordunun durumuyla ilgili gizli bilgileri bu askeri çevrelere vermek ve Sovyet Rusya'ya karşı bir dış askeri saldırı halinde Kızılordu'yu zayıflatacak bilgileri onlara vermekle suçlandılar. Mahkeme 12 Haziran günü kararını verdi. Sanıklar suçlu bulundular ve bir Kızılordu idam mangası tarafından hain ilan edilerek kurşuna dizilmeye mahkum edildiler.

Aslında Sovyet rejimi bir değil üç ayrı askeri darbe girişimiyle karşı karşıyaydı. Prof. Grover Furr bu konuda şu bilgili aktarıyor:

“Örneğin, geçenlerde yayınlanmış olan 26 Nisan 1939 tarihli itiraf-sorgulamasında (eski NKVD başkanı- GA) Ezhov, üç ayrı ve birbiriyle yarışan askeri komplonun varlığını bütünüyle doğruluyordu: birincisi, başında Mareşal A. I. Egorov'un bulunduğu ve içinde 'bellibaşlı askeri liderler'in yer aldığı, ikincisi, başında Gamarnik, Yakir ve Uboreviç'in bulunduğu Trotskist grup ve üçüncüsü Tuhaçevski'nin bulunduğu 'Bonapartist subaylar grubu'. ” (Grover Furr, Khruschev Lied, Kettering, Erythros Press and Media, 2011, s. 89)

Nazi kaynakları da böylesi bir askeri ihanetin olduğunu, ancak Sovyet Rusya'nın aldığı önlemlerle bu ihaneti etkisiz hale getirdiğini itiraf ediyorlar. Nazi hiyerarşisinin en üstte yer alan isimlerinden SS şefi Heinrich Himmler, 4 Ekim 1943’te Posen’de yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:

“Moskova’da, sanırım 1937 ya da 1938’de o büyük göstermelik yargılamalar olduğu ve sonradan Bolşevik bir general olan eski Çar ordusu askerî öğrencisi Tuhaçevski ve diğer generaller idam edildiği zaman, biz (Nazi) Partisi ve SS’dekiler de içinde olmak üzere Avrupa’da herkes, Bolşevik sistemin ve Stalin’in, en büyük hatalarından birini işlediği kanısına varmıştık. Biz durumu böyle değerlendirmekle kendimizi adamakıllı aldatmış olduk. Bunu içtenlik ve güvenle söyleyebiliriz. Bence, eski Çarlık yanlısı generallerini muhafaza etmiş olması halinde –şimdi savaşın üçüncü yılında bulunan- Rusya asla iki yıldan fazla dayanamazdı.” (Trial of the Major War Criminals before the International Military Tribunal / Önemli Savaş Suçlularının Uluslararası Askerî Mahkemede Yargılanması [Nuremberg, 1949], Cilt. 29, s. 111)

Hitler’in bir başka çok yakın çalışma arkadaşı ve Nazi Almanyası’nın Propaganda Bakanı Goebbels, güncesine 8 Mayıs 1943’te düştüğü bir notta Hitler’in de SS şefi Himmler’in değerlendirmesini paylaştığını belirtiyordu:

“Führer Tuhaçevski olayını anımsadı ve Kızılorduya o şekilde davranmak suretiyle Stalin’in onu mahvettiğine inanmakta tamamen hatalı olduğumuz yolunda görüş belirtti. Oysa, bunun tersi doğruydu: Stalin Kızılordu içindeki bütün muhalefetin kökünü kazıdı. Böylelikle yenilgiciliğe son verdi.” (Joseph Goebbels, The Goebbels Diaries: 1942-1943, / Goebbels’in Anıları: 1942-1943, editör & çevirmen Louis P. Lochner (Garden City, New York, Doubleday, 1948), s. 355)

Son saatlerine kadar Hitler'in yanında olan Goebbels, Hitler ile eşi Eva Braun'un intihar etmelerinden birkaç gün sonra önce altı çocuğunu zehirledi. Ardından kendi eşini vurarak öldürecek olan Joseph Goebbels en sonunda da kendisini vurarak intihar edecekti. Anılarının 27 Şubat-9 Nisan tarihleri arasındaki bölümünde, kendisi de benzer bir değerlendirme yapacak olan bu bay Hitler'in, Fransa'nın kendi ordu reformunu 1789 devrimi sırasında değil, 1803-1815 yılları arasında yaşanan Napolyon Savaşları döneminde yaptığını söylemesine göndermede bulunduktan sonra şunları söyleyecekti:

“Stalin'e gelince o, ordu reformunu tam zamanında yaptı ve şimdi bunun meyvalarını topluyor.” (Hugh Trevor-Roper, The Goebbels Diaries: The Last Days, Londra, Pan, 1979, s. 43)

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.