George Orwell Kimdir
Joti Brar ın Stalin Cemiyeti'ne Sunumu Şubat 1998
“Bu üçüncü sınıf yazarı, burjuvaziye cazip kılan, onun Ekim Devrimi’nin ideallerini sahte savunması değil, komünizm ideallerine karşı gerçek yönlendirici nefretidir.”
“Orwell’in yazıtındaki iftiraları çürüt, genç insanları Sovyetler Birliği’ni okulda ve okul dışında savunacak bilgiyle donat.”
Hayvan Çiftliği’nin 1945 yılında yayınlanmasından bu yana, George Orwell’in yazıtı okul öğretim programında kalıcı bir yer aldı. Yetenek ve prensiplerini birleştiren, Swift ve diğerlerinin büyük alaycı-ironik geleneğini devam ettiren, edebi bir deha olarak oldukça övüldü . Ancak, Hayvan Çiftliği’gibi, dayandığı iddia edilen olaylar hakkında hiçbir fikri olmayan, bir yazıta öğrencilerin hissettikleri bıkkınlık bu iddiaları yalanladı.
Kendi başına totalitarizmle ilgili bir hikâye, büyük bir eser olarak övülmesine rağmen, sınav sorular ı tamamıyle Rus Devrimi olayları ile ilgili ve “çoğu sınavlarda soğuk savaş bilgisinin özdeşleştirilmesi sorguzus kabullenilmiştir.” (Examining Orwell: Political and Literary Values in Education, Alan Brown; Inside the Myth, ed. Christopher Norris: London, p. 48)
Kendi başına totalitarizmle ilgili bir hikâye, büyük bir eser olarak övülmesine rağmen, sınav sorular ı tamamıyle Rus Devrimi olayları ile ilgili ve “çoğu sınavlarda soğuk savaş bilgisinin özdeşleştirilmesi sorguzus kabullenilmiştir.” (Examining Orwell: Political and Literary Values in Education, Alan Brown; Inside the Myth, ed. Christopher Norris: London, p. 48)
Stephen Sedley , sadece, okuyucu, romanı okumadan önce, Orwell’in göstermeye çalıştığı sonuçu anlar ve aynı fikirde olursa hikayenin çalışabileceğine işaret eder:
“Hep Orwell’in Swift çizgisini sürdürdüğünden söz edilir. Evet, arka plan ve tip oluşturma tarzlarında bir benzerlik var... ama Hayvan Çiftliği’nde değil. Sorun sadece Orwell’in Swift’te gördüğümüz mizah ve tutkudan yoksun olması değil... Orwell’in kanıtlaması gerekenleri en başından kabul etmezsek Hayvan Çiftliği’ni anlayamıyoruz: ‘politika söz konusu olunca, insanların hayvanlardan bir farkı yoktur. Liderler zavallı olabilir. Ama onları değiştirmeye çalışmanın ne anlamı var? Zaten biri gider, diğeri gelir. İnsanlığın başında hep zorbalar olacaktır.’ Bunları baştan kabul ederseniz hikayenin bir anlamı olabilir. Ama aynı yöntemle dünyanın düz olduğu da kanıtlanabilir.” (Alçakgönüllü Bir öneri, Stephen Sedley; Efsanenin İçyüzü, yay. Christopher Norris: Londra, s.156)
Hiçbir sanatsal değer taşımamasına rağmen Orwell’in yapıtları yaygın olarak basıldı, çünkü emperyalizmin çok önemli bir ihtiyacını karşılıyordu. Orwell, Troçki’nin izinden giderek, bir yandan Ekim Devrimi’ni savunur görünürken, diğer yandan, Sovyetler Birliği’nde komünist ideallerin sözde Stalin tarafından yıkıma uğratılmasını protesto etti. Böylece dünyada milyonlarca insan SSCB’deki gerçek gelişmelerden habersiz kaldı, keza:
“Hayvan Çiftliği gibi anti-komünist çöpleri okuduktan sonra herkes SSCB uzmanı kesildi ve Rus Devrimi’nin ideallerinin ihanete uğradığı konusunda atıp tutmaya başladı; emperyalist burjuvazi onların bu fikirlerini her platformda, her araçla besliyordu.”.(Lalkar, Eylül/Ekim 1996)
Eğitimdeki Siyasal Eğilimler
Öğrencilere Hayvan Çiftliği’ni okuyunca tam olarak ne düşünmeleri gerektiğini göstermek ve sınavlarda nasıl yanıtlar yazmak zorunda olduklarını anlatmak için pek çok rehber kitapçık basıldı. Bu rehberleri hazırlayanlar, eserin anti-komünist içeriğini gözler önüne sermekle Orwell’den daha dürüst davranmış oluyorlar.
York Notes’da çıkan Hayvan Çiftliği ile ilgili yazı, gerçeklere dayanma kaygısı gütmeden yazılmış nokta atışı yapan bir Sovyetler Birliği tarihi. Ayrıca, olaylar tam da Orwell’in gözünden, Hayvan Çiftliği’nde anlattığı gibi aktarılmış. Orwell’in yapıtının anti-komünist içeriği 1997 yılında, yirmi yıl önce olduğundan çok daha açıkça vurgulanmış, bu da oldukça ilginç. Eskiden okuma rehberlerini yazanlar daha sakınımlı davranırdı; okuyucudan Sovyet Tarihi ile kurulan paralellikleri bire bir almaması istenirdi. Açıkça söylenen yalanlardan ve temelsiz iddialardan utanmış olacaklar ki okuyucularından hikââyeyi “genel olarak” diktatörlüklerle ilgili bir fabl olarak farzetmeleri istenirdi. Orwell’in eserindeki anti-komünist içeriğin bugün “soğuk savaş” döneminden bile daha çok vurgulanmaktadır.
Son yazılan okuma rehberini incelemeye değer, çünkü Orwell’in romanının yazılış amacı ve onun işçilere öğretmeye çalıştığı çarpık tarih anlayışı konusunda hiç yan çizmiyor:
“Komünizm, hayatın ekonomik ve sosyal terimlerle açıklanabileceğini düşünen Karl Marx’ın fikirlerinden etkilenmişti. Zengin kapitalist sınıf, aşağı tabaka proletaryayı sömürüyordu... bu durum ancak devrimle tersine çevrilebilirdi. Marx’ın fikirlerinin birçoğu Birinci Bölüm’de Albay’ın konuşması aracılığıyla aktarılmaktadır.” (York Notes, Hayvan Çiftliği, Wanda Opalinska: 1997, Londra, s.12)
Çarpıtmacılık hemen göze çarpıyor. Marksizm bilimi “bir fikir”, maddi dünyaya dayanmayan, Marx’ın kafasından çıkmış bir şeye indirgeniyor. Okuyucuda artık kapitalizmin bu şekilde işlemediği düşüncesini uyandırmak için özellikle geçmiş zamanın kullanılıyor.
“Lenin liderliğindeki Komünist Parti ayaklanıp iktidarı aldı.
“Devrimden sonra, Troçki ve Lenin Sovyetler Birliği’nde komünist toplumu kurdular... Bütün mülk, servet ve emek bütün bireylere eşit biçimde dağıtılacaktı. (ibid. , s.12)
Opalinska, devrimi Lenin’in yönettiğini belirttikten hemen sonra, Troçki’yi de sahneye sokup ona Lenin’e eş bir değer biçiyor. Böyle yapması üç amaca hizmet ediyor:
1) Troçki ve Lenin adları keyfî ve doğal biçimde birbirine bağlanmış oluyor; sanki bu iki kişi aynı amacı paylaşıyor, aynı şekilde düşünüyorlar – bu özdeşleştirme burjuva basını ve eğitim sisteminde her fırsatta tekrarlanır. Böylece güvenilir bir kaynağı referans gösterme gereği dahi kalmadan bu yalan zihinlere kazınabilir;
2) Doğal olarak Troçki’nin Bolşevik Parti’deki “sırasını bekleyen ikinci adam” olduğu düşüncesini akla getirmiş oluyor; -ne de olsa burjuva demokrasisinin bir özelliği olan politik konumun “miras bırakılması” burjuva öğrencilerce proleter demokrasisine göre daha kolay anlaşılır.
3) Stalin ismine yer vermeyerek, ne devrim öncesinde ne de devrimin hemen sonrasında onun hiçbir rol oynamadığı izlenimi yaratılmış oluyor; Orwell, Rus Devrimi’nde Lenin’in rolünü de yok sayarak onun tüm yaptıklarını Troçki’ye atfetmiştir. Böylece Leninizm’in gerçek savunucusunun Stalin değil, Troçki olduğu fikrine güç kazandırmıştır.
Komünist toplumun devrimden hemen sonra kurulduğu iddiasını da unutmamak gerek. Marksizmi yüzeysel olarak araştıranlar bile, “herkese yeteneğini göre iş, herkese ihtiyacı ölçüsünde gelir” sözüyle tanımlayabileceğimiz Komünizm aşamasına, sosyalizmin alt aşamasının, devletin özünde burjuva hukukunun bir ilkesi olan “herkese yeteneğine göre iş, çalışmasına göre gelir” ilkesini uyguladığı aşama tamamlanmadan geçilemeyeceğini bilir. Sovyetler Birliği sosyalizmin alt aşamasını tamamladı, ama bu bile ancak NEP politikasının kaldırıldığı ve bununla beraber toplum içindeki sömüren, düşman sınıflara son verildiği 1928 yılından sonra gerçekleşmeye başladı. Opalinska kendi uydurduğu “komünizmi” bile “mülkiyet dağıtılacaktı” diyerek sulandırıyor; bu aldatıcı lafın aslında hiçbir karşılığı yok çünkü hiçbir komünist devrimin ertesi günü tüm mülkiyetin eşitçe paylaştırılacağı sözünü vermemiştir. Komünistlerin mülkiyeti bölüştürmek gibi bir hedefi de yoktur. Devrimin amacı bütün varlıklar üzerinde ortak mülkiyeti sağlamaktır; herkese küçük mülkler vermek değil. Bununla birlikte okuyucuda komünizmin kurulduğu fikri uyanmıştır bile. Komünizm kurulmuştur kurulmasına ama çoktan çürümüştür, çünkü verilen söz tutulmamış, mülkler dağıtılmamıştır. “Lenin’in ölümünden sonra Stalin ve Troçki arasında bir iktidar mücadelesi başladı. Lenin, Troçki’nin başa gelmesini istese de Troçki’yi silmeye kararlı olan Stalin iktidarı aldı – hatta Troçki’nin resmini bazı fotoğraflardan çıkarttı.” (ibid. , s.12)
Artık bu uçuk iddialara kanıt getirilmemesine şaşmıyoruz. Şu gerçeklere ise değinilmiyor bile:
1) Lenin ve Troçki neredeyse her zaman en sert biçimde çatışmışlardır; sadece devrimden önce değil, devrimden sonra da. 1917’den sonra Troçki ve Lenin sosyalist inşa sorununda, sendikalar sorununda, savaş ve barış sorununda, parti bütünlüğü ve disiplini sorunlarının tümünde sürekli anlaşmazlık halindeydiler; ki bunlar SSCB’de proletarya diktatörlüğünün korunması konusunda canalıcı öneme sahip olan sorunlardı. Lenin’in ölümünden sonra ise sadece bir tek şey değişti. Bu zamandan sonra Troçki, Leninizm’e yönelik eski saldırısını, ‘Stalinizme’ karşı Leninizm’i (aslında Troçkizm’i) savunur bir görüntü altında sürdürmeyi seçti;
2) Lenin’in Stalin’e karşı Troçki lehinde bir tür tercihini ifade etmiş olduğunu kabul edecek olsak bile, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri’nin bu şekilde seçilmesi düşünülemez. Bu, Troçkistlerin hiç hoşuna gitmeyen, bu nedenle de görmezden gelinen bir gerçektir: Stalin işgal ettiği mevkie tekrar tekrar seçilerek gelmiştir, ve bütün görev süresinde Parti’nin ve Sovyetler Birliği halkının kitlesel desteğine sahip olmuştur. Stalin’e atfedilen “çılgınca paranoyaya”, sanki hayatını Troçki’nin bütün izlerini yok etmek için geçiren biriymiş gibi gösterilmesine de dikkat etmek gerekir. Gerçekte Troçki’nin (ve Troçkistlerin), Stalin’i, bütün tezlerinin yanlış çıkmasının sorumlusu olarak gördüğünü söylemek daha doğrudur: Dünya Devrimi başarılamadığı anda Sovyetler Birliği’nin çökeceği, SSCB’nin Nazi Almanyası ile gireceği savaşı hataları yüzünden kaybedeceği ve daha birçok isabetsiz kehanet.
“Stalin’in ekonomik politikaları yüzünden Sovyetler Birliği’nde pek çok kıtlık meydana geldi. (ibid. , s.13)
“Stalin’in iktidarı o kadar güçlendi ki Stalin bütün Sovyetler Birliği üzerinde tam kontrole sahip oldu. Napolyon da (Hayvan Çiftliği hikayesinde Stalin’i temsil eden domuz kastediliyor –ç.n.) diktatörlüğünü korumak için benzer bir terör ve propaganda yöntemi uygulamıştı.
“Stalin’e yönelik tehdit oluşturacağından şüphelenilen herkes infaz ediliyor ya da Sibirya’daki ağır çalışma kamplarına sürülüyordu. Bütün bunlar “göstermelik bir mahkemeden” sonra yapılıyordu.
“Stalin bütün çiftliklerin devlet kontrolü altına alınmasında (başka deyişle kolektifleştirilmesinde) ısrar etti. Ayrıca Sovyet endüstrisini modernleştirmeye çalıştı. Napolyon’un tavuklara yumurtalarını satmalarını emredip de tavukların yumurtaları satmaktansa kırmayı tercih etmesi gibi köylüler de kolektivizasyona karşı direndiler.”. (ibid. , s.13)
Burada, Opalinska’nın çalakalem özetlediği olayların ayrıntılı tartışmasını yapmaya olanak yok. ŞŞunu söylemek yeterli: Troçki kolektivizasyonun köylülere mümkün olduğu kadar kısa süre içerisinde dayatılmasını savunuyordu; Sovyet hükümeti ise başarılı bir gönüllü kolektivizasyon politikası izledi. Opalinska’nın yazısında ise, kulakların yıkıcı sabotajları, bunların “sömürme haklarının” ellerinden alınmasına karşı verdikleri meşru bir tepki olarak sunuluyor. Kullanılan dil yine dikkat çekiyor. SBKP ve hükümet es geçiliyor ve her şeyi yapanın tek başına Stalin olduğu söyleniyor. Stalin Sovyet endüstrisini modernleştirmeye “çalışmış”; hangi noktada başarısızlığa uğradığına dair bir açıklama yapılmıyor. Orwell’in tavuk ve yumurta sembolleriyle anlatmaya çalıştığı tam da kulakların bu isyanıdır. Amaç Stalin’in bir tür barbar bebek-katili imajını güçlendirmektir.
“Stalin, Sovyetler Birliği’ni saldırıdan korumak için hem İngiltere hem de Almanya’yla pazarlık yapmıştır. Almanya ile imzaladığı anlaşmanın boşluğu 1941 yılında Almanya’nın Sovyetler Birliği’ni işgal etmesiyle kanıtlanmıştır.” (ibid. , s.13)
Yazar, SSCB’nin geleceğinden emin olduğu saldırı öncesinde savaşa hazırlanmasına imkan veren bu diplomatik başarısının savaşın sonucunu ne ölçüde etkilediği hakkında bilgi vermek yerine, Stalin’i aynı anda hem korkak hem de aptal olarak göstermeye çalışmıştır.
“1943’deki Tahran Konferansı’nda, Sovyetler Birliği, İngiltere ve ABD müttefik olduklarını açıkladılar. Birkaç yıl sonra Sovyetler Birliği’ni Batı’ya karşı konumlandıracak olan Soğuk Savaş başladı. Domuzlar ve insanlar beraber yemek yerler ama arkadaşlıkları iki tarafın da birbirini aldattıkları anlaşılınca sona erer.”. (ibid. , s.13)
“Soğuk Savaş”ın sorumlusunun Stalin olarak gösterilmesi bir yana, Orwell’in sembolizmiyle bu paragrafı yan yana koyunca ortaya bulanık bir tablo çıkıyor. Hayvan Çiftliği yazıldığı sırada İkinci Dünya Savaşı hââlââ devam ediyordu ve bu yüzden Orwell’in “Soğuk Savaş”tan bahsediyor olması söz konusu olamazdı. Birbirlerini kandıran iki taraf imgesi pek çok amaca hizmet ediyor. Ama bu sahneden çıkacak en önemli sonuç şu: Stalin’in faşizmi yenmek amacıyla da olsa herhangi bir emperyalist güçle ittifak yapması Orwell tarafından onur kırıcı bir şey olarak gösteriliyordu.
Opalinska’nın “Stalin Döneminde Sovyetler Birliği” tasvirini burada aynen aktarmak faydalı olacak çünkü burjuva ve Troçkist eleştirmenlerin Stalin’e saldırmak için kullandıkları en histerik, en aptalca ve çelişkili suçlamalar kısa bir yazıda özetlenmiş; bir şeyi sürekli tekrarlamanın mantıksızlığı ve temelsizliği yok edeceğine inanıyorlar. Söylediklerinin doğruluğu sorgulanmadıkça etkili olduklarını da kabul etmek gerekir.
“Troçki İç Savaş’ta Kızıl Ordu’nun başarılı olmasını sağlayan bir stratejistti ve büyük bir hatip olarak görülüyordu. Sovyetler Birliği’nin güvende olması için devrim dünyaya ‘Sürekli Devrim’ şeklinde yayılmalıydı. Stalin daha sessiz biriydi, diğerlerine göre üstün konumu sayesinde kendisini destekleyenlerden kurulu bir dayanışma ağı kurdu ve kendisini daha ılımlı biri olarak gösterdi. Troçki’ye karşı çıkarak ülkesinin güvenliğini orduyu güçlendirerek sağlayacağını düşündü ve ‘tek ülkede sosyalizm’ sloganını ortaya attı. Stalin Troçki’yi yok etmek için çok uğraştı ve Troçki 1927’de Sovyetler Birliği’ni terk etmek zorunda kaldı. Stalin sürekli olarak, ülkesindeki sorunlardan dolayı Troçki’yi suçladı. Troçki’nin yönetimi devirmek için Sovyetler Birliği’nin düşmanlarıyla işbirliği yaptığını söyledi.
“1928, yılında Stalin yönetimi tamamen eline geçirmiş, bir kişi kültü yaratmıştı. Onun yönetiminin Lenin ya da Marx tarafından öne sürülen fikirlerle hemen hemen hiçbir ilgisi kalmamıştı. Buna ek olarak kendi düşünceleri ve politikaları da tutarlılıktan yoksundu. 1921 yılında Troçki’nin ülkenin sanayisini güçlendirelim teklifine karşı çıktıktan sonra Troçki sürgündeyken (beş yıllık planlarla) tam da bunu yaptı. Bu beş yıllık planlar halk arasında hiç itibar görmedi; planlarda gerçekleşemeyecek hedefler konmuştu. Çiftlikleri kolektifleştirme politikası da özellikle Kulaklar’ın tepkisine yol açtı. Pek çoğu topraklarını ve hayvanlarını hükümete vermektense yakmayı tercih etti. Bununla birlikte 1930’ların sonunda Sovyetler Birliği güçlü bir endüstriyel güç haline geldi, ama insanların sefaleti büyüktü. Ayrıca, Stalin sık sık kendi tarihini ve Sovyet halkının tarihini yeniden yazıyordu. Eski düşmanlar dost, eski dostlar düşman gösteriliyordu. Propaganda sayesinde Stalin Sovyet yaşamını giderek daha fazla kontrol ediyordu.
“Stalin’e yönelik her türlü muhalefet acımasızca ve hayvanca bastırıldı. Ona muhalefet ettiğinden şüphelenilenler sürgüne yollandı ya da infaz edildi. Pek çok kereler insanların işlemedikleri suçları ‘itifar ettikleri’ göstermelik mahkemeler kuruldu. Bu kıyımlar Sovyet toplumuna zarar verdi ve bir korku ortamı doğdu.
“Stalin komünist devletin risk altında olduğunu ve izole edildiğini düşünüyordu. Sovyetler Birliği 1934’te Milletler Meclisi’ne girdi ve Hitler’e karşı ittifaka katılmaya çalıştı. Bunda başarılı olamayınca Alman lideriyle 1939 yılında bir anlaşma imzaladı. Nazi-Sovyet paktı Lenin ve Troçki’nin sözlerine aykırı gibi görünse de Sovyetler Birliği’nin savunmasını güçlendirme bahanesiyle imzalanmış oldu. 1941 yılında Almanya ülkeyi işgal etti ve Rus halkı yine çok acı çekti… Stalin, Roosevelt ve Churchill 1943’te Tahran Konferansı’nda buluştular. Görünüşe göre SSCB, ABD ve İngiltere artık ittifak yapacaklardı”. (ibid. , s.10-11)
Opalinska’nın (ve aynı zamanda Orwell’in) bu iddialarındaki iç tutarsızlık hemen fark ediliyor. Stalin, Troçki’nin ülkenin ne pahasına olursa olsun ışık hızında endüstrileştirmesi fikrine karşı çıkarken aptallık ediyor. Daha sonra endüstrileşme kararı verdiğinde Troçki’nin fikrini çalmış ve aynı zamanda halkının isteklerine karşı gelmiş oluyor. Stalin ancak ülkesini sanayileştirmeyi “deneyebiliyor”, uyguladığı politikalar muhalefetle karşılaşıyor ve halkın sefalet çekmesine neden oluyor; ama nasıl oluyorsa Sovyetler Birliği bu hatalı politikalarla bir şekilde kalkınıyor, ülke yirmi yıldan kısa bir süre içerisinde savaştan çıkmış yoksul bir ülkeden dünyanın en önemli güçlerinden biri konumuna geliyor. Bunun nasıl olduğuna dair herhangi bir açıklama yapılmıyor. Sanayileşme ve kolektifleştirmeye verilen halk desteğinin, işçilerin kahramanlıklarının ve SSCB’nin iktisadî başarılarının dayandığı akılcı ekonomik politikaların sözü edilmiyor.
Rusya’daki İç Savaş tarihini biraz bilen birisi Troçki’nin Kızıl Ordu’nun başarılarını planlayan stratejist olmak bir yana, uyguladığı stratejiler nedeniyle başında bulunduğu her cephenin başarısını engellemekten dolayı görevlerinden alındığını bilir. Troçki’nin kendisi dışında kimse onun bir tür askeri deha olduğunu düşünmüyor. Ama gelin görün ki, Sovyet tarihini yeniden yazan kişi Stalin oluyor. Opalinska Stalin’in Sovyet tarihini yeniden yazdığını ileri sürüyor; Sovyet halkının propaganda ile kontrol altında tutulduğu söyleniyor ama bunların nasıl başarıldığı anlatılmıyor; bütün muhalefet canavarca yok ediliyor ve insanlar korku içinde yaşıyorlar ama bu iddiayı “olgularla” desteklemeye ihtiyaç dahi duyulmamış. Böyle bir barbarlığa neden kimsenin karşı çıkmadığı bile sorulmuyor.
Son olarak karşımızdaki dürüst, kendi yorumlarını katmayan ve kusursuz biçimde tarafsız burjuva yazar, Nazi-Sovyet paktını imzalayarak Stalin’in “Lenin ve Troçki’nin” proleter devrimine ihanet etmesine yanıyor! Stalin’in suçu sadece bu paktı imzalamaktan ibaret değil, Almanlar ülkeyi işgal edince çekilen acılardan da o sorumlu; faşizmin kötülüğü ve yarattığı yıkımın sorumlusu Stalin oluyor. İnsan sormadan edemiyor: Sovyet halkı neden bu canavar için, bu korkulan ve nefret edilen rejim için savaştı acaba?
Stalin ve Troçki tartışmalarında öğrencinin kafası hââlââ karışıksa rehber kitabımızda birkaç çizim buluyoruz. Her resmin altında onu tanımlayan bir sözcük var. Napoleon büyük, çirkin ve somurtan bir domuz olarak çizilmiş ve resmin altında şunlar yazıyor: zalim, kurnaz, acımasız, kendini beğenmiş, ikiyüzlü, soğuk, Stalin. Snowball ise daha genç, mütevazi bir domuz olarak çizilmiş; yüzünde tetikte olduğunu belirten bir ifade var ve resminin altında şunlar yazılı: iyi konuşan, yenilikçi, zeki, stratejist, modernleştirici, idealist, Troçki. Genç öğrencilerin çalışmak zorunda kaldıkları İngiliz edebiyatı gibi görünüşte masum derslerde bile nasıl bir politik eğilim olduğu konusunda bir şüphesi olan kaldı mı? Son elli yıldır sürekli bu “sanatçıyı” alkışlayan Troçkistlerin iflas bayrağını çektiğinden şüphesi olan var mı?
Orwell Efsanesi
Çalışma rehberleri ve derslerde Orwell’in kendisine de çok yer ayrılır. Alan Brown’ın değişiyle onun “bütün bir kuşağın sesi” olduğu özellikle vurgulanır.
“Orwell sosyal biriydi, evinde oturmayı da severdi, aile yaşamına inanırdı... Orwell hiç bencil değildi, doğuştan yumuşak huylu ve kibardı… Orwell hayvanları severdi… Belki biraz abartılı ama yine de anlamlıdır, arkadaşlarından biri ona “aziz” derdi”. (Brodie Notes, Hayvan Çiftliği: Suffolk, 1978, s. 12-13)
“Kendisini şöyle görürdü: İnsanların pek çok nedenden dolayı bakmak istemedikleri acı verici gerçekleri ortaya koyan kişi... ve… İngiliz ahlaki değerlerinin temsilcisi… O bir gözlemciydi, gördükleri hakkında mümkün olduğunca tarafsız bir tutum takınır, gerçekliğe nesnel yaklaşırdı… Orwell’in nesnel gerçekliğe büyük inancı vardı… Orwell’e göre yazar, özellikle de düzyazı ile kendilerini ifade edenler, basitliğin, nesnelliğin ve düpedüz doğrunun bekçisidir ve bu yüzden çağımızda insan ruhunun koruyucusu görevini de üstlenmiş olur.” (York Notes, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Robert Welch: Beyrut, 1980, s.7-8)
“Kısacası George Orwell, yaşamı ve eserlerinde korkunç derecede dürüst bir adam olarak kendini belli etmiştir; kendine karşı bile dürüst olmuştur”. (Cole Notes, Hayvan Çiftliği, Toronto, 1982, s.5)
Alan Brown, Okul Sınavlarında Orwell adlı makalesinde Orwell hakkında üretilen bu efsanelerin, yazarın metinlerinin öğretilmesi ile yakından bağlantılı olduğunu belirtip şu gözlemi yapar:
“Orwell’ efsanesi bir çeşit azizleştirmeden ayrı tutulamaz. Onun insani değerlerin vücut bulmuş hali olarak gösterilmesi kaçınılmaz olarak ona “güvenilir bir rehber” sıfatı da verir. Bu, çok garip bir retorik karışımdır: ‘cesaret’, ‘dürüstlük’, ‘sempati’ gibi ahlaki değerler; ‘nesnellik’, ‘dolaysız doğru’ gibi kriterlerle bağlantılıdır. (Okul Sınavlarında Orwell, s.43)
Böylece azizleştirilen Orwell, iddialarının sorgulanmasından kurtulmaktadır. Orwell’in tarafsız olduğu iddia edilince politik bir çıkarım da kolaylıkla yapılabilir:
“Orwell, argümanlarını kişisel deneyim ve sağduyuya ama özellikle de gözlemlediği gerçeğe dayandırarak, döneminin sosyalizminin genellikle gerçekçilikten uzak ve yersiz olduğu sonucunu çıkarıyor.”. (York Notes, Hayvan Çiftliği, s.8)
Brown’ın dediği gibi,
“‘Sağduyuya’, ‘gerçeklere’, ‘deneyimlere’ kim karşı çıkabilir?.. Anlatılanlardan hiçbir şüphe duyulmaması sayesinde, öğrencilere fikirleri ve hatta safsataları kabul edilebilir gerçek olarak yutturabiliyorlar… ‘gerçeği anlatan yazar’ artık politik bir işlev üstlenmektedir. Deneyim, sağduyu, gerçekçilik ve dürüstlük bütünlüklü ve oturmuş bir karakterin özellikleridir. Oluşturulan bu karakter, belli politik yönelimlerin öğrencilere nesnel gerçek diye anlatılmasında faydalı olur. Orwell’in bakış açısı (başka deyişle aklın ve dürüstlüğün bakış açısı) artık sıradan bir bakış açısı değildir. Artık onun, politik çelişkileri insan doğası ve ahlakının temel doğrularıyla değerlendirdiği varsayılır… Çağının temsilcisi Orwell çağının farklı ve çelişen duruşlarını bünyesinde eritir. Çelişkili ögeler `Orwell’ kişiliğinde uyum halinde bütünleşirler: sosyalist/sosyalizm eleştirmeni, idealist/gerçekçi, olayların öznel tarafı/nesnel gözlemcisi. Sağ ve sol arasındaki büyük tartışmaları çözmek, ideolojiler ve çelişen güçler arasında bir orta yol bulmak Orwell’e’ kalmıştır... ‘Komünizm’ ve ‘Faşizm’ arasındaki çelişkileri yok ettikten sonra sosyalizmin içeriğini boşaltmak artık kolaydır. Aslında Orwell’in sosyalizmi başkalarını ‘düşünmek’ ve insanlara yardım etmekten ibaret bir ahlak anlayışı, duygusal tepkiler vermenin ötesine geçmeyen ahlaki bir sübjektivizmden başka bir şey değildir... Ahlaki değerler bütünü olarak sosyalizm tamamıyla kabul edilebilir... ama toplumu anlamaya yönelik herhangi bir çaba ve örgütlü değişim talepleri ona göre ‘tehdit’ sayılır. Sosyalizm bunları yapmaya kalktığında hemen faşizme indirgenir... ’Orwell’in’ tüm yaptığı, mizahi yaklaşımı, ahlaki dersleri bize zaten bildiklerimizi tekrar anlatmak ve bunun böyle olmasının kaçınılmazlığını kabul etmemizi beklemektir. Mademki politik değişim umudu bir yanılsamadır, o halde verili durumda mutluluk yollarını aramalıyız”. (Okul Sınavlarında Orwell, s. 46-7)
Hayvan Çiftliği’ne dönecek olursak okuma rehberinin söylediklerinin pek ötesine geçemediğini görürüz. Orwell Troçkizm’le ‘insan doğası’ düşüncesini karıştırıp garip bir teori oluşturuyor ve bununla bize genel olarak Devrimlerin, özel olarak da Rus Devrimi’nin neden başarılı olamayacağını anlatmaya çalışıyor. Albay, güya Marx’ı temsil eden domuz, bir rüya görür ve bunu ölmeden önce bir yazdığı bir manifesto olarak diğer hayvanlara aktarır:
“İnsan bizim tek gerçek düşmanımızdır. İnsanı sahneden kaldırın, açlığın, aşırı çalışmanın sonsuza kadar ortadan kalktığını göreceksiniz... Hiçbir düşünce sizi yoldan çıkarmamalı. İnsanların ve hayvanların ortak bir çıkarı olduğunu, birinin refahının diğerinin refahı olduğunu söyleyecek olurlarsa onları dinlemeyin. Bunların hepsi yalan”. (Hayvan Çiftliği, George Orwell: Harmondsworth, 1989, s. 4-5)
Orwell Marksizmi “Albay”ın saçmalıklarıyla bağdaştırabilmek için onu bayağılaştırıyor. Marksizm naif bir idealizmden ibaret bir teori olarak sunuluyor; bu teori pratiğe uygulanınca ise ortaya sinsi bir zorba düzen çıkıyor. Bununla birlikte Hayvan Çiftliği’nin vermeye çalıştığı ana mesaj şudur: insanlar hayvanlardan daha iyi değildir, ‘insan doğasının’ her şeyi belirler, sistemi değiştirmeye çalışmak her zaman daha kötü sonuçlara yol açacaktır, bu yüzden elimizdekiyle yetinmemiz, ona şükretmemiz gerekir. Orwell için üzücü de olsa, yaptığı planda önemli bir boşluk vardır. Orwell, farklı sınıfları temsil etmeleri için farklı türleri kullanır; ama bazı hayvanlar diğerlerine göre daha akıllı, daha çevik ve güçlü olsa da, bazı türler zorunlu olarak diğer türlerin avı konumunda olsalar da, toplumumuzdaki sınıfsal ayrımlar böyle bir doğal farklılığı yansıtmazlar. İnsanlık tek bir türdür. Hakim sınıf daha akıllı, yönetmeye daha uygun, yoksullar ise aptal ya da tembeller diyerek sınıf ayrılıklarını meşrulaştırmaya çalışmak en kötü gericiliktir ve ancak Nazilere yakışır. Stephen Sedley’nin dediği gibi,
“Orwell yüksek perdeden atıyor: Sosyalizm, insanlara kapitalizmden fazlasını veremez; ona önce ihanet edilecek, sonra da hayvan özellikleri taşıyan insanlarca yönetilecek. Ve kapitalizmin verimsiz, kötü yönetimi hiç değilse bu canavarları denetim altında tuttuğu için sosyalizm kadar kötü değildir. Bu öneri Orwell’in amentüsüdür.”. (Alçakgönüllü bir öneri: Hayvan Çiftliği, Stephen Sedley; Efsanenin İçyüzü, s.158)
Ne Orwell ne de Sedley pek hatırlamasalar da sorun sadece kapitalizm değil aynı zamanda emperyalizmdir. İngiltere’deki kapitalizm Orwell’e tahammül edilir geliyorsa bunun nedeni, önemli bir bölümü ezilen ulusların vahşice sömürülmesinden gelen paranın bir kısmının bu ülkenin işçilerinin belli bir kesimine aktarılmasından kaynaklanmaktadır. Orwell’in kendisi de Burma’daki imparatorluk polisi için çalıştığından bu ‘tahammül edilebilir’ İngiliz sömürgeciliğinin sömürge insanları için nasıl dayanılmaz olduğunu kendisi de bilir.
Gerek Troçkistler, gerekse burjuva basını benzer biçimde Orwell’in sosyalist olduğunu ilan ettiğinden dem vururlar. Peki bunun kanıtı nerededir? Sosyalizmin temel kavramlarını hiçbir zaman okumamış veya anlamamış bir kişi nasıl sosyalist olabilir? Orwell’in eserlerinde öne çıkan en önemli özellik onun kendini beğenmişliğidir. İspanya’da neler olduğundan haberi olmadan oradaki askeri ve politik konularda ahkam kesebiliyor. Sosyalizmin ne demek olduğunu bilmeden sosyalizme ‘ihanet edildi’ diye yüksek perdeden konuşabiliyor. “Rusya’ya hiç gitmedim ve Rusya ile ilgili tüm bilgim okuduğum kitap ve gazetelerin anlattıklarından ibarettir” (Seçilmiş Makaleler, Gazetecilik ve George Orwell’in Mektupları, Cilt. 3: Harmondsworth, 1970, s. 457) diye itiraf ettikten sonra, Devrim’in tüm ayrıntılarına vakıfmış havasında Hayvan Çitfliği’ni yazıyor. Kitabın Ukrayna baskısına yazdığı önsözde Orwell, kırklı yıllarda İngiltere’deki politik yaşamı anlatırken cehaletini ve politikadan habersiz oluşunu sergilemekle kalmıyor, aynı zamanda üst sınıflara özgü kendini beğenmişliği de saklayamıyor:
“Yine de İngiltere’nin tamamen demokratik olduğunu söyleyemeyiz. İngiltere, aynı zamanda, (herkesi eşit derecede vuran savaşın ardından bile) büyük sınıfsal ayrıcalıkların, büyük gelir farklarının olduğu kapitalist bir ülke. Ama hiç değilse, insanların yüzlerce yıl iç savaş nedir bilmeden yaşadıkları, kanunların görece adil olduğu, resmi haberler ve istatistiklerin güvenilir olduğu ve azınlığın çıkarlarını savunmanın büyük bir risk taşımadığı bir ülke. Bu ülkede sokaktaki insan, toplama kampları, zorlama göçler, yargısız tutuklamalar, sansür gibi şeyleri bilmez. SSCB gibi bir ülkede yazılanlar İngilizce’ye çevriliyor ve bu ülke insanı totaliter propagandanın yalanlarına safça inanıyor.” (Seçme Makaleler, Gazetecilik ve George Orwell’in Mektupları, s. 458)
İngiliz halkını Rusya’yı anlamayacak kadar aptal sayan Orwell’in, Rusya ile ilgili tüm bildikleri ülkenin burjuva basınında çıkanlardan ibaret! Karşımızda açıkça bizzat içinde yaşadığı toplum hakkında hiçbir şey bilmeyen ve savunduğunu iddia ettiği Marksizm-Leninizm’in temel ilkelerinden kesin olarak habersiz bir kişi var.
Bill Alexander, “George Orwell ve İspanya” adlı makalesinde, Orwell’in otuzlu yıllarda faşizm ve onun dünya için oluşturduğu tehdit hakkında hiçbir fikri olmadığını belirtiyor:
“Orwell İspanya’ya gittiğinde İspanya’nın tarihi, içinde bulunduğu koşullar ve iktidar mücadelesi hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Bunu kendisi de itiraf ediyor: ‘İspanya’ya geldiğimde politik durumla ilgilenmemiştim ve olanlardan haberim yoktu.’ Diğer pek çok Avrupalı aydının aksine Orwell, özgürlük ve faşizm arasındaki mücadeleyi anlamamıştı. Hitler’in Almanya’da demokrasiyi vahşice yok etmesi ve 1934 yılında İngiltere’de Mosley’in düşmanlarına karşı şiddet kullanması bile Orwell’in dikkatini çekmedi. Onun biyografisini yazan Crick, Orwell’in, Mart 1936’dan önce, Mosley’in taraftarlarının Barnsley’deki bir mitingde muhaliflere saldırmasına şahit olana kadar faşizmin doğası ve yayılma kapasitesi hakkında hiçbir fikir sahibi olmadığını yazıyordu... “Orwell İspanya’daki mücadelenin önemini kavramamıştı. Halk Cephesi hükümetinin faşizme karşı ortak cephe kurmaya yönelik çabalarından haberi yoktu, Cumhuriyetçiler’in bayrağını görmemişti, POUM’un eylemlerini desteklemiyordu. Safariye çıkan bir turist, macera arayan bir gazeteci gibi eline silahını alıp İspanya’ya gelmiştir...
“Halk Cephesi’nin devrimci ruhuna ne kadar uzak olduğu yaralı askerlerin cepheye geri dönmek istemeleri gerçeğini reddetmesinden belli oluyor. Yaralı askerler geri dönmek istediler! Sayı ve mühimmat bakımından düşmanın çok gerisinde olan Cumhuriyetçi güçler, eğer bu ruh haliyle savaşmasalardı Orwell evine döndükten sonra geçen on sekiz ay boyunca faşistlere dayanmaları olanaksız olurdu. Franco’ya karşı direniş kırk yıllık terör ve baskıya rağmen sürmezdi...
“Orwell’in savaşa üst sınıf İngilizlerin bakış açısıyla bakması, savaşı, yazacağı kitabına bir malzeme olarak görmesi anti-faşist mücadele ruhunu anlamamasından kaynaklanır. Yine kitabına malzeme sağlasın diye Londra’nın yoksul yerlerini gezmiş, İngiltere’nin Kuzey’indeki yoksul sanayi mahallelerini dolaşmıştır. Ama kapitalizmin krizi yüzünden acı çeken insanlarla hiç özdeşleşmemiştir.
İtalya ve Almanya’daki faşizm onu öfkelendirmemiş, içinden bunlara karşı bir şeyler yapmak gelmemiştir. Bu duygu yoksunluğu, bu tarafsızlık yazılarına yansır... Orwell kendisini vurana öfke duymaz, tersine iyi bir nişancı olduğu için onu tebrik eder. Savaşta neden ben yer almıyorum diye bir derdi olmamıştır. Orwell savaşı bir oyun, kitabı için bir malzeme olarak görmüştür”. (Efsanenin İçinden, ed. Christopher Norris: Londra, 1984, s. 85-97)
Dünyanın geleceği belirlenirken Sovyetler Birliği Stalingrad’da büyük fedakâârlıklar yaparken, Orwell, Hayvan Çiftliği’ni yayınlatabilmek için yayıncıların kapısını aşındırmakla meşguldü. Gittiği her yayınevi kitabını basmayı reddetmiştir; ancak savaş sona erip de Soğuk Savaş başladığında kitabın “değeri anlaşılmıştır”. Stuart Jeffries, Ağustos 1995’te The Guardian’da şunları yazıyor:
“kitap inançlarını kaybeden bir eski komünistleri anlatan romanları okumayı seven sağcılar tarafından okundu... kitap doğrudan doğruya Sovyetler Birliği’ne inanan kişileri hedef almıştı.”
Devlet Muhbiri
Orwell’in bir anti-komünist olduğuna dair başka kanıtlara ihtiyacımız varmış gibi 1996 yılında Orwell’in 1946 yılında istihbarat servisleriyle bağlantılı Dış İşleri Propaganda Birimi’ne bazı bilgiler verdiği ortaya çıktı. Orwell, bu istihbarat birimine, hangi yazara güvenilebileceği, hangi yazarın anti-komünist propaganda yapabileceği, hangilerinin “gizli komünist” olduğuna dair bir liste vermiştir. Söz konusu birim, Attlee hükümetinin ortaya attığı “Batı uygarlığına yönelik büyüyen Komünist tehdide” karşı kurulmuştur. Bertrand Russell, Stephen Spender ve Arthur Koestler gibi ünlü yazarlar SSCB, Doğu Avrupa Halk Demokrasileri ve Batı Avrupa Komünist Partileri hakkında yanlış bilgi vermekle görevlendirildiler. Çıkan belgelerde IRD’nin (Enformasyon Araştırma Birimi’nin), Hayvan Çiftliği romanının, emperyalizmin bölgedeki petrol kaynaklarının anti-emperyalist mücadelelerin tehdidi altında olduğu Suudi Arabistan’da bile basılmasını teşvik ettiği ortaya çıkmıştır. Açıkça görülmektedir ki:
“Bu üçüncü sınıf yazarı, burjuvazinin gözünde cazip kılan, onun sözde Ekim Devrimi’nin savunuyor olması değil, komünizmin ideallerine karşı beslediği nefrettir. Eğer Stalin, Orwell’in anlattığı gibi olsaydı, emperyalizmin en büyük dostu olurdu; devrimci ilkeler erozyona uğramış ve proletarya diktatörlüğü birkaç kurnazın eline düşmüş olsaydı emperyalizm Sovyetler Birliği’nin dostu olurdu”.
(Lalkar, Eylül/Ekim 1996)
Hiç yorum yok