TDKP BİRİNCİ (KURULUŞ) KONGRESİ BELGELERİ -1980 - I
KONGRE BELGELERİ
PARTİ YAYINEVİ
TÜRKİYE DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİSİ
BİRİNCİ (KURULUŞ) KONGRESİ BELGELERİ
Bu belgeler, Türkiye Devrimci Komünist Partisi Merkez Yayın Organı YOLDAŞ dergisinin 17. sayısından alınmış ve yayınevimiz tarafından aynen yayınlanmıştır.
Dizgi: Parti Matbaası
Baskı: Parti Matbaası
Tarihi: Nisan 1980
TÜRKİYE DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİSİ KURULDU
Türkiye Devrimci Komünist Partisi'nin Birinci (Kuruluş) Kongresi, faşist diktatörlüğün ağır illegalite koşulları altında toplanmış ve Türkiye Devrimci Komünist Partisi'nin kuruluşu ilan edilmiştir.
Türkiye Devrimci Komünist Partisi Birinci (Kuruluş) Kongresi, ülkemizde ve dünyada devrimci mücadelenin yoğunlaşıp yaygınlaştığı, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilenlerin devrim davası için ayağa kalktıkları koşullarda toplandı. Devrim ile karşı-devrim arasında kanlı bir mücadelenin sürüp gittiği ülkemizde, işçi sınıfı ve emekçi kitleler, bugün en fazla ihtiyaç duydukları şeye-, onlara mücadelelerinde önderlik edecek devrimci Komünist Partisine kavuşmuş bulunuyorlar.
Bu kağıt üzerinde ortaya atılmış bir iddia değildir. Türkiye Devrimci Komünist Partisi, Türkiye'de devrimci mücadelenin her zaman en sıcak merkezinde yer almış, dokuz yıllık bir örgütlenmenin, günümüzde ulaştığı aşamayı simgelemektedir. Başlangıçta devrimci-demokrat bir örgüt olarak kurulmuş bulunan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu; daha sonra onun 1975 yılındaki köklü özeleştiri ile Marksizm-Leninizm’e yönelmesi; 1978 Ekim Konferansı'nda THKO'nun TDKP-ÎÖ adını alması ve nihayet bugün Türkiye'deki çeşitli milliyetlerden proletaryanın ve tüm komünistlerin tek gerçek partisi olarak Türkiye Devrimci Komünist Partisi'nin kuruluşu... Bu süreç, sayısız devrimci ve komünistin darağaçlarında, işkence hanelerde, pusularda, sokak gösterilerinde ve çeşitli direnişlerde kanını akıttığı, proletarya ve emekçilerin yüz binlercesinin çeşitli mücadele biçimleriyle emperyalizme, egemen sınıflara ve onların faşist diktatörlüğüne karşı seferber edildiği, zorlu bir mücadele sürecidir. Bugün Türkiye Devrimci Komünist Partisi'nin Program ve Tüzüğünde en özlü ifadesini bulan ideolojik siyasi çizgisi ve örgütlenme tarzı, 1975'den bu yana böylesi bir mücadelenin ateşi içinde sınandı. Bu hat, her türden revizyonizme, reformizme, orta-yolculuğa karşı proletaryanın sınıfsal çıkarları doğrultusunda yürütülen yoğun bir ideolojik-siyasi mücadele içinde gelişti, pekişti. O, bugün yalnız proletaryaya değil, tüm halka ulusal ve sosyal kurtuluşun gerçek yolunu gösteriyor, onları kendine çekiyor ve mücadeleye seferber ediyor. Türkiye Devrimci Komünist Partisi Birinci (Kuruluş) Kongresi, Marksist-Leninist örgütlenme ilkelerine uygun olarak ve demokratik merkeziyetçilik temelinde örgütün bölgesel konferans ve toplantılarında seçtiği delegelerle toplandı. Kongre öncesinde tüm parti örgütü, başta Program ve Tüzük olmak üzere Kongre belgelerini inceledi, tartıştı. Program, Tüzük ve Karar Tasarıları bu tartışmalarla geliştirildi ve son halini aldı.
Türkiye Devrimci Komünist Partisi Kongresi, aynı zamanda Partimizin ideolojik-siyasi ve örgütsel birliğinin parlak bİT göstergesi oldu. Kongre tam bir yoldaşlık havası içinde çalıştı ve tüm kararlar oy birliği ile alındı.
Türkiye Devrimci Komünist Partisi, uluslararası komünist hareketin bir parçası olarak kuruldu ve o, bugünden başta Arnavutluk Emek Partisi olmak üzere pek çok Marksist-Leninist partiyle sıkı ve gelişen bağlara sahiptir.
Türkiye Devrimci Komünist Partisi'nin kurulmasıyla Türkiye'de devrim cephesi şimdi daha güçlü, daha sağlamdır. Türkiye proletaryası ve halkı Türkiye Devrimci Komünist Partisi önderliğinde tüm gericiliği bozguna uğratacak, bağımsızlık ve demokrasi yolundan geçerek sosyalizmi ve komünizmi kuracaktır. Bunu hiçbir güç engelleyemeyecektir.
YOLDAŞ Dergisi, elinizdeki bu sayısında, Türkiye Devrimci Komünist Partisi Birinci (Kuruluş) Kongresi'nin belgelerini yayınlamaktadır. (Belgelerin bazı kısımları ve bazı Kongre Kararları örgütün illegalitesini deşifre etmemek için Merkez Komitesi tarafından yayından çıkarılmıştır.)
Türkiye Devrimci Komünist Partisi Birinci (Kuruluş Kongresi belgeleri emekçi yığınlar arasında en geniş bir şekilde yaygınlaştırılacak, onları Türkiye Devrimci Komünist Partisi bayrağı altında toplamanın bir aracı haline gelecektir. Biz biliyoruz ki, Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi ve onun bir ifadesi olan Partimizin ideolojik-siyasi çizgisi, ancak işçi sınıfı ve ezilen emekçi sınıflar tarafından kavrandığında maddi bir güce ve güçlü bir silaha dönüşür ve dönüşecektir.
KOMÜNİZM DAVASI ÖLÜMSÜZDÜR!
GELECEK PROLETARYA VE HALKLARINDIR!
YAŞASIN MARKSİZM-LENİNİZM!
YAŞASIN TÜRKİYE DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİSİ!
YOLDAŞ
TÜRKİYE DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİSİ BİRİNCİ (KURULUŞ) KONGRESİ MERKEZ KOMİTESİ RAPORU
I. BOLÜM
ÜLKEMİZDE 'SOL HAREKETİN TARİHİ VE PARTİMİZİN ŞEKİLLENİP GELİŞMESİ
Bugün burada tarihi bir günü yaşıyoruz. Ülkemizin komünistleri alarak bizler, bugün Parti Programının ve Parti Tüzüğünün kabulü, siyası ve Örgütsel çizgisinin onaylanması ve Türkiye Devrimci Komünist Partisi'nin kurulusunun İlan edilmesi için toplanmış bulunuyoruz.
Bu, aynı zamanda, bir gerçeğin an yalın, en dolaysız bir İfadesidir Marksizm-Leninizm, bütün düşmanlar karşısında mutlaka galebe çalacak ve her türden engele karşın revizyonizmin, oportünizmin bütün Karşı-devrimci çabalarına karşın, er veya geç mutlaka zafere erişecektir. Bu. tarihin akışıdır, tarihin diyalektiğinin insan İradesinden bir yasasıdır.
İşte, Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve diğer Kemalist diktatörlük tarafından alçakça katledilmesinden; Türkiye'de proletaryanın Komünist partilerinin inşası yolunda ilk ciddi adım olan TKP’nin. Kemalist burjuvazinin anti-komünist kampanyasının darbeleri altında daha başlangıç aşamasında sekteye uğramasından. Önderlerinin ölümünden sonra Şefik Hüsnü'nün sağ oportünist, revizyonist çizgisinin TKP'ye egemen olup, bu lanetli çizginin sol harekelinin üstüne bir kabus gibi çökmesin den tam 58 yıl sonra, Marksizm-Leninizm yeniden galebe çalmıştır. Partimizin, Türkiye Devrimci Komünist Partisi'nin kuruluşunun ilanı. Marksizm-Leninizm’in bu zaferinin ilanıdır. Türkiye işçi sınıfının gerçek öncüsü, gerçek Marksist-Leninist partisi Türkiye Devrimci Komünist Partisi'nin kuruluşu, Marksizm-Leninizm’in ülkemizdeki bugünkü zaferidir ve bunu mutlaka yenileri izleyecektir.
Ne burjuvazinin işçi sınıfının hareketini durdurmak, onun gözünü-korkutmak için her dönemde esas silah olarak başvurduğu baskı ve terör, ne işçi sınıfını ağılamak için yürüttüğü yoğun ideolojik yozlaştırma çabaları; ne de burjuvazinin işçi sınıfı içindeki temsilcileri revizyonistlerin; Ş. Hüsnü'lerin, onun bugünkü uzantılarının, Brejnevcilerin, Maocuların ve benzerlerinin karşı-devrimci faaliyetleri; Marksizm-Leninizm’in zaferini, bunun parlak bir göstergesi olan Partimizin kuruluşunu engelleyemedi. İşçi sınıfının mücadelesine Marksizm-Leninizm’in yol göstericiliğinin ve devrimin zaferinin gerçek teminatı olan Türkiye Devrimci Komünist Partisi'nin kuruluşunu engelleyemedi.
III. Enternasyonalin bir kolu olarak kurulan M. Suphi'lerin TKP'sinden 58 yıl sonra, bugün burada yeni bir partinin kuruluşunu ilan ediyoruz. O halde, proletaryanın gerçek Marksist-Leninist partisinin kuruluşunun ülkemize özgü özellikleri nelerdir? Ülkemizde sol hareketin tarihi gelişiminin hangi özellikleri bu durumu yaratmıştır? Komünist hareket ülkemizde nasıl ortaya çıkmış, hangi mücadeleler içinde gelişmiş ve hangi gelişmelerin sonucunda bugüne ulaşmıştır?
Her türden revizyonistler, gözü kendi grubunun dar çıkarlarından ötesini görmeyen küçük-burjuva şefler işçi sınıfının ve devrimcilerin kafalarını tam bir karışıklığa sürükleyebilmek üzere, parti, program, siyasi çizgi konularında bir bulanıklık yaratabilmek üzere, işçi sınıfını partisiz bırakabilmek üzere; geçmiş sol hareket konusunda tam bir keşmekeş yaratmaya çalıştılar.
Peki, Partimiz hangi mirasın üzerinde yükseliyor, hangi mirası reddediyor? Hangi geçmişin izleyicileri., hangi geçmişin retcileriyiz? Ülkemizde kimlerin izleyicileri kimlerin can düşmanıyız?
Bugünün öneminin, yerinin, özelliklerinin bütünüyle kavranabilmesi için, geçmiş belgelerimizde uzun uzadıya ele alınmış ve cevaplandırılmış bu ve benzeri soruların cevaplarının burada kısaca da olsa özetlenmesi gerekir. Bu, yakın geçmişin kısa bir değerlendirilmesi, bugünü hazırlayan dünün kısaca da olsa açıklanması olacaktır.
Örgütümüz, Yarım Yüzyıllık Sol Hareketin Değerlendirilmesi Sorununa Özel Bir Önem Vermiştir
Geçmiş sol hareketin değerlendirilmesi bizler için akademik bir sorun değildi. Tam tersine, Marksizm-Leninizm’i örgütümüze tümüyle egemen kılabilmek, partinin kuruluşunun yolunu açabilmek, birçok devrimciyi bu sorun etrafında toplayabilmek üzere her şeyi titiz bir şekilde incelemek, Marksizm-Leninizm’in süzgecinden geçirmek ve yerli yerine oturtmak gerekiyordu. Örgütümüz bu soruna, bu gerçeğe tamamıyla uygun, sorumlu bir tavırla yaklaşmıştır.
Geçmiş sol hareketin değerlendirilmesinin önemi, daha açık bir ifadeyle. Partinin üzerinde yükseleceği temeli, dolayısıyla proleter devrimcilerin ideolojik, siyasi, örgütsel birliğinin sağlanacağı temeli belirleyen etkenlerden biri olmasından ileri geliyordu.
Örgütümüz, geçmiş sol harekete doğru yaklaşımın ve bu konuda doğru bir tahlil ve tavrın; proleter devrimcilerin birleştirilmesinde ve partinin inşasında, parti Programının, siyasi ve örgütsel çizginin inşasında oportünizm ve revizyonizmin mi, yoksa Marksizm-Leninizm’in mi temel alındığının en önemli göstergelerinden biri olduğu doğru tespitini yaptı. Parti, geçmişin oportünist ve revizyonist mirası üzerinde mi yükselecek, yoksa bizzat Marksizm-Leninizm temelinde onu reddederek ve geçmişteki revizyonist tezlerle mücadele içinde mi yükselecekti? Sorun işte buydu ve 1975'den sonra kendisine Marksist-Leninist adını yakıştıran diğer siyasi hareket ve gruplarla örgütümüz arasında süren mücadelenin özü de buydu.
Örgütümüz bu sorunda tamamıyla Marksist-Leninist, kararlı bir tutum izledi. Ne kaba inkarcılığa saptı, ne de geçmişi değerlendirişte oportünizme, aldatmacılığa, gözü kapalılığa, düz mantıkla geçmişin komünist olduğunun iddia edilmesine izin verdi.
Geçmiş sol hareketin, ülkemizde yaygın olarak kullanılan deyimle «50 küsur yıllık sol hareketsin esasını programda, siyasette, örgütsel çizgide sağ oportünizm, revizyonizm ve sınıf işbirliği çizgisinin oluşturduğunu; proletaryanın gerçek komünist partisinin programının, siyasi ve örgütsel çizgisinin bu elli küsur yıllık revizyonizmi, günümüzdeki biçimlerini, uzantı ve yansımalarını reddederek ve bunlarla kararlı bir mücadele içinde, Marksizm-Leninizm temeli üzerinde oluşturulması gerektiği tespitini yaptı. Marksizm-Leninizm’in zaferi, gerçek Marksist-Leninist Partinin kuruluşu için, «tarlanın zararlı bitkilerden ve ayrık otlarından temizlenmesi» gerekiyordu.
Kendine Marksist-Leninist adını takan ve içlerinde iyi niyetli dürüst devrimcileri de özellikle tabanlarında barındıran (bir kısım) diğer siyasi hareketler ve gruplar ise; geçmişin ya «bütünüyle komünist» olduğunu, ya da «bir döneme kadar (1945) komünist» olduğunu, bazı tezlerinin «komünist» olduğunu, bazılarının ise 'revizyonist' olduğunu iddia ettiler. Bir kısmı ise bunun yanında 1971 dönemindeki maceracı çizgilerinin de «komünist» olduğunu buna eklediler. Bu durum, onların Marksizm-Leninizm karşısında ve Parti davası karşısındaki tavırlarından elbette bağımsız değildi. Bunların bir kısmı zaten Ş. Hüsnü revizyonizminin günümüzdeki doğrudan devamıydılar, diğerleri ise, revizyonizmin ve maceracılığın tezlerinin büyük bir kısmını programlarında, siyasi çizgilerinde, faaliyetlerinde devam ettiriyorlardı ve özel olarak da ülkemizdeki biçimiyle Ş. Hüsnü revizyonizminin yansımalarını üzerlerinde taşıyorlardı. «Marksist-Leninist» oldukları yolundaki iddialarını ne kadar ileri götürürlerse götürsünler, bu gruplar revizyonizmi şimdiye kadar hiçbir şekilde aşamadılar ve bunun doğrudan bir sonucu olarak bir kısmı açık karşı-devrimci bir çizgiye geldiler, bir kısmı ise bütün şaşaalı iddialarına karşın, çürüme ve dağılma içindedirler. Tabanda yer alan ve bu çürüme içinde kendini yozlaşmadan koruyabilen dürüst devrimciler ise, hızla bu grupları terk etmektedirler.
M. Suphi Önderliğindeki TKP, Ülkemizde Komünist Partisinin İnşası Yolunda Atılan İlk Ciddi Adımdı. Örgütümüz, M. Suphi ve Yoldaşlarının ve Onların TKP'sinin Kararlı Mirasçısıdır
Bugüne kadar ülkemizde proletaryanın gerçek bir komünist partisi varolmadı.
1920'de Baku’de M. Suphi yoldaş önderliğinde I. Kuruluş Kongresi'ni toplayan ve Komüntern'in bir kolu olarak kurulan TKP, bu yolda atılmış ilk ciddi adımdı. Ancak o günkü koşullarda bu da sadece bir adım olarak kaldı. Parti ayağa dikilerek gerçekten var olamadı. Kuruluşundan çok kısa bir süre sonra TKP, 1921 yılı başlarında, Kemalist burjuvazinin azgın anti-komünist kampanyasının saldırıları karşısında ayakta duramadı.
TKP'nin kurucusu ve önderi olan M. Suphi yoldaş, Lenin'in Bolşevik Partisi'nin kararlı bir militanıydı. O, aynı zamanda, Komüntern'in bir savaşçısı olarak; hayatını komünizm davasına adadığı andan başlayarak, ölünceye kadar, Komüntern'in sesini, komünizm fikirlerini, Marksizm-Leninizm’i ülkemize, ülkemiz işçi sınıfına ulaştırabilmek, proletaryanın öncülerini bir örgüt çatısı altında birleştirmek ve ülkemizde proletaryanın öncü komünist partisini kurmak ve inşa etmek için mücadele etti. M. Suphi, proletaryanın ülkemizdeki kazançlarını koruyabilmesi, bunları genişletip ilerletebilmesi ve devrimi kendi devrimine kanalize edebilmesi için, Kemalist burjuvazi karşısında kendi bağımsız siyasi partisinde, Komünist Partisinde örgütlenmesi ve kendi bağımsız yoluna bütün halkı kazanması gerektiğinin tamamıyla farkındaydı. O, Türkiye işçi sınıfının devrimde önderliği ele alması ve onu dış düşmanlara olduğu kadar iç düşmanlara karşı da yöneltmesi gerektiğini vurguluyordu.
Büyük Lenin'in başında bulunduğu SBKP(B)'nin önderliğinde, Rusya'da proletaryanın kazandığı zafer, 1917 Ekim Sosyalist Devrimi; emperyalizme karşı mücadelenin ateşi içinde bulunan Türkiye işçi sınıfına ve emekçi halkına komünist fikirleri, Bolşevizm davasını, Komüntern'in sesini iletti. Diyebiliriz ki, bunun pratik taşıyıcısı ise, M. Suphi ve yoldaşları olmuştur.
Bütün hayatını işçi sınıfının ve Doğunun ezilen mazlum halklarının kurtuluşuna adayan M, Suphi, daha 1917'nin hemen sonrasında Rusyalı Türkler ve orada bulunan Türkiyeli savaş esirleri arasında çalışmalar yaptı. Önce Moskova'da, daha sonra Kırım ve Odessa'da Türkçe olarak «Yeni Dünya» gazetesini yayınladı. Buralardan Türkiye'ye kaçak olarak propaganda broşürleri, propagandacılar, komünist işçi ve askerler gönderdi. Moskova, Kazan, Şamara, Saratov, Rezan, Astrahan vb. bir çok şehirde Türk komünist örgütlerini kurdu. M. Suphi'nin önderliği ve çalışmaları sonucunda 25 Temmuz 1918'de Moskova'da «Türk Sol Sosyalistleri I. Kongresi» toplandı. Bu kongrede kurulan ilk Türkiye İştirakiyun Teşkilatının Merkez Komitesi Başkanlığına M. Suphi seçildi. Kasım 1918'de Moskova'da Müslüman Komünistleri Birinci Kongresi'ne katılan M. Suphi, Stalin başkanlığındaki Milliyetler Halk Komiserliğine bağlı olarak kurulan Doğu Halkları Merkez Bürosu'nun Türk Bölümü Başkanı oldu.
Aralık 1918'de yapılan Uluslararası Devrimciler Toplantısına ve 1919'da Moskova'da toplanan III. Enternasyonalin Birinci Kongresine Türkiye delegesi olarak katıldı.
Baku’ye yerleşen M. Suphi buradaki eski İttihatçıların sahte “Türkiye Komünist Fırkası”nı dağıttı. Yeni Dünya gazetesini yeniden yayınlamaya başladı. Bir parti okulu açarak genç kadrolar yetiştirmeye girişti ve Komünist örgütleri yaygınlaştırdı.
Eylül 1920'de Baku’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı'na partili ve partisiz 235 Türkiyeli delege katıldı. Bütün bu faaliyetlerinin doğrudan bir sonucu olarak 10 Eylül 1920'de «Birinci ve Umumi Türk Komünistleri Kongresi» Baku’de toplandı. Bu Kongrede Türkiye Komünist Partisi kuruldu. Başkanlığına M. Suphi, Genel Sekreterliğine ise E. Nejat yoldaşlar seçildi.
M. Suphi yoldaş Kongredeki konuşmasında şunu önemle belirtiyordu: «Komünist Partisi için, memlekete musallat olan dış düşmanları kovmak nasıl bir görev ise, içerde halkın sırtından geçinen yağmacı sınıfları da hazır yiyicilik halinden çıkarıp yumruk altında işletmek de o derece esaslı bir görevdir.» O, aynı zamanda Komünist Partisinin ideolojik, siyasi ve örgütsel bağımsızlığının titizce korunması gereğini de Kongre bildirisinde vurguluyordu.
M. Suphi önderliğindeki TKP, ülkemizde proletaryanın öncüsü komünist partisinin inşası yolunda atılan ilk ciddi adımdı. TKP, M. Suphi ve yoldaşlarının Komüntern'e bağlı olarak faaliyet göstermelerinin doğrudan bir sonucu olarak Komüntern'in Türkiye kolu olarak kurulmuştur. Ve çok kısa da olsa, M. Suphi yoldaş TKP'nin başında kaldığı sürece Komüntern'in çizgisinin doğrudan bir izleyicisi olmuştur.
Ancak TKP kuruluşundan çok kısa bir süre sonra, Kemalist diktatörlüğün azgın anti-komünist kampanyası ile karşılaşmıştır. TKP'nin kuruluşundan ve faaliyetlerinden korkuya kapılan Kemalist burjuvazi, bir yandan düzmece «komünist parti»leri kurdurarak III. Enternasyonale başvururken, diğer yandan işçi sınıfının öncüsünü daha doğuşunda, yani en zayıf olduğu sırada boğabilmek üzere TKP'ye ve önderlerine azgınca saldırmış, komplolar düzenlenmiştir.
Bizzat Mustafa Kemal'in emriyle düzenlenen bir komplo sonucunda M. Suphi ve E. Nejat yoldaşlar ve partinin bazı diğer Merkez Komitesi üyeleri ve parti üyelerinden oluşan 15 kişilik bir grup, Türkiye'ye geldikleri sırada hunharca katledildiler. Parti, henüz kuruluşu sırasında en kıymetli önderlerini yitirdi, başlangıç örgütlenmeleri dağıtıldı; onulmaz yaralar aldı.
Önderlerinin kaybıyla birlikte, parti önderliği Ş. Hüsnü revizyonisti ve şürekası tarafından gasp ediliyor ve parti onların revizyonist, sağ oportünist yoluna sokuluyordu. Böylece TKP, şanlı bir girişim, ancak proletaryanın partisinin inşası yolunda sadece bir girişim olarak kaldı.
Gericiler M. Suphi ve yoldaşlarını alçakça katlettiler, onların unutulması, komünizm davasının unutulması için ellerinden gelen her şeyi yaptılar; ancak ne M. Suphi ve yoldaşlarını ne de onların TKP'sini unutturamadılar. İşçi sınıfımız ve Türkiye halkı onları daima kalbinde yaşattı. M. Suphi'nin adı ülkemizde daima komünizm ülküsü ve parti davası ile bir arada bulundu, örgütümüz, M. Suphi ve yoldaşlarının ve onların TKP'sinin davasının izleyicisi ve kararlı mirasçısıdır. Biz M. Suphi'nin yolundan yürüyoruz. Örgütümüz onların Türkiye proletaryasına bıraktığı kızıl bayrağı yeniden göndere çekmiştir. Türkiye komünist hareketinin bu ilk öncülerinin davası, bugün bütün canlılığı ile yaşamakta, emperyalizme, burjuvaziye, modern revizyonizme, Troçkizme, Çin revizyonizmine vb. karşı yürütülen mücadele içinde ilerliyor ve saflarına her gün yeni güçleri, yeni savaşçıları kazanıyor. Onların parti davası bugün gerçek olmuştur.
Şefik Hüsnü'nün Revizyonist Çizgisi 50 Küsur Yıl Sol Harekete Egemen Olmuştur. Örgütümüz Bu Burjuva-Reformcu, Gerici Çizginin Kararlı Düşmanıdır
M. Suphi dönemini saklı tutarsak —ki bu dönem çok kısa sürmüştür— TKP'ye damgasını vuran, Ş. Hüsnü'nün sağ oportünist, revizyonist çizgisi olmuştur.
Ş. Hüsnü ve şürekası, M. Suphi ve yoldaşlarının Kemalist diktatörlük tarafından katledilmesinden sonra parti önderliğini gasp etti. Zaten henüz son derece genç, tecrübesiz ve kuruluş aşamasında olan ve bütünüyle formüle edilmiş bir programa, net bir siyasi çizgiye sahip olmayan TKP'ye revizyonist, kuyrukçu çizgisini egemen kıldı. Bu çizginin egemen olması sonucunda TKP Menşevik, reformist, Kemalizm kuyrukçusu, şoven-milliyetçi bir parti haline geldi ve bir aydın kulübü olmaktan ileri gidemedi. Ve daha sonraki gelişmesi içinde ise bütünüyle bir ihanet tekkesine dönüştü.
Bir partinin komünist partisi olduğunun temel göstergesi, onun izlediği ideolojik-siyasi çizginin ve siyasi faaliyetinin sınıf niteliğidir. Örgütümüz TKP'ye yaklaşımda işte bunu esas almıştır. Bu açıdan yaklaşıldığında, Ş. Hüsnü'nün TKP'sinin ideolojik-siyasi çizgisi, sınıf niteliği Marksizm-Leninizm’in öğretileri ile bütünüyle çelişmektedir.
Örgütümüz ideolojik-siyasi inşa faaliyeti sırasında, Program ve siyasi çizgisinin 50 küsur yıllık revizyonizmle mücadele içinde inşası anlayışına uygun olarak, Ş. Hüsnü çizgisinin sınıf niteliğini, revizyonist, işbirlikçi tezlerini vb. bütünüyle teşhir etmiş ve yayın ve belgelerinde bunu en geniş bir biçimde ortaya koymuştur.
Burada bu konuyu kısaca özetlemekle yetineceğiz.
En başta şunu ele alalım: Komünist Partisi, işçi sınıfının sadece günlük ve kısa vadeli çıkarlarının temsilcisi değil, ama esas olarak aynı zamanda onun uzun vadeli çıkarlarının da temsilcisidir. Bu, Marksist-Leninist partiyi, işçi sınıfının temsilcisi olduğunu iddia eden diğer parti ve akımlardan ayıran temel özelliktir. Bu ise, proletaryanın toplumsal devrimini, sınıfsız toplumu nihai hedef olarak almak, bu hedefe uygun bir siyasi çizgi, strateji ve taktikler bütününün merkezini ise, proletaryanın mevcut burjuva diktatörlüğünü yıkarak, egemen sınıf olarak örgütlenmesi, proletarya diktatörlüğünü kurması olmuştur.
Ş. Hüsnü önderliğindeki TKP'nin izlediği siyasi çizginin sınıf niteliğini saptarken en başta temel alınması gereken kıstas, TKP'nin faaliyetlerinin ve faaliyetlerine yol gösteren siyasi çizginin merkezine neyi koyduğudur. Ş. Hüsnü önderliğindeki TKP, hiç bir dönem, ekonomik-sosyal yapının Marksist bir tahlili sonucu saptanmış devrim aşamasına uygun olarak, proletaryanın iktidarı ele geçirmesini ve kendi diktatörlüğünü kurmasını faaliyetinin ve siyasi çizgisinin merkezine koymamıştır. Aksine, her dönemde değişik «gerekçe»ler ileri sürerek, proletaryanın ve müttefiklerinin iktidarı ele geçirmesi, bunun için kitlelerin örgütlenmesi ve hazırlanması bir yana itilmiştir. TKP her somut durumda, sömürücü sınıfların devlet iktidarını elinde tutan egemen kesimlerinden tavizler koparmayı ve onların egemenliğinin devamını eyleminin ve siyasi çizgisinin merkezine almıştır.
Ş. Hüsnü önderliğindeki TKP'nin anlayışı menşevik ve reformcudur. O, pratikte daima, bu konuda Lenin'in, Stalin'in ve Komüntern'in öğretilerine karşı bir çizgi izlemiştir. Bu doğaldır, çünkü onun ideolojik çizgisini Marksizm-Leninizm değil, tıpkı Tito gibi, Kruşçev gibi, Mao gibi vb. revizyonizm, metafizik- idealizm, oportünizm ve faydacılık oluşturmuştur.
TKP'nin faaliyetlerinin özünü sınıf mücadelesi değil, daima sınıf işbirliği oluşturmuştur. Ş. Hüsnü önderliğinde TKP, bir dönem «sömürücü sınıfların devrimi tamamlayacakları ve sosyalist devrime kesintisiz geçişi sağlayacakları» gerekçesiyle, bir dönem ise «egemen sınıfların ilerici bir rol oynadıkları ve ulusal kapitalizmi geliştirerek sosyalist devrim, proletaryanın toplumsal devrimine şartları hazırladıkları» gerekçesiyle; daima proletaryayı burjuvazinin kuyruğuna takmaya çalışan, onun devrim perspektifini karartmaya çalışan bir çizgi izledi.
Ş. Hüsnü önderliğindeki TKP 1924'e kadar, Kemalistlerin sosyalist devrim yapacakları, ulusal demokratik devrimi sonuna kadar sürdürüp, kesintisiz olarak sosyalist (toplumsal) devrime geçecekleri hayalini beslemek ve yaymakla uğraştı. Onun bütün tahlilleri ve bütün taktikleri bu anlayışa uygundu. Böylece TKP, Kemalist devrim ve Kemalistlerin sınıf niteliği hakkında Komüntern'in, Stalin'in tezlerine karşı bir konumdaydı. TKP, Türkiye ve Kemalist devrim üzerine yaptığı tahlillerle, revizyonist «kapitalist olmayan yol» tezini savunuyordu. Ş. Hüsnü, ulusal kurtuluş hareketinin sınıf niteliğini gizliyor, onun sınıflar üstü, sınıf niteliği şekillenmemiş bir önderliğe sahip olduğunu iddia ediyor ve ulusal kurtuluşun nihai amaç alınmasıyla toplumsal devrimin gerçekleştirilebileceği bayağı tezine varıyordu. O, aynı Kruşçevci, Titocu, Maocu revizyonistler gibi, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin ezilen ulus ve halkların kesin ve tam kurtuluşunun ancak sosyalizmle sağlanacağı Marksist ilkesini çarpıtıyor ve bunu burjuvazi ile işbirliği siyasetine dayandırmaya çalışıyordu.
Böylece TKP, Komüntern'e, Lenin ve Stalin'e, Marksizm-Leninizm’e tamamıyla ters olarak, proletaryanın tarihi devrimci rolünü inkar ediyor; toplumsal devrimin gerçekleşebilmesi, tam bir ulusal kurtuluşun sağlanabilmesi için, proletaryanın devlet iktidarını ele geçirerek, burjuva devleti parçalayarak, egemen sınıf olarak örgütlenmesi, kendi diktatörlüğünü kurmasının zorunlu olmadığı bayağı tezini ileri sürüyordu. Bu, her türden revizyonizmin en belirgin özelliğidir. Stalin 1927'de, 1920'lerin Kemalist hükümetini işçilere ve köylülere karşı bir mücadele hükümeti olarak nitelendirir ve bu hükümetin devrilmesi gerektiğini belirtirken; Ş. Hüsnü, revizyonist çizgisine bütünüyle uygun olarak, aynı dönemde işçilere, Kemalistlerin başlattıkları işi sonuna kadar götürebilmeleri için «işçilerin yeni fedakarlıklara katlanmalarının» ve «yeni devlet mekanizmasının eksikliklerini tamamlamak ve gelişmesini sağlamak amacıyla» hareket etmelerinin gerekli olduğunu vaaz ediyordu. Bu dönemde Ş. Hüsnü çizgisinin sınıf işbirlikçisi niteliği öylesine ileri gitmiş ve belirginleşmiştir ki, bu çizgi bir burjuva demokrat çizgi olarak bile nitelendirilemez. Ş. Hüsnü, bu dönemde işi M. Suphileri katleden, TKP üzerinde kanlı bir terör uygulayan, işçi-köylü aleyhtarı Kemalist burjuva-feodal diktatörlüğün suç ortaklığına ve en bayağı uşaklığına kadar vardırmıştır.
1924'ten sonra gerek Komüntern'de TKP'nin sert bir şekilde eleştirilmesi ve gerekse Kemalist hükümetin halk düşmanı yüzünün işçilerin, köylülerin ve şehir küçük-burjuvazisinin gelişen hareketi sonucu belirginleşmesiyle TKP, çizgisinde bir takım değişiklikler yapmıştır. Ancak revizyonist ve menşevik anlayışı bir adım bile aşamadan... O, böylece sınıf işbirliği çizgisini uluslararası ve ulusal planda gizlemek ve daha kolay sürdürebilmek yolundan yürümüştür.
Bu dönemde TKP'nin 1926 Programı kabul edildi. Ş. Hüsnü'yü ve TKP'sini Komünist olarak göstermeye çalışan revizyonist şefler 1926 Programı üzerinde fırtınalar koparmışlardır. Ancak, bilindiği gibi örgütümüz bu sorunu tam bir açıklığa kavuşturarak, revizyonist şeflerin oyunlarını bozmuştur.
1926 Programı Komüntern'e bağlı bir komisyon tarafından hazırlanmış ve Komüntern tarafından onaylanmıştır. Ve Program —Ş. Hüsnü'nün bazı tezlerinin yansımalarını taşımakla birlikte— vardığı siyasi sonuçlar bakımından devrimcidir. Ancak o esas olarak «Balkan tipi» ülkelere uygun olarak hazırlanmış bir programdır.
Öte yandan Şefik Hüsnü'nün ve onun TKP'sinin çizgisi ve siyasi faaliyeti daima bu programın devrimci sonuçları ile çelişmiştir. 1926 Programı Türkiye'nin somut durumundan soyutlanarak ele alındığında devrimciydi, oysa Ş. Hüsnü ve TKP'sinin çizgisi daima sınıf işbirliği çizgisi olmuştur.
TKP 1924'ten sonra sınıflar üstü Kemalizm tahlillerini ve Kemalistlerin toplumsal devrimi gerçekleştirecekleri tezlerini bir kenara itmekle birlikte, bu sefer de burjuva demokratik devrimde burjuvazinin ve proletaryanın rolü konusunda, Komüntern'e, Lenin ve Stalin'e, Marksizm-Leninizm’e tamamıyla zıt, menşevik ve oportünist görüşler ileri sürdü ve sınıf işbirliği çizgisini bu gerekçeler üzerinde sürdürdü. TKP, revizyonist anlayışına uygun olarak burjuva demokratik devrimde önderliğin burjuvazide olması gerektiğini, Kemalistlerin burjuva demokratik devrimi bütünüyle gerçekleştirmek üzere teşvik edilmelerini, desteklenmelerini, işçi sınıfının görevinin bu aşamada önderliği burjuvaziye bırakıp, onu demokratik devrimi gerçekleştirmek üzere zorlaması ve tereddütlerini gidermesi, bunun yanında reformlar için mücadele etmesi olduğunu ileri sürdü. TKP'nin «asgari programı», doğrudan ve yalnızca burjuvaziyi destekleme programıydı. TKP'nin asgari program anlayışı, demokrat devrimde işçi sınıfı önderliği, köylülüğün burjuvazinin değil işçi sınıfının yedek gücü olması, proletaryanın hegemonyasının kurulması ve kesintisiz olarak sosyalizme ilerlemek üzere bir devrimci demokratik işçi-köylü diktatörlüğünün kurulması temel Marksist-Leninist fikirlerinden bütünüyle yoksundu. TKP'nin devrim anlayışı anti-Leninistti. TKP'nin ve onun başı Ş. Hüsnü'nün Komüntern'in üyesi olarak bu konuda Komüntern'in çizgisinden, Lenin'in «İki Taktik» adlı eserinden, Komüntern'in önderi Stalin'in görüşlerinden habersiz olması olanaksızdır. Aksine Ş. Hüsnü ve TKP'si bu temel sorunda menşevizmi, revizyonizmi bilinçli olarak savunmuştur. TKP, siyaseti burjuvaziye bırakmış, işçi sınıfını ekonomik-sendikal mücadele içine hapsetmeye çalışmış ve bunun karşılığında ise burjuvazinin işçi sınıfına sendika hakkı tanımasını ve şiddet kullanmamasını istemiş ve bu «düşüncesini» çalışan kitleler kadar, genç burjuvalarımızın da görüşlerine sunmuştur. Ş. Hüsnü ve TKP'si sınıf mücadelesinin insan iradesinden bağımsız objektif karakterini bile gerçekte kavrayamayan zavallı bir reformist ve pasifist durumundadır.
Menşevik anlayışla burjuva demokratik devrimde önderliği burjuvaziye terk eden Ş. Hüsnü, aynı anlayışın doğrudan bir sonucu olarak demokratik ve sosyalist devrim arasındaki kesintisiz geçiş zorunluluğunu, iki devrim arasında Marksizm-Leninizm’in öngördüğü kopmaz bağı da reddetti. Ş. Hüsnü ve TKP bu konuda Leninist teoriye değil, burjuva devriminden sonra, yoksul köylüler dahil köylü kitlelerinin zorunlu olarak devrimden yüz çevireceklerini, bunun sonucu olarak burjuva devriminin en azından elli, yüz yıl süren uzun bir aranın, uzun bir «sükunet»in izleyeceğini ve bu sırada yeni bir devrimin, sosyalist devrimin sırası gelinceye kadar, proletaryanın «barışçıl bir şekilde» sömürüleceğini ve burjuvazinin «meşru olarak» kendini zenginleştireceğini varsayan Batı Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin düşüncelerini savunuyordu. Bu düşünceler Komüntern'in değil, bir ihanet şebekesine dönüşen II. Enternasyonalin düşünceleridir. Ş. Hüsnü bu anlayışına uygun olarak ve proletaryayı siyasi mücadelenin dışına çekip, burjuvazinin kuyruğuna takabilmek, sınıf işbirliği çizgisine çekebilmek üzere «işçilerimiz bugün mesleki dernekler çevresinde toplanıp ekonomik çıkarlarını savunacaklar, yarın da yoksul köylülerle birlikte bir sınıf partisi kurarak (...) Türkiye halkını gerçek bağımsızlık ve kurtuluşa kavuşturacaklardır» diyordu.
Şefik Hüsnü ve TKP Kemalist hareketin sınıf niteliği ve hedefleri konusunda da anlaşılacağı üzere Komüntern'e, Stalin'e karşı bir konumda olmuştur. TKP, Komüntern'de sömürge, yarı-sömürge devrimlerinin gelişme çizgisinin tartışılmasına bağlı olarak ele alınan Kemalist hareketin sınıf niteliği konusunda, Stalin'in Kemalist harekete ilişkin yaptığı tahlillere açıktan karşı çıktı. Sağ oportünist, revizyonist çizgisine uygun Kemalizm tahlillerini savundu. Stalin; «Kemalist devrim bir üst tabaka devrimidir, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir. Bu devrime, yabancı emperyalistlere karşı mücadele içinde varıldı ve devrimin daha sonraki gelişmesi esas olarak köylü ve işçilere karşı, evet bir toprak devrimi ihtimaline karşı yönelmekteydi» derken, TKP, Kemalist hareketin ezilen sınıfların oluşturduğu bir blokun hareketi olduğunu, Kemalistlerin «köylülerin varlıklı kesimlerinin ve küçük-burjuvazisinin temsilcileri olduğunu» ileri sürüyor; Kemalistlerin partisini sol Guomindang'a benzetiyor ve üstelik Kemalist hareketin emperyalizmi yok etmeye ve toprak devrimini yaparak feodalizmi tasfiyeye yöneldiğini ileri sürüyordu.
TKP ve Ş. Hüsnü, Kemalistleri hoş gösterebilmek, onun işçi ve köylülere karşı yönelen karakterini gizleyebilmek üzere, onlara anti-feodallik yakıştırdı. Kemalistlerin feodal kalıntıları her bakımdan tasfiye ettiklerini ileri sürdü. O, bu düşüncesine dayanak olarak ise meşruti monarşinin tasfiyesini, aşarın kaldırılmasını vb. gösterdi. Feodalizm konusundaki bakış açısı bundan ileri gitmiyordu. O, Kemalist diktatörlüğün burjuva-feodal karakterini gizliyordu. Ş. Hüsnü şöyle diyordu: «İktidara geldikten sonra milliyetçilik, geçmişe ait olan ve akılcı kapitalist sömürü ile bağdaşmayan tüm mirası her bakımdan tasfiye edene kadar devrimci uygulamalarını sürdürdü.» (Komüntern Organlarında Konuşmalar, s. 50) Eklektik bir şekilde ama yine aynı şeyleri iddia ederek bir başka yerde şöyle söylüyordu: «...milli zaferin hemen ardından, kısmen halâ silahlı olan emekçi kitleler Kemalist burjuvaziyi, feodal kalıntıları tasfiye işini tamamlamaya zorladılar. Kemalist burjuvazi bunu istemeye istemeye yaptı.» (Aynı yer, s. 218). Stalin'in «Kemalist Devrim bir üst tabaka devrimidir» sözlerine karşın; Ş. Hüsnü işi, onu bir toprak devrimi olarak dahi nitelemeye kadar vardırdı. Bu aynı zamanda daha sonra TKP'nin aynı gerekçe ile, tam bir şoven milliyetçilikle, Kürt ulusal hareketine karşı, Kemalist diktatörlüğün safında yer tutmasının ideolojik kılıfını oluşturuyordu.
Ş. Hüsnü ve TKP'si, böylece çizgisinin bütününde, çağımızda burjuva demokratik devrimin temel gücünü işçi ve köylülerin oluşturduğu bu devrimin ancak proletaryanın önderliğinde bütünüyle gerçekleşebileceği Leninist tezini tamamen inkar ediyor ve işçi-köylü aleyhtarı bir çizgi izleyen burjuva-feodal ve emperyalist dünya gericiliği ile sıkı bağlara sahip üst sınıfların da burjuva demokratik devrimi tamamlayabileceği tezine varıyordu. Böylece O, aynı zamanda burjuva demokratik devrimde önderliği tamamen burjuvaziye terk eden anlayışına da ideolojik-siyasi gerekçeler yaratarak Leninist emperyalizm teorisinin de tamamen karşısında yer alıyordu.
Aynı şekilde, TKP Kemalist hareketin anti-emperyalist niteliği konusunda da Komüntern'in tezlerine zıt bir tutum izledi. Eklektik bir tarzda bir yandan Kemalistlerin emperyalist ilişkileri bütünüyle tasfiye etmediklerini, bunun «uluslararası sermaye ile ilişkileri tamamen koparmayı tehlikeli bulan milliyetçi burjuvazinin tipik bir özelliği» olduğunu söylerken, öte yandan Kemalistlerin bu hatalarının farkına vararak, üstesinden geleceklerini ve en sonunda «dış siyasetin ağırlık noktasının ezilen halklar ve Sovyetler Birliği'ne kesin bir yaklaşma (abç) yönünde olması gerektiğini kavrayacaklarını» söyleyerek, Kemalist burjuvazinin gelişme yönünü göz ardı eden, ona tutarlı anti-emperyalistlik atfeden görüşler ileri sürdü. TKP, bu tahlilleri Kemalist diktatörlüğün 1930'a doğru artık esas olarak komprador-burjuvazi ve toprak ağalarının diktatörlüğüne dönüştüğü ve hızlı bir şekilde faşistleştiği bir sırada yapıyordu. Bu, bugün örneğin «Üç Dünya Teorisi» olarak biçimlenen revizyonizmin bu konudaki tezlerinin o günkü biçimiydi.
TKP ve Şefik Hüsnü, revizyonist niteliklerine uygun olarak devletin sınıf niteliği ve işlevleri konusunda da Marksizm-Leninizm’e bütünüyle zıt bir konumdadır. TKP, sınıf işbirliği çizgisini haklı gösterebilmek, işçi sınıfını burjuvazinin peşine takabilmek üzere, Leninist devlet teorisine sinsice saldırmıştır. Bu, bir çok sorunun yanında, Kemalist diktatörlüğün devletçiliğini desteklemesi sırasında en açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. TKP, burjuva-feodal Kemalist devletin, üretim araçlarını tekeli altına alarak üretimi doğrudan yönetmesi halinde, emperyalist sömürünün tasfiye edilerek Önleneceğini, toplumsal devrimin «bir temenni olmaktan çıkacağını» ileri sürerek, devlet mülkiyetini sadece sosyalizme ve ulusal ekonomiye has bir olgu olarak göstermeye çalışmıştır. TKP bu anlayışla Kemalist burjuvazinin devletçilik uygulamalarını daha doğrusu, tekelci devlet kapitalizminin gelişmesini ve derinleşmesini desteklemiş, burjuva-feodal devletin üretim araçlarını tekeli altına almasıyla ulusal ve sosyal kurtuluşun gerçekleşeceği hayalini yaymaya çalışmış ve işçi sınıfını devlet kapitalizmi altında köle olarak kalmaya çağırmıştır. TKP Leninist devlet teorisinin özünü inkar etmiştir. TKP, ekonomiyi burjuva-feodal devletin yönetmesini, devlet sermayedarlığını, üretim araçlarının devletin tekeli altına alınmasını, «ekonomik devrim» olarak yutturmaya çalışmış ve bunun gerçekleşmesi halinde ise arkasından hemen «toplumsal devrim»in geleceğini iddia etmiştir.
Ş. Hüsnü ve onun TKP'si faşizme karşı mücadele sorununda da sürekli sağ oportünist, sınıf işbirlikçisi ve reformcu bir çizgi izledi. Ş. Hüsnü sürekli olarak faşizmi, egemen sınıfların devletinin bir biçimi olarak değil; egemen sınıfların faşist diktatörlükle yönetilen emperyalist devletlere bağlı belirli kesimlerinin hükümeti olarak ele aldı. Bu kliklerin dışında kalan faşist komprador-feodal klikleri ise liberal ve demokrat olarak nitelendirdi. Devrim ile karşı-devrim arasındaki boğuşmadan soyutladığı ve faşizmin kaynağına yönelmeyen bir sözde anti-faşist mücadele adına, egemen sınıfların ve emperyalistlerin «liberal», «demokrat» olarak nitelendirdiği kesimlerini, diğer kesimlere karşı destekledi. Faşizme karşı mücadeleyi hiç bir zaman Ulusal Demokratik Halk Devriminin zaferi sorununa bağlamadı ve devrimci bir tarzda ele almadı.
Bu bakış açısına bağlı olarak Ş. Hüsnü, 1942 yılında tamamen Alman yanlısı bir siyaset izleyen Saraçoğlu hükümetinin kurulmasına kadar, Türkiye'de faşist diktatörlüğün varlığını inkar etti. Bu hükümetin kurulmasından sonra da, bütün anti-faşist mücadele(!) perspektifi, bu Alman yanlısı hükümeti işbaşından uzaklaştırabilmek için zorunlu olarak demokrasiden yana olacağını savunduğu «İki büyük Anglo-Sakson demokrasisini ve onlara bağlı komprador-feodal klikleri, diğerlerine karşı desteklemekle sınırlı kaldı.
Revizyonist faşizm tezlerine ve tahlillerine ve sınıf işbirliği çizgisine uygun olarak Ş. Hüsnü'nün TKP'si, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çok partili parlamenter faşizme geçişle başlayan demokrasi güldürüsünün figüranlarından biri oldu. TKP, önce CHP'de bir muhalefet hareketi olarak ortaya çıkan, daha sonra da Demokrat Parti'yi kuran feodal-faşist klikle «demokrasi getireceği» safsatasıyla işbirliğinin yollarını aradı. Bu faşist-feodal partinin kitleleri ağılayıp peşine takmasına kendi çapında yardımcı oldu.
Ş. Hüsnü'nün Türkiye'nin sosyo-ekonomik yapısı ve tarihi evrimi üzerinde tahlilleri olağanüstü çelişkili ve tutarsızdır. Ancak bütün bu çelişki ve tutarsızlığa karşın, bu tahlillerin temelinde yatan bakış açısı, ülkemizde gelişen kapitalizmin esas olarak emperyalizmin uzantısı komprador-tekelci bir kapitalizm değil, kendi iç dinamiğiyle gelişen ulusal bir sanayi kapitalizmi olduğudur. Ş. Hüsnü, her soruna olduğu gibi bu soruna da, emperyalizm ve proleter devrimleri çağının Leninist tahlillerini reddederek, II. Enternasyonal oportünizminin bakış açısından yaklaşmaktadır. Buna uygun olarak. O, ülkemizdeki egemen tekelci burjuvaziyi de, emperyalizmin uşağı, onun çürümüşlüğünü ve asalaklığını tümüyle yansıtan, gericiliğin her türlüsüyle ittifak kurmuş komprador bir sınıf olarak değil; sanayi devrimini gerçekleştiren feodalizmi silip süpüren ve objektif olarak devrimci bir nitelik taşıyan ulusal bir sanayi burjuvazisi gibi ele almış, bu burjuvazi sayesinde ülkemizin yarı-sömürge, yarı-feodal geri bir tarım ülkesi olmaktan çıktığını ileri sürmüştür.
Komüntern'de, Kemalist devrim ve Çin devriminin sorunları etrafında odaklasan ve Stalin'in başında bulunduğu Marksist-Leninistlerle, Trocki ve şürekası arasında ortaya çıkan tartışmada; Ş. Hüsnü, Stalin'in yanında yer alıyor gibi görünmekle birlikte, gerçekte tahlilleri ve savunduğu tezlerle Trocki'nin tezlerine katılmıştır. O, Stalin'in Türkiye'ye ilişkin bilgilerinin yanlış olduğunu ve Türkiye'nin yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülke olduğunu savunan Stalin'in yanıldığını iddia etmiştir. Ş. Hüsnü, böylece menşevik bir tarzda, demokratik devrimin gerçekleştirilmesini egemen burjuvaziye bırakarak, reformculuğuna teorik bir dayanak yaratmaya çalışmıştır.
Ş. Hüsnü yönetimindeki TKP, milli mesele konusunda da burjuva şoven milliyetçi bir siyasi çizgi izledi. O, milli meseleyi, emperyalizm cağı öncesinin kıstaslarıyla ele aldı ve çeşitli milliyetlerden burjuvalar arasındaki bir pazar kavgasına indirgedi. Bu burjuva bakış acısıyla. O, emperyalizme karşı ulusal bağımsızlığın savunulmasını burjuvaziye havale ederken, ulusal burjuvazinin feodalizmi tasfiye etmekte ve ulusal pazarını gerçekleştirmekte olduğu iddiasıyla da, egemen sınıfların Kürt ulusu ve diğer azınlık milliyetler üzerindeki azgın şoven, asimilasyoncu siyasetini destekledi; ulusal baskıya karşı direnen Kürt halkını, gericiliğin savunucusu gibi göstermeye çalıştı.
Ş. Hüsnü ve onun TKP'si ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımadı. Bu hakkın tanınması bir yana Türkiye'de Kürt ulusunun varlığını bile kabul etmedi, «ulusal azınlıklardan bahsetti. 1945 seçimlerinde TKP'nin «bağımsız sosyalist» adayı, seçim programında «millet bir bütündür, parçalanamaz» diyordu. TKP milli meselede Kemalistlerin Kuvay-i Milliye Sırları’nı, günümüzde faşist-feodal gericiler tarafından savunulan ve Kürt ulusunun ve azınlık milliyetlerin varlığını reddeden azgın bir şovenizmi ifade eden «ulusun ve devletin bölünmezliği» safsatasını savundu. TKP, ayrılıp bağımsız devlet kurma hakkını reddederek ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini yozlaştırıyor, özünü boşaltıyor, ve şovenizmin elinde iğrenç bir aldatmaca haline getiriyordu. TKP sadece «milli azınlıklara müsavi (eşit) vatandaşlık haklarının sağlanmasını savunuyordu. Ezen ulusun devletinde ezilen ulusun ezen ulusla eşitliği! İşte TKP'nin savunduğu şoven safsata buydu.
TKP, Kemalistlerin anti-feodal güçler ve Kürt ulusunun ulusa! hareketlerinin ise «feodal irticaın hortlaması» olduğu şeklindeki sahtekarlığın arkasında; Kürt ulusu ve azınlık milliyetler üzerindeki kanlı asimilasyon siyasetini katliamları, şoven ulusal baskıyı ve ulusal hareketlerin kanla bastırılmasını her dönemde destekledi. Örneğin Şeyh Sait isyanı sırasında TKP, «Orak Çekiç» adlı yayın organında işçilere şunları söylüyordu: «Arkadaş! kara kuvvet (sözde feodalizm kastediliyor - Merkez Komitesi) bizim de burjuvazinin de düşmanıdır. Biz her şeyden evvel bu düşmanı yenmeliyiz.» Orak Çekiç'in bir başka sayısında ise şöyle deniyordu: «İrticaa karşı mücadelede halk hükümetledir!»
Ş. Hüsnü'nün ve TKP'nin sağ oportünist çizgisi, milli meselede ifadesini en katıksız bir şoven milliyetçi tutumda buluyordu.
Şefik Hüsnü'nün revizyonist, Kemalizm kuyrukçusu, menşevik, sınıf işbirlikçisi, şoven-milliyetçi çizgisi TKP'nin gelişimini belirledi ve sonunu tayin etti. TKP, reformist bir parti olarak dahi bir varlık göstermedi. Onun faaliyeti, varlığı boyunca dar bir aydın çevresi içinde kaldı. TKP, bir aydın kulübü olmaktan öteye gidemedi. Aslında kimi zaman burjuvazinin bir kesimine, kimi zaman diğer kesimine, ama daima burjuvaziye güveni ifade eden ve kitleleri onun peşine takılmaya çağıran siyasi çizgisinin doğrudan bir sonucu olarak TKP legalizmin de batağında yüzüyordu. Bunun yanında O, her dönemde burjuvazi tarafından legal bir parti, bir müttefik olarak benimsenmeyi baş amaç olarak seçmişti.
Bu durumda TKP, burjuvazinin darbeleri altında tutunamadı ve 1951 tevkifatından sonra örgütsel bakımdan da* bütünüyle dağıldı.
1970'lerde, daha önceden çeşitli zamanlarda yurt dışına kaçan ve Kruşçev-Brejnev revizyonistleri tarafından 'TKP1 adıyla uluslararası ilişkilerde bir piyon olarak kullanılmaktan başka hiçbir işlevi olmayan bir avuç mülteci hain, TKP'nin çizgisinin doğal gelişiminin ulaştığı yerde ve Sovyetler Birliği'nde ve SBKP'deki gelişmelere de paralel olarak; sosyal-emperyalizmin ajanı olarak, bu adla efendilerinin emperyalist ve yayılmacı emellerine hizmet eden ve feodal-faşist diktatörlüğün dizginlerini ele geçirmeye çalışan sosyal-faşist bir ihanet şebekesi kuruncaya ve 1971 yenilgisi döneminde «uygun şartlarda» zehrini kusmak üzere faaliyetlerinde bir «atılım» yapıncaya kadar, Türkiye'de TKP'nin adını ve varlığını pek duyan olmadı.
Ancak, Ş. Hüsnü’nün revizyonist çizgisi daima var oldu ve çeşitli biçimlerde, çeşitli kılıklarda ortaya çıktı. 1960'dan sonra Türkiye'de ortaya çıkan «sosyalist» akımların dayandığı temel, daima Ş. Hüsnü TKP'sinin ideolojik-siyasi çizgisiydi. Sol adına ortaya çıkan bütün örgüt ve siyasi hareketler, ideolojik gıdalarını Ş. Hüsnü’nden aldılar; onlar onun ya doğrudan ya da dolaylı devamıydılar.
196O'lı yıllarda uluslararası planda modern revizyonizme karşı, başta Arnavutluk Emek Partisi olmak üzere Marksist-Leninistlerin mücadelesi yükselmiş ve onun karşı-devrimci özü teşhir edilmişti. Ancak bu mikrop ulusal planda henüz yerle bir edilmemişti; bunu gerçekleştirebilecek tek güç olan Marksist-Leninist hareket henüz doğmamıştı.
1980-1970 Döneminde Sol Hareketin Durumu: Şefik Hüsnü Sonrasında Sol Adına Ortaya Çıkan Bütün Örgüt ve Hareketler, Esas Gıdasını Ondan Almış ve Revizyonist Ş. Hüsnü Çizgisinin İzleyicileri Olmuşlardır
1950'lerin sonları ve 1960'ların başlarında bütün dünyada kapitalizmin genel krizi derinleşirken, ülkemizde de kitle hareketlerinde bir canlanma ve demokratik ve ilerici fikirlerin kitleler arasında geniş bir yayılması görüldü. 1960'larda yükselen bu muhalefet sonucunda, faşist-feodal diktatörlük koşullarında bir kısım demokratik hak ve özgürlükler kazanıldı, fiilen kullanılır oldu. Bunun yanında bu dönemde Marksist-Leninist klasikler ilk kez geniş çapta Türkçe’ye çevrilip yayınlanmaya başladı. Diyebiliriz ki devrimciler, işçi sınıfı ve emekçi halk ciddi bir şekilde ilk kez bunlarla yüz yüze geldi.
1961'de bir grup sosyal-demokrat, reformist sendika ağası tarafından «Türkiye İşçi Partisi» kuruldu. TİP, varlığı boyunca daima parlamenterist, pasifist, reformist bir parti oldu. Bunun yanında o günkü koşullarda, bir burjuva demokratı olan M. Ali Aybar'ın yönetimine geçtikten sonra, bu parti 1963-1964'ten sonra ülke çapında adım adım gelişmekte olan yurtsever, demokrat, ilerici hareketin güçlerinin toplandığı bir mihrak haline de geldi.
196O'lı yılların ikinci yarısında, başta gençliğin ABD emperyalizmine ve dönemin faşist iktidarına karşı gelişen mücadelesi olmak üzere, halk kitlelerinin anti-emperyalist, demokratik mücadelesinde güçlü bir kabarma oldu. Faşist diktatörlük altında ilk kez işçilerin yaygın grev hareketleri ve köylülerin toprak işgalleri ortaya çıktı. Öğrenci gençliğin mücadelesi yaygınlaştı. Kitle hareketlerinin bu gelişimi, kısa sürede sol hareketi de etkiledi ve radikalleştirdi. O güne kadar bir bütün olarak bir arada bulunan solun içinde gelişmelere yol açtı. Onu ayrıştırdı, pasifist ve radikal unsurlarına ayırdı.
Bu dönemde TİP parlamenter avanaklığın keskin savunucusuydu. Kemalist burjuvazi eliyle Türkiye'de demokratik devrimin tamamlandığını, köylülerin devrimci potansiyelini kaybettiğini; gündemde olanın parlamenter yoldan ve anayasal reformlar aracılığıyla gerçekleştirilecek bir «sosyalist devrim» olduğunu ileri sürüyordu. TİP kitle mücadelesinin yükselmesi ve radikalleşmesi karşısında korkuya kapılıyor, pasifizmi yaymaya çabalıyor ve gelişen yurtsever demokrat kitle hareketlerini «anarşizm-goşizm» diye aforoz ediyordu. TİP yöneticileri, devrimci mücadelenin her türlüsünden ödleri kopan burjuva liberalleriydi.
Bu koşullar altında TİP yönetimi hızla tecrit olurken, küçük-burjuva radikal «Milli Demokratik Devrim» hareketi hızla yükseldi ve yaygın bir taraftar kitlesi ve prestij kazandı; özellikle gençlik kitlelerini ve devrimci gençlik eylemini etkisi altına aldı. Başını Ş. Hüsnü'nün eski sağ kolu Mihri Belli'nin çektiği «Milli Demokratik Devrim» hareketinin önde gelenleri; Türkiye'nin henüz demokratik devrim aşamasında bulunan yarı-sömürge, yan-feodal bir ülke olduğunu ve ülkemizde «tam bağımsızlık ve gerçek demokrasinin «devrim» yoluyla gerçekleşeceğini savunmaktaydılar.
Ancak bunların savunduğu «Milli Demokratik Devrim» tezinin, Marksist-Leninist «Ulusal Demokratik Halk Devrimi» tezi ile herhangi bir ilişkisi yoktu. Aksine her temel sorunda Marksizm-Leninizm’e bütünüyle karşıydı. Mihri Belli'nin başını çektiği «Milli Demokratik Devrim» teorisyenleri o dönemde özellikle Arap ülkelerinde ortaya çıkan Nasır tipi «radikal cunta» hareketinin Türkiye'de de gerçekleşmesinin an meselesi olduğu hayalleriyle tüm hesaplarını «küçük-burjuva radikalleri» adını verdikleri reformist bir asker-sivil cunta önderliğinde «gençlik-ordu» ittifakına dayalı bir askeri darbeye bağlamışlardı ve bunun teorisini yapıyorlardı. Onların kafasındaki «tam bağımsız ve gerçekten demokratik» Türkiye'yi gerçekleştirecek olan «devrim» Sovyetler Birliği'nin desteğinde böyle bir cuntanın darbesi ve «milli demokratik iktidarı da cuntanın «diğer demokratik ve devrimci güçlerle birlikte kuracağı» bir «devrim konseyi» İdi. Bu tezleriyle Mihri Belli ve şürekası da, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, proletaryanın komünist partisi önderliğinde, proletaryanın hegemonyasında, işçi-köylü temel ittifakına dayanarak ve halkın top yekün silahlı ayaklanması sonucu devrimci işçi köylü iktidarının kurulmasıyla gerçekleşecek «Ulusal Demokratik Halk Devrimi» Marksist-Leninist teorisine bütünüyle karşıydılar.
Aslında hem TİP yöneticileri, hem de «Milli Demokratik Devrim» teorisyenleri, ideolojik-siyasi gıdalarını genelde Kruşçev revizyonizminden, ülkemiz özelinde de Ş. Hüsnü revizyonizminden alıyorlardı. TİP yöneticileri, modern revizyonistlerin Avrupa ülkeleri için tezgahladığı «parlamenter yolla barışçıl geçiş» teorisine sahip çıkarken; M. Belli ve «Milli Demokratik Devrim» takımı yine modern revizyonistler tarafından, yarı-sömürge, yarı-feodal Asya, Afrika, Latin Amerika ülkelerinde kendi nüfuzlarını geliştirmenin de bir aracı olarak, geliştirilen «kapitalist olmayan yol» teorisini, Sovyetler Birliği desteğinde asker-sivil darbeleri savunuyorlardı. Bu akımların her ikisi de Ş. Hüsnü'nün ülkemiz özelindeki revizyonist tezlerinden besleniyorlardı, çünkü onda burjuva kuyrukçuluğunun her türlüsünü bulmak mümkündü. Ş. Hüsnü, hayatının belli dönemlerinde Kemalistlerin önderliğinde ülkemizde demokratik devrimin hatta sosyalist devrimin tamamlanabileceği yolunda tezler geliştirerek, «kapitalist olmayan yol» teorisi için bir zemin kurduğu gibi; Türkiye'de Prusya tipi kapitalizme geçişin teorisini de savunuyordu ve öte yandan, aynı zamanda, 1946'daki «demokratikleşme» güldürüsü sırasında da parlamenter avanaklığa gırtlağına kadar batmıştı. Onda, burjuva devlet hayranlığının, anti-Marksist devlet teorisinin, anti-Marksist ordu teorisinin, burjuva şoven milliyetçiliğin, devrimde önderliği burjuvaziye bırakmanın her türlüsünü bulmak mümkündü.
Gerek TİP yöneticileri, gerekse «Milli Demokratik Devrim» teorisyenleri, Marksizm-Leninizm’in bütün temel fikirlerini, ülkede bunları kararlı ve sağlam bir şekilde savunacak bir Marksist-Leninist hareketin de olmaması avantajından yararlanarak bütünüyle çarpıtmaya çalıştılar, Marksizm-Leninizm adına devrimcilerin kafalarını bu çarpık burjuva teorilerle ağıladılar. Özellikle «Milli Demokratik Devrim» teorisyenleri işi, bunu daha iyi becere-bilmek üzere Marksizm-Leninizm’in klasiklerini eksik, yanlış ve tahrip ederek yayınlamaya kadar vardırdılar.
Bunların yanı sıra «Milli Demokratik Devrim» teorisyenleri, o sırada sınıfsal konumu dolayısıyla küçük-burjuva maceracılığından hızla etkilenmekte olan gençlik eylemini kendi çevrelerinde tutabilmek ve «radikal cunta»larını bu hareketle etkileyebilmek amacıyla çeşitli kılıklara bürünmekten, çeşitli manevralar yapmaktan da geri durmuyorlardı.
1970'e gelirken. Doğu Perinçek'in başını çektiği küçük bir grup «Milli Demokratik Devrim» hareketinden koptu. «Milli Demokratik Devrim» hareketinin başlıca sosyal temelini teşkil eden ve giderek radikalleşen öğrenci gençlik hareketi içinde öteden beri pasifist ve reformist nitelikleriyle ün salmış «Proleter Devrimci Aydınlık» (PDA) çevresi hızla tecrit oldu. Mihrİ Belli, başlangıçta Doğu Perinçek ve çevresine eğilim gösterdiyse de, bu durum karşısında güçlü görünebilmek ve gençlik eylemiyle bağını kesmemek için «Milli Demokratik Devrim» hareketi saflarında kaldı.
Bütün bunlar olurken kitlelerin eylemi de gelişiyordu. Kitle hareketlerindeki kabarış 15-16 Haziran'da büyük işçi direnişiyle zirvesine ulaştı ve İstanbul'da sıkıyönetim ilan edildi. Sosyal pratik, ordunun, devletin vb. Mihri Belli ve Doğu Perinçek gibileri tarafından gizlenilmek istenen karşı-devrimci niteliğini ve cuntalara bağlanan umutların kofluğunu ortaya çıkardı. Bu ortamda, bir süre sonra da Mahir Cayan ve Deniz Gezmiş gibi radikal gençlik önderleri gençlik kitlesini de peşlerinden sürükleyerek Mihri Belli ve avanesini yalnız bıraktılar. Aynı şekilde D. Perinçek grubunun içinde de İbrahim Kaypakkaya önderliğinde yine küçük-burjuva ihtilalci bir nitelik taşıyan bir hareket gelişmeye başladı.
Mihri Belli'nin ve onun ustası Ş. Hüsnü'nün sadık izleyicileri ve burjuva kuyrukçuları PDA şefleri, içine düştükleri tecrit zincirini kırabilmek umuduyla o zamanlar dünyada (ve aynı zamanda ülkemiz yurtsever devrimci çevrelerinde) haklı olmayan büyük bir prestije sahip Mao, Çin Komünist Partisi ve Kültür Devrimi'ne sarıldılar. Böylece bütün bu karmaşa ortamına bir de «Mao Zedung Düşüncesi» giriyor ve ortalık daha da karışıyordu.
Kitlelerin hareketi doruğuna ulaştıktan sonra, 12 Mart askeri darbesine gelindiğinde, küçük-burjuva ihtilalci gelişim dışında (ki bu gelişim içinde yer alan bazı unsurlar da 12 Mart'ı aynı şekilde değerlendirdiler) sol adına ortada dolanan bütün siyasi hareketler, bu askeri faşist darbeyi «yurtsever subayların hareketi» olarak nitelendirdiler, alkışladılar ve ondan «halk adına talepler"de bulundular.
1971 Dönemi: «1971 'Sol' Hareketi», 50 Küsur Yıllık Revizyonizmin Günahının Bir Kefaretiydi
Bu karmaşa içinde, küçük-burjuva ihtilalci gelişimin sonucu olarak, ülkemizde yaygın adıyla «1971 'Sol Hareketi’ işte bu koşullarda ortaya çıktı. Başlıca temsilcileri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil ve Yusuf Aslan önderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, Mahir Cayan önderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Partisi/Cephe ve İbrahim Kaypakkaya önderliğindeki TKP/ML-TİKKO olan küçük-burjuva ihtilalci 'sol' hareket; baştan beri özetlediğimiz, ülkemizde 50 küsur yıllık revizyonist «mirassa ve bunun o dönemdeki uzantılarına karşı bir tepki olarak doğdu ve gelişti. O, revizyonist günahın adeta bir kefaretiydi.
Bunun yanında, ülkemizde, «1971 'Sol Hareketinin’, küçük-burjuva maceracılığın ortaya çıkıp gelişmesi, yalnız ülkemizdeki koşulların ve gelişmelerin değil, aynı zamanda o dönemde uluslararası alandaki gelişmelerin de bir sonucuydu. Bilindiği gibi, 1960'ların sonları, küçük-burjuva 'sol' hareketlerin sadece ülkemizde değil, genel olarak Asya, Afrika ve Latin Amerika'nın geri ülkelerinde —bu arada bazı gelişmiş ülkelerde de— nispeten önemli bir yaygınlık kazandığı yıllar olmuştur.
1960'ların sonlarında dünya kapitalizminin İçine düştüğü bunalım, bütün dünyada emekçi kitleleri devrimcileştiriyor ve kitlelerin hareketinin yükselmesine yol acıyor ve bu durum genel olarak küçük-burjuvaziyi, özel olarak onların aydınlarını etkiliyor, radikalleştiriyordu. Bunun yanında, bir süreden beri merkezini kapitalizmin restorasyonunun gerçekleştiği Sovyetler Birliği'nin ve SBKP'nin oluşturduğu yeni bir karşı-devrimci güç ortaya çıkmıştı ve modern revizyonizm, uluslararası proletarya ve ezilen halkların, uluslararası burjuvaziye, emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadelelerini saptırıp, yozlaştıran, sabote eden, ezilmesine yardım eden karşı-devrimci bir akım olarak burjuvazinin hizmetinde önemli bir rol oynuyordu. 1960'tardaki büyük mücadelede başta Arnavutluk Emek Partisi olmak üzere Marksist-Leninist partiler modern revizyonizmin ihanetini açığa çıkarmışlar, karşı-devrimci özünü ortaya koymuşlar ve ideolojik olarak teşhir etmişlerdi. Ancak bu mücadele henüz yeniydi. Kruşçev, Brejnev revizyonistleri ellerindeki büyük olanaklardan ve özellikle SBKP'nin prestijinden yararlanarak büyük tahribatlar yapabildiler. Bir çok ülkede komünist partiler SBKP'ye paralel olarak yozlaşıp, revizyonist, karşı-devrimci partiler haline geldiler. Devrimci hareketler, ya modern revizyonizmin açıktan açığa ihaneti ile karşılaştı, ya da onun yozlaştırıcı etkileriyle karşı karşıya kaldı. Bir çok ülkede yeni ve gerçek Marksist-Leninist partilerin kurulması, revizyonist tahribatları alt ederek işçi sınıfı ve diğer halk kitleleri içinde kök salması, onları kendi etrafında toplayarak, onların başına geçip mücadeleye önderlik etmeleri süreci henüz başlangıç durumundaydı. Bir dizi ülkede ise böyle bir oluşum bile söz konusu değildi ve buralarda revizyonizmin tahribatı daha da büyüktü.
Revizyonist partiler her ülkede devrimci gelişimin bütünüyle karşısında ve burjuvazinin yanında yer alıyorlardı. Bu partiler, diğer alanlardaki çarpışmalarının yanı sıra, devrimci ve sosyalist görünmeye çalışarak ve bu isim altında, tümüyle burjuvazinin ve gericiliğin düzenini ve diktatörlüğünü savunmanın teori ve pratiğini geliştirdiler; proletarya ve diğer emekçi kitleler ve burjuvazi arasındaki zıtlığın ve farkların giderek silindiği vb. gerekçelerle proletaryanın kapitalist düzen sınırları içinde gerçekleşecek reformlar yoluyla kurtuluşunun mümkün olduğu fikrini yaydılar. Ezilen ulus ve halkların kurtuluşu için proletarya önderliğine gerek olmadığı; bunu, burjuvazinin, «sosyalist sistemsin yönlendirmesi ve yardımıyla «kapitalist olmayan yol»dan yürüyerek gerçekleştirilebileceği şeklindeki propagandalarına hız verdiler. Her yerde sözde «sosyalist» Rus yanlısı cuntalar tezgahladılar, bunları desteklediler. Uluslararası ve ulusal alanda detant'ın, sınıf mücadelesi yerine sınıf işbirliğinin esas alınmasını vaaz ettiler. Sosyalizm ve komünizm hedefini ortadan kaldırmaya çalıştılar, «demokrasinin genişletilmesi» tezini ortaya attılar. Onlar bütün bu yollarla, devrimci perspektifi karartıp yok ederek, kitlelerin ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini düzenin sınırları içinde tutmaya, burjuva gerici devleti parçalamaya yönelmesini engellemeye çalıştılar. Hatta buna yönelen mücadeleleri burjuvazi İle el ele zorla bastırmaya giriştiler.
Modern revizyonistler en başta proletarya diktatörlüğünün (ya da onun özgül bir biçimi olan işçi-köylü diktatörlüğünün) zorunluluğunu, gerekliliğini ve proletarya diktatörlüğü teorisine kopmaz bir şekilde bağlı olan burjuva, ya da burjuva-feodal devletin proletaryanın önderliğinde şiddete dayanan devrim yoluyla yıkılması tezini karalayıp reddettiler. «Barışçı! geçiş» teorileriyle, kitlelerin devrimci şiddetine, şiddete dayanan devrime, proletarya diktatörlüğüne karşı çıktılar. Pasifizmi, sınıf işbirliğini yaygınlaştırdılar.
Oysa bu dönemde daha önce de belirttiğimiz gibi kitlelerin mücadelesi yükseliyordu. Gelişmiş ülkelerde proletaryanın ve halk kitlelerinin mücadelesi, geri ülkelerde ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri hızla gelişiyor ve yaygınlaşıyordu. Bu durumda sosyal pratik modern revizyonizmin teori ve pratiğini özellikle sağcı, reformcu, uzlaşmacı yaklaşımı, «barışçıl geçiş» türünden teorileri yerle bir ediyordu, Modern revizyonist tezler sınıf mücadelesi gerçeğine uygun düşmüyor, canlı hayatın gelişmesi karşısında bunların gereksizliği her gün kanıtlanıyordu.
Ama modern revizyonizmin ideolojik etkinliği ve çarpıtmalarının üstesinden yalnızca pratik gelişmeler gelemezdi, o kendiliğinden bir şekilde yenilemezdi. Nitekim modern revizyonizmin ideolojik etkinliği bir çok ülkede varlığını küçümsenmeyecek ölçüde devam ettirdi. Kitlelerin devrimcileşmesi, kitle mücadelelerinin yükselmesi, devrimci akımların gelişimine hız verdi, ama öte yandan modern revizyonizmin tahribatı da çok büyüktü. Marksizm-Leninizm tek tek ülkelerde geniş bir etkinlik yaratamamış ve tüm devrimci hareketleri kendi etrafında toplayan güçlü bir merkez oluşturamamıştır. Bu durumda, modern revizyonizmi bütünüyle Marksist-Leninist bir temelde eleştiremeyen, onun bir çok tezini ve genel olarak teorik temelini kendine temel edinen, fakat kitle mücadelesi ve kitlelerin devrimci şiddetine karşı tutumu, genel olarak devrim ve devrimci şiddet karşısındaki tutumu dolayısıyla modern revizyonizmin uzlaşmacı reformist çıkış yolları önerilerini reddedip eleştiren ve revizyonist partilerden ayrılan ya da bu partilerin dışında aynı görüşlerde birleşen kişi ve gruplar, revizyonizmin onları savunduğu 'sol'cu bir platformda ihtilalci bir hareket geliştirdiler. Bunlar ideolojik olarak revizyonizmin yanı sıra anarşizm ve Troçkizmden de etkilenmişlerdi.
Modern revizyonizmin ihaneti ile, yükselen kitle hareketleri karşısında, Marksizm-Leninizm’in yokluğunda, küçük-burjuva ihtilalci teoriler prestij kazanıyordu.
Enver Hoca yoldaş, bu durumu 1971'de yapılan Arnavutluk Emek Partisi VI. Kongresi'ne sunduğu raporunda en özlü biçimiyle şöyle açıklıyordu: «Gerçekten bugün devrimci mücadele, revizyonistlerin dışında ve onların arzularının tersine gelişmektedir. Buna karşın revizyonist teori ve uygulamaların tehlike ve zararları küçümsenemez. Aralarında dürüst devrimcilerin de bulunduğu bir çok insan, gerçi revizyonistlerin reformcu yolunu reddetmekte ve onu eleştirmektedir; fakat devrim ve onun gelişme yolu hakkında başka bir yanlış anlayışa kapılmışlardır. Bu, onların küçük-burjuva sosyal durumlarıyla, Marksist-Leninist ideolojik şekillenmelerinin eksikliğinden ve anarşist-Troçkist ve darbeci anlayışların üzerinde yaptığı etkilerden ileri gelmektedir.»
Öte yandan modern revizyonizmin yanında, «Mao Zedung Düşüncesinin, onun ışığında Çin Komünist Partisi'nin tahlil ve tezlerinin, bu dönemde bütün dünyada 'sol' maceracılığın gelişmesindeki etkileri de küçümsenemez. Modern revizyonizme karşı mücadelede o dönemde hak etmediği bir prestij kazanan Mao'nun ve ÇKP'nin tez ve tahlifleri devrimciler üzerinde etkili olmuş ve onların bir çoğunu şu veya bu ölçüde yanlışlara sürüklemiştir. Onların modern revizyonizme karşı Marksizm-Leninizm’in savunusu gibi görünen idealist, iradeci, küçük-burjuva tezleri o dönemde modern revizyonizme karşı tavır alan veya bu mücadele içinde oluşan çeşitli partileri maceracılığa, köylü devrimciliğine vb. sürüklemiş ve bu ülkelerin devrimci mücadelelerinde onulmaz yaralar açmıştır. Bunların içinde «emperyalizmin toptan çöküşe ilerlemesi» tezleri ve Mao'cu «Halk Savaşı Teorisi» belirgin örnekler olarak sayılabilir.
Ülkemizde ortaya çıkıp gelişen «1971 'sol' Hareketi» de, ulusal planda 50 küsur yıllık revizyonist, sağcı tahribatın yanı sıra, uluslararası planda modern revizyonizmin tahribatı ortamında dünya çapında ve özellikle Latin Amerika'da ortaya çıkan ve sosyal temel olarak küçük-burjuvaziye dayanan, anarşizm, Troçkizm ve darbeci anlayışlardan etkilenen, modern revizyonizmin ideolojik temelini eleştiren ancak onun yerine Marksizm-Leninizm’i koymayan 'sol'cu kabarışın bir parçası, ülkemizdeki yansıması olarak gelişti. Bu, aynı şekilde «Mao Zedung Düşüncesinin tezlerini de taşıyordu. Sağ oportünizmin, pasifizmin karşısında, iradenin rolünü mutlaklaştırdı, kitlelerin İradesi ve mücadelesi yerine bir grup İnsanın iradesi ve mücadelesini geçirdi. Devrimin kitlelerin eseri olduğunu kavramadığı gibi, devrimin iradi zorlama ile olgunlaşabileceğini, bunun için öncü gerillanın harekete geçmesi gerektiğini ve silahlı mücadelenin koşullarının her zaman var olduğunu ileri sürdü. İşçi sınıfının tarihsel rolünü ve İşçi sınıfının partisinin Önemini, belirleyici rolünü reddetti. «Objektif koşulları» göz önüne almadı, devrimi ekonomik ve sosyal gelişmenin olgunlaştırabileceğî gerçeğini reddetti. 1971 'sol' Hareketini, iki temel özelliği ile şöylece toparlamak mümkündür:
Hiç yorum yok