Header Ads

Header ADS

ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI VE TÜRKİYE

Anti-emperyalist, anti-kapitalist, demokrasi mücadelesinde gerek örgütlenme ve gerekse pratik olarak belkide en önemli teorilerden ikisi “Devlet” ve “ Ulusların Kendi kaderini tayin hakkı “ dır diyebiliriz. Çünki pratik mücadelelerin “ulus-devlet” özelinde ve içinde yürütüldüğü somut gerçeğinden yola çıkarsak , bu kavramın doğru anlaşılması ve tesbiti “ne ye ve kime karşı” mücadele edileceğini belirginleştireceği gibi, nasıl bir örgütlenme içine girileceğinden , nasıl bir mücadele verilmesi gerektiğine kadar bütün soruların cevabını da içinde taşıyacaktır. Bu teorinin yanlış tesbiti yenilgiye mahkümdur, ya da en fazlasından “hükümet” de bir kaç koltuk kapıp, sistem içinde yerini alıp emekci halkı aldatmakla sonuçlanabilir.

Konumuz olan, “Ulusların Kendi kaderini tayin hakkı teorisi”nin doğru anlaşımı ise, mücadelenin anti-kapitalist, anti-emperyalist yapısını bir ulus-devlet içindeki tüm ulusal toplumların emekcilerini birleştiren, bağrında taşıyan, ve ezilen ulus-devletler deki emekcilerin de mücadelesini destekleyen , yani “güçler dengesi” ni emekci halklar yararına değiştiren ittifaklar ve pratikler doğurması açısından önemlidir. Bunun da yanlış tahlili özelde , emperyalizmin ve onların ulus-devlet işbirlikcilerinin güçlenmesine hizmet etmek, ve daha da kötüsü, onların elinde anti-emperyalist mücadeleyi saptırma ve zayıflatma da bir piyon haline gelmekle, genelde emperyalizmin işgal ve ilhaklarına karşı sessiz kalmakla, hatta onu “gericiliğe karşı savaş “ olarak nitelemekle sonuçlanacaktır. Ki Ulusların kendi kaderini tayin hakkı teorisinin en temel pratik içeriği “işgal ve ilhak”lara karşı çıkmaktır.

Türkiye de “ulusların kendi hakkını tayin hakkı” denilince, sağın da sol un da aklına ilk ve tek gelen “Kürt” lerin ayrılıp kendi başına bir ulus-devlet oluşturması teori ve pratiği olmuş ve olmakta devam etmekte. Sağ ın bu teoriyi anlamaması ve karşı çıkması konumuz değil ve olamaz zaten. Ancak sol un bu teoriyi içeriğinden boşaltıp slogan haline getirmesi, bir anlamda bu uluslarası devrimci teorinin kolunu kanadını kopartıp sadece Türkiye de ki bir ulusal-toplumun teorisi düzeyine indirgemesi, kaçınılmaz olarak devrime değil karşı devrime hizmet eden sonuçlar yaratmıştır. 

Lenin Milli mesele ve Sömürge sorunu üzerine raporda "içinde yaşadığımız Emperyalizm çağınd a bütün sömürge ve ulusal sorunlarda somut ekonomik olguları saptamak ve soyut varsayımlardan değ il somut gerçeklerden yola çıkmak Proletarya ve Komünist Enternasyonal için özellikle önemlidir." der ve şu değerlendirmeyi yapar "Emperyalizmi en belirgin özelliği bütün dünyanın şimdi gördüğümüz gibi bir sürü ezilen ulusla muazzam zenginliğe ve güçlü silahlı kuvvetlere sahip bir avuç ezen ulus olarak ikiye bölünmesidir."

Nedir Ulusların Kendi kaderini Tayin Hakkı? Sadece “ulusal-toplumların kendi kaderini tayin hakkı” nı mı içeren bir teoridir? Yoksa emperyalist dönemde ulus-devletlerin de emperyalizme karşı mücadeleleri ile, kendi tam bağımsız, demokratik bir ulus-devlet kurma haklarını da içerirmi? 

Devrimci teoriler pratikte ve objektif olarak doğrulanabileceğinden, her tarihi döneme özgül tahlillerin yapılması gerekir. Teorilerin içeriğinin doğru kavranması ve içinde bulunulan döneme özgül tahlillerle bağdaştırılması, teorilerin doğru pratiğe yansıması için kaçınılmaz bir görevdir. 

Özellikle gelinen yerde emperyalistlerin dünya halklarını köleleştirme yolunda ideolojik saldırılarını hızlandırdığı, “özgürlük-demokrasi” ihracı ve çığlıklarıyla ülkeleri işgal ettiği, ezilen ulus-devletleri bölünebilecek en küçük parçalara kadar böldüğü bir dönemde “ulusal-toplumların” kendi kaderlerini tayin etme hakkı konusunda daha uyanık , objektif tahliller yapmak ve bu tahliller doğrultusunda tutarlı tavırlar almak gerekir.

Rockefeller in bir zamanlar dediği “dünyadaki 200 e yakın ulus-devlet/ülke sayısını 1000 e çıkarırsak , dünya üzerinde hakimiyetimizi 10,000 sene uzatırız “” sözleri, ve Leninin devrimciler “ için büyük devletler , küçüklere kıyasla her zaman yeğ tutulur” sözleri ni hatırlayıp günümüz gelişmelerine bakarak daha objektif tahliller yapmak gerekiyor. 

Portekiz in ulus-devlet oluşu ile Türkiyenin ulus-devlet oluşuda birbirinden “sömürgeler” anlamında farklıdır. Bu anlamda Türkiyede ulus-devlet in oluşumu, iki ulusal-toplumun birlikte verdiği bir kurtuluş savaşı sonucu gerçekleşmiştir.

Soruna gerek “ayrılma” gerekse “temel demokratik hakların” sağlanması mücadelesi açısından yaklaştığımızda, her ikisinde de “önderliğin niteliği” ve emperyalist dönemin günümüz özellikleri açısından problemlerle karşılaşıyoruz. 

Devrimciler açısından hemen her konuda belirleyici olan emekci-köylü halkların, demokrasi mücadelesinin, yani AZAMİ programın çıkarlarıdır. Devrimciler bu çıkarlara ters düşen teori ve pratik içerisine giremezler. 

“Ayrılma” ya da “ayrılma ma “ hakkına sahip olan ve bu konuda kararı verecek olan , sözü geçen ulusal toplumun emekci halkı ve onların sadece asgari değil azami çıkarlarına “devrimci” bir içerikle ve pratikle sahip çıkan önderliği olacaktır. 

Bu yaklaşım herşeyden önce anti kapitalist, anti emperyalist devrimci demokrasi uğruna mücadeleyi, yani azami programı askıya almış ve bu mücadelenin bir parçası olan ve asgari programı içinde olan demokratik haklar mücadelesini birincil konuma getirmiştir. 

Bu yaklaşım , devrimci demokrasi mücadelesini , bir ulusal-toplum un burjuva kurtuluş mücadelesine bağımlı kılma pratiğinde sonuçlandığı gibi, emperyalist dönemde burjuvazinin hala ilerici niteliğe sahip olduğu ve her ne pahasına olursa olsun desteklenmesi gerektiği yanlış teorinin ve hayallerin yaygınlaşmasına ve benimsenmesine de neden olmuştur.

Bu yaklaşım, teorinin asıl amaçlarından birisi ve belkide en önemlisi olan, halkların birbirine güveni, kaynaşması , birliği ve kardeşliğinin sağlanmasının tersine , halklar arasında güvensizliğin, ayrılığın ve düşmanlığın oluşmasına neden olmuştur. 

Bu yaklaşım “ezilen ulus” kavramının içeriğini de boşaltarak , onu sadece bir “ulus-devlet/ülke” içerisinde ki “ulusal toplumlar” a indirgemiş, emperyalist büyük “ezen ulus”larla , ezilen “uluslar” kavramı ve içeriği , ve dolayısı ile anti-emperyalist mücadelelerin de önemi ve güncelliği “tali” bir sorun durumuna getirmiş, hatta bir “sorun” olmaktan çıkarılmıştır.

Teorilerin siyasal anlam, içerik ve öneminden boşaltılarak sloganlaştırılması, devamında sloganların “genel” ilkeleriyle yetinip , içinde bulunulan dönemin tahlilinin yapılmaması, pratikte “doğrulanmasını” değil, yanlış sonuçlar getirmesine neden olmuitur ve olacaktır. 

Kapitalizmin başlangıcından bu yana Ulusların Kendi kaderini tayin hakkı Teorisi nin de kaçınılmaz olarak , iki tarihi vardır, birincisi ulusal-toplumların yalnız başına ya da diğer ulusal-toplumlarla birleşerek ulus-devlet leri oluşturma dönemi. Yani “ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışı ve ulusal devletlerin yaratılması” , Burjuva ulusal hareketleri ,dönemi. Bu dönemde teori genelde sömürge durumunda olan ulusal-toplumların , özelde ulus-devletlerin kendi kaderini tayin hakkı ile ilgilidir.

İkinci dönem “olgunlaşmış olan ve sosyalist bir topluma doğru yol alan kapitalizmin” emperyalist dönemine tekabül eder. Devrimcilerin “Ulusal hareketler” de burjuva milliyetciliğine uzlaşmaz savaşımını verdiği ve vermesi gerektiği , anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadele dönemi . Bu dönemde teori genelde ulus-devletlerin, özelde ulusal-toplumların kendi kaderini tayin hakkı ile ilgilidir. Şüphesizki bu iki dönem bir birine bağımlı , birbirini takip eden, ve öğelerini taşıyan özelliklere sahiptir. 

Birinci dönemde “ezen ve ezilen uluslar” kavramları genelde sömürgecilere , sömürgecilerin kendi içindeki ve sömürgelerindeki “ulusal-toplumlar”ı içeren kavramlar ken, ikinci dönemde yani “ sayısı beş ya da altıyı bulan bir avuç emperyalist büyük ulus- devletlerin “”başka ulus-devletleri ve kendi içindeki ulusal-toplumları ezmesi içeriğine sahiptir. 

Bu demek değildirki gelinen yerde Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı teorisi sadece ulus-devlet leri içeren bir teoridir. Vurgulanmak istenen ulusların kendi kaderini hakkı tayini sorunun burjuva içeriğine sahip olduğu kapitalizm dönemiyle, anti-kapitalist , anti-emperyalist içeriğe sahip olduğu emperyalist dönem arasındaki teorik ve pratik farklardır. Bu dönemde devrimciler “bir burjuva hareketi olan ulusal hareketlerde ilerici olan ne varsa ancak onu desteklemekle yetinir.” 

Kapitalizm döneminde ilerici niteliğe sahip olan ulusal-toplumların kurtuluş savaşları ile , emperyalist dönemdeki “emperyalist ” savaşlarları birbirine karıştırmamak gerek.

Leninin yıllar önce yaptığı tahlil le günümüz gelişmeleri de tarihi olarak karşılaştırdığımızda bu tahlilde yararı olacaktır. “Emperyalist savaşta halkın burjuvazi tarafından en yaygın aldatılma biçimi , yağmacı amaçlarını “ulusal kurtuluş” maskesi arkasına gizlemeleridir...”. emperyalistler (ulusal-toplumlara ) özgürlük vaad ediyorlar, bu savaş aslında dünyadaki ulusların çoğunu ezen ülkelerin , bu zulüm ve sömürüyü derinleştirmek ve genişletmek savaşıdır”” “”

Kendileri için “küresel” birliği, ezilen uluslar için ayrılığı, etnik, mezhebi vb temellerde bölünmeyive küçük ulus-devletler kurma pratiğinde olan emperyalistlerin “ulus(al-toplumların)ların kendi kaderini tayin hakkı” na sahip çıkabileceğini ve bunu o ulusal-toplum halkı yararına ve halkın çıkarları doğrutusunda gerçekleştireceğini savunmak darkafalılığı ve ahmaklığı aşamayacak bir iddiadır. 

Devrimcilerin savunduğu UKKTH teorisi“ hiç bir şekilde küçük devletlerin kurulmasını özendirmek değil, tersine, daha özgür, korkudan uzak ve bu yüzden daha geniş ve daha evrensel büyük devletler ve federasyonlarun kurulmasını hazırlama” teorisidir. İşte bu anlamda, UKKTH teorisi kapitalist dönemle emperyalist dönem arasındaki “uluslaşma” nın arasındaki gerek teorik gerekse pratik yaklaşım açısından büyük farklılıkları ortaya koyar. 

Teorinin mimarının sözleriyle “ son yılların pratiği bir kez daha doğrulamıştırki , ulusal ve sömürgesel sorunü emperyalizmin egemenliğinden kurtuluş sorunundan ayrılamaz, (emperyalizmin işbirlikcisi) sermayenin iktidarı yıkılmazsızın , tüm haklarına sahip olmayan uluslar ve sömürgeler kurtulamazlar”.. “

Devrimciler açısından ulus devlet içindeki ulusal-toplumların kendi kaderini tayin hakkı demokratik bir istemdir. Bu istem dahil her türlü demokratik istem, anti-kapitalist, anti-emperyalist demokrasi mücadelesinin çıkarları yanında ikinci derecededir. Bir ülkede ki sosyal demokrasi mücadelesi , ülke içindeki “ulusal sorun” a tabi kılınamaz ve ikincil bir mücadele haline düşürülemez. 

Ne yazıkki Türkiye özelinde ki yaklaşım ve kaçınılmaz olarakda gelişmeler tam da bunun tersi yönünde yol almış ve almakta devam etmekte. Türkiye deki anti kapitalist, anti emperyalist demokrasi mücadelesi , bırak ikincil olmayı, tamamıyle askıya alınmış , ikincil olması gereken, ve bu mücadeleye tabi olması gereken “ulusal sorun” birincil mücadele haline getirilmiş ve daha da ileri gidilerek “demokrasi” mücadelesi “ulusal sorun” a tabi kılınmıştır. Bunun da en önemli nedenlerinden birisi başlangıçta da belirttiğim gibi Ulusların Kendi kaderini tayin hakkı teorisi kapitalizm döneminde ki içeriğe sahip bir “ulusal toplum” sorununa indirgenmiş , Türkiyenin bir ulus-devlet olarak emperyalizmin ve kapitalizmin boyunduruğundan kurtulma ve tam bağımsız demokratik bir ulus-devlet olma hakkı ve mücadelesi, kimince askıya alınmış, kimince “ulusal-toplum” sorununa bağımlı kılınmış olmasıdır. 

Bu “ulusal-sorun” u birincil kılmada diğer bir teorik temel de , Türkiye ulus-devleti ni “sömürgeci” olarak gören , ulusal-toplumu da “sömürge“ ulus olarak gören , gene kapitalizmin ilk dönemlerinde yaşayan anlayış olmuştur. 

Sömürge politikası her ne kadarda taa Roma imparatoluğuna kadar giden bir politika olsada , “kapitalizmin ilk aşamalarındaki kapitalist sömürge politikası bile emperyalizmin sömürge politikasından temelden farklıdır.” Bunlar arasındaki sosyal ve ekonomik farklılıkları göz ardı etmek, genel ilkelerle tahliller yapmak kaçınılmaz olarak bu anlayışı doğurmuştur. 

Kapitalizmin tekelci aşaması olan Emperyalizm döneminde sömürgecilik, kapitalist ulus-devlet lerce yayılmacı sömürgeci politikasından , dünya topraklarını tekelci mülkiyet politikası demek olan sömürge politikasına geçişidir. Yani sömürgecilik bir “ülkenin” değil , uluslarası tekelci sermaye nin, sömürge bir ülkenin değil “uluslarası tekelci sermayenin” sömürgesidir. 

Bu “sömürgenin sömürgesi” teorisini getirenlerin, iddialarını güçlendirmek için verdikleri Portekiz örneği aslında öne sürdükleri teoriyi çürüten, tamamıyle teorinin yanlışlığını isbat eden bir örnekdir. Emperyalizm dönemi Portekiz gerçeğine baktığımızda göreceğimiz gerçek bu sömürgelerin her ne kadrda “siyasi” bakımdan Portekiz e sömürge bağımlılığı içinde olsada, bu sömürgelerde ekonomik açıdan en büyük sömürüyü gerçekleştirenler “uluslarası tekelci sermaye” yani emperyalistlerdir.

Türkiye ulus-devletinin “sömürgeci” olduğu teorisini güçlendirmek için ,ya Türkiyenin başlı başına ayrı bir emperyalist ülke olduğunun tahliline ulaşmak ya da Türkiyedeki hakim sınıfların “uluslarası tekelci sermaye” den, yani emperyalizmden bağımsız, milli burjuvazi olduğu tahliline ulaşmak gerek. Böyle bir tahlil sonucuna ulaşanlarla da ayni felsefe temelinden yola çıkmış olma ihtimalimiz olamaz.

Devrimciler bir ulusal toplumun kendi kaderini tayin hakkını reddedemezler. Ancak anti emperyalist demokrasi mücadelesini de “ulusal toplum sorunu” a ikincil kılamıyacakları gibi, bu mücadeleyi de askıya alamazlar.

Türkiyedeki “ulusal sorun” a yaklaşımda belirleyici rol oynamış olan bu iki yanlış teorik yaklaşıma ilave olarak , daha doğrusu onun kaçınılmaz bir sonucu olarak, pratik tahliller ve yaklaşımlarda yanlış olmuş ve olmakta devam etmekte.

Defakto önderliğin soruna yaklaşımı “devrimci” bir nitelikte olmaması yanında “ne için ve kime karşı” mücadele edildiği konusunda da , teorik temelinden kaynaklanan pratik muğlaklık ve çelişkiler, alınacak tavırlar açısından “ sol” içinde de muğlaklık ve çelişkiler yaratmıştır. 

Sorun (ve savunulan!!) “ayrılma” hakkı taleb i ve onun hayata geçirilmesi mücadelesimi, yoksa kendi dilini konuşma, yazma özgürlüğü vb demokratik taleplerin hayata geçirilmesi mi olduğu gerek sol ve gerekse geniş halk yığınlar tarafından açıklığa kavuşturlmadığından, burjuvazinin elinde halklar arasında milliyetciliğin ve nefretin yaygınlaştırılması yolunda kolayca kullanılabilen bir araç haline getirilmiştir

Birincisi , içinde bulunduğumuz döneme özgül somut tahliller ve şartlar altında, “devrimci” olmayan, tüm halkları kucaklamayan bir “ulusal önderliğin” “devrimci anlamda bir “ayrılma” yı ve “bağımsız, demokratik “ bir ulus-devlet” kurabileceğini iddia etmek, tüm devrimci teorileri reddeden duygusal bir yaklaşımdır. Balkanlarda gerçekleştirilen ve Irak ta gerçekleştirilmek üzere olan etnik , dini , mezhebi temeldeki “ulusal-devlet” leşmelerin kimlerin işine geldiğini Rockefeller yukarda çok net bir şekilde yıllar önce açıklamış.

İkinci bir sorun bu “ayrılma” talep ve pratiğinin içinde bulunan ülkenin sınırlarını da aşarak İran, Irak ve Suriyedeki aynı etnik temeldeki ulusal-toplum larıda birleştirme teorisi, devrimci “kendi ülkesinin dışına çıkarak etnik temelde birleşmeleri hedefleyen “ulusal hareketler” şövenizmin ve milliyetciliğin batağına batmadan savunulamaz” teorik anlayışına ve yaklaşımına ters düşen bir teoridir. Bu tür “ulusal hareket” teorilerini “ilerici” görüp benzer bir şekilde Çeçenistan dan kazakistan a, Dağıstandan Türkiyeye kadar bütün Türk ulusal toplumlarını ve ulus-devletlerini birleştirme teorilerini “ırkcı” olarak görmek hipokratlıktan başka bir şey olmamaz. Ya iki anlayışta ilericidir, ya da ikiside ırkçıdır. 

Devrimcilerin “ulusal sorun” a yaklaşımı etnik vb temelde değil, konu olan bölgedeki tüm emekci halkları etnik , dini vb farklar gözetmeksizin içine alan bir yaklaşımdır. . 

Ayrılma” konusundaki asıl sorun, bu ayrılmaya söz konusu olan ulusal toplumun halkının kendi isteğiyle mi karar verdiği, ayrılma yı savunan ve hayata geçirmeye çalışan önderliğin “ devrimci” anlamda niteliğinin ne olduğu ve bu ayrılma nın genelde o ülke içindeki, özelde “ulsal toplumun” anti-emperyalist demokrasi mücadelesini nasıl etkileyeceği sorularının cevabında yatıyor. Yani kazançlı çıkacak olan kimler? Emperyalistler ve onların ulus-devlet hakim sınıfları mı , yoksa emekci halklar mı?

Eğer sorun “ayrılma” talebi değilde , temel özgürlükler ve hakların kazanılması yolunda mücadele ise, bu , devrimci önderliklerin sorunudur ve onun asgari programının içindedir. Bu hakların kazanılması yolunda mücadeleye Denizler den bu yana sahip çıkılmıştır ve bu uğurda mücadelede Devrimciler darağaçlarında, işkencelerde binlerce şehit vermişlerdir.

Bir anlamda pratikte sorun dönüp dolaşıp “önderlik” sorununda ve önderliğin “niteliğinde” noktalanıyor.

Defakto önderliğin “niteliğinin” gerek teorik ve gerekse pratikte “devrimci” olduğunu savunan, burjuvazinin yanında, duygusallık, oportunistlik ve kuyrukculuğun batağına batanların dışında kimse kalmadı. 

Devrimciler ulusal-toplumların bağımsız örgütlenmelerine karşı çıkmaz , bunu destekler ve yardımcı olurlar. Eğer bu defakto önderlik “devrimci” olsaydı, ayni şekilde “devrimcilerin” bu bölgelerde eğitme, örgütleme ve örgütlenmelerine destek verir, yardımcı olurdu. Bu da devrimcilerin ve emekci halkın ülke çapında kaynaşmasına ve güçlenmesine zemin hazırlardı. Devrimci Olma yan bu defakto milliyetci önderliğin devrimcilere bölgelerde çalışmaları yasaklamaları, onarı kurşunlamaları kaçınılmaz olarak güçler dengesinin emperyalistler ve hakim sınıflar yönünde gelişmesine, halklar arası düşmanlık ve nefretin oluşmasına zemin hazırladı. Ve başta da vurguladığım teorik yanlışlıklar nedeniyle (buna şüphesiz korkaklık, duygusallıkü tekkecilik ve oprtunistliği de ilave edebiliriz) devrim ci önderlikler doğru tavır al (a) madılar ve böylecede kendi kuyularını kazıp güçlerini kaybettiler. 

Türkiyede “devrimcilerin” birincil görevi, onun azami programının gerçekleştirilmesi yönündeki mücadelesidir. Yani Türkiyede emperyalizmin ve kapitalizmin boyunduruğundan kurtulup emekci halkın tam bağımsız demokratik ulus-devletini kurma hakkını gerçekleştirmesi yönündeki mücadeledir. Çünki ulusal sorunun “ devrimci” anlamda çözümü , bu mücadelenin başarıya ulaşmasına bağlıdır.

Ulusal sorun konusunda devrimcilerin tutumu, bu ulusal toplum içindeki “devrimci” örgütlenmeleri ve önderlikleri desteklemek, burjuva milliyetci örgütlenmeleri ve örgütleri deşifre etme yönünde olmalıdır.

Gelinen yerde emperyalizmi hedef almayan, dışlamayan, gerçek demokrasiyi azami programı içine almayan, devrimci dayanışmayı hayata geçirmeyen ulusal hareketler, emperyalizmin ve işbirlikci hakim sınıfların elinde oyuncak olmaya mahkum olacakları gibi, hem kendi halkına hem de içinde bulundukları ülkedeki devrimci mücadeleye ihanette son bulacacaktır. “Duygusal oportunist vb nedenlerle bu ihanete katkıda bulunan ve ya seyirci kalan devrimci önderliklerin de ayni kaderde buluşmaları kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. 

Türkiyeyi AB-D gibi emperyalist üs uluslarının çözüme!!! bağladığı “ulusal sorun” değil, tam tersine , emperyalistlerin, onların işbirlikcilerinini ve iktidarının Türkiyede devrimci bir çözüme bağlanması, ulusal sorunu da çözüme bağlayacaktır.

Bunun aksini iddia etmek için devrimciliğin ABC sinden bihaber olmanın yanında, dünyadaki, yanı başımızdaki ve Türkiyedeki gelişmelerden de bihaber olmak gerekir.

Erdoğan Ahmet
Aralık 1 , 2007

* Bu yazı genel okuyuculara da hitab etme amacıyla “Ulusların Kendi kaderini tayin hakkı ve Türkiye “ başlıklı yazının kısaltılmış, alıntılar dan arındırılmış, ve kullanılan teorik kelime ve kavramlarda değişiklikler yapılmış” özetidir.


Kendi Kaderini Tayin Hakkı - sonu gelmeyen eklektisizm ve kafa karışıklığı- HAK ve TALEP arasındaki fark

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.