KÖZ / SAYI: 21
Dünya Sosyal Forumu Kimin Forumu?
“Başka bir dünya mümkün”. 30 Ocak-5 Şubat arasında Porto Allegre’de toplanan Dünya Sosyal Forumu’nun temel sloganı bu. Porto Allegre, Brezilya’daki en büyük eyaletlerden biri. Bu eyaletin yerel yönetimi ise Brezilyalı troçkist parti PT’nin elinde. PT Brezilya’daki en büyük ve en etkili sosyalist parti. İşte bu parti iki yıldır Porto Allegre’de Dünya Sosyal Forumu’nu düzenledi. PT fuarı düzenleyen reformist örgütler içinde başı çekse de yalnız değildi. Bir çok “sivil toplum örgütü” de forumun örgütlenmesine katkıda bulundu. Bu örgütlerin en başında geleni ise Cenova eylemlerinden tanıdığımız ATTAC. ATTAC dünyadaki spekülatif sermaye hareketinin vergilendirilmesini bu verginin de yoksullara aktarılmasını savunuyor. ATTAC’ın reformist olduğuna bakıp militan olmadığı sonucuna varmak yanlış olur. Cenova eylemlerinden sonra bir çok devrimci yayın ATTAC’ı neredeyse “siper yoldaşı” ilan etmişti.
“Başka bir dünya mümkün”. Dünya Sosyal Forumu kendini tanıtmak için bu sloganı boşu boşuna seçmemiş. Dünya Sosyal Forumu kendini alternatif bir forum olarak tanıtıyor. Küreselleşmenin ve neo-liberalizmin alternatifi. Forumun başlangıç tarihi bile alternatif olma kaygısıyla belirlenmiş. Forum dünyanın en büyük kapitalist güçlerinin New York’ta bir araya geldiği Dünya Ekonomik Forumu’yla aynı gün başladı.
Foruma onlarca aydın katılıyor. Sol liberallerin yıldızı haline gelen Anarşist ve medyatik dilbilimcisi Naom Chomsky foruma katılan en tanınmış isim. Ama Chomsky’le birlikte yüzlerce akademisyen, sendikacı, gazeteci, yazar-çizer de katıldı foruma. Katılanların tümü de Chomsky kadar olmasa da tanınmış, medyatik isimler. Medyatik olmanın yanı sıra kitlesel bir forum Porto Allegre’deki. Foruma yüz elliyi aşkın ülkeden elli bini aşkın ziyaretçi katıldı.
Porto Alegre’de aralarında üniversite kampüsleri de olmak üzere 10’u aşkın mekan Forum’un etkinlikleri için tahsis edildi. Seminerler, konferanslar ve çalışma atölyeleri büyük ilgi topluyor. Sabahları toplanan büyük konferansları öğleden sonra yapılan çalışma atelyeleri takip etti. 5 Şubata kadar sürecek olan Forum’da 700’ün üzerinde çalışma atölyesi bulunuyor. Atelyeler, küreselleşme karşıtı örgütlerden enerji ve su kullanımına, küresel dünyada yeni politik kavramlardan sendikal alandaki çeşitli konulara kadar büyük bir çeşitlilik gösterdi.
Başka neler mi yapıldı Porto Allegre’de? Evrensel gazetesinden öğreniyoruz: “ ‘Gezegenimizde’ var olan kimi çatışma bölgeleri üzerine tartışmalar ve bu çatışmaların son bulmasına hizmet edecek yöntem ve öneriler sunmak” hedefi belinlendi. Konferansla, çatışma bölgelerinden toplumsal/kurumsal temsilciler ve Nobel Barış Ödülü sahiplerini bir araya getirmek planlandı. Filistin, Bask, Kolombiya ve Chiapas gibi bölgeler de çalışma atelyeleri olarak seçildi.” Demek ki emperyalistlerin kurumu Birleşmiş Milletler’in önüne hedef olarak koyup da gerçekleştiremediği ne varsa Porto Allegre’dekilerin gündemine girmiş.
Porto Allegre reformist bir forumdu. Çokuluslu şirketlerin denetlenmesi, spekülatif para hareketlerinin vergilendirilmesi, sivil toplum örgütleriyle daha sıkı işbirliği yapılması, ulusal sendikalar arasında uluslar arası dayanışmanın örülmesi forumda ortaklaşılan noktalardı. Türkiyeli reformist partilere örneğin ÖDP’ye ya da İşçi Partisine baktığımız zaman bu reformist partilerin Porto Allegre’deki forumdan daha köktenci çözümlere sahip olduklarını görüyoruz.
Porto Allegre’de bir arada gelenleri kapitalizmi devirmeye kararlı devrimciler olarak tanımlamak mümkün değil.
Porto Allegre’dekiler olsa olsa burjuvazinin ideolojik kuşatması altında süngüleri düşmüş mahçup solcuların forumu olabilir.
Hiçbir zaman devrimle ya da devrimcilerle ilişkisi olmamış burjuva sosyalistlerinin forumu.
Burjuva ideolojisiyle komünizm arasında yalpalayan sosyalistlerin forumu.
Herkes Oportünist, Revizyonist Olurken
Nazım Hikmet Nasıl Komünist Kaldı?
Nazım Hikmet’i UNESCO’nun da desteğiyle sermayenin ganimetleri arasına katma kampanyalarına yanıt verirken sosyalistler onun komünist olduğunu vurgulayarak bu gasp eylemine karşı çıkmak istiyor. Ne var ki bunu yaparken komünist kimliğini soyut ve muğlak bir kimlik haline getirdiklerinin farkına varmıyorlar. Kuşkusuz en baştan beri Nazım Hikmet bizimdir diye öne fırlayan SİP’in herkesten daha tutarlı ve kendince haklı bir konumu var. Çünkü onların «komünistliği»yle Nazım Hikmet’inki farklı değil. SİP’in sahip çıktığı gelenek ve savunduğu çizgi dönemden döneme değişen bir çizgiyi ifade ediyor. Bir gün tapındığını ertesi gün yerden yere çalmakta sonra yere çaldıklarını tekrar başının üzerine koymakta mahsur görmeyen bir oportünizm bu. SİP’in geleneğine göre Kuvayi Milliyecileri inlerinden çıkmış yırtıcı hayvanlar diye tarif eden TKP’yle, onların kuyruğuna takılan TKP arasında bir fark yok. Kuvayi Milliyecilere destanlar yazan Nazım Hikmet’in bir tutarsızlığı yoktu. Bir zaman Stalin’i öven Nazım Hikmet’in sonra Stalin’i yerden yere çalan Kruşçev’le barışık bir yaşam sürdürmesinde bir terslik görmemeleri şaşırtıcı olmaz. Çünkü kendileri de öyle yapmışlardı. Hatta onlara kalsa Nazım Hikmet, daha sonra Brejnevci ve ömrü yetse SİP’liler gibi Gorbaçovcu olur, herşey bittikten sonra yeniden Stalin’e nostaljik şiirler yazan bir «komünist şair» olarak hayatını sürdürürdü. SİP’liler ve onlar gibi oportünist olanlar için demek ki anlaşılmaz bir şey yokmuş. Nazım Hikmet’e her durumda sahip çıkmak onlara yakışır.
Peki ama Şefik Hüsnü’yü teslimiyetçi, reformist, revizyonist ilan eden; Kruşçev’i modern revizyonist, karşı devrimci, sosyal emperyalist alan edenlerin; Nazım Hikmet’i o zamanın TKP’sinden ve SBKP’sinden ayırarak baştan sona örnek bir komünist ve devrimci olarak tanıtmaları ve sahip çıkmalarına ne demeli? Yoksa bütün yoldaşları ve kuzu kuzu itaat ettiği SBKP yöneticilerinin hepsi hain oportünist vs. olurken, Nazım Hikmet’in abdestinin bozulmaması, şair oluşundan mı ileri geliyor? Eğer öyleyse neden Nazım Hikmet’in şair ve sanatçı kimliğine değil de komünist kimliğine sahip çıkılıyormuş gibi davranılıyor? İsmail Bilen, Zeki Baştımar, Şöför İdris, Boz Mehmet, Rasih Nuri ve niceleri, sosyal faşist olmaktan kurtulamazken, Nazım Hikmet’in devrim ve komünizm davasını savunmaya devam ettiğini söylemekle pekçokları komünist kimliği öne çıkarıyorum diye diye aslında Nazım Hikmet’in siyaset üstü şair kimliğine övgü düzmüş olmuyor mu? Nasıl oluyor da son nefesine kadar komünizm davasına bağlı kalmış, üstelik arkasında şiirler değil, Nazım Hikmet’in şiirlerinden fazla siyasi ve teorik eser bırakmış ve Nazım Hikmet’ten daha fazla zindanda kalmış olan Doktor Hikmet Kıvılcımlı oportünist, reformist vb. sıfatlardan kurtulamıyor da Nazım Hikmet kurtuluyor?
Besbelli ki sözüm ona Nazım Hikmet’in komünist ve devrimci kimliğini öne çıkarıyoruz diyenler, devrimcilik ve komünistlik kimliğini Nazım Hikmet’in komünizm davasına olan gönül bağının ve şair kimliğinin arkasında sulandırmaktadır. Doğrusu bunda da Nazım Hikmet’in bir suçu yoktur. Çünkü o işçi sınıfı, komünizm ve devrim için türkçe söylenebilecek en özlü sözleri söylemiş ve bunların ölüm oruçları sonucu belleklerini yitirenlerin bile hatırlayabildiği dizeler haline gelmesini sağlamış bir şairdir. Öylece sahip çıkılıp, bu kimliğiyle savunulmasını bilmek gerekir. Tersi Nazım Hikmet’e herkesten daha fazla komünist olma ayrıcılığını tanımak; komünizm davasına en az onun kadar gönül bağıyla bağlı emektar komünistlere haksızlık etmek ve komünist hareketin saflarına burjuvazinin değer yargılarını ithal etmek olur.
Enternasyonalist miydi, Demokratik Cumhuriyetçi mi?
Kızıl Bayrak Nazım Hikmet’e «işçi sınıfının, devrimin ve komünizmin şairidir» diye tanımlarken doğrusunu söylemiş. Onun öne çıkan kimliğinin şair kimliği olduğunu teslim etmiş (Kızıl Bayrak, 19 Ocak). Ama aynı yazıda Nazım Hikmet’in enternasyonalist olduğunu vurgularken bir başka açıdan kendi bindiği dalı kestiğinin farkında değil. PKK’nin demokratik cumhuriyet çizgisini benimsemesine en sert eleştirileri yöneltenlerin başında gelen Kızıl Bayrak, Kürt sorununa Misak-ı Milli sınırları içinde demokratik cumhuriyet çözümünü Öcalan’dan önce savunanlardan birinin de Nazım Hikmet olduğunu bilmiyor ya da bilmezden geliyor. Ama demokratik cumhuriyetçiler bunu unutacak değiller. Nitekim herkes bir ucundan Nazım Hikmet’e sahip çıkma gayreti içindeyken, Yedinci Gündem de Nazım Hikmet’in demokratik cumhuriyetçi yönünü öne çıkarmayı tercih etmiş (19-25 Ocak). Paris Kürt Enstitüsü’nün arşivinden elde edilen bir mektubu yayınlayarak Yedinci Gündem Nazım Hikmet’in söyledikleri ile PKK’nin bugünkü çizgisi arasındaki paralellikten kendi hesabına yararlanmak istiyor. Nazım Hikmet, 1961 yılında, Paris Kürt Enstitüsü başkanı Kamuran Bedirxan’a yazdığı mektupta şunları söylemiş:
“Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni orta ve yakın doğuda emperyalizmin kaleleri haline getiren Türk politikacıları, Kürt milletinin milli varlığını inkarda ısrar ediyor ve Türkiye Cumhuriyet’i sınırları içinde öteki azınlıklara tanıdığı hakları bile Kürt milletine tanımıyor. Türk ve Kürt halklarının Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde dış ve iç politikada aynı emellere hasret çekmeleri, bugünkü Türk idarecilerini korkutuyor. ... Türk ve Kürt halkları Türkiye Cumhuriyeti’nin tarafsız bir politika güdmesini, emperyalizmin üssü olmaktan kurtulmasını özlüyor. Gerçek Türk yurtseverleri, Kürt kardeşlerinin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde milli haklarına kavuşmak için yaptığı kavgayı can ve gönülden nasıl destekliyorsa, gerçek Kürt yurtseverleri de Türk halkının demokrasi ve milli bağımsızlık için yaptığı kavgayı öylece destekliyor.”
Bu sözleri yadırgamadan benimseyecek olanlar sadece demokratik cumhuriyetçiler değildir elbette. Aslında pekçok devrimci kürt sorununun Misak-i Milli hudutları içinde bir sorun, bu sorunun çözümünü de demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti olarak görüyor. Onlar da tıpkı Nazım Hikmet gibi, Kürt sorunu TC sınırlarının ötesinde ve kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde çözülebileceğini sık sık unutuyor.
Nazım'ın Partisi TKP Nasıl Bir Partiydi?
Nazım’ın bizim için esas değeri onun siyasi düşünceleri ve siyasi kimliği değildir. Zira herşeyden önce bağlı bulunduğu Şefik Hüsnü TKP’sinin izlediği siyasetin oportünist bir siyaset olduğu önceden beri bilinmektedir. Şefik Hüsnü TKP’si kemalizmle başlayıp burjuvazinin çeşitli kesimleriyle ittifak ve uzlaşma arayışları içinde oldu. Burjuva devrimlerinin tamamlanmasını önüne koydu, Halk Fırkasını bu yönde dürtüklemeyi kendi siyaseti olarak belirlemişti. Aynı TKP Şeyh Sait isyanını İngiliz emperyalistlerin kışkırtmasıyla çıkmış, feodal nitelikte gerici bir ayaklanma olarak görmüştü. Egemen rejimin kendi güvenliğini sağlayabilmesi ve burjuva devrimini tamamlayabilmesi açısından bu ayaklanmanın bastırılmasını zorunlu sayıyordu. TKP Kürt halkının gerici sloganlar arkasında da olsa, devrimci ve ilerici motiflerle geliştirdiği, dahası gereken öncülüğün sağlanması halinde Türkiye’nin gündemine bir devrim sokabilecek bu isyanın kanla bastırılmasına seyirci kalmıştı. Daha da ileri giderek Türk ordusunun yanında saf tutmuştur. (ayrıntılı bilgi için bkz.: «Sosyalist Devrim»cilerle «Demokratik Devrim»ciler Nerede Buluşur Proleter Devrimciler Onlardan Nasıl Ayrılır? S.40)
Nazım’ın böyle bir partinin üyesi olması övünülecek bir şey değildir. Ayrıca Nazım’ın dünya barışını savunmasının neye hizmet ettiğini açıklamaktan da kaçınmamak gerekir. SSCB’nin dünya barışı fikri Ekim Devrimiyle başlayan dünya devrimini tamamlamak için kurulmuş olan Komünist Enternasyonal’in tasfiyesiyle el ele yürümüştü. Nazım Hikmet’in güya enternasyonalizm adına dünya barışını savunması da SSCB’nin dünya politikasının bir parçasıydı. Bu politika ise komünist bir partinin izleyeceği türden bir politika değildi.
Sanatçılardan Kim Yararlanabilir?
Nazım Hikmet’in şair olarak ve şiirleriyle komünizm davasına ve özel olarak da TKP’ye hizmet ettiğini söyleyenler, aynı zamanda genel olarak komünist partiyle sanatçılar arasındaki ilişkiye yanlış bir bakış açısını savunup besliyor. Bu yanılgının ardında yatan kaygı sık sık «komünist partisinin sanatçılardan yararlanmasında yanlış bir şey yoktur, sanatçılar partiye sanatlarıyla hizmet eder» tekerlemesiyle ifade buluyor. İlk bakışta doğru görünen bu ifade partinin ve sanatçının somut durumu tarif edilmediği taktirde doğru olmaktan çıkar. Elbette yalnız şairler değil, her türlü sanatçı da sanatları ve özel yetenekleriyle partiye hizmet edebilir ve etmeleri sağlanmalıdır. Ama bunun koşulu sanatçının sanatçı kimliğinin partinin önüne geçmemesidir. Bu durumda şairlerin komünist bildiriler kaleme almaları, ateşli ajitasyon konuşmaları yapmaları, ressamların çarpıcı afişler hazırlamaları, bestecilerin en güzel marşları bestelemelerinde elbette mahsur yoktur. Ama bu eserler partinin imzasını taşıyacağı yerde sanatçının eseri olarak anılacaksa, o zaman kimin kimden yararlandığı şüphe götürür. Güçlü bir sanatçı daima güçsüz bir partinin önüne geçer. Nazım Hikmet’le TKP arasındaki ilişki her zaman böyle olmadıysa da, özellikle bugün Nazım Hikmet’in şair kimliği, parti olma iddiasındaki komünistlerin önüne geçmektedir. Güçlü sanatçıların komünizm davasına birer parti militanı olarak katılabilmeleri için bile, güçlü bir komünist önderliğin yaratılması şarttır.
Bırakalım Nazım Şair Olarak Kalsın
Nasıl ki Nazım’ın şiirlerinin güzelliğine bakıp savunucusu olduğu siyasetin doğruluğu hakkında hüküm veremiyorsak TKP’nin izlediği oportünist uzlaşmacı siyasete bakarak da Nazım’ın şiirleri hakkında hüküm verilemez.
Hem zaten bir şaire sırf politik bir şair olduğu için siyasi misyonlar yüklemek daha baştan yanlıştır. Bu daha çok kendi siyasetini kendi dilinden bağımsız bir şekilde söyleyemeyenlere has bir tutumdur. Komünistler bu tutumdan uzak olmalı. Kendi söyleyeceklerini bir takım aracılara havale etmemeli, bunlar bir şairin şiirleri asla olmamalı.
Ayrıca bir şaire siyasi misyonlar yüklemek başarısız bir girişimdir. Şiir siyasi bir misyonu üstlenmek için yazılmamıştır ki. Şiir okuyucusuyla varolur ve elbette okuyucunun politik görüşlerine göre çok çeşitli okunabilir ve anlaşılabilir. Örneğin bir reformistle bir devrimci “bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” derken aynı ağaçla aynı ormandan bahsetmezler. Reformist burjuva egemenliği altında, kapitalizm koşullarında tek ve hür olmayı düşünüp savunmaktadır. Bir komünist ise tek ve hür olmanın yolunun ancak bu toplumun alt üst oluşuyla, bambaşka bir dünyada mümkün olduğunu bilir, bunun için yaşar ve ölür.
O yüzden şiirler bir takım siyasi görüşleri aktarmak için kötü araçlardır. Çünkü siyasetin olabildiğince somut, olabildiğince duygusallıktan uzak, net bir biçimde tarif edilmesi gerekir. Ama bu şekilde yazılmış bir şiir şiir olmaktan çıkar. Böyle şiirler yazanlara da şair denmez herhalde.
Şairin politik görüşlerinin ne olduğu ise önemsizdir. Zira o bir siyasete aracı olmak için değil içinden nasıl geliyorsa öyle yazmıştır. Ama Türkiye devrimci hareketi olarak daha henüz övünebileceğimiz siyasi mevzilerimiz, siyasi başarılarımız olmadığından sahip olduğumuz şeyleri yüceltmek gibi kötü bir alışkanlığımız var. Bu yüzden bizim tarafımızda yer alan bir şaire sahip olmadığı siyasi nitelikler yüklemeye çalışıyoruz. Bırakalım Nazım şair olarak kalsın.
Teori Sorunlarını Değil İşçi Sınıfının Örgütlenme Sorunlarını Çözecek Bir Komünistlerin Birliği Şarttır
Kimileri «işçilerin birliğinden önce komünistlerin birliğini sağlamak gerekir» sözlerinden komünistlerin işçi sınıfının gündelik sorunlarıyla ilgilenmesinin yersiz ve yanlış olduğu sonucunu çıkarabilir. Yahut işçi sınıfının sendikal sorularıyla ilgilenmek, işçiler arasında dayanışma ilişkileri kurmak için bir devrimci partiye ihtiyaç olduğu demagojisine sarılıp, doktriner tutumlarla «ideolojik mücadele» yapma sevdasında olanlar çıkabilir. Böylece sınıf hareketinin gündelik sorunları ve mücadelesiyle ilgisiz, bu alanda deneyimsiz «komünist»lerin birliğini sağlayarak işçi sınıfına önderlik edecek bir partinin çekirdeğinin yaratılabileceği hayaline kapılanlar da eksik olmayacaktır. Oysa bu yoldan bir «komünist parti»ye ulaşılsa bile, ilk adımlarında sınıf hareketi içinde acemi çırak gibi hareket edecek bir partinin işçi sınıfına önderlik etme iddiasına sahip olması ham hayal olur.
İşçilerin birliğinden önce komünistlerin birliğini sağlamak gerektiği kesin. Özellikle günümüz koşullarında bu bir kat daha önem kazanmaktadır. Ama söz konusu olan teorinin sorunlarına çözüm bulan komünistlerin birliği değil, işçi sınıfının örgütsel sorunlarına çözüm getirme yeteneğinde komünistlerin birliğidir.
Bu bakış açısıyla, komünistlerin parti birliğini hedefleyenler içinden geçtiğimiz hazırlık evresinde sendikal hareketin krizine bir çözüm getirme iddiasında olmasalar bile, işçi sınıfının gündelik sorunlarına çözüm bulma ve bu mücadelelerde onlara öncülük etme yeteneğine sahip militanların deneyim kazanması ve sınanması için bu «kriz koşullarını» değerlendirmek durumundadır. Sendikal hareketin krizi, asıl devrimcilerin sendikal mücadele konusundaki yetersizliği ve deneyimsizliği ile beliren ve şiddetlenen bir kriz olduğuna göre, bu krizin aşılması için mücadele ile komünistlerin parti birliği için mücadele birbiriyle sıkı sıkıya bağlıdır.
Zaten devrimci önderlik krizinin çözümü için de sendikal hareketin krizinin çözümü için de komünistlerin kılavuzu aynıdır: her iki durumda da komünistler önlerindeki görevlerin üstüne yürürken oportünistlerden ve oportünizmle kırıştırmakta mahzur görmeyenlerden bağımsız bir siyasal faaliyetin temellerini atmakla yükümlüdür.
Oportünizme Karşı Oportünistlerin Araç ve Yöntemleriyle Savaşılmaz
İşçi sınıfının ayrıcalıklı tabakalarının çıkarlarını sermayeye karşı koruma bahanesiyle bu çıkarlara işçi sınıfının geniş yığınlarına karşı da kollayarak varlığını sürdüren sendikacılık türünün varlığı sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarından doğan işçi sendikaların yozlaşmasının başlı başına bir nedenidir. Sadece bu etkenin varlığı bile daima ve her yerde işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinin önünde aşılması gereken bir engeli ifade eder. Devrimci önderlik sorununun çözümü de bu engelin aşılıp aşılmadığına bakılarak sınanacaktır. Bu bakımdan sendikal hareketin krizinin kaynağında devrimci hareketin işçi sınıfına önderlik etmeyi bir kenara bırakalım kendi asli ödevlerinin üstesinden bile gelemeyecek durumda olmasının yattığını söylemek yanlış değildir.
Devrimcilerin işçi hareketi üzerinde bir nüfuzunun olmayışından yararlanarak serpilip, gelişen sınıf uzlaşmacı sendikacılık ve siyaset geleneği ise, bir başına kaldığı ölçüde daha fazla krize girme dinamikleri üretir. Bu nedenle bu gelenekle hesaplaşıp onu alt etmeden, en azından işçi yığınlarının nezdinde teşhir ve tecrit olması sağlanmadan sendikal hareketin krize girme riskinden kurtulması mümkün değildir.
Bugün mevcut sendikalarda hüküm sürenlere rengini veren gelenek en genel hatlarıyla siyasette oportünizm mesleğinin çerçevesi içindedir. Oportünist bir bakış açısıyla sendikal harekete yaklaşanlar hem sendikal hareketin bürokratik ve kısmi çıkarların korunmasına göre şekillenmiş yapısından güç alır; hem de bu hareketi istismar ettikçe onun zayıflamasına ve bir güç kaynağı olmaktan çıkmasına yol açarlar. Bu güç kaynağından mahrum kaldıkça da burjuva diktatörlüğünün türlü kurumlarıyla içice geçmekten ve burjuvaziyle bir sınıf işbirliğine sürüklenmekten kurtulmaları mümkün değildir. Bu tür sendikalarda sık sık baş gösteren krizlerin temelinde yatan etken burada aranmalıdır.
Nitekim yıllar önce Komünist Enternasyonalin de sendikal hareketin o zamanki krizi hakkında söylediği bundan başka bir şey değildir:
"Son iki yıl içinde sermayenin evrensel saldırıları yüzünden sendikal hareket bütün ülkelerde hissedilir bir biçimde zayıflamıştır. Ender istisnalar (Almanya, Avusturya) dışında sendikalar üyelerinin büyük bir kısmını kaybetmişlerdir. Bu gerileme hem burjuvazinin muazzam saldırıları ile izah edilir, hem de reformist sendikaların güçsüzlüğüyle; bu sendikaların sadece toplumsal (devrim) sorunu(nu) çözecek bir güce sahip olmamaları değildir sözkonusu olan. Bu sendikalar kapitalist saldırıya ciddi bir biçimde karşı koyabilecek ve işçi yığınlarının en basit çıkarlarını savunabilecek kadar bir güce bile sahip değildir." (Komünist Enternasyonal Dördüncü Dünya Kongresinde Kabul Edilen Sendikal Hareket içinde Komünist Faaliyet Hakkında Tezler)
Bu durum neye yol açar? İşçiler giderek büyüyen öbekler halinde sendikalardan uzaklaşmaya başlarlar. Böylelikle sendikalar daha da güçsüzleşir ve daha da işlevsiz hale gelirler; işlevsizleştikçe devlete ve sınıf düşmanına yanaşırlar. Bu daha da güçsüzleşmelerine yol açar; devletten başka tutunacak dalları kalmadığında düpedüz ihanet örgütleri haline gelirler.
"Bir yandan bu kapitalist saldırı karşısında, bir yandan da ısrarlı bir sınıf işbirliği yüzünden işçi yığınları günden güne yanılgı ve kuruntularından kurtulmaktadır. Bunun işareti işçilerin yeni gruplaşmalar yaratılma yolundaki girişimlerinden ibaret değildir; pekçok bilinçli işçinin eski örgütlerini büyük kitleler halinde terk etmekte oluşu da aynı olguya işaret etmektedir. Sendikalar pekçokları için artık bir ajitasyon odağı olmaktan çıkmıştır. Çünkü sendikalar kazanılmış mevzileri korumayı ve sermayenin saldırılarını durdurmayı becerememiş yahut pekçok durumda bunu istememiştir bile. Reformizmin kısırlığı, pratik içinde apaçık kendini göstermiştir. Sendikal hareket bütün ülkelerde temel bir istikrarsızlık karakteri kazanmıştır. Oldukça kalabalık işçi grupları, sendikalardan durmaksızın kopmaktadır. Buna karşılık reformistler inatçı bir biçimde sınıf işbirliği politikalarını "sermayeyi işçilerin yararına kullanma" bahanesiyle sürdürmektedirler Doğrusu bu örgütleri kitlelerin yaşam koşullarının geriletil-mesinde suç ortağı haline getirerek sermaye onları kendi çıkarları için kullanmaktadır. Geride kalan dönem, hükümetlerle reformist pazarlık heveslileri arasında çoktan beri mevcut olan bağlan güçlendirmiştir. Aynı süreçte işçi sınıfının çıkarları da onun yöneticilerinin çıkarlarına tabi kılınmıştır." (Komünist Enternasyonal Dördüncü Dünya Kongresinde Kabul Edilen Sendikal Hareket içinde Komünist Faaliyet Hakkında Tezler)
Bu kısır döngünün sonu yoktur, kendi içinde bir çıkışı bulunmaz. Bu döngüye dışarıdan bir müdahale yapmaya gerek vardır. Bu müdahalenin öznesi de devrimci partidir. Sendikal hareketin krizinin aşılması için reformistlerin, oportünistlerin ve sendika bürokratlarının işçi hareketi içinde tespit ve tecrit edilmesi zorunludur Ama oportünizmi teşhir ve tecrit etmek onu alt etmek demek değildir.
Oportünizmi alt etmek bir siyasal mücadelenin konusudur ve bu mücadele ancak devrimci bir parti sayesinde üstesinden gelinebilecek bir mücadeledir. Bir başka deyişle kaynağında oportünizmin yani işçi hareketine sızan burjuva siyasetinin bulunduğu sendikal hareketin krizi ancak sınıf mücadelesi ile ve onun araç ve yöntemleri ile aşılabilir. Sendikal mücadele ile siyasal mücadelenin ayrı ayrı şeyler olduğu ve birbirlerine karıştırılmaması gerektiği hakkındaki demagojiler ise sendikaların siyaset üstü veya partiler üstü kurumlar olduğu hakkındaki burjuva ideolojisiyle aynı kaynaktan doğar ve aynı kapıya çıkar.
"Sendikal hareketin krizi"ni sendikaların araç ve yöntemleriyle, sendikaların imkanlarıyla sendikacıların bakış açısıyla aşmaya çalışmak, burjuva diktatörlüğünü onun kimi kurumlarından yararlanarak ve onun yöntemleriyle yıkmayı hayal eden reformistlerin kurduğu tuzağa basmaktır Bu tuzağa basarken hangi niyetle ve hangi istikamette yüründüğünün de son tahlilde bir önemi yoktur.
Nitekim sendikal hareketin içinden çıkarak İkinci Enternasyonal'in önde gelen önderlerinden biri olduğu gibi, oportünizmin de en ünlü sözcülerinden biri olan August Bebel oportünizmin yöntemini veciz bir biçimde dile getirmiştir: "şeytanın kellesini kendi kılıcıyla uçurmak gerekir". Sözün içinde kılıç ve kelle koparmak laflarının geçişine aldanıp, bu tutumu devrimci bir tutum zannedenler hiç eksik olmamıştır. Oysa oportünizmi alt edebilmek için önce bu ayak bağlarından kurtulmak gerekir.
Bugün sendikaların içinden geçtiği krize devrimci bir çözüm getirme iddiasında olanların önce, sendikal sorunlarla siyasal sorunların yani sınıf mücadelesinin sorunlarının birbiriyle kopmaz ilişkisinin denklemini yeniden kurmaya ihtiyaçları vardır. Bunun ilk adımı ise, oportünizmi siyaset alanına özgü bir sorun gibi görüp, sendikal mücadelede oportünist hesaplar yapmakta, yahut sendikal alanda oportünistlerle yan yana gelmekte mahzur görmeyenlerle sürekli hesaplaşmak ve ayrım çizgilerini belirgin tutmaktır.
Zira, sendikal alanda oportünizmin zararı olmayacağını düşünenlerin siyaset alanında bu illetten uzak kalmaları da mümkün değildir. Tıpkı tersinin doğru olduğu gibi: siyasette oportünizmi meslek edinenler, sendikal mücadele alanında da işçi sınıfının baş belasıdır ve burjuva akımlarının işçi hareketine sızmasının temel kanallarını oluşturur.
Kapitalistlerin Ne Tip Sendikacılara İhtiyacı Olur?
İşçilerin Nasıl Sendikalara İhtiyacı Var?
Sendikalar, işçilerin patronlara ve kapitalist sömürüye karşı kendilerini korumak için giriştikleri ilk örgütlenmeler arasındadır.
Kapitalistler ise daha kendilerini örgütleyip iş kurmaya kalkışmadan evvel ücretli köle haline getirmeyi düşündükleri usta emekçilerin eski toplum bağrında yaratmış oldukları örgütlenmeleri yani loncaları kırıp dağıtarak işe başlamıştılar.
Daha doğrusu işçi olarak çalıştırılacak «zenaat erbabının» örgütlendiği loncaları dağıtıp, işçileri sömürmek ve ücretli köle olarak çalışmalarını sağlamak için işe yarayacak meslek gruplarına ait loncaları (barolar, akademiler vs.) pekiştirerek kendilerine bağlamanın yollarını arayıp bulmuşlardır. Kapitalist sömürü çarkının işleyebilmesi için işçilerin örgütsüz ve silahsız olması, ücretli emeğin sömürülmesiyle ortaya çıkan artık değer ile beslenen kesimlerin ise örgütlü ve silahlı, donanımlı olması gerekiyordu.
Bu tür örgütlere o zaman «sivil toplum örgütleri» deniyordu; burjuva toplumunun örgütleri anlamına geliyor bu sözcükler. Bugünlerde de sivil toplum örgütleri diye anılan örgütler burjuvazinin kendi ihtiyaçları için yarattığı ve kendi işine yarayacak şekilde oluşturduğu örgütlerdir. Ne var ki, burjuva örgütlerinin içinde yalnız ve daima burjuvaların olması gerekmiyor. Aksine burjuvazi özellikle işçilerin sınıf örgütlerinin dağıtılıp burjuva toplumunun örgütleri içinde toplanmasına oldum olası özel bir özen gösterir ve önem vermiştir. İşçilerin her türlü örgütlülüğünün dağıtıldığı çok eski zamanlar bir yana burjuvazi egemen sınıf haline geldikten sonra işçileri kendi işine geldiği gibi bölüklere ayırıp buna göre örgütlemenin yollarını aramış ve bulmuştur.
Bu işi yapması için de tıpkı kölelerin arasından sıyrılıp efendilerine kahyalık eden hainleri, yahut daha rahat kölelik koşullarında çalışıp yaşayabilmek için efendilerine özenen ve kendi kardeşlerini aşağılayan uşaklar gibilerini bulmakta güçlük çekmemiştir.
Sınıf dayanışmasının ilk örgütlerinden biri olan sendikalar da çok eskiden beri sermayenin emekçileri bölüp kendi çıkarlarına uygun biçimde örgütlemesinin birer aracı haline getirilmek istenmiştir. Ne yazık ki, bu yolda bilerek bilmeyerek burjuvaziye hizmet edenlerin işçilerin arasından ve sendikaların içinden devşirilmesi de her zaman mümkün olmuştur.
Rusya’da işçileri Çarın ajanları tarafından kurulan sendikalara hapsetmek için icat edilen Zubatov sendikacılığı; ABD’de patronların eliyle kurulan gangster tipi sendikacılık sarı sendika kavramının doğmasını sağlayan ve en bilinen örneklerdir. Ama neye hizmet ettiklerini ayırdetmekte güçlük çekilmeyen bu örnekler en yaygın ve en tehlikeli olanları değildir. Sermaye hizmetindeki sendikacılık türlerinin en tehlikeli olanları uzun bir mücadele sürecinin itibarını gaspedip geniş işçi yığınlarının güvenini istismar ederek hüküm sürenleridir. Bu sendikacılık türü sendikaların ilk şekillendiği Avrupa topraklarında filizlendi; ve ne yazık ki orada kalmadı.
İkinci Enternasyonal’in kuruluşuna ön ayak olanların arasında da bu tür sendikalar ve oradan beslenen akımlar vardı. Nitekim İkinci Enternasyonal aracılığıyla Avrupa’nın büyük işçi yığınlarının sermayenin hizmetinde emperyalist paylaşım kavgasına alet eden sosyal-hainler bunların arasından çıkmıştır.
Nitekim işçi hareketi içinden filizlenerek işçi yığınlarını sermayenin hizmetine koşan oportünizmden kopan devrimcilerin yarattığı Komünist Enternasyonal de üçüncü dünya kongresinde bu tehlikenin sahici ve ciddi bir tehlike olduğuna işaret etti. Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Kongresinde, benimsenen ve «Sarı Amsterdam Enternasyonaline karşı Mücadele» alt başlığını taşıyan «Komünist Enternasyonal ve Kızıl Sendikalar Enternasyonali» başlıklı karar metninde şu sözler yer aldı:
“Burjuvazi işçi sınıfını yalnız kaba kuvvetle değil ince aldatmacalar sayesinde kölelik altında tutar. Okul, kilise, parlamento, sanat, edebiyat, günlük basın da işçi yığınlarını sersemletmek ve burjuva fikirlerinin proletarya saflarına girmesini sağlamak için burjuvazinin yararlandığı güçlü araçlardır.
Egemen sınıfın emekçi yığınlar arasına sızdırmayı başardığı pek çok burjuva düşüncenin arasında bir de sendikaların tarafsız, siyaset dışı olması ve bütün partilerden uzak durması gerektiği düşüncesi vardır. .... Sendikaların «tarafsızlığı» veya siyaset dışı olması gerektiği» düşüncesinin daha şimdiden uzunca bir tarihi olmuştur. ....
Gerçekte ise, sendikalar hiç bir zaman tarafsız olmamışlardır ve isteseler de olamazlar.... Burjuva partileri de bunun farkındadırlar. Ama tıpkı yığınların ebedi hayata inanmasını istediği gibi, burjuvazi sendikaların siyaset dışı olması ve komünist işçi partisine karşı tarafsız olabileceğine de inanılmasını ister. Burjuvazi egemenliğini sürdürebilmek için, ...yalnızca din adamı, polis ve generalle yetinemez; ona bir de sendika bürokratı, işçi sendikalarında tarafsızlık siyasal mücadele dışında kalma konusunda vaaz verecek «işçi lideri» lazımdır. ....
Kızıl Sendikalar Enternasyonali bu konuda Sarı Amsterdam Enternasyonalinden ayrılır. Ve hiç bir durumda tarafsızlık görüşünü kabul edemez. İkinci, İki Buçukuncu ve Üçüncü Enternasyonaller karşısında tarafsız kalmak isteyecek bir örgüt kaçınılmaz olarak burjuvazinin elinde bir oyuncağa dönüşür.” (Komünist Enternasyonal Üçüncü Kongre Kararlarından)
Kızıl sendikacılığın, yani komünist sendikacılık anlayışının doğuşunu bu ayrışma belirledi. Meslek örgütlenmesinin yerine sınıf sendikacılığı, sınıf uzlaşmasının yerine sınıf mücadelesi, tarafsız ve siyaset dışı sendikacılık yerine sınıf mücadelesinde yani asıl siyasette taraf olan sendikacılığı, böylece öne çıktı.
Buna bir yanıt olarak da burjuva devletleri Sarı Amsterdam Enternasyonali’nin de desteği ile, Milletler Cemiyetine bağlı İşçi Bürosunu öne çıkardılar. Bu «İşçi Bürosu»nun İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler’deki karşılığı ise İLO yani Uluslararası Çalışma Örgütü’dür. İLO Milletler Cemiyeti ile Birleşmiş Milletler arasındaki süreklilik bağını kuran başlıca kurumlardan biridir. Ama aynı zamanda İLO bugün egemen olan sendikacılık anlayışıyla komünist sendikacılık arasındaki kopuşun da en çıplak biçimde görülmesini sağlayan bir kurumdur.
Geçmişte en azından kendilerine komünist diyenler için kızıl sendikalar İLO’nun atası olan kurumun alternatifleriydi. Bugün ise sendikacılığı İLO’nun kurallarına göre yapılan bir meslek olarak algılayanların komünist kimliğini taşıyanlar arasında yaygın olmasına kimse şaşmamaktadır. Zaten ilk önerildiğinde gururla taşınan «kızıl sendikacılık» sıfatına da itibaren eden azdır; aksine bu sıfat zamanla sanki bir utanç vesilesi gibi hasıraltı edilip başka sıfatlarla ikame edilmiştir.
Yaşadığımız topraklarda aşina olduğumuz «sınıf ve kitle sendikacılığı» kavramının ardında da buna benzer bir çekinme yatmaktadır. Sarı sendikacılığa karşı kızıl sendikacılık, yahut komünist sendikacılık diyecek yerde «sınıf ve kitle sendikacılığı» diyenler zaten kitlesel bir sınıf örgütü olan sendikalar hakkında hiçbir özel tarif getirmiş olmuyorlar. Ama bununla da kalmıyorlar bu tekerlemenin ardından, «greve çıkarız» demek yerine «üretimden gelen gücümüzü kullanırız», «haklarımızı söke söke alırız» yerine «bizi sokağa çıkmak zorunda bırakmayın» filan gelir. Bunların hangisinin daha önce söylendiğinin bir önemi yoktur. Çünkü bu sözlerin hepsi aynı kaynaktan beslenip aynı kapıya çıkmaktadır. Bu tekerlemeler işçilere sermayenin gözüyle bakıp, «emek en yüce değerdir» lafızının ardına sığınarak bu «değeri» sermayeye pazarlayarak bezirganlık yapmaya hevesli olanların icadıdır ve onların işine gelir.
İşçilerin nasıl sendikalara ve nasıl bir sendikacılığa ihtiyacı olduğu ise çoktan beri tarif edilmiştir:
“Komünistleri diğer işçi sınıfı partilerinden ayıran pratikte, kısmi sorunlarda bütünün çıkarlarını; ulusal sorunlarda uluslar arası çıkarları öne çıkarmalarıdır. Teoride ise olayların gelişme seyrini önceden kestirme yeteneğine sahip olmalarıdır.”
Sendikal hareketin içinde bulunduğu kriz de tam bu tutumun eksikliğiyle peydah olan ve derinleşen bir krizdir. Bu krizin işçi sınıfının bir krizi olmaktan çıkabilmesi için de bu ayırdedici ilkeleri kılavuz eden bir sendikal mücadele çizgisine ihtiyaç vardır. Buna hiç ikircimsiz «komünist sendikacılık» demek gerekir. Hem işçi sınıfının sendikal sorunlarının çözümü için Lenin zamanındaki Komünist Enternasyonal’in ilkelerini rehber edinen bir sendikacılık anlayışına ihtiyaç vardır. Hem de komünistlerin parti birliği bu alanda da deneyim ve birikim kazanıp, mütevazı da olsa kalıcı mevzilerin temellerini atmayı becerebilen militanların elleriyle sağlanacaktır.
ÖDP Hakkında Ne Demiştik?
“İbretlik bir Örnek: ÖDP"
Kuşkusuz farklı geleneklerden gelen akımların çoksesli ve özgür bir birliği olarak sunulan ve en çok bu yönü öne çıkarılan ÖDP «Kuruçeşme»den çıkan birlik modelinin en tipik ürünüdür.
ÖDP'nin bileşenlerinden birisi; maceralı bir evrimin içinde şekillenen SBP/BSP'dir. Bu kanat önce Kuruçeşme tartışmaları içinde birbirine karşıt iki kutup halinde saf tutan ve ayrı düşen çevrelerin/örgütlerin zamanla biraraya gelmesinden oluşmuştur. Bir yanda TBKP, TSİP ve İP'ten ayrılan Sosyalist Birlik vardı ki; Kuruçeşme süreci ve çeşitli oluşumları özellikle bu gruplar etrafında bir legal partide birleştirme amacını güden «Sosyalist Birlik Partisi» projesi bunların önerisiydi. Öte yanda da bu bileşenleri reformist oldukları için karşılarına alan ve aynı zeminden devrimci bir parti çıkarmayı hayal eden Kurtuluş, Emek, troçkistler ve bu sürecin asıl aktörü, daha doğrusu katalizörü olan «bağımsızlar» vardı.
Doğrusu Kuruçeşme toplantılarının son aşamasına kadar bu grupla birlikte hareket eden Gelenek, son anda «asıl devrimci parti»yi kurmak üzere buradan kopup, esas itibariyle kendi güçlerine dayanarak STP-SİP'i oluşturdu. Ama bu «kırıştırmanın» bir bedeli olarak, sonradan kendi bileşenlerinin anlamlı bir bölümünü BSP-ÖDP'ye «sol kanat» olarak vermek zorunda kaldı. Sosyalist Politika gibi sonradan pey der pey BSP'ye yahut ÖDP'ye katılan başka kişi yahut çevreler de oldu. Bütün bu süreçte kimse, yazılıp çizilenlere ve söylenenlere bakıp, bir zaman «reformist» diye lanetlenenlerin ne zaman «devrimci» olduğunu sorgulamadı; çünkü asıl gerçekleşen bunun tam tersiydi.
Bu tatsız sorun, özellikle müstakbel ÖDP'nin bütün bileşenlerinin hasretle beklediği son büyük bileşenin, Devrimci Yol’un katılmasıyla kesin olarak aşıldı. Çünkü ÖDP artık eski reformist-devrimci kalıplarıyla değerlendirilemeyecek yeni tipte bir parti olacaktı; yeni tipte bir siyaset yapacaktı. Dolayısıyla devrim ve reform tartışması artık eskimiş bir tartışma haline gelmekteydi. Bu yeniliği vurgulamak için devrim ve sosyalizm gibi eski kavramların yanına «inat» vurgusunu ve «yepyeni» bir kavramı eklediler: aşk! Böylece aşkın devrim ve sosyalizmden daha yeni bir bulgu olduğunu mu anlatmak istiyorlardı; yoksa eskiden sosyalistlerin ve devrimcilerin aşkı tanımadıkları hakkındaki Ahmet Altan vb. sahtekarlara hak verdiklerini mi açıklamak istiyorlardı; bu anlaşılmadı.
Asıl yeniliğin ne olduğu ise, ÖDP'nin süpürgeleri, sifonları vb. medyatik aksesuarları ile, «kamyon siparişleri» ile siyaset sahnesine çıkmasıyla anlaşıldı. Doğrusu bu hem ÖDP bileşenleri için (hatta onun en liberal olanları için bile) bir yenilikti; hem de Türk solunun tümü açısından bir yenilikti (eğer «güleryüzlü sosyalizm» imgesinin yaratıcısı Aybar'ın hakkını yemezsek). Bununla birlikte, (kiliseleri bir gecede pembeye boyayan, vb. türden eylemlerle kitleleri sarsmayı hedefleyen «situationist» liberterleri bağrından çıkarmış olan) Avrupa solunun neredeyse yarım yüzyıl öncesinde unuttuğu bir tarzdı bu sözumona yeni icat.
Bu hoşluklar bir yana, ÖDP'nin asıl eski olan yanına değinmek gerekiyor: ÖDP’nin çok renkli mozayiği, yüzyılın başlarında Rusya'da kendini ortaya koyan tasfiyecilerin bileşimini fazlasıyla andırmaktadır. Peşekanov'cuların (popülizmden legalizme sıçrayan bir SR eğilimi) yerine Devrimci Yol ve benzerleri geçmiştir; o zaman bizzat Troçki'nin kendisini içeren ve yine troçkistler diye anılan eğilim aynı ad ve anlayışla yerli yerindedir; menşeviklerin ve bernştayncıların muhtelif türleriyle, Kollontay şahsında temsil edilen feministlerin modern türleri de keza ÖDP’de yerlerini almışlardır. ÖDP Rusya’daki legalist tasfiyecilik akımının tıpatıp aynısıdır; yahut güçlükle ayırdedilebilecek bir kopyasıdır. ÖDP'yi bu eski moda akımdan ayırdeden başlıca özelliği, «işçi sınıfı»ndan nadiren söz etmesidir. Bir de, daha önemlisi ÖDP‘de temsil edilen tasfiyeciler başarılı olmuşlardır; çünkü ortalıkta çoktan beri bolşeviklerden eser yoktur.
Açıkçası ÖDP'nin, tek başlarına kendilerini tasfiye edemeyen örgütler için kolektif bir tasfiye zemini sunmaktan başka bir politik anlamı yoktur; daha önce örgütlerini ve inançlarını terketmiş bağımsız aydınlar da, bu kolektif eylemde hülle rolünü üstlenmiş ve başarıyla yerine getirmişlerdir.
Farklı geleneklerden gelen tasfiyecilerin, çok sesli çok renkli olduğu kadar, çok apolitik/muhalif birlikteliğini ifade eden ÖDP elbette demokratik merkeziyetçi ve devrimci bir parti birliğini hedefleyen komünistler açısından bir esin kaynağı değil, ibret vesilesidir.
Komünistlerin birliğini hedefleyenler açısından ÖDP’nin sözümona sol kanatları da, en az sağ kanatları kadar uzaktadır. Hatta yarattıkları yanılsamalar nedeniyle bunlar daha tehlikeli umutlara neden olmaktadır. Demek ki, ÖDP’nin sol kanatlarından hala umut besleyen ve aynı zamanda hala devrimci arayışları olanlara komünistlerin söyleyebileceği tek söz şudur: «baktığınız yeri iyi görmenizi engelleyen şey gözlerinizi kamaştıran bir parlaklık değil, görmenize mani olan balçıktır»
Komünistlerin birliğini hedefleyenler, ÖDP türü parti ve birlik girişimleri için, bir tek mahalledeki küçücük bir devrimci komitenin bile terkedilmemesi gerektiği esasına sıkı sıkıya bağlı kalacaktır. Kuşkusuz komünistler, Lenin'in «en gerici işçi örgütlerinde bile çalışılmalıdır» öğüdünü unutmuş değildir. Ama ÖDP'nin bir işçi örgütü haline gelmesi olasılığı, devrimci bir örgüt olma olasılığından daha fazla değildir. “ (Bütün Ülkelerin Komünistleri Birleşin, Devrimci Köz Broşürü-1999)
80 Sonrası Legalist Tasfiyecilik Dalgaları Hakkında Hatırlatmalar
“12 Eylül’ü simgeleyen karanlık perde, bu perdeyi indirenlerin aynı perdeyi aralamaya karar vermesiyle açılır gibi olduğunda; sosyalistler de yeniden toparlanmaya ve ilk iş olarak birlik olasılıklarını değerlendirmeye yöneldiler. Ancak aralanan perdenin yalnızca burjuva siyasetçilerinin bir kısmı için aralanmakta olduğu çabuk anlaşıldı. Buna karşılık, bazı burjuva siyasetçilerinin önlerine konan göstermelik engelleri aşarak, burjuva siyaset sahnesine girmeleri ciddi bir yanılsama yarattı. Aynı aralıktan ve engelleri benzer bir biçimde aşarak, siyaset sahnesine çıkma hülyaları, bu mesleğin en deneyimli unsurlarından başlayıp (Perinçek, Aybar, Y. Küçük vb.), giderek genişleyen bir çember içinde sosyalistleri etkiledi. Ne var ki, bu aralıktan geçerek ulaşılacak siyaset sahnesinin, burjuva siyaset sahnesi olduğu belli olduğu halde, pek çokları umursamaksızın bu sahneye ulaşmak için telaşlı bir hevese kapıldılar. ... Ama bu sürecin asıl renkli bölümü Körfez Savaşı’nın eşiğinde ve Gorbaçov’culuğun uluslararası ilgi konusu olduğu bir dönemde gerçekleşen «Kuruçeşme Toplantıları» ve sonuçları oldu. .....
... bu sürecin asıl ve en büyük mahsulü ise, tasfiyeciliğe bel bağlayarak birleşme umutlarının yaygınlaşması oldu. Bunun oldukça yaygın bir yan ürünü de, bu Kuru Çeşmeden hareketle, birlik hülyalarına kapılan pek çok sosyalistin hüsrana uğrayıp, kah devrimcilerin birleşmesi hedefinden, kah devrimcilikten vazgeçme yönündeki eğilimlere kapılması oldu.” (Bütün Ülkelerin Komünistleri Birleşin, Devrimci Köz Broşürü-1999)
80 sonrasında siyaset sahnesinin perdeleri sosyalistlere açılırken, 12 Eylül’ün ölü toprağını henüz üzerlerinden silkelemeye başlayan devrimciler, birbirine zıt iki akımın etkisi altında şekillendi. Bir yanda 84’ten itibaren PKK’nin başlattığı savaşla ivmelenen Kürt hareketi, 12 Eylül yenilgisinin hesaplaşmasını yapmamış olan devrimci akımlar üzerinde, onları kuyrukçu bir çizgiye doğru iten bir «ağabeylik» üstleniyordu. Öte yandan da iki cephede birden savaşmamak için devletin metropollerde yol verdiği legal particilik ve reformizm rüzgarları, gündelik siyasette acemi adımlarla ve el yordamıyla ilerleyen devrimcileri kuşatıyordu. Bu koşullarda legalist tasfiyecilik peşpeşe dalgalar halinde yolaldı.
Bu sürecin değişik evrelerini kısaca hatırlamakta yarar var.
80 sonrası legal particiliğin birinci dönemi «sosyalistlerin birliği»ni ifade edecek legal bir parti tartışmalarıyla ve grev tabusunun ilk kez kırıldığı bir iklimde açılmıştı. 1986-1988 arasında sürüp, «evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine» misali sonuçlandı. Yani bu dönemin esas özneleri, 12 Eylül öncesinde zaten legal parti olarak örgütlenmiş bulunanlardı. Bu sürecin ilk somut ürünlerinin başında SP/İP geldib TİP ise önce TKP’nin TBKP’ye dönüşmesine vesile oldu. TBKP de legale çıkarak TKP’nin tasfiyesini tamamladı. 12 Eylül dönemini illegal bir zeminde ve TBKP sürecine direnerek geçiren TSİP'in serüveni ise, ancak ikinci dönemde, TKP’den arta kalanlarla iç içe noktalandı.
İkinci Dönem, 1989 seçimlerinin ardından ve «bahar eylemlerinin» kızıştırdığı bir ortamda gelişti. Körfez Savaşı arefesinde noktalandı. Bu sürece damgasını vuran «Kuruçeşme tartışmalarıydı»; uluslararası planda da Gorbaçovculuğun etkisiydi. Bir önceki dönemden sarkan ipliklerin toplandığı bu dönemin somut ürünleriyse SBP ve STP/SİP oldu. Bu dönemde ayaklarını legalizm zeminine atmakla birlikte legal parti geleneği dışında kalan akımlar, ayaklarını sürümeye devam ettiler. Onların ileri adım atması için, Üçüncü Dönemin açılması gerekiyordu.
Legal particiliğin üçüncü dönemi, HEP'in SHP'nin kanatları altında meclise girmesi ve Özgür Gündem/Özgür Ülke'nin yayın hayatına başlamasıyla açıldığı söylenebilir. Bir bakıma Kürt ulusal devrimciliğinin barış çizgisine ve diplomatik kanallara doğru evrimi, legalist tasfiyeciliğin ikinci döneminde ayak sürüyen akımların ileri sıçramasında bir dürtü ve/veya katalizör olmuştur. Bu rol 1995 seçimlerindeki Emek Barış ve Özgürlük Bloku ile artarak sürmüştür.
Legalist tasfiyecilik kavramının, «gizli örgütün reddi ve onun rol ve öneminin küçümsenmesi» veya «yeraltı örgütünden vazgeçmek, onu tasfiye etmek, yerine ne pahasına olursa olsun yasallık çerçevesinde şekilsiz birlikler geçirmek» olduğu hatırlandığında, bu dönem gerçek anlamda tasfiyeciliğin gündeme geldiği dönemdir. İlk iki dönemde geleneksel olarak legalist bir zeminde yer almış akımlar ön planda olduğu halde, tasfiyeciliğin (ÖDP'nin ve EP'nin kurulmasıyla sona eren) üçüncü döneminden itibaren, örgütsel plandaki tasfiyecilikle politik alanda döneklik el ele gitmiştir.
Bu üçüncü dönemin ilk evresinde bir önceki dönemden arta kalan süreç tamamlanmış; SBP'nin BSP'ye dönüşmesi sürecinde Kuruçeşme bileşenlerinin büyük kısmının tasfiyesi gerçekleşmiştir. BSP'nin ÖDP'ye varmasıyla da üçüncü dönemin asli unsurlarından biri olan Devrimci Yol'un sancılı «partileşememe» krizi son bulmuştur.
Üçüncü dönemin ikinci asli unsuru olan EP/EMEP ise, bu zemindeki diğer partilerden farkını eski popülist çizgisini uvriyerist bir çizgi haline getirerek ortaya koymuştu. EMEP'in gönlünde sendikalar üzerinde eskiden TKP'nin sahip olduğu gibi bir etkiye sahip olarak sınıf hareketi içinde kendine bir yer edinmekti. Ne var ki, bugünkü sendikalar eski sendikalar değildir. Hem de TKP ile EMEP, oldukça farklı şeyleri ifade etmektedir. TKP güçlü bir illegal örgüt olarak bu yola girip, yolun bittiği noktada bir tasfiyeye yönelmiş ve kendini bir legal partide eritmişti; EMEP ise kendisine hayat veren partide bu yönelişe ayak direyebilecek unsurları tasfiye ettikten sonra, baştan legal bir parti aracılığıyla sendikalara, daha doğrusu sendika bürokrasilerine yönelmektedir. Bu bakımdan EMEP'in niyetleri ne olursa olsun eski TKP gibi olamayacaktır; daha çok ilk zamanlarındaki SP/İP'e benzemekte, onun beceremediğini becermeye çabalamaktadır.
Üçüncü döneme damga vuran legalist tasfiyecilik kılığındaki sol liberalliğin, asıl yeni ve «modern» örneği ise, ÖDP oldu. Ana bileşenlerinin bileşik etkisi ile ÖDP, parlamentarizm ve reformizm bakımından eski TİP ve TKP'nin kimi özellikleri hatırlatırken; işçi sınıfı vurgusunu terk ederek bu örneklerden uzaklaştı. Bununla birlikte, aydınların ve akademisyenlerin ilgisini çekme bakımından onun kadar yaygın bir etkiye sahip olmasa da, ilk TİP'i andıran ÖDP, oldum olası bu tür mıknatıslara kapılma eğiliminde olan troçkistler için ve aynı sıfatı taşımasalar da benzeri bir ortacı konumu yansıtan akımlar için güçlü bir çekim merkezi oldu. ÖDP bu yönüyle eski TİP'ten uzaklaşırken, daha çok Avrupa'daki benzerlerine yaklaştı. Sosyalist değil, «sosyalizme açık», «devrimci» ama daha çok muhalif; özgürlüğü sokaklarda ama daha çok belirli caddelerde arayan ve «aşkla birleşmiş» bir parti olarak şekillenen ÖDP'de medyatikliğin daniskası; mızmız bir muhalifliğin erdemleştirilmesi; geçmişe sünger çekme ve dönekliğin yüceltilmesi öne çıktı.
Bugün Körfez’de sular yeniden ısınmaktayken, bir yandan Kuruçeşme sürecinin en tipik ürünü olan ÖDP parçalanmakta (sadeleşmekte diye de okunabilir), beri yandan da PKK’nin demokratik cumhuriyet çizgisine evrilmesi ilk belirtileri görülen ve kürt hareketiyle sınırlı kalmayacağı baştan beri belli olan yeni tasfiye dalgası yolalmaktadır. Bu sürece Kuruçeşme’nin en başarılı ürünlerinden olan SİP, TKP kisvesine bürünmüş olarak ve bir bakıma Kuruçeşme toplantılarının yerini tutmak üzere tasarlanmış bir «Sol Meclis» donanımıyla girmektedir. HADEP’in çizgisine bütünüyle uyum sağlamış olan PKK, sürecin en güçlü ve etkili unsuru olarak öne çıkmaktadır. 10 yıl önce Kuruçeşme’de legalist tasfiyecilik yollarını döşerken «reformistlerle devrimcileri ayrıştırma» iddiasıyla yola çıkan tasfiyeciler, ÖDP’nin tasfiye havuzunda kendi örgütlerini bütünüyle tasfiye ettikten sonra, bu tasfiye sürecinin en büyük lokması olan ÖDP’nin çoğunluk hizbi tarafından tasfiye edildikten sonra, bir kez daha reformistlerle devrimcileri ayrıştırma safsatasıyla meydana çıkma hazırlıklarındadır. Üstelik bu kez o zamanki tasfiye dalgasına kapılmayanları muhatap alan ve bu kesimlerin ilgisini çekmeyi hedefleyen bir söylem göze çarpmaktadır. Daha önceki legal partileşme furyasına en geç katılan EMEP, kendi mecrasında sendikacıların ve sendikaların kuyruğunda siyaset yapma mesleğinde ustalaşmaktadır.
Bugüne kadar HADEP’in dışında duran ve PKK’nin yeni yönelişinden rahatsız olan kimi kürt çevreleri, bu yeni sürece tek bir çatı altında örgütleniş olarak girerken, PKK’yi ve HADEP’i soldan eleştirme edasıyla yola çıkmaktadırlar.
Bu koşullarda 1995’den itibaren kendini belli eden ve legalist tasfiyecilik dalgasının hiç değilse bir süre için kırılmasına yolaçan yükselişten yararlanamadıkları gibi, arada geçen süreçte düzenin seçmeli terör saldırıları ile ve kendi öznel hataları yüzünden büyük ölçüde güç ve itibar kaybeden devrimci hareket, neredeyse tümüyle dibe vurmuş durumdadır. Direnişi ve direngenliği adeta tümüyle cezaevi duvarlarının ardına itilmiş gibidir.
İşte yeni tasfiye dalgası böyle bir iklimde gelmektedir. Ve bu yeni tasfiye dalgasına dikkat çekmek giderek acilleşen bir ödev olmaktadır. Özellikle de zindan direnişlerinin bir çıkmaza doğru sürüklenip yeniden insan hakları savunucuları, barolar vb.’nin inisiyatif kazanmakta olduğu bir sürece girildiği koşullarda bu ödev, bir kat daha acillik kazanmaktadır. Hele bir de ÖDP’den devrimci oldukları için ayrıldıklarını iddia edenlerin hem ölüm oruçları, hem de kürt sorunu konusunda «duyarlı oldukları için» ÖDP’yle yollarını ayırdıklarını iddia ettikleri düşünülürse, bu vurgu daha da önem kazanmaktadır.
Öte yandan bugünlerde sendikal hareketin krizi ve bu krize çare bulma iddiasıyla gelişen muhtelif sendikal projeler de bir bir belirmektedir. Özellikle Seattle, Davos, Cenova ekseni üzerinde devrimci bir çıkış olasılığı bulunduğu hakkındaki yaygın kanı bu konuda yeterince açık bir alarm işaretidir. Bu gelişmeler de tasfiye dalgasının devrimci unsurları etkilemesine uygun bir zemin yaratmaya müsaittir.
Kuşkusuz devrimci hareketin kadrolarının büyük bir kısmı çoktan beri tasfiyeciliğin muhtelif çeşitlerine şu ya da bu mesafeden tanık olmuştur. Üstelik «troçkist tasfiyecilik» konusunda yaşadığımız topraklardaki devrimci hareket belki heryerdekinden daha «hassas»tır. Ama buna bakıp aldanmak büyük yanılgı olur. Çünkü aynı kesimlerin «troçkist tasfiyecilik» yoluna örneğin Rosa Luxembourg, Karl Liebknecht vb. üzerinden de gidilebileceği konusundaki refleksleri aynı ölçüde keskin değildir. Son yıllarda bu reflekslerin ne ölçüde zayıfladığını görmek için çok fazla çaba sarfetmeye gerek yoktur. Devrimci yayınlarda vaktiyle sosyal emperyalist, modern revizyonist vb. tanımlanan rejimlerin; bilerek bilmeyerek «sosyalist sistem» gibi terimlerle anılması, SSCB’nin dağılmasından «sosyalizmin tarihsel yenilgisi» diye söz edilmesi; zaman zaman «70 yıllık sosyalizm deneyimi»nden söz edilebilmesi vb. de içinden geçmekte olduğumuz tasfiye sürecinin ne denli çetin bir süreç olduğunun işaretleridir.
Bugün burjuva sosyalizminin yaşadığımız topraklar için yeni olsa bile, işçi hareketinin tarihi hatırlandığında hiç de yeni olmayan türleri kuluçka aşamasındadır. Ne var ki, burjuva sosyalizmini ya da diğer adıyla oportünizmi teşhis ve tecrit edebilmek için zorunlu olan asıl unsur yani bolşevizmin izinden giden bir devrimci parti eksiktir. Komünistlerin birliğini savunanlar, bu koşulu yerine getirmek için mücadele ediyor.
İşçi Sınıfının Örgütlenmesi Yolunda Bir İlk Adım: Yerel Bülten
Bulunduğumuz mahalleye yönelik olarak yerel işçi bültenleri çıkartmaya başladık. Bülten faaliyetimizin içeriğini ve faaliyetin bugün için sonuçlarını gazetemize aktarmayı gerekli gördük. Bültenimizi tanıtmak, çıkardığımız iki sayıda içeriğinin ne olduğundan bahsetmek istiyoruz.
Bültenimiz önlü arkalı bir dosya kağıdından oluşuyor. Bültenin ön kısmında bizim siyasi görüşlerimiz doğrultusunda yazılmış bir bildiri yer alıyor. İlk sayımızda bu kısımda Ecevit’in ABD ziyareti gündem edilmişti. Bu ziyaretin niçin yapıldığı ve Türkiye’nin bulunduğu bölgede ne gibi görevlere hazırlandığı anlatılmıştı. Bu hazırlık sürecinde devletin saldırılarından bahsedilmiş, bu süreçte işçi sınıfının payına daha fazla sömürü ve sefalet düşeceği ve burjuvazinin kazançlı çıkacağı anlatılmıştı.
İkinci sayıda ise bültenimizin bu kısmında Kürtçe’nin seçmeli ders olarak okutulmasıyla ilgili Kürt üniversite gençlerinin mücadelesi konu edildi. Bültende bu mücadelenin tek başına yeterli olamayacağı, Kürtçe eğitimin esas olarak Kürt emekçi çocuklarının hakkı olduğu ve bütün eğitim sisteminin Kürtçe şekilde düzenlenmesi gerektiği söylendi. Zira Kürt emekçi çocukları Türkçe eğitim sisteminde başarılı olamıyorlar ve bu yüzden okulu bırakıp, çalışmak zorunda kalıyorlar. Ayrıca bültende Kürtçe’nin üniversitelerde okutulmasının yeterli olmayacağı, hayatın her alanında, çarşıda pazarda devlet dairelerinde mahkemelerde kullanılabilmesi gerektiği söylendi. Kürtçe bu şekilde özgür olursa Kürtler de bir ulus olarak tanınabilir ve “Türkçesi bozuk vatandaşlar” olarak görülmezler. Kürtler “Türkçesi bozuk vatandaşlar” olarak görüldüğü müddetçe Türk işçilerden daha fazla sömürüldüklerine, sömürünün yoğun olduğu işlerde onların çalıştığına değinildi. Kürt emekçilerinin kimlik sorununun ancak Türkiyeli Kürt ve Türk emekçilerin birlikte hareket etmesiyle aşılabileceği anlatıldı.
Bültenimiz sadece politik görüşlerimizi içermekle kalmıyor. Bültenin arka sayfası daha çok yaşadığımız mahalledeki işçilerin atölyelerde yaşadıkları sorunlara ayrılmış. Bu sorunlara karşı işçilerin birlikte dayanışma içinde hareket etmesi gerektiğini vurguluyor.
İlk sayımızda bir atölyede aylıkların ve mesai ücretlerinin zamanında ödenmemesine ilişkin bir haber yer aldı. Aynı atölyede aylıkların ve mesai ücretlerinin düşük olmasından da bahsettik. Başka bir atölyede ise işçilerin patronla aralarında çıkan sorunlarda ortak bir tutum alamadıkları, bazı işçi arkadaşların bu yüzden istifa etmeleri konu edildi. İstifanın bir çözüm olmadığı, işçilerin ortak hareket ederek patronla mücadele etmesi gerektiği vurgulandı.
İkinci sayıda ise bir atölyede yemeklerin işçi sağlığını tehdit edecek kadar kötü olması işlendi. Yine bu yüzden işçiler olarak istediğimiz yerden yemek yiyebilmemiz için aramızdaki dayanışmayı sağlamak zorunda olduğumuza değindik. Ayrıca ortacılara aynı atölyedeki makinacı ve diğer işçilerinin kötü davranışları da bültenimizin bu sayısında yer aldı. İşin farklı kısımlarını yapsalar da bütün işçilerin çıkarlarının ortak olduğunu, bu yüzden bu tür davranışların yanlış olduğunu anlattık. Bununla birlikte bir atölyede bir işçi arkadaşın işini kaybetmesi ve diğer işçi arkadaşların buna müdahale etmemesini konu alan bir haber de bültenimizde yer aldı.
Bülten dağıtımı sonrasında kimi atölyelerde görüşlerimizin tartışıldığını duyduk. Özellikle Kürtçe’ye özgürlük konulu bildirimiz kimilerince desteklenmiş, kimileri de karşı çıkmış. Bazı atölyelerde özellikle bültenin işçilerle ilgili olan bölümünün etkili olduğunu öğrendik. Bazı işçi arkadaşların kendi sorunlarının da bültende yer almasını istediklerini öğrendik.
Kısa vadede bülten faaliyetimizden neler bekliyoruz?
Bültenimiz sayesinde mahallemizdeki işçilerin kendi sorunlarına karşı duyarlı olmalarını sağlayabiliriz. Mesai ücretlerinin düşüklüğü, aylıkların zamanında ödenmemesi, patronun küfrü veya tacizleri veyahut bir işçinin işinden olması... bütün bunlar işçilerin bir çoğu için çok sıradan günlük olaylar olarak görülüyor. Bültenimiz bu tür olaylar karşısında duyarlı ve tepkili olmayı sağlayabilir. Bu tür durumların bir kader olmadığını dayanışmayla, ortak bir duruşla aşılmasının mümkün olduğunu işçilere anlatabilir. Ancak biliyoruz ki tek başına bültenimiz mahallemizdeki emekçilerin ihtiyacı olan önderlik boşluğunu dolduramaz. Kitlelere önderlik edebilmek için onların içinde onlarla birlikte olmak gerekiyor. Örneğin işçilerin maruz kaldıkları bir haksızlığa karşı çıkmalarını, devrimci bir tavır alabilmelerini sağlamak için onların yanında olmak gerekir. Devrimci tavrın nasıl olması gerektiğini gösterebilmek gerekir. Dışarıdan atıp tutan pozisyonunda olmamak için işçilerle bağlarımızı geliştirmek zorundayız. Kısacası komünistler olarak kendimizi işçilere benimsetmek gibi bir görevimiz var.
Eğer bültenimzde yer alan dayanışma fikri, örgütlü hareket etme, saldırılara karşı koyma fikri pratiğe geçebilirse bültenimiz o zaman işlevli olmuş olacak. Yani bültenimizde dile getirilen fikirler üzerinden ne yapılabileceğini düşünmeye başlayan birileri varsa bültenimiz hedeflerinden birine ulaşmış olacaktır.
Bültenimiz gazetemizin belirlediği çerçeve içinde devrimci düşüncelerimizi kitlelere taşımanın bir aracıdır. Komünistler olarak amaçlarımızın ne olduğunu güncel gelişmeler vesilesiyle anlatmayı hedefliyoruz. Bülten sayesinde komünistler olarak siyasi çizgimizin işçiler tarafından takip edilmesini sağlamayı hedefliyoruz. Bu şekilde işçi arkadaşlarla daha siyasi ortaklıklar kurmayı planlıyoruz.
Öte yandan bültenimizi yaygın olarak dağıtıyor olmamız, bize siyasi görüşlerimizi işçilerin geniş bir kesimine ulaştırma olanağını sağlıyor. Özellikle burjuvazinin kendi ideolojisini gazeteler, televizyonlar gibi araçlarla işçi sınıfına pompaladığı günümüzde bizim de kendi güçlerimize dayanarak kendi siyasi fikirlerimizi işçi sınıfına taşımamız gerekiyor.
Yolumuz uzun, hedeflerimiz ciddi yolumuzu şaşırmadan, hedeflerimizi karıştırmadan komünist bir çizgide ilerleyeceğiz.
“Kürdistan’dan Elinizi Çekin!”
Savunmacı, İktidar Perspektifi Olmayan Bir Slogan
ATILIM gazetesinin 19 Ocak tarihli sayısı devrimci hareketin emperyalist saldırganlıklar karşısındaki kafa karışılıklarını sergileyen iyi bir örnek. Gazete manşetini “Kürdistan’dan elinizi çekin!” diye atmış. Aynı sayfada yer alan başyazı bu çağrıyı daha somut bir biçimde dile getiriyor: “Emperyalistler ve gerici bölge devletleri Kürdistan’dan elinizi çekin!”. Bu slogan emperyalist saldırganlıklar ve ulusal kurtuluş hareketleri hakkındaki kafa karışıklığının bir göstergesi.
Emperyalist saldırganlıklar akılsızlıkların ya da siyasi ihtirasların ürünü değil. Emperyalistler dünyayı kendi buhranlarına çözüm bulmak amacıyla yeniden ve yeniden paylaşıyorlar. Emperyalistler arasındaki paylaşım kavgaları kimi zaman barışçıl şekilde gerçekleşiyor kimi zaman da açık bir savaş şeklinde. Ama bu paylaşım kavgası her seferinde nesnel zorunlulukların, emperyalist-kapitalist dünya sistemindeki buhranlara çözüm bulmak amacıyla çıkıyor. Tam da bu yüzden emperyalistlere “Kürdistan’ı paylaşmayın!” diye seslenmek bizim işimiz olmamalı. Madem emperyalistler Kürdistan’ı canları istediği için ya da kötü niyetli oldukları için paylaşmıyorlar, madem emperyalistler Kürdistan’ı yeniden paylaşmaya mecburlar öyleyse devrimcilere düşen şey emperyalistlere çağrılar yapmak olmamalı.
Devrimciler bu paylaşım kavgasının yarattığı fırsatları proleter devrim doğrultusunda nasıl değerlendireceğini belirlemeli. Devrimciler işçi ve emekçilere seslenmeli; onları emperyalist saldırganlıklara son vermek için iktidarı almaya çağırmalı. “Kürdistan’dan elinizi çekin!” sloganı ise bu amaca hizmet etmiyor.
Bu sloganın en sakıncalı yönü şu soruyu sorunca ortaya çıkıyor: Slogan neden dün değil de bugün atılıyor? “Kürdistan’dan elinizi çekin!” sloganı neden emperyalistler ve bölge devletleri arasında yeniden paylaşım pazarlığı başlayınca atılıyor?
“Kürdistan’dan elinizi çekin!” sloganının sadece paylaşım kavgalarının arifesinde yükseltilmesi bir tesadüf değildir. Bu slogan esas olarak paylaşım kavgalarına karşı olan bir slogan. Bu paylaşım kavgalarının son bulmasını istiyor. Bugün için somut talebi de özellikle ABD ve TC’nin Kürdistan’a ilişkin yeni pazarlıklar yapmayı bırakması. Ama emperyalist paylaşımlar kapitalizme özgü bir durum değil mi? Bunların proleter devrimler olmadan biteceğini ummak boş umutlar yaymak olur. İşçilere emekçilere özgürlüğün savaşarak ve ancak komünistlerin önderliğinde bir mücadeleyle kazanılacağını söylememek olur. “Kürdistan’dan ellerinizi çekin!” sloganının “Özgür Kürdistan” gibi bir iktidar hedefi yoktur. Emperyalistlerin yeni saldırıları karşısında var olan durumu savunur. En iyi ihtimalle var olan durumun nasıl değiştirileceğine ilişkin sessiz kalır.
Hem paylaşım kavgaları olmayınca Kürdistan özgürleşmiş mi oluyor? Dün Kürdistan özgür müydü? Emperyalistlerin ya da “gerici bölge devletleri”nin elleri Kürdistan’da bulunmuyor muydu? Bugüne kadar Kürt halkı zulmü, sefaleti, yoksulluğu yaşamıyor muydu? Emperyalistler Kürdistan’dan ellerini çekse de Kürt ezilenlerinin efendileri başlarında durmaya devam edecek. Kürt halkı sömürülmeye, ezilmeye devam edecek. Ezilenler kendileri özgürlüğü yaşayabilecekleri bir proletarya diktatörlüğü kurmadıkça, iktidarı ellerine kendi ellerine almadıkça efendilerin kim olduğunun bir önemi var mı?
Emperyalistler paylaşım kavgalarına girmeden önce de Kürdistan bölgedeki devletler arasında pay edilmemiş miydi? Dört devlet tarafından parçalanmış, her birinin sömürüsüne sunulmamış mıydı? ABD ve TC bu bölgeye yönelik planlar yapmayı bıraksa da emperyalistler “ellerini çekse” de bu bölge emperyalizme bağlı değil miydi? Öyleyse emperyalistlere bölgeden elinizi çekin demek şu an hayata geçirilmesi düşünülen yeni paylaşım karşısında eski paylaşımı savunmak değil midir? Bu sloganın devrimci bir içeriği var mıdır?
Bu nedenlerle Köz’ün arkasında duran komünistler emperyalistlere Kürdistan’dan ellerini çekmeyi önermiyor. İşçi ve emekçilere “Özgür Kürdistan” sloganı çerçevesinde bir mücadelenin özgürlüğün tek yolu olduğunu anlatıyor.
Çünkü
“Özgür Kürdistan!” işçilere ve emekçilere seslenir “Kürdistan’dan elinizi çekin!” ise emperyalist devletlere ve onların işbirlikçilerine.
“Özgür Kürdistan!” bir iktidar hedefi taşır. “Kürdistan’dan elinizi çekin!” bir uyarı, en iyi ihtimalle bir tehdittir.
“Özgür Kürdistan!” bölgedeki gerici devletler Kürt emekçilerinin ayaklanmasıyla parçalanmadan Kürtlerin kurtuluşunun gerçekleşmeyeceğini belirtir. “Kürdistan’dan elinizi çekin!” ise sadece yeni bir paylaşım kavgasına karşı çıkar. Devrimlerin dışındaki gelişmelerin de Kürt emekçilerinin durumunu düzeltebileceğini savunur.
19 Ocak tarihli başyazı dikkatli okunduğunda “Kürdistan’dan elinizi çekin!” sloganının sonuçları daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Emperyalistlerin Kürdistan’dan elini çekmesini isteyen Atılım aynı zamanda şunları yazıyor:
“Güney’de 5 milyon Kürt yaşıyor. Ama Türk devletinin yağma ve işgaline uğramış topraklarda yasayan Kürtler ise (bir kısmı savaş koşullarında göç etmiş olsa da) 20 milyon civarındadır. Üstelik birçok Avrupa ülkesinde ve Ortadoğu’da kurdukları diplomatik ilişkiler, örgütlenme ve kurumlaşma düzeyi Güney’den ileridir. İlan edilecek bir devlet, ilk önce ulus olma bilincine ulaşmış Kuzey Kürdistan Kürtlerini etkileyecek ve önünü açacaktır”
Atılım Güney Kürdistan’da ilan edilecek bir devletin Kuzey Kürdistan’daki mücadelenin önünü açacağını savunuyor. Güney Kürdistan’da örgütlü iki partinin bulunduğu biliniyor. İsimleri KDP ve YNK olan bu partilerden hiçbirinin Kürt halkının dostu olmadığı biliniyor. İki partinin de sırtını emperyalistlere dayadığı, PKK’nin “Demokratik Cumhuriyet” perspektifini benimsemediği dönemlerde bu iki partiyi “hain” ilan ettiği de bir başka gerçek. Öyleyse, Güney’de bir devlet ilan edilirse, bu devleti ilan edecek güçler KDP ve YNK’dan başkası olamaz. Atılım böyle bir devletin Kuzey Kürdistan’daki mücadelenin önünü açacağını ileri sürüyor. Böylelikle “Kürdistan’dan elinizi çekin!” sloganının gerçek niteliği bir kez daha ortaya çıkıyor. Atılım Kürdistan’da bir emekçi ayaklanması dışındaki bir gelişmenin de Kürt halkının önünü açacağına inanıyor. Emperyalistler ve bölgedeki gerici devletler kürdistan elinizi çekin!” diye manşet atan Atılım, emperyalizmin önemli işbirlikçilerinden Barazani ve Talabani’nin kuracağı bir devletin Kürt halkının önünü açacağını savunuyor. Demek ki Barazani ve Talabani’nin kuracağı devleti “gerici bölge devletleri”nden biri olarak görmüyor.
Yanlışlar burada bitmiyor. Güney Kürdistan’da kurulacak bir devletin Kuzey Kürdistan’daki mücadelenin önünü açacağını ileri süren Atılım önemli bir noktanın daha üstünden atlıyor. Kuzey Kürdistan’daki mücadelenin önünün nasıl açılacağını belirtmiyor. Kürtlerin önü kendi kendine mi açılacak yoksa bir takım örgütler Kürtlerin önünü açmak için Kürtlere önderlik mi edecek? Eğer önderlik şartsa “Kuzey Kürdistan’daki kürtlere kim önderlik edecek? Başyazıda “Üstelik birçok Avrupa ülkesinde ve Ortadoğu’da kurdukları diplomatik ilişkiler, örgütlenme ve kurumlaşma düzeyi Güney’den ileridir” deniyor. Avrupa ülkesinde ve Ortadoğu’da diplomatik ilişkiler kuran kim? Yanıt elbette PKK. PKK “Demokratik Cumhuriyet” istemiyor mu? Demokratik Cumhuriyet isteyen bir örgütün Avrupa’da kurduğu ilişkiler Kürt halkının özgürlük mücadelesini nasıl ilerletebilir? Üstelik bu ilişkiler Avrupa’daki işçilerle kurulmuş bağlar değil de emperyalist devletlerle ve “gerici bölge devletleri”yle kurulmuş “diplomatik” ilişkilerse bu ilişkilere güvenmek mümkün olabilir mi? Abdullah Öcalan’ın rehin alınması söz konusu diplomatik ilişkiler yüzünden gerçekleşmedi mi
Sınıf Pusulası dergisinde PKK’ye ve İmralı savunmasına ilişkin değerlendirmeleri hatırlayanlar bu yazı hakkında daha çok şaşırıyorlardır. Söz konusu yazıda bir özeleştiri verilmişti. Atılım’ın PKK konusunda kuyrukçu bir çizgiye savrulduğu kabul edilmiş, PKK önderliğinin devrimcilikle ilişkisinin kalmadığı açık seçik belirtilmişti. O günden beri ne PKK’nin önderliği değişti ne de PKK’nin “Demokratik Cumhuriyet” hedefi. Üstelik PKK devrimci akımlarla arasına mesafe koymak istediğini ölüm oruçları sırasında devrimci hareketlerden ayrı durarak açıkça belli etti. Tüm bunlara karşın Atılım PKK’yi yeniden devrimci bir örgüt olarak mı görüyor? Eğer PKK’yi devrimci bir örgüt olarak görmüyorsa, PKK’nin diplomatik bağlarını Kürt halkının özgürlük mücadelesi için ileri bir adım olarak değerlendirmek neyle bağdaşır?
Titizlikle Ayırdedilmesi Gereken İki Ayrı Sorun
Bugün Kürt sorunu dendiğinde birbirine karıştırılan iki ayrı sorun var. Bu sorunlardan birincisi Kürdistan sorunu diğeri ise Kürtlerin kimlik sorunu. Halbuki Kürdistan sorunu ve kimlik sorunu birbirinden titizlikle ayırt edilmesi gereken iki sorun.
Kürtlerin kimlik sorunu Kürt kimliğinin tanınmamasından, Kürt kimliğine değer verilmemesinden, Kürtlerin inkar edilmesinden, aşağılanmasından kaynaklanan bir sorun.
Kürdistan sorunu ise dört ayrı devlet tarafından parçalanarak işgal edilmiş bir coğrafyanın sorunu. Bu coğrafyada yaşayan Kürtler işgalci devletlerin esareti altında. Toprakları işgal altında olan Kürtlerin elleri kolları bağlanmış durumda. Siyasi iradeleri tanınmıyor; devletleşmelerine izin verilmiyor. Kürdistan’daki Kürtler ne zaman devletleşmek isteseler işgalci devletlerin imha saldırılarıyla karşı karşıya kalıyorlar. Kürdistan sorunu ancak işgalci devletlerin yıkılmasıyla işgal ettikleri topraklardan kovulmasıyla, dört ayrı devlet tarafından parçalanmış Kürt emekçilerinin kendi birleşik devletlerini kurmalarıyla çözülebilir. Bu sorunu çözecek olan asıl olarak işgal altındaki topraklarda yaşayan emekçilerdir. Kürdistan sorunu Kürdistan’ın dört bir yanında yaşayan emekçilerin ayaklanmasıyla çözülecektir. Kürdistan dışında yaşayan Kürtlerin protestoları bu sorunu devrimci bir biçimde çözemez. Kürdistanlı emekçilerin ayaklanması için Kürdistan’ın dört yanında da örgütlenmiş devrimci bir partinin varlığı şarttır. Türkiyeli bir devrimci parti Kürdistan sorununun çözümü için Kürdistanlı emekçilere önderlik edemez. Böyle girişimlerde bulunan partilerin hepsi sonunda sosyal şovenizme varacaklardır. Bu yoldan geçenlerin sosyal-şovenizme varması kaçınılmazdır çünkü Türkiyeli partilerin Kürdistan’ın kurtuluş mücadelesine önderlik etmeye kalkışmasının arkasında hep Kürdistanlı komünistlerin Türkiyeli komünistlerin ağabeyliğine ihtiyaç duyduğu düşüncesi vardır. Bu sorunu çözecek parti sorunun bulunduğu topraklarda örgütlenmesi şarttır. Bu yüzden Kürdistan’ın özgürlüğü için mücadele ettiğini söyleyen bir partinin samimiyetini sınamak için Kürdistanlı emekçilerin işgalci devletlere karşı birleşik mücadelesini örmek için ne yaptığına bakmak gerekir.
Kürtlerin kimlik sorunu ise Kürdistan sorunuyla birlikte apayrı bir sorundur. Kürtlerin kimlik sorunu sadece ya da esas olarak Kürdistanlı emekçilerin sorunu değildir. Kimlik sorunu dünyanın dört bir yanındaki Kürt emekçilerinin sorunudur. Dünyanın dört bir yanında Kürtler ikinci sınıf insan olarak görülmektedir. Dünyanın her yerinde Kürtler kimliklerinden ötürü aşağılanmaktadır. Elbette dünyanın hiçbir yanında bu aşağılanma İran, Irak, Suriye ve özellikle de Türkiye’deki boyutlatırıyla yaşanmamaktadır. Ancak dünyanın dört bir yanında Kürtlerin kimlikleri yok sayılmakta dilleri hor görülmektedir. Bu sorunun çözümünde sadece Kürdistanlı emekçiler yer almayacağı gibi sadece Kürt emekçiler de yer almayacaktır. Türk olsun Laz olsun, Çerkez olsun, Alman olsun, Fransız olsun Kürt emekçilerle birlikte çalışan birlikte sömürülen tüm emekçiler bu sorunu kendi sorunları olarak görmeli Kürtlerin kültürel haklarını kazanmaları için birleşik bir biçimde mücadele etmelidir.
Kürdistan sorunun çözümü için asıl olarak Kürdistan’da örgütlenen bir devrimci partinin varlığı şarttır. Ama Kürtlerin kimlik sorununu sadece Kürtleri örgütleyen bir partiyle çözmek mümkün değildir. Kürtlerin kültürel olarak ezilmişliği sorunu sadece Kürtlerin sorunu olmadığı için sadece Kürtlerin örgütlenmesi ya da harekete geçirilmesiyle çözülemez. Kürtlerin kültürel hakları için farklı etnik kökenlere ait işçileri dışlayarak sadece Kürt emekçileri örgütlemeye çalışanlar ortak düşmana karşı çarpışan işçileri bölerek zayıflatırlar. Bu yüzden her devrimci parti üzerinde mücadele ettiği topraklardaki bütün işçileri Kürtlerin kültürel haklarını tavizsiz bir biçimde savunmak amacıyla örgütlemelidir.
Tüm bunlardan ötürü ana dilde eğitim talebinin Kürdistan sorunuyla değil Kürtlerin kültürel sorunlarıyla ilişkili olduğu görülmelidir. Anadilde eğitim mücadelesi özgür Kürdistan mücadelesinden bağımsızdır; bu mücadelenin bir basamağı ya da taktik aşaması olarak görülemez. Bu mücadeleyi vermek dünyanın dört bir yanındaki devrimci örgütlerin temel sorumluluğudur. Hiçbir örgüt devrimcilikten vazgeçmeden Kürtlerin kültürel hakları için verilecek mücadeleden yan çizemez. Aynı şekilde bağımsız Kürdistan mücadelesi veren örgütler ana dilde eğitim mücadelesini kendi tekelleri altında tutamazlar.
Komün Barikatlarında Bir Kadın Militan
Paris Komünü deneyime hayat veren ve Komün'de kendinden izler bırakan kadınlardan birisi de Louise Michel'di.
Louise Michel, bir şatoda hizmetçilik yapan bir kadının çocuğuydu, babası ise belli değildi. Kaleme aldığı anılarında kendini şu sözlerle tarif etti:
«Piç denilen çocuklardanım; ama bana dünyaya gelme bahtsızlığını bahşedenler özgür insanlardı; birbirlerini sevdiler; doğumumla ilgili olarak anlatılan sefil öykülerin hiçbirisi doğru değildir ve annemi yaralayamaz. O hayatım boyunca tanıdığım en dürüst kadındır» diyordu.
Böylece, Louise en baştan, daha kendini tanıtırken, toplumun yerleşik değer yargılarına ters düşmekten ürkmeksizin annesine ve kendisine birer kadın olarak sahip çıkarken baş kaldıran ve isyancı bir tutum sergiliyordu. İleride Komün barikatlarındaki kavgacı ve uzlaşmaz tutumunun ilk işaretleri daha bu tutumun içinde saklıydı.
Küçük Louise dedesiyle büyük annesinin yanında büyüdü; okuma-yazmayı dedesinin gayretleriyle öğrendi. Şiir yazmayı sevdi, bazılarını Victor Hugo'ya gönderdi ve sürgündeki şairden cevap aldı. İlkokul öğretmeni olmak istedi ve sınavları kazandı. Ancak bu mesleği yapabilmesi için imparatorluğa bağlılık yemini etmesi gerekiyordu; Louise Michel bunu reddetti: dedesinden aldığı eğitimle sıkı bir cumhuriyet taraftarı olmuştu. Sonuçta resmi okullar yerine özel okullarda çalışmak zorunda kaldı. Bu sırada Paris'de katıldığı tartışmalar sayesinde anarşizmle tanıştı. Michel'in de imzasını taşıyan «Anarşistler Bildirisi» onun yaşamına damga vuran belli başlı fikirleri yansıtmaktadır:
"Anarşistler, düşünce özgürlüğünün her yerde tanındığı bir çağda sınırsız özgürlüğü savunmayı hak ve görev olarak bilen insanlardır... Özgürlükten yanayız ve bunu, kökeni ve biçimi ne olursa olsun, ister dayatılmış, ister seçilmiş olsun, kralcı ya da cumhuriyetçi olsun herhangi bir iktidarın varlığıyla bağdaşmayacağına inanıyoruz... Eşitlik olmadan özgürlük olamaz!... Bizim istediğimiz eşitlik, özgürlüğün önkoşulu olan gerçek eşitliktir. Herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar, diyoruz!"
Her ne kadar, bu sözle bir anarşist bildirinin içinde yer almış olsa da, burada tarif edilen eşitlik ve özgürlük fikirleri komünizmin temel kalkış noktalarını ifade etmektedir. Kaldı ki, bu metne imza atanların arasındakilerin birçoğu da dahil olmak üzere işçi hareketinin çeşitli akımları kadının yerinin ev olduğunu düşünmeye devam ediyorlardı. Louise daima anarşistlerin saflarında olduğu halde onları da kayırmayarak şu eleştiriyi getirenlerdendi:"Erkek, hangi kesimden olursa olsun, hep efendidir. Biz kadınlar onunla hayvanlar arasında yer alan ayrı bir tür sayılırız. Proudhon kadınları ev kadını ve fahişe olmak üzere ikiye ayırmıştır. Acı içinde itiraf ediyorum biz, çağlar boyunca bu hale getirilen, başka kasta dahiliz. Cesaretimiz varsa bu bir hastalık belirtisi olarak görülür. Bazı bilgileri kolayca öğrenirsek, bu da hastalıklı bir durum gibi görülür. Ben bütün hayatımca buna güldüm. Bugün artık, yanlışlığı ileride anlaşılacak olan bütün hatalar gibi buna da gülüp geçiyorum."
O sıralarda bu fikirleri savunanlar marksist komünistlerin arasındaydı; Michel hiç bir zaman anarşizmi terkedip onların saflarına katılmadı; hep anarşistlerin saflarında kaldı. Zira Enternasyonal içindeki tartışmalarda kadınların aşağılanmasına karşı koyanlar yalnız marksistler olduğu halde, Michel’in öne çıktığı Komün barikatlarında marksistlere rastlama olasılığı pek azdı. Komün delegeleri içinde yalnız bir tanesi marksistti.
Nitekim Paris Komünü'nde de başlangıçta kadınlar sürekli geri tutulmaya çalışılmış, toplantılara katılmaları önlenmek istenmişti; kadınların erkekler gibi sokaklarda savaşamayacakları düşünülüyordu. Paris'li kadınlarla birlikte, Louise Michel bileklerinin hakkıyla bunun tersini kanıtladılar.
17-18 Mart gecesi general Vinoy'un birlikleri, Parislilerin ellerinden toplarını almakla görevlendirilmişti. Kadınlar bu bilgiyi ulaştırmak üzere gereken zamanı bulmuşlardı. Louise Michel ve Ferre'nin yönettikleri Onsekizinci İlçe Güvenlik Komitesi bunun üzerine, Montmartre tepesine gitti. Tepeye giden kadınlar, çocuklar ve federe muhafızlar askerlerle lişki kurup, onlarla neşeli ve kardeşçe bir ilişki geliştirdiler. Generaller askerlerine Parisliler üzerine ateş etme emri verdiğinde artık çok geçti. Askerler emre uymadı; emri veren iki general tutuklanarak kurşuna dizildiler.
Daha sonra Komün'ün ezilmesi sırasında «petrolöz» denen ve ellerindeki gaz bidonlarıyla burjuva ordularına kabuslar yaşatan kadınların öyküleri dilden dile dolaştı. Barikatlarda, idam mangalarının karşısında, zindanlarda kadınlar erkeklerin yanında yerlerini almasını bildiler.
Sadece Louise Michel'in yıllarca hapis yatmasına neden olan iddianameler bile, hem onun hem de genel olarak kadınların Komün'deki rolünü yansıtması bakımından çarpıcıdır:
«18 Mart'ta General Lecomte ve Clement Thomas'ın tutuklanmalarında rol almak»; «"onları bırakmayın" diyerek, öldürülmeleri eylemine katılmak»; «19 Mart'ta Belleville ve Villette mahallelerinin silahlandırılması sorumluluğunu üstlenmek, bu eylemler sırasında Ulusal Muhafız üniformasını giymek»; «Komün'ün ilan edilmesinden sonra "Kadın İşçilerin Çalışarak Ahlaklı Yaşaması Komitesi" sekreteri olarak "Kadınlar Birliği Merkez Komnitesi" kurmak»; «Komün'ü Versailles güçlerine karşı savunmak için, kadınlardan oluşan ve komünarlara sağlık hizmeti veren ambülansçı birimleri; barikatlarda dövüşecek savaşçı birlikleri; yangınlar çıkarmak üzere kundakçı (petrolöz) bölükleri örgütlemek»; «Devrim Klübü başkanı olarak 18 Mayıs'ta alınan mahkemelerin kapatılması, rahiplerin tutuklanması, Blanqui'nin serbest bırakılması için 24 saatte bir rehinenin kurşuna dizilmesi kararına katılmak»; «Issy, Clamart ve Montmartre çatışmalarında bilfiil yer almak»... vs.
Louise Michel bu ve benzeri suçlamalarla yargılandı ve bir avukat tarafından savunulmayı reddetti. Kendi yaptığı savunmada «tüm varlığımla toplumsal devrime aidim ve bütün davranışlarımın sorumluluğunu kabul ediyorum; yaptıklarımı bilerek ve isteyerek yaptım» dedi.
Parisli bir kısım kadının Versailles'ın karşı-devrim güçleriyle yapmak istedikleri barış görüşmelerine karşı Louise Michel'in kaleminden çıkan Paris Komünü bildirisi de şunları söylüyordu:
"Hayır! Parisli işçi kadınlar barış değil, kanlarının son damlasına kadar savaş istiyorlar. Bugün uzlaşma ihanet olur, mutlak toplumsal yenilenme, varolan hukuki ve toplumsal ilişkilerin yıkılması, ayrıcalıkların sömürünün ortadan kaldırılması, sermaye egemenliği yerine emeğin egemenliğinin konulması, emekçinin kendi kurtuluşunu sağlaması yönündeki bütün umutlarımızın sonu olur."
Louise Michel'e bu görüşleri ve yaşamının çarpıcı radikal yönleri nedeniyle feministler; anarşistlerin saflarında yer aldığı için de anarşistler sık sık sahip çıkmaktadır. Ancak bugünün anarşistleri veya feministleriyle Louise Michel ve onun gibi militan kadınların arasında benzerlik kurmak pek güç.
Bugün kendisini hala anarşist olarak tanımlayanlar tarihten bir takım dersler çıkarmış görünüyor! Bu derslerin onları Micehel'e yaklaştıran hayırlı dersler olmadığı apaçık. Gerçi belki artık kadınların evlerine kapanmalarını savunan anarşist kalmamıştır. Ama hala sık sık ateşten bahsettikleri halde, kendilerini ateşe atmaktan sakınmayan anarşistlere de pek rastlanmıyor. Hesaplı, akılcı ve gerçekçi olmak; «çılgınlık»lardan uzak durmak gerektiği hakkındaki bilgiççe nasihatlerden anarşistlerin de nasiplerine düşeni aldıkları, hatta birçok durumda bu liberal nasihatlerin anarşizm adına savunulduğu daha sık görülüyor.
Bu bakımdan bugün kendilerine anarşist diyenlerin Louise Michel'le aynı ruh halini savunduklarını söylemek bile çok güç. Louise Michel Komün'ün kızıl bayrağı altında durmakta hiçbir sakınca görmemişti; şimdi anarşizmin ayırdedici yönlerinin başında bayrağın rengini karaya çevirmek geliyor.
Zaman zaman Michel'e feminizmin öncülerinden biri diye sahip çıkan feministler için de benzeri bir durum sözkonusu. Michel’in göze aldıklarından pek çoğunu yapmaya cüreti olmayan; söylem bir yana, gündelik hayatlarında erkek egemenliğini ciddi bir biçimde karşısına alamayan kadınlar arasında bile feminist kimliğine sahip çıkma iddiasında olanlar görülebiliyor. Michel erkeklerle ve genel olarak devrimcilerle omuz omuza savaşırken eleştirilerini ve başkaldırısını hiç esirgemediği halde, bugünün feministleri daha çok bu kimliklerini kendilerini devrimcilerden ayrılmak, onlardan bağımsız olmak noktasında hatırlayabiliyor.
Louise Michel, kadının özgürleşmesini savunmanın hiç de basit olmadığı bir dönemde özgürlüğü yanlızca söylemle, ya da belirli ayrıcalıklara sahip olarak yaşamakta aramadı. Bu mücadeleyi genel ve sınıflar üstü bir zeminde değil, baldırı çıplakların yanında Komün barikatlarında aradı. Kota vb. yoluyla değil ellerinde silahlarıyla, gaz bidonlarıyla, barikatların üzerinde hayatlarını ortaya koyarak erkeklerin kadınlara kapatmak istediği siyaset dünyasına girenlerin arasında yer aldı.
Şimdilerde ancak resmi izin alındığı taktirde eylem yapmaya alışmış bulunan; bu izinli «eylemlerde» de erkekler katılsın mı, katılmasın mı; pankartların rengi mor mu olsun kızıl mı; sloganlar Türkçe mi olsun, Kürtçe mi; devrim ve komünizm gibi sözlerin olduğu sloganlar atılsın mı, atılmasın mı gibi tartışmalara boğulanlarla; kadın komünarlar ve Louise Michel arasında bir benzerlik kurulabilir mi? Ya da kadınların ezilmesi ve kurtuluşu sorununu yalnızca kadınların sorunu gibi görüp, erkeklerin olmadığı mitinglerde, balon uçurmayı marifet sayan feministlerle, barikatlarda savaşan Louise Michel arasında nasıl bir benzerlik kurulabilir?
Bugün kadının kurtuluşu mücadelesini, şiddetten, yıkıcılıktan uzak barış söylemleriyle dillendirenlerle; «eylem ve enerji» diye haykıran, «kıyasıya savaş», «hürriyet davası için dökülen oluk oluk kan: işte bunlar bizim zafer ve intikam unvanlarımızdır» diyenlerin birbirinden çok uzaklarda durduğu oldukça açık.
Buna karşılık, 8 Mart eylemi için erkekleri fabrikalardan çıkarıp kendileriyle hareket etmeye zorlayarak 1917 Şubat Devrimi'nin kıvılcımının çakılmasında büyük payı olan kadınlarla, Marx'ı Paris Komünü'nde bizzat savaşmaya çağıran, neden yanlarında olmadığını sorgulayan Louise Michel arasında daha rahat ilişki kurulabileceği de açıktır. Hatta feministler ve anarşistler arasında pek rastlanmıyor diye Louise Michel gibi militan kadınların artık görülmediği de söylenemez. Aksine Michel'in yaşadığı dönemdekine göre çok daha fazla sayılarda kadın, belki onu tanımadan, ama onun gibileri hiç aratmadan özgürlüğünü dağlarda, barikatlarda, fabrikalarda, eylemlerde arıyor; işkenceciler veya mahkeme heyetleri karşısında kimliğine toz kondurtmuyor.
Bu bakımdan bugün sözüm ona ona sahip çıkanlarla Louise Michel arasında benzerlik bulmak imkansız gibi görünse de, Gazi barikatlarına koşan, bedenini ateşe vermekten sakınmayan, dağlarda gerilla olan, gecekondularını, fabrikalarını savaş alanına çevirmekten sakınmayan kadınlarla Louise Michel ve onun gibiler arasında ilişki kurmak hiç de zor değil.
Bu nedenlerle Louise Michel'lere sahip çıkmak; onların bugünün liberal masallarının dekoru haline getirilmesine karşı durmak ve onların mücadeleci örneklerini komünizm davası için mücadelede yaşatmak komünistlerin ödevleri arasındadır.
Hiç yorum yok