Header Ads

Header ADS

Abdullah Öcalan’ın son elli yılı (2): Marx’tan kaçış

16 Ekim 2025

Bugün suçladığı o doğrultuyu izlemeseydi, Türkleştirme siyasetiyle Kürtlerin Türk kimliği içinde eritilmesini durdurmak, ileri siyasi bilince sahip kadrolar ve geniş bir sosyal taban edinmek, fiilen de olsa siyasi/sosyo-kültürel kazanımlar elde etmek ve davasını dünya gündemine taşıyarak desteğini genişletmek gibi başarılardan yoksun olacaktı. 

Abdullah Öcalan’ın ciltlerle ölçülebilecek kitaplarının eleştirisini birkaç kısa makaleye sığdırabileceğimi düşünmüyorum. Ama en azından 1990’larda başlayıp, yakalandıktan sonra geliştirdiği, ama asıl 27 Şubat günü yaptığı ‘Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’yla ve aynı başlığı taşıyan Manifesto’suyla açıklık kazanan son geldiği noktaya rengini veren ayırt edici noktaları ortaya koyabilirim.

Bir önceki yazımızda işaret ettiğimiz gibi Murray Bookchin, Öcalan’ın en çok etkilendiği, kitaplarında terminolojisinden en çok faydalandığı, yüksek egosuna rağmen siyasi yaşamında belki de ilk defa öğrencisi olmayı kabul ettiği yazardır. Üzerindeki etkilerini anlamak bakımından bir özet yararlı olabilir.


Kimdir Bookchin?

1930’lu yıllarda Bookchin henüz Marx-Lenin-Stalin çizgisinde bir komünisttir. İkinci Dünya Savaşı arifesinde Sovyetler Birliği’nden uzaklaşır ve Stalin’e düşman bir Troçki yandaşı olur. Fakat ölümünden sonra ardında bıraktığı hareketin başarısızlığını ve önder kesiminin ya akademisyen ya da dergi editörlerine dönüştüğünü görüp hayal kırıklığına uğrayınca ondan da kopar. 1950’li yıllarda doğuş halindeki Amerikan Yeni Solu içerisinde ekolojiyi ve ademi merkeziyetçi özyönetimi öne çıkaran bir isim olarak sivrilir. Toplumun ekolojik temelde nasıl yeniden yapılandırılabileceği üzerine bilindik çevrecilikten farklı görüşler geliştirir. Marksizm’den koptuğu için, kapitalizmin krizini kendi iç çelişkileri ve emek-sermaye antigonizması ile değil, ilkel toplumlarda başlayan tahakküm ilişkilerinin zamanımıza kadarki evrimiyle açıklar. Ona göreJozef Stalin’den başka, Mao Zedong, Ho Chi Minh, Fidel Castro gibi devrimci önderler de “diktatör”dü, zira Ekim Devrimi’nin açtığı yolda “bürokratik Sovyet sosyalizmi” yönünde ilerlemek kaçınılmazdı. Bu nedenle çıkar yolu devrimde değil, demokratik meclisler ve özgürlük reformlarında arar. Her türlü melanetin kaynağı olan ulus devlet, ancak “ekolojik anarşizm” ve “demokratik toplum”un konfederalizmle birleştirilmesiyle aşılabilecektir. Bu görüşleri onun az çok tanınmış post-anarşistler arasında yer almasını sağlar.

Parti, devrim, proletarya iktidarı ve sosyalizm yoluna girmeden, kapitalist sistem içerisinde hegemonyasız, sınıf merkezsiz, ademi merkeziyetçi tarzda ve demokratik teamüller içerisinde sosyalizme ulaşılabileceğinin teorisini yapanların hangi kanatta yer alırsa alsınlar, alınlarına “post” etiketi yapıştırılmasının nedeni budur. Birçok konuda ortaktırlar. Bununla birlikte, Bookchin, ister klasik anarşizmle olsun, isterse son moda post-anarşizmin uçuk biçimleriyle olsun arasına sınır koymuştur. Bir yandan Bakunin, Kropotkin ve 20. yüzyılın ilk yarısındaki İspanya geleneğinde somutlaşan tarihsel anarşizmi eleştirel tarzda sahiplenir, öbür yandan bireyselliğin ve nihilizmin yanı sıra, küreselliği öne çıkaran son moda post-anarşistlere karşı çıkar. Kendisininkini kolektivist yönelimli “toplumsal anarşizm” olarak adlandırır. Ekolojiyi merkeze koyması, spontane ayaklanma taraftarlarına karşı rasyonalist, örgütlü özgür belediyeciliği ve siyasi faaliyeti savunması onu öteki anarşizm biçimlerinden ayırır.[1]

Post-anarşist düşüncenin ileri gelenlerini özgürlükçü belediyeciliğin yegâne yol olduğuna ikna etmeye çalışır, ancak çabaları sonuç vermeyince 2002’de onları da terk eder. Anarşizme veda ettikten sonra kendini komünalist ya da liberter sosyalist olarak tanımlayacak, ondan dört yıl sonra da projesinin başarısızlığının hayal kırıklığı içinde yalnızlaşmış bir düşünür olarak hayata veda edecektir.

Onca zikzaktan, sık sık ters yönlerde açılar çizen görüş değişikliklerinden sonra, tek bir kalıba sokmak zordur Bookchin’i. Buna rağmen zikzaklarından arındırıp kendisine dünya solu ideolojik-siyasi haritasında bir yer belirlemek gerekirse, en doğrusu “Liberteryen sosyalist” (bundan sonra “özgürlükçü sosyalist”)[2] kategorisinde sınıflandırmak olur herhalde. Zaten 1954’te New York’ta kurulan Liberteryen Birliği üyesi olması da bunu teyit eder.

Esasen “özgürlükçü sosyalizm” homojen bir blok teşkil etmez; ütopik sosyalizm, anarşist komünizm, sosyalist feminizm, Batı Marksizmi, sosyal ekoloji, post-Marksizm, post-anarşizm gibi oldukça geniş bir yelpazede temsilcilerini bulmuş şekilsiz, sınırları belirsiz bir şemsiye terimdir. Bütünlüklü, teori ve pratiği, örgütlenme ve taktiği, program ve stratejiyi birleştirebilen tutarlı bir sistemleri yoktur. Teorisyenlerinin başka düşünürlerin fikirlerini kolayca kendilerine eklemleme yetenekleri buradan gelir. Ortak yanları Marksizm’in ekonomik determinist, işçici, kadın ve çevre sorununa kayıtsız olduğunu iddia etmektir. Seçenek olarak toplumsal hareketleri öne çıkaran, sınıf mücadelesi, devrim, iktidarı ele geçirmek gibi kavramları iptal eden bir siyaset modeli geliştirirler. Bu yönüyle bazı ekleme ve çıkarmalarla aynı payda altında bir araya getirilebilirler. Neoliberal kapitalizmin yükselişine ve “reel sosyalizm”in çöküşüne paralel olarak yeni bir canlanma dönemine girmeleriyse tarihsel geri çekişle bağlantılı olduklarının işaretidir.

Neden Marx değil de Bakunin?

Bookchin ekolojist, belediyeci ve anarşisttir; Öcalan da ekolojist, belediyeci ve anarşisttir. Bookchin geriye doğru Marx’ı kısmen sahiplenirken, tarihsel başlangıcını Bakunin’den yapan Öcalan neredeyse her andığında Marx’ı topa tutar. Bookchin tamamen aynı olmamakla birlikte, Bakunin’in hiyerarşi ve otorite karşıtlığı, özyönetim ve doğrudan demokrasi gibi görüşlerinden önemli ölçüde etkilenmiştir. Öcalan da öyledir. Bununla birlikte her ikisinde de Bakunin’in devrimci anarşizminden barışçıllığa ve reformizme doğru bir kayış söz konusudur. Öcalan kuruluş ve silahlı mücadele dönemlerinde daha çok Çin ve Vietnam devrimlerini, daha az Mahir Çayan’ı örnek almışken, 2000’li yıllardan itibaren çizgisini büyük ölçüde Bookchin’in anarşist döneminde yazdığı kitaplar biçimlendirecektir. Sağa kayış silahlı mücadele diye bir geçmişi olmadığı, teori ve aktivistlik düzeyinde kaldığı için Bookchin’de pek sırıtmaz. Öcalan’da ise U dönüşü denebilecek kadar net ve barizdir.

Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu’nda önceki kitaplarında sık sık gönderme yaptığı Bookchin adını hiç anmaz, ama Bakunin’den bir, Kropotkin’den[3] iki yerde söz eder:

Buna Marksizm’in en köklü revizyonu diyoruz. Marksizm’in sınıf kavramı yerine komünü geçiriyoruz. Kropotkin’in Lenin’e karşı eleştirisi doğrudur, Bakunin’in Marks’a karşı eleştirisi doğrudur. Eksiktir ama doğrudur. Marksizm’i bu konuda mutlaka bir eleştiriden geçirmek gerekir. Marks Bakunin’i anlasaydı, Lenin de Kropotkin’i anlasaydı, sosyalizmin kaderi kesinlikle başka türlü gelişirdi. Bu sentezi sağlayamadıkları için reel sosyalizm gelişti.

Öcalan’ın Marx ve Engels karşısında konumlanmış klasik anarşizmden çıkış yapması post-Marksistlerden farklı bir duruştur. Bunun bir nedeni Bakunin adının [4] militan devrimci bir çağrışım yapması, diğer nedeni ise her ikisinin de Narodnik devrimciliğe has ortak popülist kalıplar kullanmalarıdır. Dağda hâlâ parti/ordu/cephe gibi halk savaşı modeliyle savaşan, siyasi yönelişleri Öcalan’ın yeni fikirlerinin hayli gerisinden gelen (önderle takipçileri arasında her zaman bir mesafe olur) gerillalara açık reformist ve ütopik projeler uğruna partiyi feshetme ve silah bırakma çağrısı yapması olduğundan daha fazla sarsıntı yaratabilirdi. Bakunin ve Kropotkin gibi isyankâr yanlarıyla bilinen düşünürlerle yumuşak geçiş yapması daha kolaydı.[5] Öcalan, Kandil’in yönettiği dağdaki gerillalara doğrudan, katışıksız post-Marksist içerikli bir manifesto, açık seçik reformist bir yol önerseydi, kış ayazında Kalaşnikof çeliği tutmaya alışkın elleri aniden sıcak suya sokma etkisi yaratır, bu da büyük bir fireyle sonuçlanabilirdi.

Sonuncu kongrede her ne kadar İmralı ve Kandil ortak bir rotada ilerliyor gibi görünseler de, gerek seçim dönemlerinde AKP ve Erdoğan’a karşı tavır farklılıklarına, gerekse Öcalan’ın Serxwebûn’da yayımlanan “Perspektif” yazısındaki imalarına bakarak aralarında uyumlu bir beraberlik olmadığını kestirebiliriz. Öcalan’ın yakalanmasıyla başlayıp, Erdoğan’ın masayı devirmesiyle devam eden süreçte, ulusal hareketin teorik doğrultusu ile pratiği arasında fazla derin olmayan paradoksal bir yarık oluşması muhtemeldir. Teorinin savaştığı güçlerin esareti altındaki İmralı’dan, silahlı pratiğin eski rotayı tekrarlayan (hatta Sur-Hendek savaşlarında aşırıya kaçan) Kandil’den gelmesinin asimetrik bir gelişmeye sebep olmayacağı düşünülemez. Bunun doğurduğu iç gerilimin ayrıntılarını bilmesek de, İmralı 2000’li yıllardan itibaren daha çok Bookchin’in tezlerinin uyarlanması üzerinde yoğunlaşmışken, Kandil her ne kadar silahın gücünü devleti masaya çekme aracı olarak kullanıyor olsa da, 20.yüzyılın ikinci yarısındaki ulusal kurtuluş devrimlerinin etkisinden koptuğu izlenimi vermemekteydi. Öcalan Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nda yuvarlayarak “Kendinizi bir çözümsüzlük olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz” derken bunu ima ediyor olmalıydı.

Klasik anarşizmle ortak yanlarına gelince yola çıktığında Bakunin nasıl bir Rus Narodniği idi ise, ne kadar Marksist-Leninistlik iddiasında bulunursa bulunsun, Öcalan da fiilen ezilen ulus milliyetçiliği ile harmanlanmış bir Kürt Narodniği idi. İkisinde de ulusal sorun işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinden bağımsız olarak ele alınır. Parti adı “Kürdistan İşçi Partisi” olduğu halde buna uygun davranmamıştır. Sömürgeciliğe son verip ayrı devlet kuracak, öteki parçalarla birleşecek ve işçi sınıfı iktidarıyla sosyalizme geçecek bir yol izleyecekti. Oysa böyle olmadı, sosyal kurtuluştan kopuk bir ulusal kurtuluşçu, tıpkı Narodnikler gibi ulus/halk içindeki çelişkileri görmezden gelen bir sol popülist olarak kaldı. Bu, örneğine kapitalizmin çok az geliştiği Asya ve Afrika ülkelerinde sıkça rastlanan bir devrimci milliyetçilik çeşidiydi. Dolayısıyla Narodnizmden anarşizmin kurucu teorisyenliğine geçen Bakunin’le, sosyalist renkli devrimci milliyetçilikle yola çıkmış bir Kürt Narodniği olan Öcalan, küçük burjuva devrimci sosyalizminde buluşuyorlardı. Gerçi bu yine de her ikisini devrimci proletaryanın müttefiki yapar. Nitekim Marksizm-Leninizm’e adlarını vermiş Marx olsun Lenin olsun, bir yandan bu tür küçük burjuva devrimciliğini şiddetle eleştirmişler, bir yandan da ortak devrimci hedefleri gerçekleştirinceye kadar birlikte yürümeyi savunmuşlardır.

Çakışma noktalarından biri de, Bakunin’in devletin hiyerarşik ve merkezi yapısı gereği bireysel özgürlüğü ve toplumsal eşitliği bastıran bir aygıt olduğunu düşünmesi ve buna karşı merkezi otoritenin baskısından kaçınabilmek için ortak toplulukların kendilerini kurtarmalarına imkân sağlayacak federalizmi savunmasıdır. Bakunin’in Proudhon’dan devşirdiği belediyeci ve konfederalist fikirleri ile, Öcalan’ın “neredeyse özerk yerel toplulukların bir federasyon içinde gevşek bir şekilde bağlı olduğu bir hükümet teorisi veya sistemidir” diye tanımladığı “komünalizm” aynı ütopyacı mantığın tasarımlarıdır.

Öcalan’ın önceki kitaplarında uzun uzun anlattığı Bookchin’in adını Manifesto’da hiç anmayıp, yalnızca Bakunin ve Kropotkin’den söz etmesi nereden çıkış yaptığının ipucudur. Metin boyunca Bakunin ve Kropotkin artık anılmayacak, ama aralarındaki düzeysel yakınlık her bölümde hissedilecektir. PKK doğuşu itibariyle Rus Narodnizmi kökenli anarşizmle benzer yanlar taşımasına karşın, son yarısında içeriğini Bookchin’in imbiğinden geçirilmiş özgürlükçü sosyalizm ve çağdaş anarşizmle doldurduğu için klasik devrimci anarşizmden ayrılır. Bakunin kapitalist devleti yıkmaktan yanadır, Marx’ta karşı çıktığı yıktıktan sonra proletarya diktatörlüğüne geçmeyi savunmasıdır. Hem Bookchin hem de Öcalan’da Bakunin’in devrimci yıkıcılığı yoktur. Bunun kanıtı Kürt ulusal devleti, federasyon, otonomi gibi çözümlerden vazgeçtikten sonra, Türkiye Kürtlerine sömürgeci dediği Türk devletiyle diyalogtan başka bir yol bırakmamasıdır.

Ne Mouffe ve Laclau ne de Bookchin, Bakunin ve Kropotkin gibi isyankâr devrimciliğe ilgi duyarlar. Zira reformizmleri radikal anarşist devrimcilikle bağdaşmaz. Buna karşılık Marx olsun Lenin olsun, sadece Robespierre, Marat, Danton gibi Fransız burjuva devrimcilerinin cesur önderlerine değil, aralarındaki onca çelişki ve ideolojik çatışmaya rağmen, nihai amaçta anlaştıkları, kendilerini “özgürlükçü komünizm” olarak adlandıran Bakunin ve Kropotkin’e de değer vermişlerdir. Marx ve Engels’ten Bolşeviklere kadar komünistler sosyal demokratlara burjuvazinin hizmetkarları derlerken, tarihsel anarşistleri bütün yanlışlarına rağmen devrimci olarak görmüşlerdir. Lenin birçok radikal burjuva devrimcisinin olduğu gibi, ikisinin de Moskova’da anıtlaştırılmasını sağlamış; Bakunin’in adının büyük devrimcilere adanmış İskender Bahçesi’ndeki bir dikilitaşa kazınması talimatı vermiştir. Ekim Devrimi’nden sonra görüştüğü, ömrünün son yıllarını Sovyet Rusya’da geçiren Kropotkin’i “hepimizin çok iyi bildiği düşünce ve ateş dolu adam” diye övmüştür.

“Marx’a dönüş”

Bakunin materyalist olduğunu iddia etmesine karşın, Hegel, Proudhon, Stirner ve Comte etkisi taşıdığından eklektizme ve idealizme, iradeciliğe ve mezhepçiliğe kaçan, tarihsel materyalizme uzak duran bir düşünürdür. Devletin tarihsel olarak geçici bir kategori olduğunu söyler, ama ortaya çıkışını ve tarih boyunca geçirdiği dönüşümleri anlamaktan acizdir. Devlet anlayışına temel oluşturan hukuk eleştirisini selefleri Proudhon ve Stirner’den aldığı için, egemen sınıfın iradesini oluşturan devletin içeriğini maddi yaşam koşullarında, temel üretim araçlarını elinde tutmasında ve onun adına şiddet tekelinin yanı sıra, ideo-kültürel, sosyo-psikolojik görevler üstlenmesinde değil, keyfi tasarrufunda aramıştır. Devlet ile toplumsal üretim arasındaki bağı kopardığı için de ikisini birbirlerine zıt olgular olarak görmüştür.

Marx ve Engels, Bakunin’i başta Proudhon ve Saint-Simon olmak üzere ütopik sosyalistlerin görüşlerini ödünç almak ve bunları kendi maceracı ve mezhepçi görüşleriyle eklektik bir şekilde birleştirmekle eleştiriyorlardı. Buna karşılık, Öcalan, dolayısıyla Bookchin “Marx’a dönüş”çülerden çok daha gerilere giderek Marx ve Engels’in defterini dürdükleri ütopik sosyalistlerin, Proudhon, Stirner gibi anarşistlerin kapısını çalmaktan geri durmayacaklardır. Öcalan, Marx’ı her eleştirdiğinde onu “aştım” havasındadır, bu doğrudur ama ileriye değil geriye doğru aşmıştır. Marksizm doğuşundan beri hepsinden galip çıkacağı Dühring türünden “Marx’ı aştım”cı sayısız düşünürün saldırısıyla karşılaştı. Burada sistemini savunmasak da, J. P. Sartre’ın şu gözlemini son derece yerinde ve isabetli buluyoruz: “…Marx’ın düşüncesini ortaya çıkarmış bulunan dönemin, yani kapitalizmin, ötesine geçilmediği sürece hiç kimsenin Marx’ın düşüncesinin ötesine geçemeyeceğini ilan ederek şunları yazmıştı: ‘Sözde bir ‘Marx’ı aşma’, en kötüsü Marx öncesine bir geri dönüş olacaktır.”(abç)[6] Kendi şahsında bunu doğrulayan sonuncu kişi oluyor Öcalan.

Gerçi her geriye dönüş kötü değildir: Engels, “hepimiz bir anda Feuerbahçı olmuştuk” dediği bir zamanda, Marx geriye dönüp iyi bildiği Hegel’i yeniden gözden geçirmişti. Lenin’se zamanının hiçbir Marksistin yapmadığını yaparak, 1914 sonu ve 1915 başlarında, Hegel’in Mantık Bilimi’nin ve diğer önemli eserlerinin sayfalarına gömülmüştü. Mutlaka başka böyle örnekler de vardır. Ancak burada önemli olan ileri bir noktadan geriye gitmek değil, gelinen noktayı daha derinleştirecek bir sıçramaya basamak yapmaktır. SSCB’nin çöküşünden sonra Lenin dahil Stalin dönemini yeni baştan incelemek, aynı hataları işlememek için kusurları bulmak da bir geriye bakmaktır. Ama bu Sovyet deneyimini bir bataklık olarak görerek değil, onu aşarak daha ileriye gitmek amacıyla yapılırsa doğru olur. Yoksa, “Marx’a dönüş” onun en sadık takipçisi Lenin’i inkâr etmek için yapan post-Marksistler gibi ya da “Markssız olsun” demeye getiren post-anarşistler gibi yapılırsa geriye gidilmiş olur.

Öcalan çağrısında lideri olduğu örgüt için, “Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır” dediğinde ileriye gitmiş olmuyor, aksine küçük burjuva devrimci çizgisinden daha geri bir noktaya savruluyor. Bugün suçladığı o doğrultuyu izlemeseydi, Türkleştirme siyasetiyle Kürtlerin Türk kimliği içinde eritilmesini durdurmak, ileri siyasi bilince sahip kadrolar ve geniş bir sosyal taban edinmek, fiilen de olsa siyasi/sosyo-kültürel kazanımlar elde etmek ve davasını dünya gündemine taşıyarak desteğini genişletmek gibi başarılardan yoksun olacaktı. Kendi şöhreti de buradan gelen Öcalan bunları bilmesine biliyor, ama “diyalog” ve “müzakere” kapısını açmak için kantarın topuzunu kaçırıyor.

Gerek çağrısında gerekse kongreye yaptığı PKK’nin feshi ve silahlı mücadelenin sonlandırılmasıyla ilgili hitabında Öcalan, adını anmadığı yenilgiyi “aşırı milliyetçi savruluş”a ve “reel-sosyalizm”in çöküşüne bağlıyor. Dolayısıyla “yeni bir sosyalizm yolunun açılması” adına, “reel sosyalizmin çöküşü” diye kodladığı Marksizm-Leninizm’i ve onun rüzgarına kapıldığını düşündüğü PKK’yi suçluyor. Ne için? Bakunin ve Kropotkin’in izini kovalayarak post-anarşist/post-Marksist aileye dahil olmasını meşrulaştırmak için. Bu da bir geriye dönüştür. Ancak diyalektik inkâr, yani “eskinin daha yüksek bir aşamada yeniden üretilmesi” (Engels) manasında diyalektik bir inkâr değil, geçmişin olumluluklarını da silip atan tasfiyeci bir inkârdır. Manifesto’sunda bunu açıkça dile getirir: “Biz aslında bu köreltici etkiyle yaklaşmışız. Gerek PKK’de gerek reel-sosyalizmde ortaya çıkan netice, çözümsüzlük veya iflastır. Çözümsüzlük, tıkanma, ezber, dogmatizm yaşandı. Çünkü bakış açısı yanlıştır. Yöntem ve disiplinde yanlışlıklar var.” (abç)


Hem “reel sosyalizmin çöküşü” hem de sorumluluğunu üstlenmeden “reel sosyalizm”in üzerine yıktığı PKK’nin “aşırı milliyetçi savruluş”u, öyle üstünkörü birkaç cümleye sığdırılamayacak devasa genişlikte bir konudur. Dünya tarihinde ezilen ve sömürülenlerin en büyük tarihsel kazanımlarının nesnel ve öznel, iç ve dış, teorik ve pratik nedenleri hakkında bilimsel görüşler serdetmeden ve hiçbir tarihsel dönemlendirme yapmadan, hepsini bir çöp torbasına koyarak “ölü köpek” muamelesi yapmasını doğru bulmuyoruz. Ancak Öcalan’ın kendi geçmişlerini, ancak faşizm için söylenebilecek “aşırı milliyetçi savruluş” olarak etiketlemesini de doğru bulmuyoruz. Kendi eseri PKK’nin ideolojisi, siyasetleri ve hedefleri konusunda bizim de eleştirilerimiz var. Ancak buna rağmen ezilen ulus devrimci milliyetçisi olarak destekledik ve bir zamanlar bizleri “sömürge solu” diye suçlamasına aldırış etmeden onu müttefikimiz olarak bildik. Ancak Öcalan gurur duymayı hak eden kendi tarihinden utanmamalı, utanma faslını çizdiği reformist yolun bundan sonra yaratacağı sonuçlara saklamalıdır.

Devam edecek.

Önceki yazı:

Abdullah Öcalan’ın son elli yılı (1): Ulus devletten “radikal demokrasi”ye

Dipnotlar:

[1] Post-anarşizm, yirminci yüzyıl sonu ve yirmi birinci yüzyıl kıta Avrupası düşünürlerini kapsar. Gelenek olarak Baudrillard, Deleuze, Foucault ve Lacan gibi post-yapısalcıların etkisi altında eski anarşizmin revizyondan geçirilmesi olarak tanımlanır. Hem Bakunin, Stirner ve Kropotkin gibi klasik anarşistlerin zayıflıkları eleştirilir hem de onun argümanlarından yararlanılır.

[2] 1960’larda TİP Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın öncü parti, Lenin, “sosyalist bürokrasi” vb. eleştirileriyle birleştirdiği “güleryüzlü/ insancıl/hürriyetçi sosyalizm” kavramı, liberter sosyalizmin alaturka bir çeşidi sayılabilir.

[3] Başka bir yerde de şöyle diyor: “Kropotkin’in Lenin’e eleştirisi var, “Sovyetleri yıkma” diyor. Komün demektir aslında Sovyet. Fakat Lenin devleti tercih eder NEP programı ile. Stalin korkunç boyutlara ulaştırır.”

[4] Bakunin kahramanlık ruhuna sahip anarşist bir devrimciydi. Tüm girişimleri yenilgiyle sonuçlanmasına karşın nerede bir devrim, bir ayaklanma varsa oraya koşan, sürgün ve idam dahil ağır cezalara çarpılmaktan kaçınmayan isyankâr biriydi. Kropotkin gibi Bakunin de gençliğinde Rus popülist hareketi içindeki liberal kanada karşı devrimci kanatta yer almış, Avrupa’ya geçtikten sonra uluslararası anarşizmin önde gelen teorisyeni ve lideri haline gelmişti.

[5] Öcalan gibi radikal bir harekete önderlik etmiş birinin Marx’a karşı Dühring veya Proudhon, Lenin’e karşı Struve veya Laclau ile çıkış yapması sırıtırdı.

[6] K. B. Anderson, Lenin, Hegel ve Batı Marksizmi, Yordam Kitap, s. 28.

Kaynak

https://sendika.org/2025/10/abdullah-ocalanin-son-elli-yili-2-marxtan-kacis-735376


Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.