AÇLIK GREV(LER)İ MUKTEDİRİN GÜCÜNE YANITTIR[*]
TEMEL DEMİRER
“Açlık grevi bir ‘oyun’ gibidir.
Önce kim pes edecek diye beklersiniz,
hapishane mi, mahkûm mu?”[1]
Direngen
eylem biçimi olarak açlık grev(ler)i, başka çare ve aracı kalmamış
insan(lar)ın, otoritenin dayatmasına karşı gövdesini siper eden protestosudur.
Tüm
itiraz ve hak arayışı yollarının iktidar tarafından tıkanmış olmasıyla
açıklanabilen açlık grevi, boyun eğmeyen bir itiraz çığlığı hâliyle “olağan”ın
yargılarını altüst edip, toplumsal vicdanı harekete geçirmeye yöneliktir.
Çok
şeyi bildiğini varsayıp ahkâm kesenler yok sayarlar bir eylem biçimi olarak
açlık grev(ler)ini; oysa beden(ler)ini açlığa yatıranların irade savaşı veya
insan(lık)a “düşmanlarımızın sözlerini değil, dostlarımızın sessizliğini
hatırlayacağız” dedirten bir hâldir o.
Yani
kendisine veya başkalarına yapılan bir haksızlığı protesto için kişinin açlığı
göğüsleyerek gösterdiği tepkidir ve çoğunlukla fiziki özgürlükleri elinden
alınan tutsaklar tarafından bir direniş yöntemi olarak kullanılır.
Açlık grevi eylemcisi, terazinin bir kefesine hayatını ve özgürlüğünü koyarak, diğer kefede taleplerine karşılık verilmesi için mücadele eder. Eylemcinin amacı ölmek değildir. Eylem sonucu ölümün gerçekleşebilmesi, bu eylemin ölüm amacı taşıdığı anlamına gelmez. Eylemci, uğruna açlık grevine girdiği haklarını almadığı takdirde ölüm riskini de göze aldığını ilan eder eylemiyle; gerisi taleplerin muhataplarına ve olaya tanık ve taraf olması beklenen kamuoyunun basıncına kalmıştır.
Bir
direnme biçimi, bir sivil itaatsizlik eylemi olarak açlık grevine, tarihte
çeşitli siyasal, toplumsal talepler için tekil veya toplu olarak
başvurulagelmiştir.
İlk
örneği Çarlık Rusya’sında görülmüş olup; Almanya’da ağır tecrit koşullarına ve
yoldaşlarının katledilmesine karşı direnişe geçen RAF üyelerinin 1972-1975
kesitindeki üç açlık grevi, Holger Meins’ın yaşamını yitirmesiyle belleklere
kazınmıştır.
Bu
pratiğin uygulayıcıların biri de, İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelesini
açlık greviyle yürüten Mahatma Gandhi’dir.
Onun
“Gerçeğe tutunmak”, “Gerçeğin gücü”, “ruh gücü” olarak
tanımladığı Satyagraha’yı oluşturan eylemler repertuarı içinde bir
taktik olarak anlaşılan açlık grevlerine 1913-1948 yılları arasında birçok kez
girdiği bilinmektedir.
“Gerçek
savaşçı kimdir-ölümü her zaman yakın dostu olarak tutan mı, yoksa başkalarının
ölümünü kontrol eden mi?” sorusunu dillendiren Mahatma Gandhi’nin terimleriyle
açlık grevi nedir? Her şeyden önce, şiddet içermeyen bir eylem biçimidir.
Kişinin kendisinin efendisi hâline geldiği münzevi disiplinin genel
felsefesiyle karakterize edilir.
Bu
eylemler, Mahatma Gandhi’ye göre asla tek başına güçle ayakta kalamayacak olan
adaletsiz bir hükümetin temellerini aşındırması gereken bir tür kitlesel reddi
veya kolektif rızanın geri çekilmesini düzenler.[2]
* * * * *
Pek
çok ülke gibi coğrafyamızda da açlık grevlerinin en sık görüldüğü yerler,
zindanların siyasi koğuşlarıdır.
Kimilerinin
“Siyasi Şov” olarak niteleme hadsizliğine maruz bırakılan açlık grev(ler)i
denince 1980’lerin Kemal Pir, ya da Diyarbakır Zindanı pratiği…
Karanlıklarda
önemli bir gedik açan 1984 ölüm orucundaki Abdullah Meral, Haydar Başbağ, Fatih
Öktülmüş, Hasan Telci…
1996
ölüm orucu…
Helin
Bölek ile İbrahim Gökçek’in 260 günlük direnci…
5
Mayıs 1981’de Bobby Sands’ın 66 günlük ölüm orucu ile İrlanda’daki Long Kesh
hapishanesinde siyasi mahkûm statüsünü elde etmek için açlıktan ölmeyi seçen on
IRA’lının cüretkâr itiraz(lar)ı unutulmamalı![3]
“İşe
yaramıyor” mu dediniz?…
Açlık
grev(ler)i bir vicdan ve insanlık meselesidir; direniş gelenek imalinin
parçasıdır.
Yasa
koyucunun, koruyucu şiddet “adına” yarattığı güç eşitsizliğine yanıt olarak,
mütehakkimin gücüne yanıt veremeyen ve tahakkümün odağı olanlar tarafından
gerçekleştirilir.
Açlık
grevinin “zorlayıcılığı”, “baskısı” dikkate alınmalı.
Bu
Bobby Sands açlık grevinde böyleydi, Suffragette üyeleri açlık grevi ile yasa
çıkartmak zorunda bırakırken de!
Açlık
grev(ler)i, güç eşitsizliğine karşı yanıt niteliği taşıyan zorlayıcı eylemdir.
Eylemcilerin
bedenleri üzerinden gerçekleştirdiği eylem, kendine zarar vermenin ötesinde
asimetrik güce karşı itirazın dillendirilmesidir.
Kendisine
veya başkasına yapılan haksızlığa bedenini açlığa yatırarak yapılan bir
başkaldırı, bir direniştir.
İnsanların
istedikleri şey uğruna ölümden daha beter olan bir şeyi göze almasının adıdır.
İnandığı şey uğruna mücadele etmenin adıdır; sembolik de olsa büyük bir
insanlık adımıdır.
Açlık
grev(ler)ine katılanlar “Kendimizi öldürelim,” gibi bir motivasyondan hareket
etmezler; savundukları yaşam hakkıdır. Bu, coğrafyamız gibi yerkürenin başka
başka için de geçerlidir.
Bunun,
“Bir eylem olma gücünü yitirdiği”nden falan söz edenlere gelince; insan(lık)ın
onur ve ahlâkını hiçe sayanlara karşı yaşam hakkı her yerde her araçla
savunulduğu gibi, her daim savunulacaktır.
Zorbalığa
ve otoriteye başkaldırı sınıflar mücadelesinin vazgeçilmezidir.
Örneğin
Filistinli tutsaklar için açlık grevi Siyonist hapishanelerin de vazgeçilmez
bir parçasıdır. Açlık grevine başvurma sıklığı mahkûmların maruz kaldıkları
zulmün bir kanıtı niteliğindeyken; onlar kötü muameleye, hücre cezalarına,
çıplak aramalara, uykusuzluk cezalarına ve kaba dayağa katlanmaktansa ölümü
göze alırlar.
* * * * *
Tekrar
pahasına altını çizmeli: Açlık grev(ler)inin politik anlamını kazanması, XX.
yüzyıl başlarında Çarlık Rusyası’nda hiçbir makul nedene dayanmaksızın
tutuklanan 13 mahkûmun başlattığı eyleme dayandırılır.
Açlık
grev(ler)inin en büyük kozu kamuoyu yaratmaktır. Mahatma Gandhi’nin, IRA
militanı Boby Sands’ın, Kızıl Ordu Fraksiyonu militanlarının, İsrail
hapishanelerindeki Filistinli gerillaların başvurdukları üzere.
Tıpkı
Nâzım Hikmet’in, Bursa Hapishanesi’nde 8 Nisan 1950’de “Millete verdiğim
açık istidaya canımı pul yerine kullanıyorum” diyerek ailesine yazdığı
mektupta, “Başka türlü hareket etmek kabil olmadığı için bu kararı verdim.
Sizden yalnız bir şeye kayıtsız şartsız inanmanızı istiyorum: Bu kararım,
herhangi bir yeis, bir yılgınlık, bir korkaklık, bir sabırsızlık neticesi
değildir. Sabırlı, şuurlu, ümitliyim. Fakat hakkın ve hakikâtin ortaya çıkması
için meydana hayatımı atmaktan başka imkânım kalmadığına kaniim. Bundan dolayı
bu son imkânımı şuurla, ümitle kullanıyorum,” diyerek yaptığı gibi…
Ya
da Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idamlarından önce Mamak Askeri
Zindanı’ndaki 12 günlük açlık grevindeki üzere…
Diyarbakır
zindanında Kemal Pir, Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek
öncülüğündeki ölüm oruçlarındaki; 1987’de Sağmalcılar’da 50 politik tutsağın
başlattığı açlık grevinin ülkenin birçok hapishanesine yayılmasındaki gibi…
1996’da
“Mayıs Genelgesi”ni protesto etmek amacıyla 43 zindana yayılıp, 2174 tutsağın
açlık grevine, 355’inin de ölüm orucuna başlaması, ve 10 tutsağın hayatını
kaybetmesindeki üzere…
20
Ekim 2000’de 816 politik tutsağın “Terörle Mücadele Yasası”nın kaldırılması ve
F tipi cezaevlerinin kapatılması talebiyle başlattığı açlık grevi, grevler ölüm
orucuna dönüştükten sonra da “Hayata Dönüş Harekâtı”nın devreye sokulup, 30
tutsağın katledilmesindeki gibi…[4]
Ve
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça; HDP Hakkâri Milletvekili Leyla Güven; Ebru
Timtik ve Aytaç Ünsal; Helin Bölek ve İbrahim Gökçek ve Behiç Aşcı gibi
niceleri...
Yalnız
tutsaklar değil… Ankara’da TEKEL işçilerinin gerçekleştirdiği kitlesel açlık
grevi eylemi, ulusal ve uluslararası basında yer almış, siyasi platformda
tartışma yaratmıştı.
* * * * *
Tüm
bunların ardından yine “Hak, hukuk imkânları” mı dediniz!
Sınıflı
toplum ve özel mülkiyetin geçerli olduğu tarihsel süreçte yurttaşların “eşitlik
ve adalet mücadelesi”nin kesintisiz bir şekilde devam ettiğini bilmekle
birlikte, adalete ve eşitliğe ulaşma olanağının olmadığı görülmelidir.
Bunu
en iyi anlatanlardan biri, “Bütün bu acıların kaynağı, özel mülkiyettir. Nerede
ki özel bir mülkiyet vardır, nerede ki herşeyin ölçüsü paradır, devlet
işlerinin adil ve yolunda gideceği pek az olasıdır. Özel mülkiyetin kökünden
ortadan kaldırılmasıyladır ki, eşitlik ve adalet gerçekleşecektir,”[5] diyen Thomas
More’dur.
Çünkü
kapitalist hukuk, doğrudan doğruya sınıf tahakkümüne ve egemen sınıf
çıkarlarına hizmet eden bir hukuk anlayışı olması
nedeniyle adalet kavramına ulaşmak gerçekte mümkün değildir.
Monique
Roland Weyl’in ifadesiyle, “Bireyciliği yüzünden burjuva demokrasisi, özgürlük
ve eşitlik kavramlarına salt biçimsel ve soyut bir anlam verir: bu hukuk
özgürlük ve eşitliği aslında birer icazet olduklarından, gerçekte, bu
eşitsizliğin giderilmesine değil, aksine daha da ağırlaştırılmışına katkıda
bulunurlar. Gerçekte burjuva hukukunda; eşitlik ve özgürlük kavramları sahte
kavramlardır.”[6]
Ayrıca
Karl Marx ile Friedrich Engels de bu durumu şöyle açıklarlar:
“Proleterin
gözünde, hukuk, ahlâk, din gerisinde kaynaşan bir o kadar burjuva çıkarı
gizlenmiş burjuva ön yargılarıdır. Sizin bütün düşünleriniz burjuva üretim ve
burjuva mülkiyet koşullarınızın sonucundan başka bir şey değildir. Tıpkı
hukukunuz da sınıfınızın herkes için bir yasa durumuna getirilmiş iradesinden,
temel niteliği ve yönü sınıfınızın ekonomik varlık koşullarınca belirlenmiş bir
iradesinden başka bir şey olmağı gibi.”[7]
O
hâlde Eduardo Galeano’nun, “Açlıktan öldürüp hesap vermeyen bir dünya sistemini
hapse gönderebilecek bir yargıç yok,”[8] uyarısı
eşliğinde; özel mülkiyetin var olduğu koşullarda özgürlük, eşitlik ve
adaletin mümkün olmadığı; adaletin, her şeyi göze alarak mücadele ile
kazanılacağı göz ardı edilmeyip; Murathan Mungan’ın “Geçer devran, takvimler el
değiştirir./ Gün gelir zulüm de göçer/ Zaman örter her şeyin üstünü/ Uzağı
gören çocuklar bilir gelecek uzun sürer...” dizeleri terennüm edilerek ele
alınmalıdır açlık grevleri…
* * * * *
İyi de bunlardan neden mi söz ettim?
Amerikan
Yerlilerinin reislerinden John Fire Lame Deer’in, “Beyaz kardeşlerimiz bizi
uygarlaştırmak için gelmeden önce, hiç hapishanemiz yoktu.
Bu
yüzden aramızdan serseri de çıkmazdı.
Hapishane
yoksa serseri de yoktur. Kapılarımızın kilidi de olmazdı bu yüzden, hırsızlar
da bulunmazdı.
Eğer
aramızdan biri; at, çadır ya da battaniye edinemeyecek kadar yoksul ise, bu
durumda bütün ihtiyaçları kendisine hediye edilirdi.
Özel
mülkiyete çok büyük önem verecek kadar uygarlaşmamıştık.
Para
nedir bilmiyorduk. Bu yüzden bir insanın değeri serveti ile ölçülmezdi.
Yazılı
hiç bir yasamız, dolayısı ile avukatlarımız ve politikacılarımız da yoktu.
Bu
yüzden birbirimizi aldatmak ve kazıklamak durumunda da kalmazdık.
Demek
ki Beyaz Adam gelmeden önce çok berbat durumdaymışız.
Bilmem
ki, Beyaz Adamın uygar bir toplum için son derece gerekli olduğunu söylediği bu
temel şeyler olmadan binlerce yıl hayatta kalmayı nasıl başarabildik?” vurgusuyla ekleyeyim: Bu satırların kaleme alındığı 21 Şubat 2025
14:36:56 itibariyle gözaltındaki Pınar Aydınlar İstanbul’da ve muhtelif hapishanelerde
Hasan Ali Akgül 3, Mithat Öztürk 8, Sercan Ahmet Arslan
124, Serkan Onur Yılmaz 103, Bakican Işık 63, Yurdagül Gümüş 51, Mulla Zincir Kuyu
Tipi Hapishanelere karşı açlık grevi direnişini 95 gündür sürdüyorlardı…
21
Şubat 2025 14:50:31, Muğla.
N O T L A R
[*] Kaldıraç
Dergisi, No:284, Mart 2025…
[1] Fuaf Kuffaş.
[2] Banu Bargu, “Mahatma Gandhi’nin Oruçları”, 29
Kasım 2017… https://blogs.law.columbia.edu/uprising1313/banu-bargu-Mahatma
Gandhis-fasts/
[3] 1972’de, 18 yaşındayken ailesiyle beraber
Belfast’a taşındı. Aynı yıl IRA’ya (İrlanda Kurtuluş Ordusu) katıldı. Ve yine
aynı yıl yasa dışı yollardan edindiği silahlardan ötürü tutuklandı. 1973’te 5
yıl hapis cezasına çarptırılıp 1976’da serbest bırakıldı.
Bırakıldıktan sonra Belfast’a dönerek IRA’daki
görevini aktif bir şekilde yürütmeye devam etti. 1976’da Dunmurry’deki bir
bombalama olayına adı karıştı. Defalarca yargılanmasına rağmen kanıt
yetersizliğinden serbest bırakıldı. Kısa bir süre sonra, yine bir çatışmaya
katıldığı gerekçesiyle tutuklandı. Yine kanıt yoktu. Yine serbest bırakıldı..
1977’de, gözaltına almak için hiçbir geçerli sebep
bulamayan hükümet, bu sefer “terör örgütü üyeliği” ve “silah bulundurma”
gerekçesiyle onu tutukladı. Mahkemesinden sonra Sands 14 yıla mahkûm edildi ve
cezasını çekmek üzere Long Kesh’e gönderildi.
IRA’nın tutuklanıp Long Kesh’e hapsedilen mahkûmları,
kötü hapishane koşulları ve muhtelif siyasal meseleleri protesto amacıyla
gösteriler düzenlemeye başladılar.
Hapishanedeki açlık grevi Sands’in çağrısıyla 1981
senesinde başladı ve Sands 66. gün hayatını kaybetti… (Serdar Menge, “Bobby
Sands ve Açlık Grevinin 66. Günü”, Radikal, 17 Kasım 2012, s.17.)
[4] “Bazı ülkelerde kontr-gerilla eğitimi
sırasında komandolara köpek yavruları verilir. Özel eğitimden geçirilmekte olan
komando birkaç ay bu yavruyu besler, büyütür. Bir sabah içtimasında komando
aldığı ‘öldür’ emri ile o ana kadar okşayıp sevdiği, belki birlikte hoş
zamanlar geçirdiği yavru köpeği özel bıçağı ile keserek öldürür. Yavru köpeği
öldüremeyen kontr-gerilla adayı bu sınavda başarısız sayılır, öldürebilen ise
artık vicdanını komutanına teslim etmiş ve yeterince makineleştirilmiş sayılır.
Cezaevi katliamlarında siyasi tutuklu ve hükümlülere
yapılanlara ilişkin çoğumuzun görmüş olduğu fotoğraflar bana hep bu eğitim
yöntemini hatırlattı. Yıllar önce bir kurban bayramından birkaç gün önce
karşımdaki evin yeşil otlarla kaplı bahçesinde bir koyun belirdi. Ailenin 11-13
yaşlarında olduklarını sandığım biri kız biri erkek iki çocuğu zaman zaman
koyunun yanına gelip sevimli hayvanın başını okşayıp, etraftan topladıkları
otları önüne koyduklarını, bazen de önünde dört ayakları üzerinde durup hayvanla
şakalaştıklarını penceremden izledim.
Belli ki çocuklar hayvanın birkaç gün sonra
öldürüleceği gerçeğini o anlarında hissetmek istemiyorlardı. Çocuklar koyunu
sevimli bulmuş, onu sevmiş ve birlikte vakit geçirmekten hoşlanmışlardı. Koyun
ile çocukların arkadaşlığı birkaç gün sürdü. Kurban bayramının birinci günü
saat 10.00 civarında ailenin küçük erkek çocuğu önceki günlerde olduğu gibi
koyunun yanına geldi. Gene önüne otlar koydu, hemen önüne oturup izlemeye
başladı. Evin penceresinden baba göründü. Oğluna bir şeyler söyledi, biraz
ilerde, evlerin arasındaki küçük bir boş alanı eliyle işaret ederek.
Çocuk, biraz isteksizce yavaş yavaş ayağa kalktı.
Birkaç saniye koyuna baktı, sonra yaklaştı hayvana. Boynuna bağlanmış ipi tuttu
ve o sabah artık kendisi için de ‘kurban’ hâline gelmiş olan hayvanı babasının
işaret ettiği yere doğru götürmeye başladı. Koyun, birkaç metre yürüdükten
sonra durdu. Çocuk ipi çekti, uyarmak amacıyla. Kıpırdamadı hayvan, ön
ayaklarıyla direnmeye çalışıyordu. Çocuk, pencereden sarkmış babasına baktı.
Babasının bir kol hareketiyle verdiği ‘devam et’ komutunu alınca ipi daha güçlü
çekmeye başladı çocuk. Koyunu sürükleyerek o açıklığa ulaştırdığında babası
yanında belirmişti. Biraz geriledi çocuk koyundan gözlerini ayırmadan.
Tecrübeli olduğu anlaşılan baba ‘kutsal’ görevini yerine getirmeye başladı.
Çocuk muhtemelen ilk kez görüyordu bu kadar iri bedenli bir canlının, birkaç
gündür dokunduğunda sıcaklığını hissettiği, kendisine pek de anlamlı gelmeyen
gözleriyle bakıp önüne koyduğu otları hemen yemeye başlayan o sevimli canlının
gırtlaklanmasını... Çocuk, hayatının geri kalan kısmı için çok önemli bir şey
öğrenmişti. Demek ki insan sevdiğini de öldürebilir!” (Oktay Etiman, 6 Ekim
2014)
[5] aktaran: Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği
ve Mirası, Cilt: III, İş Bankası Yay., 2016, s.72.
[6] Monique Roland Weyl, Gerçekte ve Eylemde
Hukukun Payı/ Marksist-Leninist Bir Yaklaşımla, çev: Şiar Yalçın, Konuk Yay.,
1974, s.114.
[7] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist
Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976, s.54.
[8] Eduardo Galeano, Tepetaklak-Tersine Dünya
Okulu, çev: Bülent Kale, Sel Yay., 2017, s.159.
Hiç yorum yok