HUKUK(SUZLUK) HÂLLERİ[*]
TEMEL DEMİRER
“Bu kadar gerçek ortaya dökülmüşken,
bir çok şey aydınlatılmışken
ülkenin adaletsizlik içinde
bu kadar uzun ve utanç verici
bir uykuya yatmış olması
anlaşılır gibi değildi.”[1]
“Kanunlar
örümcek ağlarına benzer. Güçsüz ve hafif şeyler ona yakalanır; daha ağır
olanlar ise onu parçalayıp geçer,” diyen Solon haksız olabilir mi? Özgürlüğün
prangaya vurulup, keyfiliğin hiçbir yaptırıma tabi olmadığı koşullarda, elbette
“Hayır”…
Eğer
“özgürlük” denilen şey sadece iktidardakilerle aynı fikirde olma serbestliğiyse
bunun hiçbir anlam ve değeri yoktur; “İki temel sorunu var insanlığın:
Adaletsizlik ve anlamsızlık,” saptamasındaki üzere Friedrich Nietzsche’nin…
Sınıflı-sömürücü
yapılarda “İktidar, adaleti ve özgürlüğü engelliyor”ken;[2]
V. İ. Lenin’in, “Yasalar mülkü olmayan, emek gücünden başka hiçbir şeyi
olmayan, giderek yoksullaşan, her şeyini kaybederek proleterlere dönüşenlere
karşı, mülkü ve mülk sahiplerini koruyordu. -Böyledir kapitalist toplum,”
saptamasına şu eklemeyi yapar Rosa Luxemburg:
“Sadece
hükümeti destekleyenler için, sadece bir partinin üyeleri için özgürlük - ne
kadar çok olurlarsa olsunlar - özgürlük değildir. Özgürlük her zaman ve
yalnızca farklı düşünenler için özgürlüktür.”[3]
Ayrıca
özgürlüğün adalet ile ilişkisinin altını çizen bir Küba Atasözü’nün, “Adalet
iyidir ama tek benim evimde değil. Komşunun evinde de olursa!”…
Albert
Camus’nün, “İyi olmak o kadar zor değildir; zor olan adaletli olmaktır”…
René
Descartes’ın, “Adalet mekanizması düzgün çalışmalıdır. Adaletsizlik medeniyeti
çökertir”…
James
Baldwin’in, “Adaletin olup olabilecek en korkunç düşmanı, güçle ittifak yapmış
bir cehalettir”…
Denis
Diderot’nun, “Adaletin aklını kaybettiği yerde felsefe susar,” vurguları ile
birlikte elbette.
Sakın
ola unutulmasın: Anooshirvan Miandji’nin, “Hukukun üstünlüğü önemlidir.
Kendilerini yasalar üstünde görenler, toplumun adalet duygusunu bozarlar.
Hukuksuzluk ahlâksızlıktan gelir. Bu yüzden ahlâki zekâsı gelişmiş toplumlar
her zaman daha adil olurlar,” tevatürüne rağmen; “Yürütme erki kimin elindeyse
kanunlar daima onun yanındadır. Bu işin ahlâkla ya da hukukî ayrıntılarla pek
ilgisi yoktur. Tüm mesele şudur. Güç kimde?”[4]
Hukukun
üstünlüğü endeksi’nde Türkiye 139 ülke içinde 117. sıradayken;[5]
yargının çürümesiyle bir ülkenin bataklığa dönüşmesi gerçeğiyle yüzleşiyoruz![6]
Şaka
değil, yargı içinde bir savaş var. İki taraf da birbirini rüşvetle suçluyor.
Birbiri aleyhinde çeşitli belgeler, yazışmalar, deliller sunuyor.[7]
Özetle
“Deveye neren eğri” sorusuna “Nerem doğru ki” yanıtının verildiği tabloda
“İnsan hakları kazanımlarına meydan okuma ve ulusal hukuku çiğneme
alışkanlığının ulaştığı en uç ve üst eşik:… Hukuktan uzaklaşma, iktisadi
bunalımın itici gücü oldu; çok yönlü yoksulluk ve öncelikle gıda kıtlığı, da
sonuç.”[8]
“Hukukun
yozlaşmasıyla birlikte, devletin güvenlik fonksiyonu da bozulma sürecine
girmiştir. Hukuk, kendi asli amacının tam aksi bir istikamete yöneltilerek her
türlü hırs ve açgözlülüğün silahı hâline dönüştürülmüştür. Sonunda, suçu
denetim altına alarak azaltması beklenen hukukun kendisi, cezalandırılması
gereken kötülüklerin kaynağı hâline gelmiştir.”
XIX.
yüzyılda yaşamış Fransız düşünür Frederic Bastiat’nın ‘Hukuk’ başlıklı
yapıtında yer alan bu tespit cümleleri, XXI. yüzyılın Türkiye’sinde yaşanan her
siyasi davada, adaleti ayaklar altına alan her yargı kararında yeniden zihnimde
beliriyor. Zira siyasallaşmış, yozlaşmış, iktidarın hırslarına payanda edilmiş
bir yargı erkinin kaygı verici bu hâli, zamandan ve içinde bulunulan toplumdan
bağımsız bir şekilde bundan daha net tanımlanamazdı herhâlde.
Ancak
belirtmek gerekir ki hukukun yozlaşmasından daha vahimi, yozlaşmış bir hukuk
sisteminin, gitgide daha geniş kitlelerce kanıksanıyor oluşudur. Çünkü hukukun
yozlaşması, devletin fonksiyonlarını zayıflatır ise de bu yozlaşma hâlinin
toplum tarafından kabullenilmesi, devletin temelini tamamen çürütür ve bir süre
sonra insanlar, bazı suç ve suçlu cenneti ülkelerde olduğu gibi, kendilerine
yönelecek haksız saldırılara dahi karşı koyabilecek bir devlet erki bulamaz
hâle gelirler.
Türkiye’de ise hukukun yozlaşması ve siyasallaşması aşaması ne yazık ki çoktan tamamlanmış durumdadır.[9] Bugün için yozlaşmış ve siyasallaşmış hukuk sisteminin toplum tarafından içselleştirilmesi aşaması da tamamlanmak üzeredir. Tıpkı işleneceğini herkesin bildiği, fakat kimsenin engel olmadığı bir cinayetin öyküsünün anlatıldığı Gabriel García Márquez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ başlıklı romanında olduğu gibi…[10]
DURUM(UMUZ)!
İktidar,
ne “Hukuk Devleti”ni tanıyor, ne Anayasa’yı, ne de yasaları... Anayasa
Mahkemesi’ni de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni de ve bu mahkemelerin
kararlarını da tanımıyor ve uygulamıyor.[11]
Osman
Kavala da, ülkedeki adaletsizliğin simgelerinden biri olarak tarihe geçti.
Aynı
durum Selahattin Demirtaş için de söz konusu. Bu simgelere bir de Can Atalay
eklendi!
Yukarıda
saydıklarım sadece simge isimler... Bir de simge olay ve gruplar var:
Örneğin,
Kanun Hükmünde Kararnamelerle, yani idari kararlarla görevlerinden atılan,
“KHK’lılar” denilen, yüz binlerce kişi...
Örneğin,
yargı tarihinin gördüğü en büyük saptırmalardan biri olan bir dava sonunda,
yeşili, çevreyi, parkı, kamu yararını savundukları için, “darbeci” olmakla
suçlanan Gezi Parkı Direnişi mağdurları...
Örneğin,
içlerinde avukatların ve sanatçıların da bulunduğu, yasal haklarından mahrum
edildikleri için, açlık grevi yapan mahkûmlar...
Örneğin,
tahliye edilme zamanları geldiği halde edilmeyenler...
Örneğin,
anneleri hapiste olduğu için, cezaevlerinde yaşayan bebekler ve çocuklar...
Örneğin,
çok hasta ve çok yaşlı mahkûmlar...
Bunlara
karşılık, Sinan Ateş cinayetinin siyasal ayağı hâlâ karanlık...
8
yaşındaki Narin Güran’ın neden boğularak öldürüldüğü, bir bilmece...
Çevreyi,
doğayı koruyan Reşit Kibar, yağmacıların adamı tarafından öldürülüyor...
26
sabıkası olan ve aranan bir suçlu, polis Şeyda Yılmaz’ı katledebiliyor...
Adalet
mekanizmasına güvensizlik o dereceye ulaştı ki Münevver
Karabulut cinayetinin katilinin mezarı açılıp, tabutun içindeki kişinin o
olup olmadığı bile araştırılıyor…[12]
Eski
Yargıçlar Sendikası başkanı Mustafa Karadağ’ın, “Hukukun en büyük düşmanı
keyfiliktir,”[13] notunu
düştüğü tabloda yargının hâli rejimin de özetidir!
Örneğin
suç örgütleri ile devlet ve kurumlarının iç içe geçen ilişkisi uzun süredir
ülke gündemini meşgul ediyor. AKP iktidarını oluşturan koalisyonun parçası
hâline gelen suç örgütleri liderleri ile başta güvenlik ve yargıda görev yapan
isimlerin aynı karede buluşması neredeyse olağan hâlen geldi.
Kamu
görevlileri bu ilişkiyi saklamayacak kadar pervasızlaştı. Hâkimler, davalarına
baktığı “mafyatik isimler”le yakınlık kurmaktan çekinmedi.
Yargıya
sadece iktidarın müdahalesi değil, aynı zamanda hâkim-savcıların suç örgütü
liderleriyle kurduğu ilişkiye bakılırsa mafyanın da etkin bir müdahalesi var.
Bu müdahalelerin doğal sonucu olarak da yargı yurttaşın gözünde ülkedeki en
güvenilmez kurumların başında geliyor. Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku
Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin verilerine göre yurttaşların yüzde 60’ı
yargıya güvenmiyor.
Yargının
mafyayla iç içeliği sık karşılaşılan bir olay hâline geldi. 2021’in
Ağustos’unda Antalya’da ağır ceza hâkimi Ertekin Kök’ün suç örgütü elebaşı
olarak yargıladığı E.B. ile içki masasında fotoğrafları çıktı.
Danıştay
üyesi seçilen Esat Toklu’nun Sezgin Baran Korkmaz’ın ilk sahibi olması ile
tartışılan ultra lüks Paramount Otel’de kaldığı, ardından da Togo Kuleleri’ni
yapan firmanın patronunun mahkemesinden önce, patronun doğum günü partisine
katıldığı ortaya çıktı.
Samsun
Adalet Komisyonu Başkanı Hâkim Kemal Alver de “cinayete azmettirmek”ten hüküm
giyen ve çete davalarından arandığı için Gürcistan’a kaçan organize suç örgütü
elebaşı Galip Öztürk’ün aile fotoğrafını çekti. Hâkim Alsever ile ilgili
haberlere saatler içerisinde erişim engeli getirildi.[14]
Türkiye’de
verilen yargı kararlarının yüzde 99’unun geçersiz olduğunu belirten Yargıtay
Onursal Başkanı Sami Selçuk’un, “Ben bile hak arama özgürlüğünü
kullanamıyorum,” dediği[15] tabloda
coğrafyamızda yasa(lar) “enflasyonu”ndan söz etmek abartı değildir; Terence
Terentius’un, “Aşırı kanun genelde aşırı adaletsizlik demektir”; Cornelius
Tacitus’un, “Bir devletin yıkılışıyla birlikte yasaları da çoğalır,”
deyişlerindeki üzere…
Hatırlatalım:
‘Küresel Organize Suçlar Endeksi 2023 Raporu’na göre Türkiye Avrupa’da birinci,
dünyada ise 193 ülke arasında 14’üncü sırada. İnsan ticareti, insan
kaçakçılığı, silah kaçakçılığı, eroin ticareti, kokain ticareti, sentetik
uyuşturucu ticareti, mali suçlar, yenilenemez kaynakların yasadışı ticareti,
uyuşturucu ticareti gibi başlıklarda Avrupa’da en kötü durumdaki ülke.
Adalet
binaları büyüdükçe, adalete olan güven zayıflıyor. Bu ters orantıda yükselen
suç ikliminde polis memuru Şeyda Yılmaz 26 ayrı suç kaydı olan Y.E.G.
tarafından öldürüldü. 19 yaşında olmasına rağmen 26 ayrı suç kaydı olan
Y.E.G.’nin Ceza İnfaz Kurumu’nda olmamasını değerlendirirken arka planda yatan
sebep-sonuç ilişkilerine ve sorumlulara gözümüzü çevirmemiz gerekiyor. Bu
cinayete dair ele alınması gereken diğer bir husus da, gözaltı işlemleri
sonrası basına verilen görüntülerdeki işkence gerçeği. Y.E.G., çöp poşeti
giydirilmiş olarak ve ‘Hayvan Durum İzleme’ uygulamasında kullanılan ‘Hayvan
Nakil Aracı’na ters kelepçeli ve yarı çıplak hâlde bindirilirken görüntülendi.
Bununla kolluğun adeta kendi yargılamasını ve infazını yapmış olduğunu gördük;
oysa işkence yasağı, işkenceye sıfır tolerans prensibiyle devletin her
kademesinde etkin uygulanması gereken evrensel temel bir ilkedir. Y.E.G.’ yi
yargılayacak olan yargı makamıdır. Aksine bir kabul ihkak-ı hak yolunu açar. Bu
da bir toplumdaki kamu düzenini alabora eder[16],
ve ediyor da…
Sadece
bu(nlar) da değil!
Bir
de Jean-Jacques Rousseau’nun, “Ben ne hükümdarım ne kanun koyan; zaten böyle
olduğu içindir ki, siyaset hakkında yazı yazıyorum. Hükümdar veya kanun koyan
olsaydım, yapılması gerekeni söyleyerek zamanımı kaybetmez ya yapar, ya
susardım”; Algernon Sydney’in, “Bir kişinin halkın iyiliği ve onların
özgürlüklerini korumak için, hukukun üstünde keyfince yönetmesini sağlayacak
mutlak bir güce sahip olmasını istemekten daha saçma bir şey olamaz; çünkü
böyle bir gücün olduğu yerde hiçbir özgürlük yaşayamaz,” sözleriyle altını
çizdiği gerçek!
“O
da ne” mi?
Yargıtay’ın
Ankara Ahlatlıbel’de inşa edilen yeni hizmet binasının açılışı AKP’li
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katılımıyla yapıldı. 15 Temmuz darbe girişimin
ardından Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda düzenlenen adli yıl açılışı 2021’de
Yargıtay’da yapıldı. Bu kez daha öncekilerden farklı olarak Diyanet İşleri
Başkanı Ali Erbaş, dua ederken Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca da duaya
cüppesiyle katıldı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile birlikte dua etti…[17]
Söz
konusu hâlde ‘2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde ‘En Az Denetimin Olduğu
Ülkeler’ kategorisinde Türkiye 113 ülke arasında 3’ncü sırada. Türkiye’nin
üstünde sadece Zimbabve ve Venezüella bulunuyor. Yine ‘2017 Hukukun Üstünlüğü
Endeksi’nde ‘Temel Haklar Kategorisi’nde 107’nci, ‘Kamu Düzeni ve Güvenliği’nde
106’ncı sırada yer alan[18] Türkiye
gerçeğine ilişkin, “Yargıdan çıkan kararlar toplumun vicdanında karşılık
bulmuyorsa adalet gerçekleşmemiş demektir; özellikle siyasal davalarda,”[19]
notunu düşüyor Kemal Anadol!
İşte
birkaç örnek:
i)
İstanbul Adliyesi’ndeki “FETÖ” borsasını kamuoyuna duyuran muhabir Seyhan Avşar
hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturma tamamlandı.
İddianamede “FETÖ” borsası iddiasıyla açığa alınan ve haklarında Bakırköy
Cumhuriyet Başsavcılığı’nca iddianame düzenlenen Cumhuriyet Savcısı Lütfü
Karabacak şikâyetçi sıfatıyla yer alırken, savcı İsmet Bozkurt ise mağdur
olarak gösterildi. [20]
ii)
İranlı uyuşturucu kaçakçısı Naci Şerifi Zindaşti ve üç adamını tahliye eden
hâkim Cevdet Özcan hakkında görevi kötüye kullanma ve rüşvet suçlarından 15
yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. İddianamede hâkim Özcan tahliye kararı
karşılığı Kapalıçarşı’daki bir kuyumcu aracılığıyla 3.5 milyon dolar rüşvet
almakla suçlanıyor.[21]
iii)
ÖDP üyesi 36 kişi hakkında, 1972’de öldürülen Ulaş Bardakçı’yı mezarı başında
andıkları için “terör propagandası yapmak” suçlamasıyla soruşturma başlatıldı.[22]
iv)
OHAL’le kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneği’ne Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı
aynı isimle tekrar kurulamayacağını belirterek dava açtı.[23]
Bu tabloda “durum(umuz)” mu?
Coğrafyamızda
2022 yılı itibariyle 91 adet hukuk fakültesi var! Anlayacağınız, Türkiye’de
sadece ekonomi alanında değil, avukatlar açısından da acayip
bir enflasyon daha yaşanıyor.
Bu
fakültelerde okuyup diploma alanların çoğunun karşısında iki seçenek vardır:
Ya hâkim-savcı olacaksınız, ya da avukat…
Hâkim-savcı
olmak istiyorsanız açılan sınavlara katılıp yüksek notlar alacaksınız. Ancak bu
sürece iki unsur daha eklendi ki, ikisi de çok önemlidir: Siyaset ve torpil!
Yine
üzülerek söylüyorum, gerçek böyle.
Hukuk
fakültelerinde dört yıl okuyup diplomayı cebine koyan gençlerin
çoğunluğu avukat olmanın peşinde.
Ancak
burada akla çok önemli bir soru geliyor: Acaba bizim hukuk fakültelerinde
“Hukukçu” yetişiyor mu?
Önüne
gelen hukuk fakültesi açıyor. Bunlar üçe ayrılıyor: Devlet
üniversitelerinin, vakıfların ve özel üniversitelerin fakülteleri.
Ayrıca
91 fakültenin çoğunda öğretim üyesi kadroları çok eksik.
Bazıları ismini cismini bile bilmediğimiz özel üniversiteler bünyesinde kurulu.
Dört yıl boyunca parayı bastıran eninde sonunda hukuk diplomasını cebine
koyuyor!
Türkiye’de
yine 2022 rakamlarına göre yaklaşık 180 bin avukat var. Bu
avukatlardan önemli bir bölümü neredeyse açlık sınırında yaşıyor.
Çevreleri
yok, adeta açlık sınırında yaşıyorlar. Bazıları hâkim-savcı sınavlarına girip
siyasi torpil aramaya başlıyor.
91
adet hukuk fakültesi… On binlerce öğrencisi var. Her yıl binlerce öğrenci
kafasında hukuk kavramı olmadan diploma alıyor. Dünyanın hiçbir yerinde
“Hukukçu” yetiştirmek bu kadar ucuz olamazken;[24]
hukuk fakülteleri kadrolarını incelediğimizde geleceğe, hatta yakın geleceğe
yönelik ciddi kaygı taşımamak olanaksız. Altyapısız onlarca hukuk fakültesi
kuruldu. YÖK sayfasında, eğitim yapan 44 kamu, 36 vakıf, 9 “Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti” (KKTC) olmak üzere 89 hukuk fakültesi var ve bunların 55’i 20
yılda kuruldu, 82 bin 322 öğrenci (KKTC hariç) eğitim alırken profesör, doçent
ve öğretim üyesi sayısı toplam 1091.
Devlet
üniversitelerinde 16, vakıf üniversitelerinde 7 fakültenin dekanı hukukçu
değil. Dekan yalnızca idari işleri yapan bir yönetici değildir. YÖK kanunu 16.
maddesinde idari görevlerini sıraladıktan sonra “Fakülte ve bağlı birimlerin
öğretim kapasitesinin rasyonel bir şekilde kullanılmasında ve
geliştirilmesinde... eğitim-öğretim, bilimsel araştırma ve yayın
faaliyetlerinin düzenli bir şekilde yürütülmesinde... birinci derecede
sorumludur” denilmekte.
KKTC’de
durum daha vahim. Profesörü olmayan, yardımcı doçentin dekan vekilliği yaptığı,
birkaç öğretim görevlisi ile eğitim yapan(!) hukuk fakülteleri var.
Hukuk
fakültesi dekanlarından ülkede yaşanan bunca hukuksuzluğa ses çıkarması
beklenmemeli. Zira önce “Bilim siyasallaştı”, biat liyakatin önüne geçti.
Anadolu
Üniversitesi Hukuk Fakültesi 30 yaşında, zorunlu ders olan “hukuk felsefesi ve
sosyolojisi” dersini veren Dr. öğretim görevlisinin süresini uzatmadı ve ders
için bir ilahiyatçı görevlendirildi;[25]
durum tamı tamına buyken; 2011’de 8 milyon 227 bin 710 olan şüpheli sayısı çoğu
yıl nüfus artış hızından daha yüksek oranda arttı. Adalet Bakanlığı’nın 2018
istatistiklerine göre, 2018’de soruşturmaya uğrayan 13 milyon 19 bin 166 kişi,
66 milyon 551 bin 604 olan erişkin nüfusun yüzde 19.6’sını oluşturdu.
2011’de
8 milyon 227 bin 710 olan şüpheli sayısı çoğu yıl nüfus artış hızından daha
yüksek oranda arttı. 2012’de 8 milyon 635 bin 614’e, 2013’te 9 milyon 324 bin
457’ye, 2014’te 9 milyon 867 bin 242’ye çıkan şüpheli sayısı, 2015’te 10
milyonu aştı. 2015’te 10 milyon 279 bin 240 olan sayı, 2016 yılında 10 milyon
559 bin 327, 2017 yılında 11 milyon 985 bin 118 ve 2018 sonunda 13 milyon 180
bin 991’e çıktı.
2011’de
yüzde 35 olan kovuşturmaya yer olmadığına ilişkin karar sayısı 2018’de yüzde
52.6’ya çıktı. Şüpheli kabul edilerek gözaltına alınan ve savcılık aşamasına
kadar götürülen olaylarda davaya dönüşmeden serbest kalanların sayısı arttı.
Kamu davası açılma kararları da 2011-2018 kesitinde azaldı. 2011’de her
soruşturmanın yüzde 52.1’i davaya dönüşürken 2018’de bu oran yüzde 33.9 oldu.
2018’de
başsavcılıklara gelen 9 milyon 252 bin 208 dosyanın yüzde 45.8’ini oluşturan 4
milyon 235 bin 783 dosyanın faili meçhul kaldı.[26]
Devletin “hukuki”(?) icraatlarına gelince!
i)
İçişleri Bakanlığı’na 5 yılda adli, idari 106 bin 468 dava açıldı. Bu
davalardan yarıya yakını Bakanlık lehine sonuçlanırken, 20 bine yakın davada
Bakanlık mahkûm oldu.[27]
ii)
AİHM’in 2021 bilançosuna göre, en fazla başvuru yapılan ilk beş ülke arasında
Türkiye de var.[28]
iii)
Osman Kavala’nın bireysel başvurusunda oyçokluğu ile verdiği ret kararının
gerekçesi yayımlayan AYM Başkanı Zühtü Arslan, Kavala’nın Barkey ile
görüşmesinin içeriğinin bilinmediğine dikkat çekerek, Barkey ile görüşen
herkesin tutuklanabileceğini vurguladı.[29]
iv)
Anayasa Mahkemesi, TBMM ile Saray tarafından hayata geçirilen kanun ve
kararlara yönelik 2021’de yapılan 74 ayrı itiraz ve iptal başvurusunu karara
bağladı. İstatistiklere göre, 2021’de 28 düzenleme, AYM’ye takıldı.[30]
v)
23 Eylül 2012 ile 31 Mart 2023’ü kapsayan bireysel başvuru istatistiklerini
açıklayan AYM’ye göre, yaklaşık 11 yılda yapılan başvuru sayısı 492 bin 243’ü
buldu. 2023’ün ilk 3 ayında yapılan başvuru sayısı 21 bin 305 olurken, en fazla
başvuru 2022’de yapıldı. 2022’de 109 bin 779 başvuru ile rekor kırıldı.
Başvuruların ise yüzde 78.1’i sonuçlandırıldı. Derdest olan başvuru sayısı ise
108 bin 8 olarak kayıtlara geçti. Sonuçlandırılan başvuruların 69 bin 436’sında
en az bir hakkın ihlâl edildiğine hükmedildi. Bir başvuruda birden fazla hakkın
ihlâl edildiği yönünde karar verilebildiği göz önüne alındığında ise hak ihlâli
sayısı 70 bin 441’e ulaştı. Hak ihlâli kararlarının yüzde 80’ini makul sürede
yargılanma hakkı ihlâli oluşturdu. Bu konuda toplam 56 bin 335 ihlâl kararı
verildi. 3 bin 451 kez mülkiyet hakkının ihlâl edildiğine hükmedilirken, ifade
özgürlüğü ihlâli sayısı ise 3 bin 335 oldu.[31]
Ve Albert Camus’nün, “Hiç kimsenin neyin ak, neyin kara olduğunu
söyleyemediği yerde; ışık söner, özgürlük gönüllü bir tutsaklık olur,”
uyarısıyla müsemma düşünceyi ifade özgürlüğü ihlâllerine gelince…
İfade
özgürlüğünün önündeki en büyük engellerden olan “Cumhurbaşkanına hakaret” ve
“hükümeti aşağılama” suçlamasıyla 2022’de tam 16 bin 753 kişi ceza
mahkemelerinde hâkim karşısına çıkarıldı.[32]
Ayrıca İfade özgürlüğünün hiç olmadığı kadar tartışmaya açıldığı AKP
iktidarında AYM verilerine göre, üç yılda ihlâller arttı. 2022’de bin 990 ihlâl
kararı verildi.[33]
Kolay
mı?
‘Freedom
House/ Özgürlük Evi’nin raporunda Türkiye “özgür olmayan ülkeler” kategorisinde
yer alırken;[34]
‘Gazetecileri Koruma Komitesi/ Commitee to Protect Journalists’, “İfade
özgürlüğü ve bağımsız habercilik alanlarının hızla daraldığı”na dikkat çekiyor.[35]
‘2018
Dünyada Özgürlükler Raporu’nda, “özgürlüklerin en çok azaldığı ülke” olarak
tanımlanan Türkiye, “kısmen özgür” kategorisinden “özgür olmayan ülkeler”
kategorisine geriledi. 2017 yılında ‘Dünya Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde 113
ülke arasında 101’nci sırada yer aldı.[36]
Yine
‘Freedom House’un 2020 Raporu’na göre, Türkiye 10 yıl içinde özgürlükler ve
demokrasi açısından en büyük gerilemenin görüldüğü ülkeler arasında Mali’den
sonra “Dünya İkincisi” olmuşken;[37] ‘Türkiye
İnsan Hakları Vakfı (TİHV)’, 29 Ekim 2021’de ‘Eleştiriyi Susturmak’ başlığıyla
yayınlanan raporuna göre, 5 yılda ifade ve medya özgürlüğünü kullanmak isteyen
2 bin 801 kişi tutuklandı, 6 bin 479 kişi gözaltına alındı. Toplamda, bin 372
dava açıldı ve 727 kişiye 27 bin 448 ay hapis cezası verildi. 184 yayın
kuruluşu kapatıldı.
İfade
özgürlüğüne yönelik açılan davaların gerekçelerinin, 476’sı “örgüt
propagandası”, 346’sı “cumhurbaşkanına hakaret” ve 165’i “anayasal düzeni
ortadan kaldırmaya teşebbüs” olarak görüldü.
Toplam
bin 118 medya çalışanı gözaltına alındı. En az 287 polis baskını ve 146 polis
müdahalesi yapıldı. 281 medya çalışanı tutuklandı. 311 medya çalışanı ise bin
592 yıl 7 ay hapis cezası aldı. Gazetecilere ve basın yayın çalışanlarına
yönelik sivil şiddet saldırısı gerçekleşti. Saldırılarda en az 5 gazete
kurumsal olarak, en az 23 gazeteci ise kişisel olarak hedef alındı.
Sosyal
medya kullanıcılarına yönelik en az 578 polis operasyonunda en az 4 bin 684
kişi gözaltına alındı. Başka nedenlerle gözaltına alınanlar da dahil olmak
üzere en az 2 bin 357 kişi sosyal medya paylaşımları nedeniyle tutuklandı.
İhlâllerden etkilenenler arasında en az 18 milletvekili, 182 siyasi parti
yöneticisi, 53 sendika ve dernek yöneticisi bulunuyordu.[38]
“SOSYAL MEDYA” VUKUAT(LAR)I
Yargının “sosyal medya” vukuat(lar)ına gelince…
X
(Twitter), Facebook, Instagram, YouTube gibi dijital platformlar; yani “sosyal
medya”, iktidarın emrine girmiş gazete ve televizyonların gizlediği gerçekleri
yansıtmada bir araç ve iktidarın sıkı kontrolünde ve hedefinde.
İstanbul
Barosu, ‘İnternet Yasası’nda değişiklik öngören yasa tasarısı ile internete
erişime sansür amaçlandığına dikkat çekip, “Düzenleme, devletin internet
kullanıcılarının hareketlerini arşivleme ve fişleme yapabileceği bir altyapıyı
yasal hâle getirmeye çalışmaktadır,” uyarısını dillendirerek; Telekomünikasyon
İletişim Başkanlığı’na (TİB) mahkeme kararı olmaksızın erişimi engelleme
yetkisi verildiği vurgusuyla, “Bu yeni düzenleme, yürütmenin, açıkça yargı
erkinin anayasal alanına tecavüzü anlamına gelmektedir,”[39]
derken sonuna dek haklıydı.
Çünkü
internet sitelerini mahkeme kararı olmadan kapatma yetkisi veren yasanın örneği
AB ülkelerinde mevcut değil; AB Bakanlığı’nın bilgi notunda “AB müktesebatında
ve AB ülkelerinde 5651 muadili bir düzenleme bulunmamaktadır,” ifadelerine yer
veriliyor.[40]
2015’in
Temmuz-Eylül döneminde 101 site, 40 Twitter hesabı, 178 URL/bazlı habere sansür
getirildi;[41] Twitter ve
Youtube yasaklarını Anayasa Mahkemesi’ne açtığı davalarla iptal ettiren Bilgi
Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Yaman Akdeniz, Türkiye’de 18 bini 2014’te
olmak üzere toplam 60 bin siteye erişimin engellendiği ve erişim engelleme
kararlarının yüzde 90’ının idari olarak TİB tarafından verildiğine işaret edip,
siyasi olarak Kürt haber sitelerinin 200’den fazlasının engelli olduğunu, Gezi
olayları sırasında ceza ve idari soruşturmaların arttığını kaydetti.[42]
Ancak
bunlara rağmen AKP iktidarı internete sansür yetkisini elde etmek için bir yıl
olmadan üçüncü kez girişimde bulundu. AKP’nin üçüncü kez getirmeye hazırlandığı
internete sansürün kılıfı yine “kamu düzeni” ve “milli güvenlik” olurken
internet erişimini engelleme yetkisi diğer düzenlemelerden farklı olarak, TİB
yerine Başbakanlık ve bakanlıklara vermekte ısrar edip,[43]
baskılarını yoğunlaştırdı.
i)
CHP Gümüşhane Merkez ilçesinin eski başkanı Rıdvan Eryılmaz, 15 Temmuz gecesi
yaptığı Facebook paylaşımları nedeniyle alt sınır 1.5 yıl olan propaganda
suçundan 6 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Mahkemenin alt sınırın üzerinde
ceza vermesini yeterli görmeyen savcı ise “Manevi cebir de cebir sayılır”
diyerek sanığın “darbe girişimine katıldığı” gerekçesiyle ağırlaştırılmış
müebbet hapis cezasına mahkûm edilmesi talebiyle Yargıtay’a temyiz başvurusu
yaptı.[44]
ii)
Kurban Bayramının ilk günlerinde sosyal medyada “Benim için IŞİD ile bıçağını
masum bir hayvanın boğazına dayayan aynı duygudadır” mesajını paylaştıktan
sonra hedef hâline getirilen Leman Sam’ın “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve
aşağılama” suçlamasıyla bir yıla kadar hapsi istendi.[45]
iii)
Özel yetkili savcılıklar döneminde sosyalist hacker grubu RedHack üyesi
oldukları iddiasıyla 24 yıla kadar hapis istemiyle haklarında dava açılan 10
kişi, 3 yıl sonra 16 Mart 2015 tarihinde “suçsuz oldukları” gerekçesiyle beraat
etti. Beraat eden sanıklarından biri de üniversite öğrencisi Duygu
Kerimoğlu’ydu. 25 yaşında olan Duygu Kerimoğlu, 21 yaşındayken 9 ay 10 gün
tutuklu kaldı. Ve şimdi beraatın ardından geride, Kerimoğlu ailesinin yaşadığı
dram kaldı... Baba Adnan üzüntüden kansere yakalandı. Anne Neslihan tansiyon ve
kalp hastası oldu. Duygu maddi imkânsızlıklardan okulu bıraktı. Evlerine icra
geldi. Anne Neslihan Kerimoğlu, “Biz bunları hak edecek ne yaptık?” diye isyan
etti.[46]
iv)
Gazeteci Sedef Kabaş’ın evine paylaştığı 17 Aralık büyük yolsuzluk ve rüşvet
operasyonuyla ilgili tweeti nedeniyle polis tarafından baskın düzenlendi.
Twitter’da 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarının dosyalarına
takipsizlik veren savcıları eleştiren Sedef Kabaş “bu ismi unutmayın” diye twit
atmıştı.[47]
v)
Eğitim-Sen İstanbul 5 No’lu Şube eski yöneticisi, 34 yaşındaki rehberlik
öğretmeni Rahmetullah Öral Polise yapılan ihbarla, kendisine ait olmayan sosyal
medya paylaşımları yüzünden İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ilk
duruşmasında 3 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılarak, açığa alındı.[48]
BAĞIMLI YARGI: GÖZLERİ AÇILAN THEMİS!
Hikâye
herkesin malumu: Yunan mitolojisindeki adalet tanrıçası Themis’i bir elinde
terazi, bir elinde kılıç ve gözleri kapalı bir kadın heykeli temsil eder.
Kılıcı, teraziyi ve gözlerinin kapalı olması adil ve hukukun evrensel
ilkelerine uygun karar verilmesi gerektiğini anlatır. Ve AKP döneminde inşa
edilen büyük adalet saraylarında, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi önünde
insanları, gözleri kapalı Themis heykeli karşılar karşılamasına ama, Anayasa
Mahkemesi’nin kararı alt mahkemece uygulanmaz o kocaman binalarda; mitosu
tekzip edercesine…
Kolay
mı?
Eski
‘Yargıçlar Sendikası Başkanı’ Mustafa Karadağ’ın, “Danıştay’da yargı
bağımsızlığı yerle yeksan edildi;[49]
Ayşe Sarısu Pehlivan’ın, “Bağımsız ve tarafsız yargı hayal”;[50]
Nurcan Bilge Gökdemir’in, “Hukukun değil, Saray’ın dediği olur;[51]
Yekta Güngör Özden’in, “Yargıda ve görevde yandaşlık, yakınlık, duygusallık en
sakıncalı tutumdur”;[52] eski
İstanbul Baro Başkanı Mehmet Durakoğlu’nun, “Hukuk devletinden uzaklaşıyoruz…
Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığından söz etmek de bu sözcüklere içtenlik
yüklemek de olası değildir”;[53] “Demokratik
olmayan siyasal iktidarların, kararları nedeniyle yüksek mahkeme ve özellikle
AYM yargıçlarına yönelik ölümle sonuçlanan tehdit ve baskıları yeni değil”;[54]
Emre Kongar’ın, “Devletin temeli olan yargıda inanılmaz bir çürüme yaşanıyor,”[55]
betimlemeleri ışığında yargı bağımsızlığı karşılıksız bir söylencedir, o kadar!
Siz
bakmayın Hamdi Yaver Aktan’ın, “Yargıçlar, devletin hukuk düzenini
kurtarabilirler”;[56] Musa
Tekin’in, “Anayasanın 9. maddesine göre yargı yetkisi, bağımsız mahkemelerce
kullanılır. Yargının gerçekten bağımsız olması, yargının, mali ve idari
bakımdan bağımsız olmasıyla sağlanabilir”;[57]
Erol Türk’ün, “Çağdaş hukuk devleti, kişilerin birbirlerine ve devlete karşı
haklarını korumakla yükümlüdür. Aynı zamanda kişilerin uyması gereken kuralları
da düzenlemiştir. Yasalar ahlâka uygundur, herkes için eşittir. Bir sınıf veya
grubun ya da bir cinsin, rengin veya din ve mezhebin lehine hükümler içermez”;[58]
eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’un, “Türkiye, hukuk
kişiliğini kazanamamışların, köleleş(tiril)mişlerin ülkesi olamaz. Olmamalıdır
da,”[59] türünden dilek ve temennilerine; bunlar
gerçekliği değiştiremez!
Basit
bir örnek bile sözünü ettiğim hâli gayet net sergiler: Anayasa’nın
146/3.maddesinde öngörülen Cumhurbaşkanı’nın Anayasa Mahkemesi’ne üye seçmesi,
tarafsızlık konumunun yüklediği bir görevdi. Cumhurbaşkanı taraflı olunca
atamalar siyasal öngörülere elverişli bir duruma dönüşmüş olmaz mı?!
Bunların böyle olması, “Kuvvetlerin (yasama ve yürütme) ayrılığının,
tekelci kapitalizm koşullarında pratiği imkânsız teorik bir mülahaza”dan başka
bir şey olmamasından kaynaklanır.
Örneğin
hak arama özgürlüğü ve düzgün/dürüst (adil ve hakkaniyete uygun) yargılanma
hakkından söz edince; yargı bağımsızlığına dayanan erkler ayrılığı düzeneğine
“muhtaç”sınız denir.
Sözünü
ettiğim hâlin gerçekleşmesi, yedi koşula bağlıdır: i) Mahkeme hakkı, ii)
bağımsız ve tarafsız mahkeme, iii) suçsuzluk varsayımı, iv) silahların eşitliği
ilkesi, v) savunma hakları, vi) çabukluk ve açıklık ilkesi, vii) kararları
uygulama yükümlülüğü.[60]
Sürdürülemez
kapitalizm koşullarında bu(nlar) mümkün müdür?
Elbette
‘Hayır’, çünkü yasama tam anlamıyla yürütmenin emrine verilerek,
etkisizleştirilmiştir.
Kuvvetler
ayrılığı, demokratik devlet yönetimini düzenleyen bir modeldir. Kuvvetler
ayrılığı modeli içinde devlet çeşitli birimlere ayrılmıştır, her birimin ayrı
ve bağımsız gücü ve sorumluluk alanları vardır. Ve de hukukun kuvvetlerin
ayrılığı “iddiası”na yaslanan pozisyonu, gücünü iktidar karşısında uygulanmaya
geçirmesi hâlinde mümkün olur ki, bu da teorik bir varsayımdır nihai kertede…
Çünkü
kuvvetler ayrılığı ilkesi: Devletin üç ana işlevini (yasama, yürütme ve yargı)
yerine getiren organların, tek bir kişinin elinde toplanmasını engellemek için
düşünülmüştür. Bu yetkileri tekeline alan iktidarda “bağımsız yargı” olabilir
mi?
Ya
da “Anayasanın 2. maddesi demokratik hukuk devleti ilkesini, 7. maddesi yasama
yetkisini, 8. maddesi yürütme yetki ve görevini, 9. maddesi ise yargı yetkisini
düzenlemektedir. ‘Yargı yetkisi, Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce
kullanılır.’ Mahkemelerin bağımsızlığını düzenleyen 138. maddeye göre ‘Hâkimler
görevlerinde bağımsızdırlar, anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani
kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı
yetkisinin kullanılmasında mahkemeler ve hâkimlere emir ve talimat veremez;
genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz’,” ifadeleri ne kadar
uygulanabilir? Hem de “Yargının yönetimine ilişkin Hâkimler Savcılar Kurulu’nun
yapısını belirleyen, onu yürütme organının (partili cumhurbaşkanı) denetimine
sokan anayasanın 138. maddesindeki hükümler, yargı bağımsızlığını bütünüyle
ortadan kaldır”[61] dığı hâlde?!
Yeri
geldi anımsatalım: 2024’de yeni Adalet Yılı Açılışı’nda ev sahibi Yargıtay,
Türkiye Barolar Birliği-TBB Başkanı Erinç Sağkan’ın konuşmasının canlı yayınını
engelledi. Böylece Yargıtay, savunmanın sesini kesti; olmaması gereken oldu!
Ayrıca
yeni Adalet Yılı Açılışı’nda savunmanın sesini kesme eylemini tamamlayan bir
olay daha yaşandı. Yargıtay Başkanı Ömer Kerkez, “milli hukuk sistemi”
isteyerek, “Ülkemizin daha demokratik, daha özgürlükçü, daha çağdaş, daha
kapsayıcı bir anayasaya ihtiyacı vardır. Yeni anayasamızın gerek hazırlık
süreci gerekse içeriği itibarıyla bu ülkeyi seven herkesi kapsayıcı nitelikte
olması son derece önemlidir. Avrupa hukukuna uyum sağlamaya çalışan bir görüntü
yerine, Avrupa ve dünya hukukuna yön veren milli hukuk sistemimizi bir an önce
tamamlamak için yoğun çalışmalar yapmamız gerekir,”[62]
dedi!
“Hukukun
da yerli ve milli”leştirildiği(?!) tabloda gün geçmiyor ki kısaca mafya olarak
nitelendirdiğimiz çıkar amaçlı suç örgütlerinin liderleri ile yargı
mensuplarının aynı karede olduğu fotoğrafları ve mafyalaşmış yargı
mensuplarının öyküleri basında, sosyal medyada ve gazetelerde yer almasın.
Yargı
tarihinde yeni bir süreci yaşıyoruz. Yargı mensuplarının aidiyetleri (cemaat,
siyasi görüş, mezhep, etnik kimlik), iktidara yakınlıkları veya kurul üyelerine
yakınlıkları bir şekilde atama ve terfilerinde ölçüt olarak alınmaya başladı.[63]
İşte
bu koşullarda hukuk(suzluğ)a ilişkin birkaç veri:
i)
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan, darbe girişiminin ardından
yargılandığı davada “ağırlaştırılmış müebbet hapis” cezasına çarptırılan ve
istinaf başvurusunda beraat ve tahliyesine karar verilen Korgeneral Metin
İyidil’in tekrar gözaltına alınmasına yönelik eleştiriler hakkında, “Yargı
camiamız için gerçekten çok çok üzücü bir adım olmuştur” diyerek ekledi:
“İlginç olan şey şu; tabii bunların hepsinin talimatlarını da verdik, yani
kararı veren kişi veya kişilerin de FETÖ’cü olması bu işin nerelere vardığını
gösteriyor. Müebbet hapse mahkûm olmuş bir kişinin hemen tahliyesini verme gibi
bir yola bir mahkeme nasıl gidebiliyor? Bu anlaşılabilir bir şey değil”![64]
ii)
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un eşi Fatmanur Altun,
kendisine hakaret ettiği iddiasıyla dava açtığı yurttaş beraat etti. Altun’un
avukatı Sezgin Tunç, beraat kararı veren hâkim hakkında, “İdari, hukuki ve
cezai tüm yolları sonuna kadar kullanacağız” dedi. Eşinin aleyhine karar
çıkmasından bir gün sonra açıklama yapan Fahrettin Altun, yargıyı hedef alıp,
“Demokrasi, insan hakları ve adalet idealleri doğrultusunda, elbette bağımsız
Türk yargısı içine sızan, adaletin tesisi ve temini için çalışmak yerine
ideolojik körlükle, örgütsel saiklerle ve vesayet hevesiyle hareket eden
unsurlarla mücadele edeceğiz,” ifadelerini kullandı![65]
iii)
İstanbul 11. Sulh Ceza Hâkimliği, Demirören-Kalyoncu ailelerinin düğününün
yapıldığı Çırağan Sarayı önündeki yolun neden kapatıldığını sorması üzerine
Cumhurbaşkanlığı korumaları tarafından darp edilen Avukat Sertuğ Sürenoğlu’nun
gözaltına alınmasına ilişkin görüntülerin ortaya çıkması üzerine avukatlarının
yaptığı “ev hapsi kararını kaldırın” başvurusunu skandal gerekçelerle reddetti.
Sadece “Bir düğün için mi” dediği duyulan Sürenoğlu’nun görüntülerde
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret etmediğinin çok net olmasına karşın hâkimlik
kararında, “Dosyaya sunulan tek taraflı kayıtta olayın ilk başlangıç hâlinin
tüm yönleri ile ortaya konmadığı, kaydın nasıl elde edildiğinin de CMK delil
sistematiği içerisinde bu aşamada ortaya konmadığı anlaşılmaktadır” denildi.
Böylece yargı, olaya ilişkin en somut görüntüyü “delilden” saymadı![66]
iv)
Silahlı terör örgütü üyeliği suçlamasıyla yargılanan F.A’nın adli kontrol
hükümleri[67] ve
yurtdışına çıkış yasağı son buldu. F.A’nın, “Hacca gitmeye hak kazandığım için
yurtdışına çıkış yasağım kaldırılmalı” başvurusunu görüşen mahkeme, tartışmalı
bir karara imza attı. Isparta 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesi kararında, “Sanığın
yedi yıldır hacca gitmek için müracaat ettiği, 2019 kurasında hac kayıt hakkı
kazandığı, kesin kaydını yaptırdığı, hakkındaki adli kontrol kararının
kaldırılmaması durumunda hac görevini yerine getiremeyecek” denildi. Bir daha
kayıt yaptırma şansı olmadığının sebep gösterildiği kararda, F.A’nın mağdur
olmaması için adli kontrol şartı kaldırıldı![68]
v)
FETÖ’den gözaltına alınan ve serbest bırakılan eski ÖSYM Başkanı Ali Demir,
Emniyet’teki işlemlerinin tamamlanmasının ardından 17 Nisan’da adliyeye sevk
edilmişti. Demir’e, sorgusunda, FETÖ’nün üst düzey yöneticileri Şerif Ali
Tekaalan ve Cemil Koca ile olan telefon irtibatı da sorulmuş, kendisi bunun,
“öğretim üyeliği döneminde olduğunu” öne sürmüştü. İfade işlemi sonrasında
soruşturma savcısının “silahlı terör örgütüne üyelik” suçundan tutuklanmasını
istediği Demir, nöbetçi sulh ceza hâkimliğince serbest bırakılmış ancak
kendisine “elektronik kelepçe takmak suretiyle konutu terk etmeme” adli kontrol
şartı getirilmişti. Demir’in avukatlarının itirazı üzerine de sulh ceza
hâkimliği, konutu terk etmeme şeklindeki adli kontrol şartını kaldırdı![69]
Bu
ve benzerleri böyleyken; iktidarın yargıyı ve hukuku araçsallaştırdığını, kendi
amaçları için kullandığı “sır” değilken; kimse “yargı bağımsızlığı”ndan söz
edemez.
Kolay
mı?
AYM’nin
Hatay’dan milletvekili seçilen Can Atalay’a ilişkin verdiği hak
ihlâli kararı iki kere Yargıtay’a takıldı.[70]
AYM ve Yargıtay arasında gerçekleşen kriz bir rejim krizi ve hukuk skandalına
dönüştü. Gezi Parkı ile Kobani davaları da yargının siyasallaşmasını gözler
önüne serdi.
Hâl
bu merkezdeyken; “Bağımlı yargı, hiçbir karanlığı aklayamaz,” diyen eski İzmir
Barosu Başkanı Sefa Yılmaz, yürütmenin, yargı üzerindeki baskı ve tahakkümünün
arttığını belirtiyor.[71]
O
hâlde, bir kez daha hatırlatalım: Anayasa’da yer alan hukuk devleti (m.2),
kuvvetler ayrılığı (m.6, 7, 8, 9), yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile
hâkimlik teminatı (m.138, 139, 140) ilkelerine karşın, yargının yönetiminden
sorumlu Hâkimler Savcılar Kurulu’nun (HSK) mevcut yapısı (başkanlığını adalet
bakanının yaptığı kurul üyelerinin büyük çoğunluğu doğrudan ve dolaylı
yöntemlerle partili cumhurbaşkanı tarafından belirlenmekte, m.159) itibarıyla
yargı bağımsızlığı olanaksızdır!
TANIĞIN “GİZLİ”Sİ (OLUR MU?)!
“Bağımlı Yargı”nın made in Turkey versiyonuna bir de Robert Taft’ın,
“Bu mahkemede bir intikam havası tütüyor. İntikamda ise gerçek adalet nadiren
bulunur,” sözünü anımsatıp, “dubio pro reo”[72] ilkesini yok sayan “Gizli Tanık” saçmalığı
eklenmiştir!
Ülkeyi
temelinden sarsan siyasi davalar ve komplo davalarında başrolde hep “gizli
tanık” var. Bir “gizli tanığın” ifadesi kadar inanılan hiçbir şey olmuyor
bazen. Adeta kutsal kitap sözü! Açık kimliği ile denetlenebilir, sorgulanabilir
tanık beyanlarının, hatta “olguların” üzerine konuluyor gizli tanığın
beyanları.
Rejimi
değiştiren davalarda da başrolde gizli tanıklar vardı. Karara esas alınmasalar
bile servis edilerek kamuoyunun yönlendirilmesinde etkin olarak kullanılıyor
ifadeler. Her ne kadar “gizli tanık” olmanın hukuki ve fiili avantajlarından
faydalansalar da ne kimlikleri gizli ne de ifadeleri. Tüm yargıyı çürüten bir
kara deliğe dönüşmüş durumda olmalarına karşın;[73]
“Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasası’nda “Tanık Koruma Kanunu” 2007’de kabul
edilerek, 2008’de yürürlüğe girdi.
5726 sayılı Tanık Koruma Kanunu’yla devreye sokulan uygulama için
Avukat Ercan Kanar, “Müvekkilimi cezaevinde ziyarete gittiğimde gizli tanığın
söylediği tarih için ‘Ben o tarihte cezaevindeydim’ dedi. Cezaevine sorduk,
bizi doğruladı. Gizli tanık adil yargılamaya atılan sis bombasıdır. Hukuku
ortadan kaldırdı,”[74] dediği hâlin örneklerinden birisi de ÇHD’li avukatların davasında 141
davanın gizli tanığının varlığıdır.
Şaka
değil, avukatlara dava açılmasında kilit rol oynayan gizli tanık İ.Ö’nün 141
ayrı davanın gizli tanığı olduğu ortaya çıktı. Silahlı yağma, bıçaklı saldırı
gibi suçlardan hükümlü olan İ.Ö. SEGBİS ile dinlendiği duruşmada, “Ben çok
mahkemede tanığım, bu hangi mahkeme bilmiyorum,” ifadelerini kullanmıştı![75]
Burada
sözü ‘Demokrat Yargı’ eski Genel Sekreteri Defne Bülbül’e bırakalım:
“Gizli
tanıklık kurumu, engizisyon yargılamalarının bir mirası olarak mahkûmiyet
kararlarının en önemli delili olarak bugüne kadar geliyor. Engizisyon
yargılamalarında soruşturmanın gizliliği esastı. Muhbirlerin ve tanıkların
özellikle kimliklerinin gizlenmesi esasına dayanıyordu, sanıkların aleyhlerinde
ifade veren kimselerin kimler olduğunu bilmeye hakkı yoktu. Bu suretle XIV. ve
XVII. yüzyıl kesitinde 500 bin kişi engizisyon yargılamaları esnasında cadı avı
olarak anılan süreçte öldürüldüler. Öldürülenlerin yüzde 85’i kadınlardan
oluşuyordu.
O
dönemlerde kimlik bilgileri gizlenerek bir perdenin ardından ifade veren gizli
tanıklar, bugüne geldiğimizde yine tanığın kimlik ve adres bilgileri gizli
tutularak ve hatta tanık koruma kapsamında yüz ve kimlik değişikliğine de imkân
verilerek, sesi ve görüntüsü teknik cihazlarla gizlenip değiştirilmek suretiyle
varlıklarını mahkemelerde ortaçağdan kalan birer hayalet gibi devam
ettiriyorlar.
Gizli
tanıklık kurumu bizim sistemimize 2005’de 5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu’nun 58. maddesinde yapılan değişiklikle girdi. ‘Tanık olarak dinlenecek
kişilerin kimliklerinin ortaya çıkması kendileri veya yakınları açısından ağır
bir tehlike oluşturacaksa, kimliklerinin saklı tutulması için gerekli önlemler
alınır’ demekte, güvenliğin sağlanması için alınacak önlemlerin ise kanunla
düzenleneceğini ifade etmekteydi, bu maddeye bağlı olarak da 5726 sayılı Tanık
Koruma Kanunu çıkartıldı.
Geçmişten
bugüne özellikle terör hukuku konusunda mazisi ve bugünü çok da sağlıklı
görülmeyen, herkesin her an muhalif bir sözü, bir davranışı ile ‘terörist’ olma
tehlikesi altında bulunduğu mevcut sistemde, cemaat dönemi yargısının tehlikeli
enstrümanı olan gizli tanıklık kurumu hâlen davalarda operasyonel olarak
hakikâti farklı dönemlerde farklı amaçlarla inşa etmeye yarayan araçlardan biri
olmaya muktedir bir yapı olarak varlığını devam ettiriyor.”[76]
NİHAYET
Bertolt
Brecht’in, “Zulümler yağmur gibi yağmaya başlayınca/ ‘dur!’ diyen olmaz artık,/
Cinayetler üst üste yığılmaya başlayınca görülmez oluverirler./ Çekilen acılar
dayanılmaz olunca duyulmaz artık/ hiçbir çığlık. Çığlıklar da yaz yağmuru gibi
yağar,” dizeleriyle betimlenebilecek hukuk(suzluk) hâlinde, Giordano Bruno’nun,
“Yaşamı ben de çok seviyorum; fakat gerçeklerim bunun üstündedir”; Selçuk
Kozağaçlı’nın, “Ben kendimi her zaman bu halkın çocuğu hissettim, onlara borcu
olan biri olarak hissettim,” sözleriyle müsemma mücadelenin yükseltilerek,
toplumsallaştırılmasından başka bir yol yoktur; olamaz da.
31
Aralık 2024 12:01:32, Muğla.
N O T L A R
[*] Görüş, Mart
2025…
[1] Émile Zola, Gerçek, çev: Erdoğan Alkan, Altın
Kitaplar, 1973, s.419.
[2]
Carlos Fuentes, Friedrich Balkonunda, çev: Süleyman Doğru, Can Yay., 2015,
s.139.
[3] Rosa
Luxemburg, Rus Devrimi, çev: Cangül Örnek, Yazılama Yay., 2009.
[4] Frank
Herbert, Dune Sapkınları, çev: Dost Körpe, Kabalcı Yay., 2011.
[5] Yazgülü Aldoğan, “Keşke Hukuk Üstün Olsa!”,
Cumhuriyet, 21 Ekim 2021, s.5.
[6] Timur Soykan, “Çürüyen Yargı”, Birgün Pazar, 5 Kasım
2023, s.9.
[7] Barış Terkoğlu, “Yargıdaki Rüşvet Bataklığının
Belgeleri”, Cumhuriyet, 11 Mart 2024, s.3.
[8] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Avrupasızlaştırma-
[9] “Yargıda Reform” denen ama her seferinde, yeni
haksızlık ve hukuksuzlukların da önünü açan yargı paketlerinin sonuncusu da 12
Mart 2024 tarihli ve 32487 sayılı Resmi Gazete’de yayımlandı. Bu “yargı
paketinde”, “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek”, ayrı bir
suç olarak düzenlenmiş. “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen
kişi”, ayrıca beş yıldan on yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacak.
Bilindiği gibi Türk Ceza Kanunu’ndaki bu madde, muğlak
olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Şimdi iktidar
bu maddeyi yeniden yürürlüğe sokuyor. Böylece hem Anayasa Mahkemesi kararını
hiçe sayıyor hem de herkesi, her an, her yerde, her sözünden veya yazısından
dolayı hapse atmak tehdidini devam ettiriyor. (Emre Kongar, “Hukuk Devleti
‘Guguk’ Derken!”, Cumhuriyet, 17 Mart 2024, s.2.)
[10] Öner Bulut, “Hukukun Yozlaşmasının
Nedenleri”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2023, s.2.
[11] Emre Kongar, “İki Yüz Değil, İki Bin Yıl
Öncesine Götürülüyoruz”, Cumhuriyet, 9 Haziran 2024, s.2.
[12] Emre Kongar, “Adalet Çökünce Devlet de
Çöker!”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2024, s.2.
[13] Mustafa Karadağ, “Hukukun En Büyük Düşmanı
Keyfiliktir”, Birgün, 8 Mayıs 2024, s.10.
[14] “Yargının Hâli Rejimin Özeti”, Birgün, 29
Ocak 2022, s.7.
[15] “Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk:
Türkiye’de Verilen Yargı Kararlarının Yüzde 99’u Geçersizdir”, 30 Mayıs 2024…
https://t24.com.tr/haber/yargitay-onursal-baskani-sami-selcuk-turkiye-de-verilen-yargi-kararlarinin-yuzde-99-u-gecersizdir,1167244
[16] Selin Nakıpoğlu, “İşkenceye Sıfır Tolerans”,
Birgün, 28 Eylül 2024, s.8.
[17] İpek Özbey, “Dualı Açılışa Tepki”,
Cumhuriyet, 3 Eylül 2021, s.5.
[18] “AKP İktidarının 15 Yıllık İnsan Hakları
Raporu Yayınlandı”, Evrensel, 18 Mayıs 2018, s.4.
[19] Kemal Anadol, “FETÖ’cü Çetenin Hukuk
Cinayeti”, Cumhuriyet, 29 Aralık 2022, s.2
[20] “… ‘FETÖ Borsası’nı Kamuoyuna Duyuran
Muhabirimiz Hakkında Dava Açıldı”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2019, s.11.
[21] “Zindaşti’yi Tahliye Eden Hâkime Rüşvet
Davası”, Cumhuriyet, 18 Mart 2021, s.12.
[22] “36 ÖDP’liye ‘Bardakçı’ Soruşturması
Başlatıldı!”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2019, s.4.
[23] Seyhan Avşar, “ÇHD’ye Karşı Dava Üstüne Dava
Açılıyor”, Cumhuriyet, 22 Mayıs 2021, s.10.
[24] Emin Çölaşan, “Al Sana 91 Adet Hukuk
Fakültesi”, Sözcü, 12 Nisan 2022, s.5.
[25] Osman İnci, “Yargı Krizinin Anımsattıkları”,
Cumhuriyet, 14 Aralık 2023, s.2.
[26] “2018’de Her Beş Kişiden Birinin Hakkında
Soruşturma Yürütüldü”, 31 Mayıs 2019…
https://t24.com.tr/haber/2018-de-her-bes-kisiden-birinin-hakkinda-sorusturma-yapildi,823834
[27] Müzeyyen Yüce, “İçişleri 5 Yılda 20 Bin
Davada Mahkûm Oldu”, Birgün, 16 Ekim 2021, s.6.
[28] “Hukuksuzluk AİHM Başvurularına Yansıdı”,
Birgün, 26 Ocak 2022, s.9.
[29] AYM üyesi Engin Yıldırım muhalefet şerhinde
Kafka’nın Dava romanına atıf yaparak, “Joséf K. Kendisini aniden bir hukuk
sarmalının ve labirentinin içinde bulmuştu; Joséf K. Bir hukuk devletinde
yaşıyordu” ifadelerine yer verdi. (“AYM’nin Kavala Kararında, Kafka’nın
Romanına Atıf Yapıldı”, Birgün, 24 Mart 2021, s.8
[30] Hüseyin Şimşek, “Hukuksuz Kararlar Verilere
Yansıdı”, Birgün, 27 Şubat 2022, s.5.
[31] Sefa Uyar, “Yargı Bağımsızlığına Darbe”,
Cumhuriyet, 10 Mayıs 2023, s.9.
[32] Mustafa Bildircin, “Cumhurbaşkanı’na Hakaret
Davası 2022’de Rekor Kırdı”, Birgün, 9 Nisan 2023, s.8.
[33] Mustafa Bildircin, “Konuşana da Yazana da
Ceza”, Birgün, 22 Mayıs 2023, s.9.
[34] “Freedom House: Türkiye’yi Özgür Olmayan
Ülkeler Arasında”, Evrensel, 17 Ocak 2018, s.4.
[35] “Türkiye’ye Çok Ağır Eleştiriler!”,
Cumhuriyet, 13 Mart 2020, s.8.
[36] “İhlâl Yoksa Bunlar Ne?”, Birgün, 13 Ocak
2019, s.8.
[37] Emre Kongar, “Adalet Devrimi Yapan
Türkiye’nin Dünya İkinciliği ve Kılıçdaroğlu’nun Ziyareti”, Cumhuriyet, 5 Mart
2021, s.2.
[38] Hicri İzgören, “Eleştiriyi Susturmak”, Yeni
Yaşam, 28 Ekim 2021, s.15.
[39] “Yürütmenin Tecavüzü”, Cumhuriyet, 28 Ocak
2014, s.9.
[40] Duygu Güvenç, “Benzersiz Sansür”, Cumhuriyet,
6 Nisan 2015, s.14.
[41] “Üç Ayda 178 Haber, 101 Site, 40 Twitter
Hesabına Sansür”, Birgün, 23 Ekim 2015, s.10.
[42] Alican Uludağ, “Bir Yılda 18 Bin Site
Kapatıldı”, Cumhuriyet, 29 Kasım 2014, s.8.
[43] “AKP’nin Sansür İnadı”, Cumhuriyet, 26 Aralık
2014, s.5.
[44] Kemal Göktaş, “Facebook’tan Müebbet”,
Cumhuriyet, 28 Nisan 2017, s.6.
[45] “Leman Sam’ın Bir Yıl Hapsi İsteniyor”,
Birgün, 30 Mart 2015, s.14.
[46] Alican Uludağ, “Redhack’te 9 Ay Hapis, 3 Yıl
Dava: Sonuç Beraat”, Cumhuriyet, 17 Mart 2015, s.13.
[47] “Kabaş: Hâkim Tweetimi İfade Özgürlüğü
Kapsamında Değerlendirdi”, Cumhuriyet, 31 Aralık 2014, s.8.
[48] Tuğba Özer, “Eğitim-Sen Üyesi Öğretmene,
Sosyal Medya Paylaşımlarından Ceza”, Cumhuriyet, 23 Kasım 2020, s.6.
[49] Mustafa Karadağ, “Danıştay’da Yargı
Bağımsızlığı Yerle Yeksan Edildi”, Birgün, 14 Mayıs 2022, s.13.
[50] Ayşe Sarısu Pehlivan, “Bağımsız ve Tarafsız
Yargı Hayali”, Birgün Pazar, Yıl:19, No:798, 26 Haziran 2022, s.9.
[51] Nurcan Bilge Gökdemir, “Hukukun Değil,
Saray’ın Dediği Olur”, Birgün, 9 Ağustos 2024, s.5.
[52] Yekta Güngör Özden, “Yansızlık
(Tarafsızlık)”, Sözcü, 30 Mayıs 2022, s.12.
[53] Sena Tufan, “Durakoğlu: Hukuk Devletinden
Uzaklaşıyoruz”, Cumhuriyet, 5 Nisan 2022, s.9.
[54] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Baskıcı Yönetimler ve
Dirençli Yargıçlar”, Birgün, 8 Ocak 2024, s.8.
[55] Emre Kongar, “Yargıdaki Çürüme, Devletteki
Çöküş”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2023, s.2.
[56] Hamdi Yaver Aktan, “Yargıçlar Devletin Hukuk
Düzenini Kurtarabilirler”, Cumhuriyet, 13 Ocak 2022, s.2.
[57] Musa Tekin, “Yargının Mali ve İdari
Bağımsızlığı”, Cumhuriyet, 12 Nisan 2023, s.2.
[58] Erol Türk, “Yargıcın Ahlâkı Vicdanıdır”,
Cumhuriyet, 9 Aralık 2022, s.2.
[59] Sami Selçuk, “Çağrı... Hukuka Dönelim
Yargılama Erkine ve ‘Suçsuzluk Karinesi’ne Saygılı Olalım”, Karar, 2 Aralık
2022, s.11.
[60] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Adli Yıl ve Yargılanma
Hakkı”, Birgün, 5 Eylül 2024, s.6.
[61] Enver Kumbasar, “Yargıç ve Vicdanı”,
Cumhuriyet, 14 Aralık 2022, s.2.
[62] Yakup Kepenek, “Hukukun Sonu”, Birgün, 8
Eylül 2024, s.6.
[63] Bülent Yücetürk, “Mafyalaşan Yargı”,
Cumhuriyet, 28 Temmuz 2022, s.2.
[64] “Erdoğan’dan Korgeneral İyidil’e Beraat
Tepkisi”, 19 Ocak 2020…
https://t24.com.tr/haber/erdogan-berlin-ziyareti-oncesinde-aciklamalarda-bulunuyor,856639
[65] “Fatmanur Altun’un Aleyhine Karar Veren Hâkim
İçin Harekete Geçildi”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2021, s.12.
[66] Alican Uludağ, “Hâkim, O Görüntüleri Delilden
Saymadı”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2019, s.6.
[67] Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel
Müdürlüğü Denetimli Serbestlik Daire Başkanlığı, Haziran 2018 istatistiklerini
paylaştı. Buna göre haziran ayı itibariyle 435 bin 521 kişi denetimli
serbestliğe tabii durumda. Bunların 13 bin 460’ı çocuk. Denetimli serbestliğin
uygulandığı dosya sayısı 590 bin 342. Denetimli serbestliğin bir türü olan
‘adli kontrol’ ise Haziran 2018 itibariyle 384 bin 408 dosyada uygulanıyor. 536
dosyada ise “Hükmün açıklanmasının geri bırakılması” uygulanıyor. Önceki Haziran
ayında 442 bin 506 kişi denetimli serbestliğe tabii durumdaydı. Bunların 13 bin
520’si çocuktu. Denetimli serbestliğin uygulandığı dosya sayısı 583 bin 83’tü.
“Adli kontrol” ise Mayıs 2018 itibariyle 379 bin 100 dosyada uygulanıyordu.
(Erdi Tütmez, “435 Bin Kişi ‘Denetimli Serbestlik’ Kıskacında”, Evrensel, 13
Temmuz 2018, s.4.)
İHD eski Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan,
rakamların, toplumun ne kadar baskı altında olduğunu gösterdiğini ifade ediyor:
“O kadar çok baskıcı politikalar uygulanmış ki neredeyse toplumun tamamı
kontrol altında. İktidar, kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi davranmayan tüm
kesimleri farklı adli mekanizmalarla kontrol altına almış. Bu rakamlara yakın
belki bir Rusya, bir de Çin vardır; onların da ne kadar otoriter rejimlerle
yönetildiğini biliyoruz.” Denetimli serbestliğe tabii tutulan kişilere cezaevlerinde
bulunan tutuklu ve hükümlüler de eklendiğinde sayının bir milyona yaklaştığını
söyleyen Türkdoğan, “Endişe verici bir sayı. Bu kadar insan devlet kontrolü
altında!” diyor. (Erdi Tütmez, “442 Bin 506 Kişi Denetimde: Denetimli
Serbestlik Prangası”, Evrensel, 8 Haziran 2018, s.4.)
[68] Hüseyin Şimşek, “KHK’lilere Yurtdışı Yasağı
Sürerken… Örgütten Yargılanan Sanığa Hac İzni”, 26 Mayıs 2019…
https://www.birgun.net/haber-detay/khklilere-yurtdisi-yasagi-surerken-orgutten-yargilanan-saniga-hac-izni.html
[69] Alican Uludağ, “FETÖ Şüphelisi Eski ÖSYM
Başkanı’nın İşaret Ettiği ‘Önemli İsimler’ İfade Tutanağına Girmedi”,
Cumhuriyet, 12 Mayıs 2019, s.4.
[70] Yargıtay 3. Ceza Dairesi, AYM’nin Can Atalay
hakkında verdiği ikinci hak ihlâli kararına uyulmaması yönünde hüküm verdi.
Kararda, AYM kararının “hukuki değerinin olmadığı” belirtildi. Kararda,
Pakistan Anayasa Mahkemesi’nin eski Başbakan İmran Han hakkındaki kararına da
atıf yapıldı. Yargıtay 3. Ceza Dairesi, AYM’nin Can Atalay’a yönelik 25 Ekim
tarihli ilk hak ihlali kararını da tanımamıştı. Yargıtay ayrıca, 25 Ekim
tarihli kararda hak ihlâlinin kabulü yönünde oy kullanan AYM üyeleri hakkında
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunma kararı almıştı.
[71] Kayhan Ayhan, “Bağımlı Yargı Hiçbir Karanlığı
Aklayamaz”, Birgün, 19 Eylül 2023, s.9.
[72] Latince in “dubio pro reo” olarak
ifade edilen, “şüpheden sanık” yararlanır ilkesinin tarihsel açıdan doğuşu ve
gelişimine bakıldığında, klasik dönem öncesi Roma hukuku kaynaklarında bu
ilkeye açıkça yer verilmediği, ancak benzerlik gösterecek şekilde başka
ilkelerle birlikte ele alındığı görülmektedir. Klasik dönem ve sonrasında
ise Trajan (Roma İmparatoru) tarafından mahkemede jüri önünde
söylendiği iddia edilen “kuşku içeren unsurların varlığı hâlinde cezalandırma
söz konusu olamaz. Kusursuz bir kişinin cezalandırılması yerine kusurlu bir
kişinin cezasız kalması daha iyidir” şeklindeki ifadelerin, Roma hukukunda
dolaylı olarak şüpheden sanık yararlanır ilkesinin ilk kez ortaya konuluşu
olarak kabul edildiği belirtilmektedir. (Koray Doğan, Ceza Muhakemesinde
Belirsizlik Kuşkudan Sanık Yararlanır İlkesi, 2. Baskı, 2018, s.25.) Bahsi
geçen ifadelerden, şüphe bulunması hâlinde kişi hakkında doğrudan beraat kararı
verilmesi gibi bir sonuç çıkarılması mümkün olmamakla birlikte, şüpheden sanık
yararlanır ilkesinin temelini bu ifadelerin oluşturduğu kabul edilmektedir.
(Osman Can Başdemir, “Şüpheden Sanık Yararlanır İlkesi Nedir?”, 3 Şubat 2020…
http://www.baskahukuk.com/supheden-sanik-yararlanir-ilkesi-nedir/)
[73] İlhan Cihaner, “Şeyleri Adıyla Çağırma,
Yargıya Sızan Virüs”, Birgün, 25 Mayıs 2024, s.7.
[74] Yadigar Aygün, “Gizli Tanık Adalete Atılan
Sis Bombası”, Yeni Yaşam, 16 Eylül 2020, s.8.
[75] “ÇHD’li Avukatların Davasında Savunmasız
Ceza”, Cumhuriyet, 21 Mart 2019, s.6.
[76] Defne Bülbül, “Yargının Karanlık Süjesi:
Gizli Tanıklık”, Birgün Pazar, Yıl:5, No:608, 4 Kasım 2018, s.8-9.
Hiç yorum yok