Kurumsal Faşizm ve Tek adam Faşizmi birbirinden farklı şeyler mi? Faşizmin siyasi içeriğinin boşaltılması.
Bu türden bir ayırım kendi içinde çelişkili ve Faşizmin Marksist
Leninist tanımlamasıyla uyuşmayan Bundist, anarşist ve anarcho-Trockist bir tanımlamada
kendisini bulur.
Her şeyden önce, böylesine bir tanımlama sanki “tek adam faşizminin”
kurumsal olmadığı çarpık ve anti-Marksist anlayışa zemin hazırlar. Tam tersine, faşizmin, özellikle kaçınılmaz
ve tarihi olarak tek adamda odaklanan faşizmin öncellik taşıyan pratiği, devlet
yapısının bütün kurumlarının ele geçirilmesi ve faşizmin hizmetine uygun yapıyı
ve idari personeli oluşturulması olmuştur ve olmak zorundadır. Bu anlamda “tek
adam faşizmi” sadece teorik değil pratik olarak da “faşizmin kurumsal” biçimidir.
“Kurumsallaşma” pratiği iktidarı ele geçirmiş ve “iktidarda olma” gerçeğini
gerektirir. İktidar siyasi olarak “faşist” iken, yani zaten faşizmi “kurumsallaştırmış”
iken iktidarda olmayan bir partiyi “kurumsallaşmış faşizmin” temsilcisi
olarak tanımlamanın ne mantıksal olarak bir açıklaması olabilir, ne
de Marksizm Leninizm’in, ve onun Marksist diyalektiğinin uygulanması açısından
bir değeri olabilir.
Faşizm kapitalist gelişmenin ve çürümenin özgül bir tarihsel aşamasına (tekelci
kapitalizme) karşılık gelen somut gerçekliğiyle değerlendirilebilir. Faşizmin
sınıfsal analizini yapmaya çalışmadan herhangi bir özgülü değerlendirmeye
çabalarsak, kendimizi iki taban tabana zıt, anarşist bakış açısıyla buluştururuz.
Elbetteki Marksist Leninistler Faşizmi onun atasından - burjuva
diktatörlüğünden -ayırmaya yönelik herhangi bir girişimde bulundurmazlar. Ama
bu demek değildir ki Marksist Leninistler anarşistler gibi Burjuva diktatörlüğünün
biçimlerinin emekçi halklar ve onların sosyalizm mücadelesi açısından hiçbir önemi
olmadığı dar kafalı anlayışıyla hepsini “faşizm” olarak tanımlamazlar. Türkiye’deki Bundistler Türkiye’de başlangıçtan
bu yana hep “faşizm” vardı ve hep faşizm olacak anti Marksist anlayışını
yaymakta oldukça ileri adim attılar.
Ezberciliğin ve Marksizm'in diyalektiğinin anlaşılıp uygulanmamasının bir sonucu
olarak her burjuva diktatörlüğünü faşist olarak tanımlamanın, Faşizm ile
Parlamenter Cumhuriyet biçimindeki burjuva diktatörlüğü arasında hiçbir fark
olmadığı argümanının Marksizm-Leninizm ve onun diyalektiği ile hiçbir ilgisi
yoktur. Lenin, ”evet Marksistler
için, Engelsin vurguladığı gibi ”tıpkı bir krallıkta olduğu kadar",
demokratik bir cumhuriyette de, devletin "bir sınıfın bir başka sınıfı
baskı altında tutmasına yarayan bir makine "den başka bir şey””
değildir" diyor ve genellikle alıntılarda ıska geçilen cümlenin geri
kalanıyla şöyle devam ediyordu;
"Ancak Engels, bunu söylerken, “bu sözleriyle hiçbir zaman,
bazı anarşistlerin "anlamlaştırdıkları "gibi, baskı biçiminin şöyle ya da böyle
olmasının proletarya bakımından önem taşımadığını anlatmak istemez. Sınıf
mücadelesinin ve sınıf baskısının daha geniş, daha özgür ve daha açık bir
biçimi, genel olarak sınıfların ortadan kaldırılması için mücadelesinde proletaryaya
büyük ölçüde yardımcı olur... Partimizin ve işçi sınıfının, egemenliğe
ancak demokratik bir cumhuriyet biçimi altında ulaşabileceği son derece açık
bir şeydir. Demokratik cumhuriyet..., proletarya diktatoryası’nın da özgül
biçimidir..."
Yani emekçi halklar ve onların mücadelesinin çıkarları açısından ikisi de
ayni şey değildir. Faşizm, emekçi kitleleri zincirleyen kapitalist biçimler
ile üretici güçler arasındaki aşırı çatışma aşamasının bir ifadesidir,
özgül koşullar altında modern tekelci kapitalizmin özgün bir
biçimidir. Faşizm genel olarak burjuva açısından “kaçınılmaz” bir sistem biçimi değildir.
Özel durumlarla “kaçınılmaz” hale gelir. Aynı şekilde – onu zorunlu kılan özgül
siyasal bunalımın çözülme sürecine bağımlı olarak – sonsuza kadar “kalıcı”
bir sistem biçimi değildir. Faşizm ya sermayenin siyasi amacını yerine
getirdiğinde, ya sermaye içi çelişkilerin derinleştiğinde geldiği gibi
gitmesinin yolu açılır, ya da – kendi kısa vadeli ekonomik amacına büyük ölçüde
ulaşsa bile ekonomik sorunları daha da kötüleştireceğinden - emekçi
halkların mücadelesinin sonucunda yıkılır. Faşizmin geliş biçimi ve süreci
de gidiş biçimi ve süreci de güçler dengesine ve güçler dengesindeki
değişimlere bağlıdır.
Faşizmin genel ve mutlak olan tek doğru tanımlaması onun; “tekelci
emperyalizme özgün”, “herhangi bir ekonomik-siyasi kriz karşısında sermayenin
-en azından bir kısmının- var olan sistem biçimiyle politikalarını devam
ettiremeyip, daha da baskıcı olan yeni bir sistem biçimi getirmeye
zorunlu kalmaları” sınıfsal değerlendirmesidir. Burjuva diktatörlüğü ve Faşizm
arasındaki belirgin fark Faşizmin, aldatmanın yanı sıra temel olarak
BASKI ve ZOR yöntemiyle çalışması.
Burjuva (diktatörlüğünün) Demokrasinin
ise, zorlamanın yanı sıra öncelikle ALDATMA yöntemiyle çalışmasında
kendisini gösterir.
Faşizmin tanımlanmasındaki kafa karışıklığı genel olarak faşizmin ortaya
çıkışının ekonomik, toplumsal, ve
ideolojik etkenlerin diyalektik bağlantılarından koparılarak analiz
edilmesi ve-ya da sadece toplumsal yaşama yansıyan pratikleri temelinde
değerlendirme yapılmaya kalkılmasındandır.
Komintern de ki tartışmalardan da anlaşılabileceği gibi Faşizm,
öncelinde ortaya çıkmış olan tüm baskı rejimlerinin özelliklerden farklı olarak,
“yeni bir ideolojiyi” egemen kılarak
toplumun çeşitli katmanlarını peşine takma ve onları kendi siyasal hedeflere
yönlendirerek, toplumsal yaşamın her alanını kuşatan, tekelci kapitalizme
özgün “yeni bir otoriter” sistemdir.
Faşizm, gerek herhangi bir ülkede ekonominin dengesiz gelişmesi sonucu
ortaya çıkan krizler (Brezilya ve Türkiye örneği), gerekse genelde ekonomik
krizlerin yaşandığı herhangi bir özgülde, burjuvazinin gerekli gördüğü “yeni
politikaları “ uygulamayı, “yeni ideolojiyi” egemen kılmayı ve var
olan “demokratik” yöntem ve “araçlarla”
yönetmeyi imkânsız gördüğünde uygulamaya koyduğu bir sistem biçimidir.
Gördüğümüz gibi, Marksist Leninistler ve emekçi
halkların mücadelesi çıkarları doğrultusunda bir bakış açısından Burjuva diktatörlüğünün
Faşist biçimi ile burjuva demokratik biçimi ayni şey değildir.
İktidarda olmayan, hiçbir devlet kurumunda etkinliği olmayan bir partinin “kurumsallaşmış
Faşizm” olduğu iddiası, kaçınılmaz olarak “tek adam faşizminin” “kurumsallaşmamış faşizm” olduğu çıkarımını
yapmak demektir. Bu ayırım bir bakıma devlet
ve sermaye ilişkisini gölgeleyen, sanki sermayenin dışında kurumsallaşmış ve kurumsallaşmamış
Faşizmin ayni anda birbirinden bağımsız olarak var olduğu gibi garip ve saçma
bir anlayışa tezgah açmaktadır. Faşizm gelişmiş
ve gelişmekte olan ülkelerde sermayenin en gerici kesiminin iktidarı, sistem
biçimidir. Onun en önemli görevlerinden
birisi (Almanya ve İtalya’da olduğu gibi) sermaye içi çelişkileri yumuşatmak ve
aralarında uyum sağlamaktır. Yani faşizm altında ayni anda birden fazla,
birbirine karşı faşist “kurumsallaşma”
dan bahsedilemez. Hele de “tek adam faşizminin” (Faşizmin genel olarak tek
adamda odaklandığını da unutmayalım bu arada) “kurumsallaşmamış faşizm” olduğu
imajını yaratmanın Marksizm Leninizm ile bağdaşığı olamaz.
Bu türden garip ve kendi içinde çelişki dolu tanımlamalardan yola çıkarak seçimleri boykot
etmeye teorik kılıf hazırlamanın da Marksizm Leninizm ile bağdaşığı olamaz. Yukarda
sözünü ettiğim yazıda da vurguladığım gibi;
“Seçim sonuçlarının gösterdiği reddedilemeyecek
gerçek; Türkiye’nin bırakın bir devrime hazır olmasını, burjuva
demokrasisine bile hazır olmayan, nüfusunun %60'ından fazlasının gerici ve
karşı devrimci, % 90'ından fazlasının parlamentodan umut beklediği bir ülke
olduğu kanıtlanmış gerçeğidir. İstisnai olası durumlar hariç böylesine bir
ülkede “boykot” tan bahsetmek, “parlamenter mücadeleyi” reddetmek Stalin’in
sözleriyle “aptallık”, pratik gerçekte ise var olan otokratik sistemin
“destekçiliğini” yapmak demektir.”
Lenin’in sözlerini tekrarlarsak; “Nesnel koşullar,
parlamenter mücadeleyi temel mücadele biçimi haline getirdiğinde, parlamenter
mücadele aygıtının özellikleri kaçınılmaz olarak Partide daha belirgin hale
gelir.
Öte yandan, nesnel koşullar kitlelerin politik
kitle grevleri ve ayaklanmaları biçiminde bir mücadelesine yol açtığında,
proletaryanın partisinin bu mücadele biçimlerine “hizmet edecek” bir “aygıtı”
olmalıdır ve elbette bu, parlamenter cihaza benzemeyen özel bir “cihaz”
olmalıdır. “
Lenin, “Boykot sorununda devrimci sosyal-demokrasi ile oportünist
sosyal-demokrasi arasındaki temel fark şudur: oportünistler her koşulda
kendilerini Alman sosyalizminin tarihindeki belirli bir dönemden kopyalanan
basmakalıp yöntemi uygulamakla sınırlarlar...Devrimci sosyal-demokratlar,
tersine, somut siyasi durumu dikkatle değerlendirmenin gerekliliğine büyük önem
verirler. ...gerçeklere gözlerimizi kapatmak gülünç olur... Artık Devrimci
Sosyal-Demokratların boykotçu olmaktan vazgeçmeleri gereken zaman gelmiştir”
diyordu.
Ve Lenin ayni şekilde; “Aktif
boykot, deneyimin gösterdiği gibi, doğru taktiktir ... yalnızca devrimin
kapsamlı, evrensel ve hızlı yükselişinin, silahlı bir ayaklanmaya dönüşmesinin
koşulları altında ve yalnızca eski rejim tarafından ilk temsili meclisin
toplanmasından kaynaklanan anayasal yanılsamalara karşı mücadelenin ideolojik
amaçlarıyla bağlantılı olarak doğru taktiktir...boykot taktiği, ancak
sendikal yükselişi devrimci bir saldırıya dönüştürme çabalarımız başarılı
olursa uygun olabilir" diyordu.
Stalin’in önerileri de bu tür boykotçulara değinen biçimde oldukça açık ve
net;
"Boykot, seçimlerin başarısız olmasına
neden olduğunda mantıklıdır. Aksi takdirde boykot aptalca bir şeydir."
Simdi, bırakalım gündemde acil olan otokrasinin yıkılması demokratik görevini
bir yana, nüfusun % 90'ına ulaşan bir kesiminin seçimlere katılımının olduğu bir
ülkede “seçimleri başarısız kılma” olasılığı var mı diye sormak abes olur sanırım.
Ne “kurumsallaşmış” faşizm teorileri ne de başka bir safsata, içinde bulunduğumuz
şartlarda boykot taktiğinin AKP faşizmine koltuk değnekliği yapmak
nihai sonucunda buluşacağı gerçeğini gizleyemez.
Erdogan A
25 Mayıs 2023
Hiç yorum yok