Türk ulusu “kaya kovuğu”nda oluşmadı! 30 Ağustos ile 9 Eylül Arasında Sıkışıp Kalmak!
6 Eylül 2022
Okçuoğlu,
Cumhuriyetin 100. yıl hikayesi Türk burjuvazisi tarafından her bakımdan tepe tepe kullanılmaktadır. 30 Ağustos kutlamasıyla başlandı. Şovenizm, M. Kemal güzellemesi, kahramanlık, “Yunanı denize dökmek”; bir tarih kutlamasına “yakışır” olan ne varsa hepsi sergilendi, sergilenecek. Milliyetcilik kavramı bu sergilemeyi anlatmakta yetersiz kalan bir kavramdır. Şovenizm, ırkçılık, üstencelik doruk noktasına vardırıldı ve bu devam edecek.
İşbirlikçi burjuvazinin, Türk büyük burjuvazisinin, cumhuriyetin 100. yılını kutlamasını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için “kusursuz” bir hazırlık yapacağı ve kutlamayı ülke çapında yaygınlaştırarak gerçekleştireceği biliniyordu.
Bu coğrafyada sadece Türk büyük burjuvazisi siyaset yapmıyor. Devrimciler de var. Kendisine devrimciyim, komünistim, Marksistim, Marksist-Leninistim, Maocuyum diyen sayısız örgüt ve parti de var. Bunların çoğunluğu, her zaman olduğu gibi bu sefer de sustular. Alanı, bu vesileyi Türk hakim sınıfına bıraktılar. Bir kısmı ise bilinen kurtuluş savaşı güzellemesini tekrarladı.
İlla da yanlış anlamak isteyenler için: Burada söz konusu olan, bayraklarla, bandolarla “kahramanlık” marşları eşliğinde yürüyüşler, kutlamalar değildir. Başta resmi zevat, burjuvazi olmak üzere bu günleri kutlayanlar kutluyorlar. Sorun bu tarihsel günlerin, kutlamaların, anmaların materyalist tarih açısından çok geç kalmış bir aydınlatma, bilinçlendirme faaliyeti olarak görülüp görülmemesidir. İlerici hiçbir yönü kalmamış Türk milliyetçiliğine, ötesinde şovenizmine, ırkçılığına karşı devasa anlamı olan bu ideolojik mücadele sürecinde böylesi günlerin ne olduğu ve bugün ne olamayacağının izahıdır.
Ne olduysa oldu, bu sefer de Türk ulusu, diyelim ki, 100. yıl kutlamasının “müsebbibi” ortalıkta yoktu. Aslında tabii ki vardı, ama yok sayıldı. Nasıl yok sayıldı? Nasıl yok sayıldığı pek ilginç değildir, ama sorunun esası olduğu için bir bakalım.
Türk ulusunu yok saymak için önce Türk Ulusal Kurtuluş Savaşını yok sayacaksın
Öyle de yapıldı.
“Ulusal kurtuluş savaşı diye bir şey yok” dendi. Böylece Yunan ordusunu öne süren İngiliz emperyalizmine karşı Anadolu topraklarını işgalden kurtarma mücadelesi aşağı köy ile yukarı köy arasındaki arazi kavgasına indirgendi.
Belki de bazıları için bu “sav” inandırıcı olmamış olacak ki, gayet bilge bir tavırla, ders verircesine anti-kapitalist olmayan bir kurtuluş hareketi anti-emperyalist olamaz dendi. Yani Anadolu coğrafyasında bir anti-emperyalist mücadele verilmemiştir! Eh, hal böyle olunca bir “haklı” savaştan bahsedilemez sonucuna varıldı. Bu da tutmayınca, emperyalist ülkeler kendi aralarındaki dalaştan dolayı Türkiye’den vazgeçtiler veya ilgilenemediler veya da kendileriyle çok meşgul oldukları için ilgilenme vakti bulamadılar dendi. Yani Türkler fırsattan istifade ettiler “savı”na sarılındı. Yani “Çoğu Rum ve Ermeni kökenli komprador burjuvazinin yerini almak” için yaktılar, yıktılar, katlettiler!
Olmadı. Yıkılan, dağılan Osmanlı devleti yerine yeni bir ülkenin kurulması inkar edilemez olunca başka “silah”lar çekildi. Cumhuriyet Osmanlının devamıdır, feodaldir, değişen bir şey yok dendi. İktidara gelmiş Türk ulusal burjuvazisi, ulusal burjuvaziden sayılmadı.
Aslından bu türden “savlar” çoğaltılabilir. Amacım bu olmadığı için bu kadar yeter diyelim.
Başta diktatör Erdoğan olmak üzere AKP’nin Türk ulusuna duyduğu bu aşk (Ümmetçilikten ulusa varmak aslında bir “devrim”dir. Jeopolitikanın temelinde ümmetin değil, ulusun yattığını anlayan diktatör, nihayetinde ümmetçilikten ulusalcılığa geçerek büyük bir “devrim” gerçekleştirdi.) ve AKP’nin temsil ettiği muhafazakar kesim dışında kalanların (bunlara bir kısım “sol” da dahildir) Türk ulusu değerlendirmeleri, tarih nasıl değerlendirilmemeli, bir ulusun oluşumu nasıl değerlendirilemez, tarihsel materyalizm nasıl hiçe sayılır vb. konularda gerçekten eğitici bir vesile oluşturmaktadır.
Kimi çevrelere göre tarihin Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesi kesitinde M. Kemal ve Türkler, hem vardır hem de yoktur; ne kadar “kötülük” varsa orada M. Kemal ve Türkler vardır, ama ne kadar “iyilik” varsa orada asla yoktur.
Kimilerine göre Türk ulusu, kaya kovuğundan çıkmıştır; uluslaşmasının hiçbir ilerici yönü yoktur, tam tersine bütün “kötülükler”in anasıdır. Yani Türkler işgale karşı ulusal kurtuluş mücadelesi vermeselerdi, Anadolu işgal edilseydi, isteyen istediği devleti kurup bağımsız olacaktı. Bütün bunları engelleyen Türklerdir. Yani Türkler bağımsız olmak, işgale karşı mücadele etmek isterken başkalarının bağımsızlığını engelledi. Bu nedenle onların uluslaşması gericidir; dün de gericidir, bugün de gericidir veya Türklerin uluslaşmasında hiçbir ilerici yön yoktur, mahkum edilmelidir.
Oluşumu, gelişmesi ve olgunlaşma dönemi gözetilmeksizin Türklerin uluslaşması faşizmdir, ırkçılıktır, sömürgeciliktir dendi.
Türk ulusunun oluşumu ve gelişmesi üzerine bu ve benzeri daha nice değerlendirme topladığınız zaman karşınıza burjuva tarih değerlendirmesi çıkar; burjuva tarih değerlendirmesi iradecidir, gericidir, tamamen özneldir...
Tarihsel materyalizm toptancı değerlendirmeleri mahkum eder
30 Ağustos ve yaklaşan 9 Eylül, bir de 100. yıl kutlaması olunca bu coğrafyada yaşayan en azından 60 milyon insanı; Türk ulusundan milyonları çok yakından ilgilendirir. Bu tarihler, Türk ulusunun, emperyalizme ve feodal gericiliğe karşı burjuva uluslaşma sürecinin önemli dönemeçleri söz konusu olduğunda Türk milliyetçiliğini ve şovenizmini körüklemek için burjuvazi boş durmaz; Türk kökenli işçi ve emekçi yığınları, o, 10 milyonları sokağa dökmek için elinden geleni yapar veya o gün bütün görsel ve yazılı medya adeta çılgınlaşır; evlerde ekran başında, ev ve kahvehane sohbetlerinde o günün anlamı üzerine konuşulur...
Tamam, siyasi getirisi olduğu için burjuvazi bu kutlamalar yaygın biçimde örgütlüyor, yapıyor. Peki, bu coğrafyada düzeni değiştirme, burjuva iktidarı yıkma, devrim yapma iddiasında olanlar için bu anmaların tarihsel ve güncel politik bir anlamı yok mu da “dut yemiş bülbül” gibi susuyoruz? Bu 60 milyonun, en azından işçi ve emekçi kesimi, bu coğrafyada gerçekleştirilmek istenen devrimin öznesinin bel kemiğini oluşturmuyor mu? Geniş anlamda değil de dar anlamda Türk ulusunun veya daha da sınırlandırırsak Türk ulusu kökenli işçi sınıfı ve emekçilerin bu konuda aydınlatılma hakkı yok mu? Eğer burjuvazi bu belirli günlerde bu milyonları istediği istikamette harekete geçiriyorsa, onlara şovenizm zehrini zerk ediyorsa, Türk şovenizmiyle efsunlaştırıyorsa bunda bu coğrafyada devrim yapma iddiasında olanların hiç mi payı yok? Türk işçi sınıfı ve emekçilerinin aydınlanma, uyanma hakkı yok mu?
60 milyonu ilgilendiren bir konuyu adeta tabu ilan etmekle, anmalar döneminde üzerine konuşmamakla, yazmamakla, salt faşist, gerici, kurtuluş savaşı değildi demekle sorun çözülmüş mü oluyor? O belirli günler vesilesiyle burjuvazinin dozajını arttırdığı şovenizm bombardımanına karşı aydınlatma çalışması yapmayarak, susarak, geçiştirerek Türk ulusundan milyonlarca işçi ve emekçiyle ilişki kurma yol ve yöntemlerinden birisini değerlendirmemiş olmuyor muyuz? Bu alandaki mücadele, Türk milliyetçiliğine, şovenizmine karşı mücadele değil mi? Susmakla mı, yoksa birkaç tanımlamayla mı bu alanda ırkçılığa ve şovenizme karşı mücadele etmiş oluyoruz?
Uluslaşmanın iki yönü
Hangi burjuva uluslaşma sürecinde, var olduğu kadarıyla aynı coğrafyadaki azınlıklar, “başka” olanlar ezilmemiştir, asimile edilmemiştir, katledilmemiştir? Burjuva uluslaşma sorununa sadece bu açıdan; sadece bununla sınırlandırarak bakıldığında emperyalizme ve geçmişe, feodalizme karşı oluşan burjuva uluslaşmanın tarihsel ileri oluşu diye geriye bir şey kalmaz. Toptan reddetmek, mahkûm etmek gerekir. Soruna böyle bakıldığı için Türklerin uluslaşması coğrafyamızda bütün “kötülük”lerin, baskının, katliamın müsebbibi, olarak görülmekte ve adeta lanetlenmektedir. Yukarıda da belirttiğim gibi bu anlayışa göre aslında ortada bir kurtuluş mücadelesi de yoktu. Bu, çoğu Rum ve Ermeni kökenli komprador burjuvaların yerini almak isteyen Müslümanların (Esas itibariyle Türk ve Kürt kökenlilerin ortaklaşa sürdürdükleri bir mal-mülk kavgasıydı). Hal böyle olunca bu kavga işgale karşı bir mücadele olamazdı; bu kavga kırılan, sürülen halkların zenginliklerine el koymuş gerici ve sömürücü katmanların siyasal askeri hareketiydi, zinhar anti-emperyalist olamazdı.
Hangi Marksist-Leninist bir toplumun uluslaşmasını ilericilik olarak görürken, o uluslaşma sürecinde baskıya, katliama maruz kalan azınlık konumunda olan toplulukların çektiği bu zulmü görmezlikten gelmiştir? Bu, hangi devrimci ahlak anlayışına sığar?
Hal böyle olunca geriye ne kalır? Hangi sınıfın katıldığı belli olmayan -aslında belli olan- bütün amaçları azınlık konumunda olanların mallarına el koymak olan; onları bu topraklardan süren; katleden bir güç. Bu güce önderlik eden de elbette ya gericidir veya da faşisttir. Orada Türk köylüsü, esnafı (esnaf tam da ulusal burjuvazinin katmanlarından birisidir), işçisi, aydını, aynı zamanda kapitalistleşme sürecinde olan feodal beyi, hatta bir kısım feodalleri, Osmanlı ordusundan geriye kalan duyarlı subaylar falan yoktur. Buldanlı Cemal Efendi hiç yoktur! Bu mücadeleyi omuzlayan sınıflar; önderlik eden ve fiilen savaşan sınıflar bir muammadır. Türkiye devrimci hareketi, böylesi anma günlerinde susarak, meydanı Türk büyük, işbirlikçi burjuvazisine bırakarak, yeni “Kemalist”, Türk ulusu “aşıkı” diktatöre bırakarak, Türk işçi sınıfı ve emekçi yığınlarına sorunu materyalist tarih açısından aydınlatma, açıklama yapmayarak devasa önemi olan Türk ırkçılığına, şovenizmine karşı ideolojik mücadele vermemiştir, vermemektedir; bu suskunluk o muammayı devam ettirmek anlamına gelir.
Bu muammayı, muamma olmaktan çıkartan, bu mücadelenin sınıfsal karakterini, neye karşı hangi amaçlarla sürdürüldüğünü her dünyalının anlayabileceği açıklıkta analiz eden Bolşeviklerin, Lenin’in, Stalin’in, III. Enternasyonal’in değerlendirmeleri kimileri nezdinde zaten yok sayılmakta, taraflı değerlendirmeler olarak görülmekte, oportünizmle damgalanmaktadır. O zamanın komünistleri, dünya devrimci hareketi Kemalist burjuvazinin gerçek yüzünü göremediler; bu kavganın uluslaşmayla bir ilgisinin olmadığını göremediler! Bu iş bu kadar basit olamaz, olmamalı. Çünkü bu anlayışın/anlayışsızlığın, yani Türklerin uluslaşmasının veya uluslaşmamasının veya bu mücadelenin “cılız” da olsa bir anti-emperyalist mücadele olmasının veya olmamasının devasa bir ideolojik anlamı vardır. Susmakla, kayıtsız kalmakla, susarak lanetlemekle Türk işbirlikçi burjuvazisinin bu ideolojik alanda istediği gibi at koşturmasının önünü açıyoruz. Bu ideolojik mücadele, Türk işçi sınıfı ve emekçilerinin bu alanda bilinçlendirilmesi mücadelesidir; böylesi günler de bu mücadele için bir fırsattır.
Bizi alı koyan ne? Burjuvazinin sahte kutlamalarını teşhir etmek devrimcilerin görevi değil de kimin görevi?
Dar anlamda Türk ulusunun, yani işçi sınıfı ve emekçilerden oluşan Türk ulusunun “elle tutulur bir yanı” yoktur, “lanetli”dir, küçümsenmelidir, küçümsenir de! Günümüz gerçekliği budur. Acı olan gerçek şudur: Sorun olan Türk ulusunun değerlerinin olup olmadığı değildir, sorun olan onun varlığıdır. Türklere “ulus-nihilistlik” “hak”tır, ama başka uluslara değil!
Dar anlamda Türk ulusu söz konusu olduğunda ortaya çıkan gerçek budur. Bunu başarabiliyoruz, çünkü Türk şovenizmine, milliyetçiliğine, faşizmine karşı mücadele ederken aslında kime karşı mücadele ettiğimizi karanlıkta bırakıyoruz. Şüphesiz hedef ve amaç hakim burjuvazidir; işbirlikçi büyük burjuvazidir. Bu burjuvaziyi Türk ulusundan sayarsan, bu anlayışsızlığın altında kalan, ezilen küçümsenen, hakaretlere maruz bırakılarak iktidarın yanına itilen Türk işçi sınıfı ve emekçi yığınları olmaktadır. Bunun farkında değiliz.
Türk ulusundan işçilerin ve emekçilerin (dar anlamda Türk ulusunun) sınıf bilinçsizliğini hor görmenin boyutları...
Türk ulusundan işçilere ve emekçilere Kürt Özgürlük Hareketini neden desteklemiyorsun, neden bu mücadelede yerini almıyorsun diye sormaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Türk işçi ve emekçileri bir örgüt değildir, kendileri için bir siyasi programları yok. En fazlasıyla kendi başına hareket eden, kendiliğindenci mücadele içinde olan işçi sınıfı ve emekçilerin en büyük kesimidir. ‘On yıllardır anlatıyoruz, yazıyoruz artık anlamaları gerekir’, diye düşünüyor olabiliriz. Peki, yazılması, anlatılması gereken doğrular nedir? Türk burjuvazisi, o işbirlikçi büyük burjuvazi, Türk işçi ve emekçi yığınlarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için 100 sene öncesinin haklı mücadelesini bugün Türk şovenizmini, ırkçılığını sürekli baskın kılmak, bu yığınları efsunlamak için diri tutmaktadır. Bu diri tutuşa karşı nasıl bir ideolojik mücadele verdiğimizi kendimize hiç sorduk mu? Pontus’un, Süryani’nin, Ermeni’nin, Kürd’ün hesabını Türk işçilerinden ve emekçilerinden soramazsın. Ama Türk ulusu diyerek sapla samanı birbirine karıştırıyoruz ve tabii istemeyerek de olsa Türk işçi ve emekçilerini Türk ulusunu “temsil eden” büyük burjuvazinin kucağına itiyoruz. Yoksa yapmıyor muyuz bunu?
Pontus’un, Ermeni’nin, Kürd’ün hesabını sormak istiyorsan, önce Anadolu’nun emperyalist güçler tarafından işgal edildiğini, bu işgale karşı Kuvayi Milliye’den başlayarak bir direniş örgütlendiğini, siyasi olarak bu direnişin önderliğinin Türk ulusal burjuvazisinin eline geçtiğini, bu burjuvazi önderliğinde işgalcilerin yenildiğini; bu mücadelenin “cılız” da olsa bir anti-emperyalşist mücadele olduğunu kabul edeceksin. Şimdiki Türk ulusuna, ‘anlıyoruz, o zaman işgale karşı savaştınız, savaştık. Ancak, bize haksızlık edildi, zulme, baskıya, katliamlara maruz kaldık’ diyeceksin. Bunu Türk işçi ve emekçileri anlar; O gün mücadeleye önderlik eden burjuvaziyle bugün emperyalizme uşaklık eden burjuvazi arasındaki farkı henüz anlamayan Türk işçi ve emekçilerine bu fark açıklanmalıdır. Bu ideolojik bir mücadeledir.
Peki, soruna böyle bakıyor muyuz? Hayır. Türklerin ulusal kurtuluş mücadelesini daha baştan ya yok sayıyoruz veya da olmadık demagojilere bulaştırarak karşı devrime dönüştürüyoruz; salt zulmün, katiamların anası yapıyoruz. Veya en azından o mücadele işgale karşı değil, örneğin Pontus’a, Ermenilere, Kürtlere karşı bir savaştı yorumlarını yapıyoruz. İşte bunu, Türk işçi ve emekçileri anlamaz ve anlaması için anlatım yöntemimiz yanlıştır, en azından yetersizdir. Velhasıl iki durumda da siyasi göz, kör olmuşsa veya doğruyu göremeyecek kadar şaşı olmuşsa yapacak bir şey yok demektir. Bu durum, bu kayıtsızlık, bu coğrafyada devrim yapmak için Türk ulusundan işçi sınıfı ve emekçilere gerek yoktur; onlar olmasa da devrim gerçekleşir, zaten devletin yanında yer alıyorlar bilinçsizliğinin dışa vurumudur.
Peki, Türk işçi ve emekçilerini farkına varmadan şu veya bu biçimde işbirlikçi burjuvazinin yanına iterken, onun oy küpü ve jeopolitik macerası için destekçisi, savaşçısı yaparken “yahu biz bu dar anlamda Türk ulusuna; Türk işçilerine ve emekçilerine ne verdik ki ne istiyoruz” diye hiç kendimize sorduk mu? “Zavallı” Türk işçi ve emekçilerine hangi bilinci verdik de illa da devletin yanında yer alırım diye direttiler?
Bir şey vermediysen bir şey de istemeye hakkın yok. Kendi kendine mi KÖH’ü destekleme bilincine varacaklardı, Ermeni sorununda doğru tavrı sergileyeceklerdi; kendi kendilerine mi o gün mücadeleye önderlik eden burjuvaziyle bugün emperyalizmle işbirliği içindeki burjuvazi arasındaki “sınıfsal” farkı anlayacaklardı?
Bunları kendi kendilerine yapacaklarsa o zaman özne olarak sana ihtiyacı yok demektir.
Bu halk, bu dar anlamda Türk ulusu o kadar hakir görülmekte, büyük burjuvazi ile o kadar özdeşleştirilmektedir ki, onu var eden tarihsel geçmişi “tükaka” edilmektedir. Bunu yapanlar şu veya bu kişi değildir. Bunu yapanlar “sol”un bir kısım siyasal yapılarıdır.
“Sol” dendiği zaman aynı şeyi söyleyemem, ama Türkiye devrimci hareketi akıl fukarası değildir. Ancak ulus denilice bu kavramın içine işbirlikçi büyük burjuvazi de katılıyor. Katılmaması gerektiği, çağın emperyalist çağ olduğu üzerine teoriler üretilebilir. Ama iş pratik politikaya gelince durum tamamen değişiyor. Dar anlamda Türk ulusunun (işçi ve emekçilerinin) Erdoğan gibi bir faşistin temsil ettiği işbirlikçi burjuvazinin bir parçası olmadığı, olamayacağı, neden olamayacağı konusunda suskunluk devam ediyor. Bunu 30 Ağustos’da gördük, yarın 9 Eylül’de de göreceğiz.
Şimdi, hala Türk ulusu (dar anlamda) “Vatan, Millet, Sakarya” peşinde koşuyor. O zaman, emperyalist işgale karşı mücadelede haklı olarak koşuyordu. Ancak, 100 sene sonra hala koşuyorsa bunda bizim hiç mi payımız yok? Bugün “Vatan, Millet, Sakarya” Türk şovenizminin, milliyetçiliğinin, ırkçılığının, jeopolitik saldırganlığının temel örgütleyici sloganlarından birisidir. Ve Türk işçileri, emekçileri hala bu sloganın peşinde gidiyorlarsa, örgütleme çekiciliğine direnemiyorlarsa bunda bizim payımız hiç mi yok?
Bu alanda (ırkçılığa, milliyetçiliğe, şovenizme ve bunların jeopolitik saldırganlık için kullanımına karşı mücadele aynı zamanda kapsamlı bir ideolojik mücadeledir) ideolojik mücadele olmaksızın Türk işçi ve emekçilerinin özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesine kazanılmasının mümkün olmayacağını göremeyecek kadar bizi siyasi olarak körleştiren nedir?
Önyargıların bulanık perspektifiyle, Türk ulusuna başka ulus ve etnik toplumların/grupların perspektifiyle bakarak nereye varabiliriz?
Soruna KÖH penceresinden bakarsak, sadece katliam görürüz.
Soruna Ermeniler açısından bakarsak sadece katliam görürüz.
Soruna “Pontuscular” açısından bakarsak sadece katliam görürüz. Örneğin, 19 Mayıs deyince aklına sadece Pontus gelen bir anlayışla Türk ulusunu kazanmak mümkün değildir.
Şu veya bu etnik, ulusal kökenden olmaya da gerek yok. Özne olma, işçi sınıfının ve emekçilerin partisi olma iddiasında olan örgütlere bakın. Onların bir kısmı da bu tarihte sadece faşizm, gericilik, katliamdan başka bir şey görmüyorlar.
Peki, Türk ulusunun penceresinden bakarsan ne var? Samsun’a çıkış, Amasya tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri, kurtuluş savaşının aşamaları vs. Bütün bunlar Türklerin uluslaşma sürecinin adımlarıdır. Sorun bu günleri göklere çıkartmak değil, tarihsel olarak açıklayabilmektir.
Kürt ulusu için 15 Ağustos iyi de Türk ulusu için Amasya tamimi, 30 Ağustos veya bir bütün olarak Kurtuluş Savaşı neden “kötü” olsun? Veya neden gururla anacağı bu gün Türk şovenizminin, ırkçılığının, jeopolitik açılımlar eşliğinde yoğun propagandasının yapıldığı bir gün olsun?
Bugünlerin anlamını ideolojik olarak kavramazsanın ve kavratmazsanız, işbirlikçi Türk burjuvazisi bu günleri kendi çıkarları için kullanır ve Türk işçi ve emekçilerini peşine takar. Böyle olmuyor mu?
Nasıl ki, Lenin “Büyük Rus” olmanın ulusal gururunu duymuşsa ve bunu dile getirmişse Türk kökenli devrimciler de Türk ulusundan olmanın gururunu duymalıdır. Aynı gurur duyma diğer uluslara mensup olanlar için de geçerlidir. Lenin’in kısa makalesini ekte veriyorum. Bir bakın, dar anlamlı ulusla geniş anlamlı (büyük burjuvazinin de dahil olduğu) ulus arasındaki farkı nasıl koyduğunu ve neyle gurur duyduğunu neye karşı savaştığını çok anlaşılır bir biçimde yazıyor. Peki, biz bunu neden yapamıyoruz? Neden Türk ulusu denince her şeyi aynı “sepete” atıyoruz?
‘30’lara kadar M. Kemal, Türk halkıyla aynı dili konuşabildi; Türk ulusunun bir parçasıydı. Ancak, M. Kemal Atatürk olmakla kendini inkar etti; artık Türk ulusunun bir parçası değildi. Yaşamı birbirine zıt iki çizgiden oluşan bir insan!
Napolyon değerlendirilirken ayrım çizgileri konur. Materyalist değerlendirme bunu gerektirir. Ama bu, Türkler için geçerli değildir!
Veya şöyle diyelim: Kurulmakta olan Türkiye’de ulusal burjuvazi tarihsel rolünü o zaman oynamıştı. Bugünün toplumsal yapısında ulusal burjuvazinin, emperyalizme ve burjuva “müesses nizam”a karşı mücadelede oynayabileceği herhangi devrimci bir rol kalmamıştır. Bu görev işçi sınıfı ve müttefiklerinindir. Ancak, Türk halkının; işçi ve emekçilerinin bir “zaafı” var; o kurtuluş mücadelesine tutkuyla bağlılık. Nasıl ki başka halklar, uluslar, bunlardan birisi de Kürt halkı/ulusudur, kendi özgürlük, bağımsızlık mücadelesine tutkuyla bağlıysalar, Türk halkımız da 100 sene önceki mücadeleye tutkuyla bağlıdır. Görev, bu bağın bugün ne anlama geldiğini Türk halkına kavratmaktır. Tabii, dünyada ne kadar ulus varsa hepsi doğru yapmıştır, ancak bunların içinde Türkler yoktur önyargısıyla hareket edilirse, varılacak yer, şu anda olduğumuz yerdir.
Gerçekten, Türk halkımız, o dar anlamda işçilerden ve emekçilerden oluşan özgürlük ve demokrasi mücadelesinin, sosyalizmin ana gücü ne yapsın? Tarihsel rolünün bilincine kendiliğinden mi varmasını bekliyoruz?
Bu halkı; Türk kökenli işçi ve emekçileri o derin şovenizm uykusundan uyandırmak, Türk şovenizmiyle efsunlandırılmış ruh halini yıkmak, gerçek dünyasının ne olduğunu göstermek zorunda değil miyiz?
Bir kısmımız Kürdüm diye veya destekliyorum diye haklı olarak Kürt Özgürlük Hareketinin peşinden gidiyor, onunla bütünleşiyor.
“Zavallı” Türk işçi ve emekçileri Türküm diye o zaman kurtuluş mücadelesinin peşinden gitmiş, işgale karşı savaşmış, ama bugün o mücadeleyi şovenizme, ırkçılığa, jeopolitik konsepte dönüştürmüş işbirlikçi burjuvazinin milliyetçiliği ile karıştırıyor. Bu durumda Kürdün Türkü, Türkün Kürdü anlaması için ne yaptık, ne yapıyoruz? Burada söz konusu olan, her şeyi bilen, her şeye vakıf, dört başı mamur örgütler değil, burada söz konusu olan bu coğrafyada baskı ve sömürü düzenini, faşist rejimi yıkacak olan farklı uluslardan sınıflardır.
Bir ulusun doğuşu sessizce geçiştirilemez. Türk ulusu “kaya kovuğu”ndan çıkmadı. İşgale karşı -bu, bir emperyalist işgaldi- silahlı mücadele sonucunda bağımsızlığına/kurtuluşuna ulaştı ve kurulan devlet Türklerin uluslaşması üzerine “müesses nizam”a dönüştü. Kuruluş ve ileri aşamaları arasındaki farklar görülmeden toptancı değerlendirmelerle bir yere varılamayacağını bilecek olgunlukta olduğumuzdan şüphe duymam. Ancak, Türklerin “kaya kovuğu”ndan çıkmadığı da bilinmeli.
Türkler, Kürtlere ve Ermenilere karşı mücadele içinde uluslaşmadılar. Türkler, kurtuluş savaşı sürecinde, anti-emperyalist mücadele içinde -”cılız”da olsa o “anti-emperyalist” mücadele sürecinde- uluslaşmaya başladılar. Bu nedenle bu iki konuyu birbirinden ayırmak lazım. Ama biz ayırmıyoruz.
Türk devrimcilerine, komünistlere ulusal aslını inkar et diyen elbette yok. Ama pratik durum, ‘sizi ancak ulusal nihilist olmak temizler’ türünden bir yaklaşım sergiliyor. Bu kabul edilemez; bunu ne sınıf bilinci olmayan Türk işçisi veya emekçisi ne devrimcisi veya komünisti kabul eder. Bu, diğer ulusal kökenden gelenler için de geçerlidir. Lenin ve Stalin ulus konusunda nihilist değillerdi. Önümüzde çok zaman var; daha sosyalist ulus olacağız ve ulus olmanın maddi koşulları ortadan kalktıkça -ki bu nesil o dönemi göremeyecektir- hiçbir komünist ayak direyemeyecektir tarihin akışına.
Türklerin tarihini, en azından söz konusu dönem tarihini olduğundan farklı göstermek bizim işimiz olamaz. Bu tarihe materyalist tarih bilimi açısından bakmak zorundayız.
Türklerin uluslaşma süreci Kürtlere yapılanlarla ölçülemez/değerlendirilemez. Nihayetinde M. Kemal önderliğinde Türk ulusal burjuvazisinin demokratik bir burjuva olduğunu savunan da yok.
Gönül isterdi ki, Türklerin kurtuluş mücadelesi demokratik bir zeminde gelişmiş olsaydı. Ama olmadı. Mustafa Kemal önderliğinde bu burjuvazi, işgale karşı mücadele etmek için Anadolu’ya gelen TKP’nin önderleri de dahil 15 güzide üyesini, komünisti Karadeniz’de katletti, içte kendine rakip olanları tasfiye etti, belirttiğim gibi “Kuvayi Milliye” güçlerinin mücadelesine, kelimenin gerçek anlamıyla çöktü. Başka yerlerde olan bu coğrafyada da gelişti. Kapitalizmde bir arada olan halkların uluslaşması güçlü olanın diğerini veya diğerlerini ezmesiyle, asimile etmesiyle gerçekleşiyor. Bu tarih acılarla, katliamlarla doludur. Kapitalizmde uluslaşma böyledir; katleder, asimile eder, yok sayarak, kendinden bir parça yapar. Bunlar inkar edilemez. Buna rağmen uluslaşma tarihsel süreçte nesnel olarak ileri bir adımdır.
Diğer taraftan bu tarih sadece ve sadece acı ve katliamdan ibaret değildir. Bunlar anlatılmaksızın; durulan yere göre bardağın boş veya dolu tarafı öne çıkartılarak Türk işçi ve emekçilerinin ulusal duyguları sınıf bilinçli duyguya doğru geliştirilemez...
Bir taraf için yok olmak, diğer taraf için var olmak kavgasının tarihsel anlamı, bu kavga materyalist tarih değerlendirmesi açısından ele alındığında açıklanabilir.
Bu tarih veya genel olarak tarih, ya siyah ya da beyaz değildir. Yöntem olarak böyle tarih değerlendirmesi olsaydı Marks Napolyon’u ya siyah ya da beyaz veya da “iyi” ya da “kötü” olarak değerlendirirdi. Veya Alman birliği ve bunun gerçekleştiricisi Bismarck, ya beyaz ya da siya veya da “iyi” ya da “kötü” olurdu.
Genel anlamda, en azından coğrafyamızda toplumsal ve ekonomik gelişmelerin değerlendirmesine, özel anlamda da Türk ulusunun gelişmesine baktığımızda diyalektik materyalizmi yöntem olarak ele almadığımız görülür. Bu bilim, burjuva tarih değerlendirmesine ve yöntemine darbe vurmuştur. Burjuvazi bu darbeden kurtulamamıştır. Tarihsel değerlendirmede bu yöntem burjuvazi ve tarih anlayışını gerçekten gülünç duruma düşürmüştür. Bundan kurtulamayan burjuvazi günümüzde Post-modernizme, namı diğer Post-Marksizm’e sarılmıştır. Emperyalist burjuvazinin ideolojik mücadeledeki bu son çırpınışının hem dünyada hem de Türkiye’de genel anlamda “sol”u, özel olarak da kendine Marksist, Marksist-Leninist, Maoist diyen siyasal yapılanmaları olumsuz etkilemediğini söyleyebilir miyiz? İdeolojide, teoride, yöntemde ve örgütlenmede bu Post-Marksist tasfiyeciliğin Türkiye’de nesnel olarak ilerici birikimi veya olanı göz ardı ettiği nasıl görmezlikten gelinebilir?
Türk ulusuyla Türk burjuvazisi birbirine karıştırılıyor. Türk büyük, işbirlikçi burjuvazisinin Türk ulusuyla bir ilişkisinin kalmadığı yeni bir durum değildir. Ulusundan kopmuş, emperyalizmle işbirliği içinde olan büyük burjuvazi dar anlamda Türk ulusunun (Türk işçi sınıfı ve emekçileri) sınıfsal düşmanı olduğu kadar ülkedeki ulusal azınlıkların, etnik grupların, dinsel ve farklı kimliklerin de sınıfsal düşmanıdır. Bu gerçek görülmeden bu tarih, materyalist tarih anlayışı açısından değerlendirilemez.
Dar anlamda Türk ulusunun (işçi ve emekçilerini) özgürlük ve demokrasi mücadelesine kazanılması onun sınıf bilinçli olmasından geçer. Bu yapılmadığı müddetçe bağırıp çağırmış oluruz. İstediğimiz kadar faşizme karşı mücadeleden, Kürlerin özgürlük mücadelesinden, anti-sömürgecilikten vb. bahsedelim, sonuç değişmeyecektir. Dar anlamda Türk ulusuyla Türk büyük, işbirlikçi burjuvazisinin bir ve aynı kategoride olmadığını, birbirlerine sınıfsal olarak düşman olduklarını; Türk büyük burjuvazinin Türk ulusunun artık, çoktandır bir parçası/bileşeni olmadığını Türk ulusunu Türk işçi sınıfı ve emekçilerinin oluşturduğunu anlatmak ve kavratmak zorundayız. Buna onun tarihini de materyalist tarih açısından değerlendirmek dahildir.
Bu bağlamda, böylesi günlerin bugün mücadeleye bir katkısı yok, olamaz da. Ancak, aydınlatma çalışması yapılmazsa, şimdiye kadar olduğu gibi Türk şovenizmi beslenir. Bu alanda şovenizme, ırkçılığa karşı ideolojik mücadelede amaç, işbirlikçi burjuvazinin elindeki bu etkili silahın alınmasıdır, etkisiz hale getirilmesidir. Etkisiz hale getirilmesi, Türk işçi ve emekçilerinin burjuvaziden, onun etkisinden uzaklaştırılması, devrimci mücadeleye yönlendirilmesi demektir.
Söz konusu bu anmalar bağlamında nesnel durum şu: Türk kökenli işçi sınıfı ve emekçilerini diktatörün jeopolitik hesaplarının aleti olmasına göz yummuş oluyoruz. Bu da onları hesaba katmadan bu coğrafyada devrim örgütlemeye çalışmak anlamına eşdeğerdir. Yaptığımız fiilen bu. Türk büyük burjuvazisinin, sermayesinin çıkarlarına terk edilmiş bir ulus (işçiler ve emekçiler).
Peki, bunda bizim hiç mi sorumluluğumuz yok?
Sonuç itibariyle.
Alevi halkımız var, Ermeni halkımız var, Kürt halkımız var, Arap halkımız var, Hemşin halkımız var, Pontus halkımız var, Boşnak halkımız var, Çeçen halkımız var, İLGBT+ hakkımız var. Ama Türk halkımız, daha doğrusu Türk Sünni halkımız yok. Neden yok? Bu halkımız burjuvaziye, şimdilerde de diktatöre teslim edilmiş. Faşist diktatörlüğün, Türk “müesses nizamı”nın kitle tabanı, askeri; Türk şovenizminin, ırkçılığının, faşizminin bekçisi; Türk jeopolitik açılımının insan gücü...
İnsanları sınıflarına göre değil de etnik ve dini olarak gruplara, kimliklere ayrıştırmada ve kendi kimliklerini ifade ederek, o kimliklerin örgütlülük hali içinde mücadele edelim demede ve uygulamada pek mahiriz, bu konuda üstümüze yok. İşçiler, emekçiler, sınıf, bunlar da olsa olsa kimliklerden oluşan o zincirin en fazlasıyla birer halkası olabilirler.
Post-modernizm, namı diğer Post-Marksizm sen nelere muktedirmişsin!?
Burjuva ideolojisinin (felsefesinin) son çırpınışı olan Post-Marksizm ruhumuza işlemiş, içimizde olması, bize yön vermesi gereken ideolojinin, sınıf ve sınıf mücadelesi anlayışımızın yerini almış. Bu anti-Marksizm, biraz değil bayağı dinozorca olacak ama yine de söyleyeyim bu anti-Marksizm-Leninizm her alanda, her cephede üzerimize çöreklenmiş bir tasfiyeciliktir. Bu tasfiyecilik kendini Türk şovenizmine karşı mücadelede de göstermektedir.
Sınıf mücadelesinde, somutlaştırırsak özgürlük, demokrasi, sosyalizm mücadelesinde faşizme, faşist diktatörlüğe karşı mücadelede güç sıralamasında işçi sınıfı ve müttefiki olan emekçilere verilen önem nedir? Bunu kendimize sormamız gerekir. Ama etnik, dinsel ve başkaca kimlikler hep ön plandadır. Sanki bu kimliklerin her biri kendi kendine özgün örgütlülüğü, özgürlüğü ve bağımsızlığı içinde faşizmi yıkacak! Sınıf mücadelesi böyle anlaşılırsa bu yanında başka bir soruyu da getiriyor: Peki, “Sünni Türk” halkımız nerede?, Bu halkımız ezilmiyor mu? Refah, debdebe içinde mi yaşıyor? Diğer kimliklerde olduğu gibi, farklı biçimlerde de olsa onun onuruyla oynanmıyor mu? Özgürlük ve demokrasi mücadelesinde sınıflar değil de kimlikler söz konusuysa onun özgürlüğe, demokrasiye ihtiyacı yok mu? Belki de burjuvazinin yanında kalmış, bu faşist düzen için kendini feda eden, “salyası” ağzından akan zavallı halk olarak değerlendiriliyordur! Burjuvazinin elinden bu “zavallı” “Sünni” halkımızı neden çekip almıyoruz, burjuvaziyi tabansız, silahsız bırakmıyoruz? Bu bir ideolojik mücadele değil mi? Bu mücadele için böylesi günler birer vesile değil mi?
Türkiye bugün yeni doğan bir jeopolitik gücün karşı karşıya kaldığı zorluk ve çelişkileriyle boğuşuyor. Uyguladığı bağımsız jeopolitik açılımını stratejik savunma ve saldırı silah sistemleriyle destekleme aşamasına geliyor. Savaşa sürecek insan potansiyelini elinden alırsak ne hale düşer? Bu nedenle dar anlamda Türk ulusunun bilinçlendirilmesi bağlayışı önemi olan bir sorunumuzdur.
Bu topraklarda Türk işçi ve emekçileri olmaksızın veya sessizce geçiştirilerek devrim yapmak isteyenler varsa, buyursunlar yapsınlar...
*
Bu konu bağlamında bkz.:
İbrahim Okçuoğlu:
-Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi – İç Pazarın Oluşma Süreci, 2. kitap, (1923-1950), Ceylan Yayınları, Haziran 1999.
-Tarihte Şahsiyetlerin Rolünü Değerlendirme Yöntemi Üzerine
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/search?q=tarihsel+%C5%9Fahsiyetlerin
-Tarihsel Materyalist Yöntem Aydınlatır, Hatıratlar Ve Söylentiler Yöntemi Çarpıtır!
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2017/12/tarihsel-materyalist-yontem-aydinlatir.html
*
V.I.Lenin
Büyük Rusların Ulusal Gururu Üzerine, 12 Aralık 1914
Ulusallık ve anayurt üzerine, bugünlerde, ne kadar çok ahkâm kesiliyor! İngiltere’de liberal ve radikal bakanlar, Fransa’da (gerici meslektaşlarıyla tam görüş birliği içinde bulunan) “ileri görüşlü” gazeteci sürüsü ve Rusya’da (birkaç Narodnik ve “Marksist” dahil) resmî Kadet(1) ve ilerici yazarcık takımı, hepsi, kendi “ülke”lerinin özgürlük ve bağımsızlığını, ulusal bağımsızlık ilkesinin yüceliğini öve öve bitiremiyor. Burada, kasap Nikola Romanov(2)’un ya da Zencileri ve Hintlileri gaddarca ezenlerin övgüsünü yapan satılık dalkavuğun nerede bittiğini, ve basbayağı ahmaklıktan ya da belkemiksizlikten ötürü “akıntıya uyan” dar kafalı küçük burjuvanın nerede başladığını, insan kolay kolay kestiremiyor. Üstelik bu ayrımın önemi de yok. Kökleri, egemen ulusların büyük toprak sahipleri ve kapitalistlerin çıkarıyla iç içe olan yaygın ve pek derin bir ideolojik akımla karşı karşıyayız. Bu sınıfların çıkarına olan görüşlerin propagandası için her yıl yüz milyonlar harcanıyor; bu oldukça büyük değirmenin suyu (inanmış bir şoven olan Menşikov’dan, Plehanov ve Maslov gibi, Rubanoviç ve Smirnov gibi, Kropotkin ve Burtsev gibi oportünist ya da belkemiksiz oldukları için şoven kesilmiş olanlara kadar) sayısız kaynaktan gelmektedir.
Bu ideolojik akım karşısında, biz Büyük Rus sosyal demokratları da, tutumumuzu belirlemeye çalışalım. Avrupa’nın uzak doğusunda bulunan ve Asya’nın önemli bir bölümünü kaplayan bir egemen ulusun temsilcileri olarak bizim, (hele haklı olarak “halkların hapishanesi” diye adlandırılmış bir ülkede özellikle kapitalizmin Avrupa’nın uzak doğusunda ve Asya’da birçok büyük ve küçük “yeni” ulusları canlandırdığı ve ulusal bilince ulaştırdığı bir zamanda; çarlık yönetiminin bazı ulusal sorunlarını; Birleşik Soylular Şurası(3)’nın ve Guçkov’ların, Krestovnikov ve Dolgorukov’ların, Kutler ve Rodiçev’lerin çıkarlarına uygun bir biçimde “çözmek” üzere, Rusları da, Rus olmayanları da silah altına çağırdığı bir anda) ulusal sorunun büyük önemini unutmamız çok yanlış olur.
Ulusal gurur duygusu bize, biz bilinçli Büyük Rus proleterlerine yabancı bir duygu mudur? Elbette değildir! Biz, dilimizi ve yurdumuzu severiz; biz, yurdumuzun emekçi yığınlarını (yani yurdumuz nüfusunun onda dokuzunu) demokratik ve sosyalist bilinç düzeyine yükseltmek için elimizden geleni yapıyoruz. Çarın kasapları, soylular ve kapitalistler elinde, güzel yurdumuzun uğradığı hakaretleri, zulüm ve aşağılamaları görmek ve duymak bizim için çok acıdır. Radişçev(4)’i, Dekabristler(5)’i ve 1870’lerin devrimci halkçılarını(6) kendi içinden yaratmış olan biz Büyük Rusların, bu zulüm ve aşağılamalara karşı göstermiş olduğumuz direnişten ötürü gurur duyuyoruz. Büyük Rus işçi sınıfının, 1905’te yığınların güçlü devrimci partisini yaratmış olmasından ötürü; Büyük Rus köylülüğünün demokrasiyi benimsemeye başlamasından, papazların ve büyük toprak sahiplerinin boyunduruğunu kırma işine girişmesinden ötürü, gurur duyuyoruz.
Yaşamını devrim davasına adamış olan büyük Rus demokratı Çernişevski’nin bundan yarım yüzyıl önce: “Zavallı bir ulus; tepeden tırnağa köleler ulusu; hepsi köle”(7) dediğini anımsıyoruz. Açık ve gizli Büyük Rus köleleri (çarlık boyunduruğu altında yaşadıkları için köleler) bu sözü anımsamaktan hoşlanmazlar. Oysa bu söz, bizce gerçek yurt sevgisini, Büyük Rus halk yığınlarında bir devrimci ruhun olmayışından ötürü duyulan acıyı içeren bir sevgiyi ifade eder. Çernişevski’nin zamanında o ruh hiç yoktu. Devrimci ruh bugün de az; ama artık var. Büyük Rus ulusu da, bir devrimci sınıf yarattığı için, bu ulus da insanlığa, yalnızca katliamlar, sıra sıra idam sehpaları, zindanlar, büyük kıtlıklar ve papazlara, çarlara, büyük toprak sahiplerine ve kapitalistlere kölece bağlılık örnekleri değil, özgürlük ve sosyalizm uğruna savaşım örnekleri de verebildiği için, ulusal gurur duyuyoruz.
Ulusal gurur duyuyoruz; işte bu nedenle, (toprak sahibi soyluların, Macaristan’ın, Polonya’nın, İran ve Çin’in özgürlüğünü boğmak için köylüleri savaşa sürdükleri) kölece geçmişimizden ve aynı toprak sahiplerinin, kapitalistlerin de desteğiyle, Polonya ve Ukrayna’yı boğazlamak için, İran’da ve Çin’de demokratik hareketi ezmek için ve Büyük Rus ulusal gururumuzun yüzkarası Romanov’lar, Bobrinski ve Purişkeviç’ler çetesini güçlendirmek için, bizi savaşa sürdükleri kölece bugünümüzden özellikle nefret ederiz. Hiç kimse köle doğdu diye suçlanamaz; ama özgürlük uğruna savaşımdan kaçmakla kalmayıp köleliğini haklı bulan ve onu öven bir köle (örneğin Polonya’nın ve Ukrayna’nın vb. boğazlanmasına Büyük Rusların “yurt savunması” diyen bir köle), haklı olarak, öfke, tiksinti ve nefret duyguları uyandıran bir aşağılık parazit, bayağının bayağısı bir köledir.
On dokuzuncu yüzyıl tutarlı demokrasisinin en büyük temsilcileri olan ve devrimci proletaryanın öğretmenlerine dönüşen Marks ve Engels, “başka ulusları ezen bir ulus, özgür olamaz” dediler. Ve biz, ulusal gurur duygusuna sahip Büyük Rus işçileri, ne pahasına olursa olsun, bağımsız, demokratik, cumhuriyetçi ve gururlu bir Büyük Rusya istiyoruz; komşuları ile ilişkilerini, bir büyük ulus için o kadar alçaltıcı olan feodal ayrıcalık ilkesine değil, insani eşitlik ilkesine dayandıran bir Rusya istiyoruz. Ve işte bunu istediğimiz içindir ki, biz, yirminci yüzyılda, Avrupa’da (hatta Avrupa’nın uzak doğusunda bile), kendi yurdundaki monarşiye, toprak beylerine ve kapitalistlere karşı, yani yurdumuzun en kötü düşmanlarına karşı savaşmak için bütün devrimci olanakları kullanmak dışında “yurt savunması”nın olanaksız olduğunu söylüyoruz. Büyük Rusların, “yurtlarını savunmak” için seçebileceği tek yolun, hangi savaşta olursa olsun, çarlığın yenilgisini istemek olduğunu ve bunun, Büyük Rusya’da yaşayanların onda dokuzu için ehvenişer olduğunu söylüyoruz. Çünkü çarlık, nüfusun onda dokuzunu, iktisadi ve siyasal bakımdan ezmekle kalmıyor, başka ulusları ezmeyi ve bu utanç verici durumu, ikiyüzlü ve sözde yurtseverce sözlerle maskelemeyi öğreterek, bu onda dokuzu düşkünleştiriyor, soysuzlaştırıyor, onursuzlaştırıyor ve kötü yola sürüklüyor.
Kimileri diyebilir ki, çarlığın yanı sıra ve onun kanadı altında tarihsel bir başka güç, yani, Büyük Rus kapitalizmi ortaya çıkıp güçlenmiştir ve bu güç, geniş bölgeleri, iktisadi bakımdan merkezileştirerek ve kaynaştırarak, ilerici nitelikte bir iş yapmaktadır. Ama bu itiraz, (Marks’ın, Lasalcıları, Prusya kraliyet sosyalistleri diye adlandırdığı gibi)(8) Çarlık Purişkeviç sosyalistleri(9) diye nitelendirmemiz gereken sosyalist şovenistleri aklamaz, aksine, onların suçunu daha da ağırlaştırır. Tarihin, Büyük Rus egemen ulusunun kapitalizmi lehine ve sayısız küçük ulusun aleyhine karar vereceğini bile varsayalım. Ki böyle bir sonuç, olanaksız değildir; çünkü sermayenin bütün tarihi şiddet ve yağma, kan ve yolsuzluk tarihidir. Biz, her ne pahasına olursa olsun, küçük ulusların muhafaza edilmesini savunmuyoruz; öteki koşullar eşit olduğu takdirde, kesinlikle merkezîleşmeden yanayız ve küçük burjuvazinin federal ilişkiler idealine karşıyız. Şayet varsayımımız doğru olsaydı bile, birincisi, Romanov Bobrinski Purişkeviç’e, Ukrayna’nın vb. boğazlanması için yardım etmek, bize, ya da demokratlara (hele sosyalistlere) düşmez. Bismarck kendine özgü junker tarzıyla, ilerici bir tarihsel görevi yerine getirdi, ama bundan ötürü, Bismarck’ı sosyalistlerin desteklemesini haklı göstermeye kalkacak olan bir kimse, gerçekten pek tuhaf bir “Marksist” olurdu! Üstelik Bismarck, başka uluslar tarafından ezilmekte olan parçalanmış Almanları birleştirerek iktisadi gelişmeye önayak olmuştur. Büyük Rusya’nın iktisadi refahı ve hızlı gelişmesi ise, bu ülkede, Büyük Rusların öteki ulusları ezmesine son verilmesini gerektirir. İşte, gerçek Rus Bismarck adaylarının bizdeki hayranlarının gözden kaçırdıkları fark burada.
İkincisi, eğer tarih, Büyük Rus egemen ulus kapitalizminin lehine karar verecek olursa, bundan çıkan sonuç, kapitalizmin doğurduğu komünist devrimin başlıca itici gücü olarak Büyük Rus proletaryasının sosyalist rolünün daha büyük olacağıdır. Proleter devrimi, işçilerin tam bir ulusal eşitlik ve kardeşlik ruhuyla uzun süre eğitilmelerini gerektirir. Onun için Büyük Rus proletaryasının çıkarları, Büyük Rusların ezdikleri bütün ulusların tam eşitliği ve kendi kaderlerini tayin hakkı uğruna –en kararlı, tutarlı, cesaretli ve devrimci tarzda– savaşım vermek üzere yığınların sistemli olarak eğitilmesini gerekli kılar. Büyük Rusların ulusal gururu (kölece yorumlanmamak koşuluyla) da, hem Büyük Rus, hem bütün öteki proleterlerin sosyalist çıkarlarıyla örtüşür. Uzun yıllar İngiltere’de yaşadıktan ve yarı İngiliz olduktan sonra, İngiliz işçilerinin sosyalist hareketinin çıkarları gereği İrlanda için özgürlük ve ulusal bağımsızlık isteyen Marks, bize her zaman örnek olacaktır.
Ele aldığımız ikinci varsayımda, yerli sosyalist şovenlerimiz, Plehanov ve benzerleri, yalnızca kendi ülkelerine (özgür ve demokratik Büyük Rusya’ya) değil, Rusya’daki bütün ulusların proleter kardeşliğine, yani sosyalizm davasına ihanet etmiş olacaklardır.
Dipnotlar
1- Kadetler: Rusya’da 1905 yılında kurulan Anayasal Demokrasi Partisi’nin üyeleri. Adı geçen parti liberal monarşist burjuvazinin önde gelen partisiydi. Çarlık hükümetinin yayılmacı ve yağmacı politikalarını sonuna kadar destekledi.
2- II. Nikola (1868 -1918): 1894 -1917 yılları arasında Rusya çarı.
3- Toprak beylerinin 1906 yılının Mayıs ayında kurulan karşı devrimci örgütü. Şura, Çarlık hükümetinin politikası üzerinde dikkate değer bir etkiye sahipti. Lenin Şura’ya “Birleşik Feodaller Şurası” adını takmıştı.
4- A. N. Radişçev (1749 -1802): Devrimci Rus yazarı. St. Petersburg’dan Moskova’ya Seyahat adlı ünlü eseriyle Rusya’nın kölelik sistemine karşı kamuoyu önünde ilk hücumu gerçekleştirdi. II. Katerina’nın emriyle, kitabından dolayı ölüm cezasına çarptırıldı, ancak hüküm Sibirya’da 10 yıl sürgün cezasına çevrildi. Affedildikten sonra sürgünden döndüyse de yeni bir cezalandırma tehdidiyle karşılaşınca intihar etti. Lenin, Radişçev’i Rus halkının seçkin bir temsilcisi olarak değerlendirdi.
5- Dekabristler (Aralıkçılar): 1825 yılının Aralık ayında monarşiye ve kölelik sistemine karşı ayaklanan devrimci Rus soyluları.
6- Rusçası: Raznoçintsi. Soylu kökenli aydınlardan farklı olarak, kasaba ahalisi, ruhban kesimi, tüccar sınıfları ve köylü kökenli halk aydınları.
7- Çernişevski’nin Prolog adlı romanından bir cümle.
8- Bkz. Marx and Engels, Selected Correspondence, Moscow, p. 201.
9- V. M. Purişkeviç (1870 1920): Büyük toprak sahibi, Kara Yüzler örgütüne mensup gerici ve monarşist.
Hiç yorum yok