ROJAVA DEVRİMİ VE TAHRAN ZİRVESİ
22 Temmuz 2022
Okçuoğlu
Arka arkaya gerçekleşen iki zirvede ele alınan konular, her ne kadar Ortadoğu’nun sorunları olarak ön plana çıkmış olsalar da aslında jeopolitik sorunlardı ve bu anlamda uluslararası sorunlardı. Diğer taraftan tartışmalarda hâkim olan, kimin hangi soruna hangi açıdan baktığıydı, yani belirleyici derecede güçlü olanın her dediği kabul görmedi.
ABD Başkanı J. Biden’ın 13-16 Temmuz tarihleri arasında İsrail, Batı Şeria ve Suudi Arabistan'ı kapsayan Orta Doğu ziyaretinin en önemli ayağı Cidde’de düzenlenen zirveydi. Cidde Zirvesinde J. Biden, Amerikan emperyalizminin “kurallara dayalı uluslararası düzeni”, koruması için Körfez İş birliği Konseyine (KİK) üye ülkelerin yanı sıra Mısır, Irak ve Ürdün’ün davet edildiği “Güvenlik ve Kalkınma Zirvesi”inde Arap dünyasının bu 9 ülkesini ikna edemedi. J. Biden’ın Rusya’dan, Çin’den, İran’dan uzak durun çağrısı da işe yaramadı. Cidde Zirvesi, Amerikan jeopolitiği bakımından amacına ulaşmadı.
19 Temmuz'da Tahran’da gerçekleştirilen zirve ise Astana formatı bağlamında Suriye sorunlarının ele alan bir zirveydi.
Bunlar, biri diğerinden daha az önemli olmayan zirvelerdi. Son kertede her iki zirve, dünya jeopolitiğindeki gelişmelerin yansıdığı zirvelerdi. Bu anlamda ön plana çıkartılmasa da Batı dünyasının gözü (ABD/NATO/AB) Tahran’da gerçekleştirilen “Astana Formatında 7. Üçlü Zirve Toplantısı”ndaydı.
Her iki zirve de dünya jeopolitiğinde geriye dönüşümün artık pek mümkün olamayacağı ve bunun Ortadoğu’ya yansıyacağı koşullarda gerçekleşmiştir.
Peki, geriye dönüşümü olmayan değişim nedir, yeni koşullar nasıl oluşmuştur?
Başlangıç gelişmeleri önceden görülen, Ukrayna-Rusya savaşıyla tamamen şekillenen ve NATO’nun Madrid Zirvesinde kabul edilen “Yeni Stratejik Konsept” esas itibariyle şunu ifade ediyor:
1- “Uluslararası kurallara dayalı düzen”imizi, “değerlerimizi” tehdit eden, yıkmaya çalışan iki güç var. Bunlardan birisi Rusya, diğeri de Çin.
2- Bu iki güç durdurulmalıdır, bu nedenle çevrelenmeli, abluka altına alınmalıdır.
3- “Uluslararası kurallara dayalı düzen”in savunulması için sadece NATO’yu güçlendirmekle, genişletmekle yetinilmemeli, aynı zamanda “Ortadoğu”da, “Afrika”da veya dünyanın başka yerlerinde bu mücadeleye katılacak, destek verecek “dost”larımız da örgütlenmelidir. (Başka makalelerde bu konuyu sıkça ele aldığım için bu kadar özetlemeyle yetiniyorum.)
“Uluslararası kurallara dayalı düzen”i belli düşman güçlere karşı koruma, savunma anlayışı dünyayı yenide kutuplara bölme anlayışından başka bir şey değildir. Amerikan emperyalizmi yanına NATO’yu, AB’yi ve dünyanın başka bölgelerinde örgütleyeceği ülkeleri alarak; yeni müttefiklik ilişkileri kurarak, en azından mevcut hegemonyasını korumak ve başta Çin olmak üzere kendine meydan okuyan güç ve güçleri geri püskürtmek için bu güçleri abluka altına almaya, çembere almaya hizmet eden yeni jeopolitikasını uygulamaya koymuştur. Bu alanlardan birisi de Ortadoğu’dur.
Ortadoğu, aynı zamanda dünya hegemonyası merkezli jeopolitika geliştirme gücüne sahip olan ülkeler (Çin ve Rusya) için de önemlidir.
Değişen güçler dengesi şunu göstermektedir: Rusya-Ukrayna savaşı iki kutbun oluşmasını hızlandırmıştır. Her bir kutup, ülkeleri taraf seçmeleri için önce ikna etmeye çalışacaktır, olmazsa sopa gösterecektir. ABD, taraf seçme, tarafsız kalmama konusunda G-7, AB ülkelerini ve NATO’yu ikna ve zorlanınca sopanın ucunu göstererek kendi yanına çekmiştir. Türkiye’nin şimdilik farklı kulvarda yürüyor görüntüsü, her ne kadar Batı dünyasını rahatsız etse de fazla ve açıktan tepki verilmemektedir. Erdoğan’dan korktuklarından dolayı değil, bu kamplaşmada; karşılıklı geliştirilen jeopolitik doktrinlerde Türkiye coğrafyasının her iki taraf için neredeyse “olmazsa olmaz” önemidir. Diktatörün rahatlıkla her iki tarafla görüşebilmesi, Rusya-Ukrayna savaşında arabuluculuğa soyunması; bu anlamda her iki tarafın dışişleri bakanlarını bir araya getirmesi,İstanbul’da Ukrayna’nın tahıl ürünlerinin dünya pazarlarına sevkiyatında gösterdiği çaba, onun “demokrat”, barışsever” olmasından dolayı değil, Türkiye’nin kaybedilmek istenmeyen stratejik konumundan dolayıdır. Diktatör bu durumun rahatlığı içinde hareket ediyor. Diktatör, NATO zirvesinden çıkıyor, bu zirvede kararlaştırılan “Stratejik Konsept”e göre “Avrupa-Atlantik bölgesindeki müttefiklerin güvenliğine ve barış ve istikrara yönelik en büyük ve en acil tehdidi oluşturan Rusya Federasyonu” Başkanı Putin ile görüşmeye gidiyor. Diktatör hem NATO ve hem de NATO düşmanı ile görüşüyor. Nasıl bir politika, nasıl bir denge?
Tabii, burada şu soru da sık sık sorulmaktadır. Bu denge politikasını daha ne kadar sürdürebilir? Bu denge bir yerde bozulmayacak mıdır? Mutlaka bir yerde bozulacaktır, bir yerde Türkiye tarafını seçecektir veya seçmek zorunda kalacaktır. Ama o yere henüz gelinmedi ve gelinmesi de zaman alacaktır. Bu arada Türkiye’nin her iki kamp arasında tarafsız kalacağına, her iki tarafa aynı mesafede yaklaşacağına inanmak, fena halde yanılmak anlamına gelir. Türk burjuvazisi, kendine özgü bir jeopolitika oluşturmuştur ve geliştirmektedir. Türk burjuvazisi, ırkçıdır, şovendir, saldırgandır, ilhakçıdır, yani emperyalisttir. Bu nedenle sadece ve sadece hangi taraf sorusuna cevap vermek için zamanın olgunlaşmasını beklemektedir. O zamana kadar da her iki kamp arasında gidip gelecektir.
Amerikan emperyalizminin Cidde Zirvesi bölge ülkelerini kendi jeopolitik doktrinine dahil etmek için yeni müttefiklik ilişkileri kurmaya yönelikti. Başarısız oldu.
“Astana Formatında Üçlü Zirve Toplantısı” ise tamamen farklıdır. Tahran’da bu zirvenin 7.si gerçekleştirildi.
Kimler katılıyor ve bu zirveyi etkileyen jeopolitika nedir?
Ukrayna-Rusya savaşı Baltık ülkelerinden şimdi Girit adasına kadar uzanan bir jeopolitik fay hattının oluşmasını beraberinde getirmiştir. Baltık ülkelerinden Polonya-Ukrayna-Romanya-Bulgaristan üzerinden Yunanistan’a kadar uzanan bir hat. Bu hattın Karadeniz’e kadar olan doğusunda Rusya, hattın batı yakasının tamamında ise ABD/NATO konuşlanmış durumda. Türkiye ve Türkiye bağlamında Karadeniz şimdilik “tarafsız” konumda.
Bu hattın kuzey kutbuna kadar uzanması, buzların eridiğinde deniz trafiğinin açık olacağı alanın tutulması, yani bu güzergahın başta Çin olmak üzere Rusya’ya da kapatılması için Finlandiya ve İsveç’in NATO üyesi olması gerekiyor. Şimdiye kadar kamplaşmada tarafsız kalan, NATO üyeliğini düşünmediklerini defalarca açıklayan bu iki ülkenin hemen NATO üyesi olmak istemeleri tabii ki, manidardır. Ama istiyorlar, üyelik için adımlar atıldı, karar alındı. (Üyeliğin gerçekleşmesi için NATO ülkelerinin onayı gerekiyor. Bu üyelerden birisi de Türkiye’dir. İstediğini almadan Türkiye bu iki ülkenin üye olmasına onay verir mi? Hangi koşullarda onay vereceğini bekleyip göreceğiz.)
Rusya, bu iki ülke NATO üyesi olduktan sonra Baltık Denizi’nin kendisine kapanacağının farkında. Bu denizin bir NATO denizi olması Rusya açısından jeopolitik bir felakettir. Baltık Denizi kapanıyor, kuzey kutbu kapanıyor, peki geriye ne kalıyor? Karadeniz. Karadeniz de kapanırsa ne olacak? Bu, Rusya açısından ikinci bir jeopolitik felaket olur. Geriye sadece Vladivostok kalıyor. Ama onun önü de Japonya tarafından kesiliyor.
Bunun ötesinde Kafkaslar’da, Orta Asya’da Türkiye’nin ABD ile faal olmasını engellemek için Rusya, Türkiye ile yakın ilişkisini sürdürecektir.
Bu durumda Rusya Türkiye ile ilişkilerine jeopolitik bakışını devam ettirecektir.
Diktatör, Türkiye’nin her iki tarafın jeopolitikasındaki önemini gördüğü için çok rahatlıkla her iki tarafın kurduğu masalarda yer alabiliyor. NATO Zirvesi, Finlandiya ve İsveç’in üyelik tartışması ve Tahran Zirvesi. Formatları birbiriyle çelişen bu toplantılara, belirttiğimiz nedenden dolayı katılabilen tek ülke Türkiye.
Tahran zirvesi öncesinde Türkiye-İran, Türkiye-Rusya görüşmeleri gerçekleştirildi. Bu toplantılarda ele alınan konuların analizi başka bir yazının konusudur. Ancak, Türkiye-Rusya görüşmesi, açık ki, diktatörün uluslararası alanda güçlenmesine de bir vesile olmuştur. Diktatör taraflı “tarafsızlığını” sürdürmekte kararlı. Ukrayna’nın tahıl stoklarının dünya pazarına sevk edilmesi için gösterdiği çabaya Biden bile teşekkür etmiştir.
İran-Türkiye ilişkileri sorunları giderek çoğalan bir ilişkiler yumağıdır. Söz konusu Kafkasya, Orta Asya, Ortadoğu olduğu müddetçe İran-Türkiye ilişkileri hep sorunlu olmaya devam edecektir. Bunun böyle olduğu diktatörün İran'nın dini ve siyasi önderi S. A. H. Hameney ve Cumhurbaşkanı S. İ. Reisi ile görüşmelerinde de görülmüştür.
Tahran Zirvesi Ve Üç Benzemez
Kabul etmek gerekir ki, diktatör ne NATO Zirvesinde ne de Tahran Zirvesinde masayı devirmeye, “ey” diye kükremeye kalkışmadı. NATO Zirvesi öncesinde ‘iktidarda olduğum müddetçe Finlandiya ve İsveç NATO üyesi olamazlar’ demesine rağmen zirve öncesinde J. Biden ile de görüşerek NATO üyesi olabilirler ama koşullarımızın yerine getirilmesi gerekir diyecek kadar yumuşadı. Böylece, koşulların yerine getirilmesinden bağımsız olarak, 30 üye ülke içinde ve bütün dünya, özellikle Batı dünyası önünde tecrit edilme, yalnızlaştırılma durumuyla karşı karşıya kalmadı. Tam tersine “mülayim” olmanın tadını çıkardı.
Tahran’a ise haftalardır sürdürdüğü “bir gece ansızın geliriz”in masadan çıkmayacağını, Rusya ve İran tarafından onaylanmayacağını (yani yeşil ışık yakılmayacağını” bile bile gitti. Diretseydi, muhtemelen sadece İran ile ilişkiler gerilirdi. Rusya ile ilişkiler gerilse de dışarıya yansıtılmazdı. Ancak, bunların hiç biri olmadı. Bir taraftan ayrı düşündüklerini açıklarlarken, diğer taraftan da 16 maddelik bir ortak metne imza attılar.
Bir zirve, üç katılımcı, üç ayrı görüş
Diktatör:
“Milli güvenliğimize kast eden şer odaklarını (Rojava devrimci güçlerini kast ediyor, İ. Okçuoğlu) Suriye’den söküp atmakta kararlıyız. Suriye’de terörle mücadelede Astana garantörleri olarak Rusya Federasyonu ve İran’dan beklentimiz, bu mücadelede Türkiye’ye destek olmalarıdır. Suriye halkına yapılacak en büyük iyilik, ülkenin YPG/PKK’dan kurtulmasını sağlamaktır. Teröre karşı mücadelemiz terörü kim savunursa savunsun devam edecek.”
“Görüşmelerimizde evvelce varılan mutabakatların uygulama durumunu da gözden geçirdik. PKK, YPG, PYD terörü hepimizin ortak meselesidir. Astana garantörleri olarak, bugüne kadar sergilediğimiz iş birliğini sürdürerek bu hedeflere el birliği ile ulaşacağımıza yürekten inanıyorum. Ancak Suriye’nin huzuru ile birlikte toprak bütünlüğü karşısında en önemli tehdit terör belasıdır.”
“Bu terör örgütü, bölücü gündemini ilerletirken, saldırılarını sürdürürken, Türkiye’nin kayıtsız ve hareketsiz kalmasını beklemek mümkün değildir. Siz değerli dostlarımızdan Türkiye’nin güvenlik endişelerini anladığınıza dair ifadeler duyuyorum. Buna müteşekkirim, ancak sadece sözler yaralara derman olmuyor. PKK, YPG, PYD unsurlarının sınırımızdan en az 30 kilometre öteye tamamen çekilmesi, zamanında yapılan mutabakatların bir gereğidir. Ancak, bu hala gerçekleşmemiştir. Tel Rıfat ve Münbiç, terör yatağı haline dönüşmüştür. Terör örgütünün sığındığı bu limanları temizlemenin vakti esasen çoktan gelmiştir. Astana ortaklarımızdan beklentimiz, Suriye’de istikrarın sağlanmasına yönelik çabalarımıza samimi destek vermeleridir.”
“Suriye’nin toprak bütünlüğündeki en büyük engel terördür... Tel Rıfat ve Münbiç terör yatağı haline dönüştü...”
Reisi:
“Suriye’de çözüm askeri müdahale değil tek çözüm yolu diplomasidir. Askeri müdahale sorunu artırır. Suriye'nin toprak bütünlüğünün ve milli egemenliğinin korunması ile Suriyeliler arasındaki siyasi çözümün sağlanması gerektiğini vurguluyoruz. Siyonist rejimin Suriye topraklarını yok sayarak bazı haklarını elinden alması bu istikrarsızlığı arttırmaktadır. Uluslararası hukuku da aynı şekilde yok saymaktadır. Umut ediyorum ki bu toplantımızda yapıcı kararlar alınsın ki Suriye’deki istikrar geri dönsün.”
“İran, Suriye’yi daha güçlü şekilde desteklemeye devam edecektir. Zengin petrol bölgelerini yağmalayan ABD mümkün olduğunca çabuk Suriye’den çekilmelidir.”
Putin:
“Üçlü görüşmelerin ilerlemesi de çok önemli. Suriye konusundaki diyaloglarımızla, Suriye halkının kendi inisiyatifiyle karar almasını sağlamamız lazım.”
“Suriyeliler dış müdahale olmadan kendi kaderlerini çizebilmeliler. Ülkelerimiz Suriye topraklarında var olan terör yuvalarını ortadan kaldırmak için çaba sarf edecek. Suriyeli mülteciler için elimizden geleni yapmalıyız. Rusya, İran ve Türkiye olarak Suriye’de sürdürülebilir ve yaşanabilir bir dönüşüm sağlanabilmesi için kararlı olduğumuzu teyit ettik. Suriye’de her türlü terörizmle mücadele konusunda kararlıyız, hemfikiriz.”
Bu anlayışları yorumlamaya gerek yok.
Diktatör: Çözüm askeridir, yani savaş ve işgal.
Reisi: Diplomatik çözümde ısrarlı.
Putin: Çözümü Suriyeliler belirlemeli.
Bakmayın Suriye’nin toprak bütünlüğünden bahsetmelerine. Her üç taraf soruna jeopolitik yaklaştıkları için Suriye’nin toprak bütünlüğü demagojiden öteye geçmeyen bir anlayış olarak sırıtıyor.
Ne Türkiye ne Rusya ve ne de İran Suriye’den çıkmayacaktır. Suriye sadece Ortadoğu değildir. Suriye aynı zamanda Doğu Akdeniz’dir. Ve Doğu Akdeniz sadece bulunan ve potansiyel olarak var olduğu kabul edilen petrol ve doğal gaz değildir. Doğu Akdeniz, dünya/Avrupa deniz ticaretinin (Suveyş kanalı ve Kızıl Deniz üzerinden okyanuslara açılan rota) en önemli rotasıdır.
Suriye olmaksızın İran’ın Doğu Akdeniz’de etkili olması ancak bir hayaldir.
Rusya zaten üsleriyle Suriye’de ve Doğu Akdeniz’de söz sahibi olmak için her fırsatı kullanacaktır.
Türkiye ise güney sınırlarını Misak-ı Milli sınırlarına kadar genişletmek ve Rojava devrimini tasfiye etmek için sabırsızlanıyor.
Amaç bu olduğu için bu üç ülkeden hiçbiri Kürtleri düşünmez.
Bu durumda bu üç ülke, toprak bütünlüğünü vurgulaya vurgulaya Suriye’yi nüfuz alanlarına bölecekler. Türkiye’nin Tel Rıfat ve Münbiç ısrarı bundan dolayıdır. İşgal etmesi durumunda durmayacaktır, diğer bölgeleri de işgal etmeye yönelecektir.
Bu üç ülke, uzlaşamadıklarından dolayı bir “uzlaşma”ya varabilirler ve derme çatma bir Suriye yapısı oluşturabilirler. Bu en fazlasıyla Bosna-Hersek gibi ucube, eğreti bir “devletsel” yapı olabilir. Kurucularının her an birbirine girmeye, çatışmaya hazır olduğu bir yapı.
Açık ki, Suriye halkının ve Rojava Kürtlerinin, başkaca azınlıkların katılmadığı koşullarda ortaya başka bir şey çıkmaz.
Tahran Zirvesi “Büyük Oyun”un Ortadoğu-Doğu Akdeniz ayağıdır. Bu oyunda Kürtlerin yeri yoktur. Aynı şekilde Cidde Zirvesi de “Büyük Oyun”un Ortadoğu-Doğu Akdeniz ayağıdır. Bu oyunda da Kürtlerin yeri yoktur.
“Büyük Oyun”un, dünya jeopolitiği oyuncularına bakalım: ABD, Çin, Rusya.
“Büyük Oyun”u güncel olarak destekleyen, tamamlayan, onun doğrudan parçası olan alanlar:
Doğu Avrupa
Karşı karşıya gelen Amerikan ve Rus jeopolitik doktrinleri.
“Büyük Oyun”cular: ABD/NATO/AB-Rusya.
Ortadoğu
“Büyük Oyuncu”lar: ABD-Rusya ve Çin.
Bölgesel ana aktörler: Türkiye, İran, İsrail.
Bu üç ülke (Türkiye, İran, İsrail), bulundukları sahada katıldıkları ittifakın zaferini, katılmadıklarının da yenilgisini önemli ölçüde belirler durumdadır. Hele hele Türkiye’nin dört bir yana açılma olanağı göz önünde tutulursa, her bir “Büyük Oyuncu” Türkiye’yi yanında görmek isteyecektir.
Her iki zirveye bu açıdan bakmak gerekir.
Peki Suriye somutunda durum nedir?
“Büyük Oyuncu”lar veya dünya hegemonyası için jeopolitika üretme yeteneğine sahip olan ülkeler: ABD, Rusya.
Bölgesel ana aktörler: Türkiye, İran, İsrail.
Bu beş ülke açısından jeopolitik olarak Suriye ve Rojava ne anlama gelir?
Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanamaması, nüfuz alanlarına bölünmesi ve bu beş ülkenin her birinin kendi çıkarlarına göre demokratik, halkçı bir Rojava’nın kurulamaması için mücadele edeceği anlamına gelir.
RTE, Tahran’da istediğini alamadı, alamayacağını bile bile gitti. Ancak, diktatör durmayacaktır, her fırsatı kullanarak hedeflediği işgalleri gerçekleştirmeye çalışacaktır, “Bir gece ansızın geliriz”i hep canlı tutacaktır.
Zirve sonrası açıklanan 16 maddelik ortak bildirinin bazı maddeleri dikkat çekici.
Örneğin 3. maddede “Terörün her tür ve biçimiyle mücadele etmek amacıyla birlikte çalışmaya devam etme kararlılıklarını dile getirmişlerdir...Suriye'nin kuzeyi ile ilgili tüm düzenlemelerin eksiksiz bir şekilde uygulanması gerektiğinin altını çizmişlerdir.”
Burada “Terörün her tür ve biçimi” adı altında YPG-SDG-PYD de kastedilmektedir. “Suriye'nin kuzeyi ile ilgili tüm düzenlemelerin eksiksiz bir şekilde uygulanması”yla kast edilen “Barış Pınarı Harekatı” döneminde ABD ve Rusya ile imzalanan mutabakatların gereğinin yerine getirilmesidir.
4. maddede “Gayrimeşru özyönetim teşebbüsleri dahil olmak üzere, terörle mücadele kisvesi altında sahada yeni gerçeklikler oluşturulmasına dair her türlü girişimi reddetmişler ve Suriye’nin egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün yanı sıra komşu ülkelerin milli güvenliğini tehdit eden sınır ötesi saldırılar ve sızmalar dahil olmak üzere ayrılıkçı gündemlere karşı durma kararlılıklarını vurgulamışlardır.”
Bu madde doğrudan YPG’ye, Rojava devriminin yapılanmasına karşı alınmış bir tavırdır. Bu üç ülkenin Rojava devrimine karşı olduklarını gösteren bir madde. “Komşu ülkelerin milli güvenliğini tehdit eden sınır ötesi saldırılar ve sızmalar dahil olmak üzere ayrılıkçı gündemler” de Türkiye'nin baskısı sonucu alınmış bir karardır.
5. maddede “Suriye'nin kuzeyinde... kalıcı güvenlik ile istikrarın ancak ülkenin egemenliği ve toprak bütünlüğünün muhafazası temelinde sağlanabileceği hususunu vurgulamıştır” Türkiye’nin işgal ettiği bölgelerdeki yapılanmasına karşı olan bir anlayış.
9. maddede “Suriye ihtilafına askeri çözüm getirilemeyeceğine ve ihtilafın yalnızca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı çerçevesinde, Birleşmiş Milletler’in kolaylaştırıcılığında, Suriyelilerin öncülüğü ve sahipliğinde bir siyasi süreç yoluyla sona erdirilebileceğine dair inançlarını teyit etmişlerdir” anlayışına yer verilmiş. İlk cümlede yer alan “Suriye ihtilafına askeri çözüm getirilemeyeceği” anlayışı İran tarafından da açıkça dile getirilmişti.
“İhtilafın yalnızca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı çerçevesinde” çözüleceği anlayışı ise bu kararı alan üç ülke arasındaki denge bozulana kadar Suriye’nin böyle kalacağını kabulüdür.
Ortak bildirinin 11. maddesi Türkiye’nin sığınmacı sorunuyla ilgiliydi. Ancak önemli bir farkla: Bildiride sığınmacıların ve ülke içinde yerlerinden edilmiş kişilerin, Suriye’deki “asıl ikamet yerlerine” güvenli ve gönüllü geri dönüşü savunuldu.
11. maddede ise “Sığınmacıların ve ülke içinde yerlerinden edilmiş kişilerin, geri dönme ve bu çerçevede desteklenme haklarını teminen, Suriye'deki asıl ikamet yerlerine güvenli ve gönüllü geri dönüşlerinin kolaylaştırılmasının gerekliliğinin altını çizmişlerdir” deniyor. Anlaşılan o ki, “Ensar”, ‘ben artık Ensar falan değilim’ diyor. Sığınmacılar, işgal bölgelerindeki yapılanmalara değil “asıl ikamet yerlerine” gönderilecekler; yani burada “güvenli ve gönüllü bir geri dönüş” söz konusu olacak.
12. maddede ise anlaşılan o ki, İran’ın ısrarı üzerine İsrail kınanmıştır (“İsrail’in, sivil altyapı dahil Suriye’deki askeri saldırılarını kınamışlardır.”)
Kürdün Kaderi Jeopolitik Çıkarlara Bağlı Değildir
Kürdün Kaderi Kendi Elindedir!
Ukrayna-Rusya savaşı, sadece sıradan bir emperyalist savaş değildir, sadece Doğu Avrupa’yı etkilemiyor, bütün dünyayı etkiliyor. Bu savaş dünya jeopolitikasındaki değişimin ilk adımını ifade eden bir savaştır. Bu özelliğinden dolayı kaçınılmaz olarak Ortadoğu’yu da, bütün Kürdistan’ı da etkileyecekti. Öyle de oldu.
Ukrayna, çok bilinçli, planlanmış olarak bir taraftan ABD/NATO/AB ve diğer taraftan da Rusya tarafından jeopolitik çıkarların savaş sahasına dönüştürüldü. Bu savaş daha ne kadar sürer, orası bilinmez. Ama bir tarafta Batı dünyasının diğer tarafta Rusya ve Çin’inin yer aldığı iki kutuplu dünya gerçekliğinden artık geri adım atılamayacaktır. Geri adım atan yenilmiş, karşı kutba teslim olmuş demektir. Ne “kurallara dayalı uluslararası düzen”ini savunan Batı dünyası ve bu düzene meydan okuyan Çin ve Rusya geri adım atmaktan yanadır. Taraflar güçlerini tahkim etmekle meşguller.
Jeopolitika nihayetinde savaş demektir, haksız savaş, işgal demektir. Uygulayıcıları, yani bu politikayı geliştirme yetenek ve gücüne sahip olan emperyalist ülkeler (ABD, Çin, Rusya) hedefledikleri amaca ulaşabilmek için kendilerine çıkar sağlayan her yerde savaş çıkartırlar. Kendileri doğrudan savaşmazlar, ama yönlendirdikleri ülkeleri savaştırırlar. Ülkelerin yıkılması, milyonların ölmesi, açlık ve sefalet içinde yaşamaları dünya hakimiyetini hedefleyen bu ülkelerin umurunda değildir. Irak’ı, Libya’yı, Afganistan’ı bu duruma getiren bu ülkelerdir. Keza Kürdistan’ı bölenler de emperyalist ülkelerdir.
Şimdi, dört parçaya bölünmüş Kürdistan’da bu savaş devam ediyor.
Faşist diktatörlük, Kürt ulusuna, Özgürlük Hareketine, Rojava devrimine karşı imha, yok etme savaşını, bu kirli savaşı birkaç yıldan bu yana yeni demagojilerle sürdürüyor.
Oluşturduğu yeni ulusal güvenlik konseptine göre düşmanı sınır ötesinde imha etmeye çalışıyor. Yani somut olarak Güney Kürdistan’ın sınır bölgelerini, şimdi sürdürdüğü “Pençe-kilit” harekatı alanlarını ve Rojava’nın işgal edemediği bölgelerini işgal etmek istiyor. Rojava’ya yeni bir işgal seferi düzenlemek için ABD ve Rusya’da bir işaret alamasa da yeni bir işgal için her fırsatı kullanacaktır. Ukrayna-Rusya savaşının ve Avrupa’nın enerji ihtiyacının sunduğu kolaylaştırıcı fırsatları mutlaka ve mutlaka kullanacaktır.
Türk burjuvazisinin bu saldırganlığı jeopolitik bir saldırganlıktır. Diktatör önderliğinde faşist Türk devletinin milli silahlanması, ekonomisi, siyaseti, bölgesel ilişkileri bu konseptin gerçekleşmesi üzerine kurulmuştur. Yeni ulusal güvenlik konsepti, tamamen savaş ve işgal üzerine kurulmuştur. Bu konsept aynı zamanda Misak-ı Milli’nin güneyde kalan kısmının işgal edilmesidir. Bu emperyalist politikayı gerçekleştirmek için faşist diktatörlük, hem Rusya hem de ABD ile bir taraftan karşı karşıya gelirken, diğer taraftan da duruma göre “iyi geçinmeye” çalışmaktadır.
Tel Rıfat ve Münbiç’in işgali sorununda Rusya ve ABD ile “iyi geçinme”den ziyade karşı karşıya gelme durumu söz konusu olabilir. Diktatör bunu göze alamaz diye düşünüyorsak fena halde yanılmış olabiliriz. Aynı şekilde işgalin Tel Rıfat ve Münbiç ile sınırlı kalacağını veya önce bu bölgelerin işgal edileceğini sanıyorsak yine fena halde yanılmış olabiliriz.
Kim karşı çıkacak ve nasıl karşı çıkacak? Rusya mı, ABD mi, İran mı, AB mi?
Türkiye’nin Ukrayna savaşında aldığı”tarafsızlık” tavırdan,NATO’daki durumundan, Montrö anlaşmasından ve buna bağlı olarak Karadeniz’in NATO denizine dönüşmemesinden dolayı, Batı ile Rusya arasında oynadığı “açık kapı” rolünden dolayı en az karşı çıkan Rusya olacaktır.
“Barış Pınarı Harekatı”nda olduğu gibi diktatör ABD’yi takmayacaktır.
En güçlü itiraz İran’dan gelecektir. En fazlasıyla Suriye sahasında milislerini savaşa sürebilir.
AB, enerji sorunundan dolayı Türkiye karşısında “kuzu” kıvamında. En cılız ses AB’den gelebilir veya hiç gelmez.
Tel Rıfat ve Münbiç diktatöre seçim getirmez. Bu yetmez. Büyük bir savaşa ihtiyacı var.”Kahramanlık”, “Başkomutanlık” ve seçim getirecek büyük bir savaş.
Büyük savaşı Savunma Bakanı Hulusi Akar tanımlıyor: “Dış güçler bizim Til Rifat ve Münbiç'e yönelik operasyonlarımızın genişlemesinden korkuyorlar. Biz zaten buraları aldıktan sonra da durmayacağız, sonrasında Kerkük ve Musul hattına kadar aşama aşama askeri temizlik hareketimiz sürecek.”
Faşist diktatörlüğün öncelikli hedefi, Rojava’ın tamamının ve Güney Kürdistan’da “Pençe-Kilit Harekatı” bölgesinin işgalidir. Diktatör böyle bir işgalin kendine seçim getireceğini sanmaktadır.
Bunun adı Misak-ı Milli’yi gerçekleştirme savaşıdır. Bu savaş aynı zamanda Rojava devrimini ve Güney Kürdistan’ı ortadan kaldırma, Irak’ın bir kısmını işgal etme savaşıdır. Dünya konjonktürü böyle bir savaşa uygundur.
Güçlerin dağılımına bakalım:
Medya Savunma Alanlarıdaki savaşta KDP, Irak devletinin bir bölümü, ABD ve sesini çıkartamayan AB faşist diktatörlüğün bu saldırısına işbirliği yaparak, ses çıkartmayarak onay verdiler.
KDP ve ENKS, Güney Kürdistan’da ve Rojava’da faşist diktatörlüğün işini kolaylaştıran kurumlar durumunda.
Türk devleti, ayrıca vekil savaşçılarını kullanmaktadır. Her türlü ihtiyacını karşıladığı, eğittiği ve savaşa sürdüğü İslamcı çeteler bugün İdlip'te, Efrîn, Serêkaniyê ve Girê Spî gibi bölgelerde konuşlanmış durumdalar.
Bölgemizdeki emperyalist işgaller, Türk devletinin sömürgeci işgalleri, emperyalistlerle ve Türk devletiyle işbirliği yapan güçler Kürdistan'ın özgürleştirilmesi önündeki en büyük, doğrudan mücadele edilmesi gereken güçler ve koşullardır.
ABD’ye, Rusya’ya Türkiye’ye, İran’a ve işbirlikçileri konumunda olan KDP-ENKS’e karşı mücadele edilmeksizin özgür Kürdistan gerçekleştirilemez. Bu karşıdevrimci güçler karşısında sosyalist yurtsever çizgi ve örgütlenmesi artık ertelenemez, ötelenemez bir zorunluluk olmuştur.
Kürdün kaderi, Kürdün kendi elindedir. Ancak bu da komünistlerin, sosyalist yurtseverlerin öncülüğü ve önderliğiyle gerçekleşebilir. Bu demektir ki, emperyalist güçler, bölge devletleri, işbirlikçileri ancak ve ancak dişe diş bir mücadeleyle yenilebilir.
Faşist diktatörlüğün yeni ulusal güvenlik konsepti adı altında sürdürdüğü işgal savaşı istediği gibi ilerlemiyorsa bunun nedeni Kürt halkının, Rojava Özerk Yönetiminin, gerillanın, devrmcilerin ve komünistlerin mücadelesinden dolayıdır.
Türk devleti, kendi geliştirdiği de dahil en modern silah ve istihbaratla istediği sonucu alamıyorsa bunun nedeni dişe diş mücadeledir.
Sonuç alabilmek, emperyalist güçleri ve işbirlikçilerini alt edebilmek için bu mücadele sahada komünist, yurtsever sosyalist örgütlenme ve bilinçle sürekli ve sürekli güçlendirilmelidir.
Hiç yorum yok