“Süreç olarak faşizm” teorisi: Tarihsel boşluk ve eksik son
Yıldızoğlu bu furyanın dışında sayılmaz. Referansları W. Reich’tan U. Eco’ya uzanacak genişliktedir. Hepsini okuyalım ama yolumuzu şaşırtmalarına da izin vermeyelim derim. Şayet kaçırmadıysam şimdiye kadar Dimitrov’un faşizm tahlilini olumlayan bir özet yaptığını görmedim. Ama bir köşesini Umberto Eco’nun “Ebedi Faşizmin (ur-faşizmin) tipik özelliklerinin bir listesi” diye anılan yazısına ayırdığını gördüm.[1] “Ur-Faşizm” yazısını övmekte, “faşizmin temel özellikleri” olarak sıraladığı 14 ilkeyi tek tek özetledikten sonra, yazısını “Sanırım bu kadarı da faşistleri ve faşizmi tanımaya yeter” diye bitirmektedir.
Hayır yetmez. Faşizmi aşırı sağın öteki akımlarından ayırt etmeye bile yetmez. Çünkü, bazıları önemli bazıları geri plandaki özelliklerinin kaba bir özetidir. İçlerinde faşizme doğasını veren en önemli özellikler ya yoktur ya da teğet geçilmiştir: Çıplak ve azgın terör, emperyalist yayılmacılık, agresif milliyetçilik, en önemlisi de finans kapital, iktidarın sahibi egemen sınıflar yoktur. Faşizmi, halkımız ve sol, bu modern gerici, Hitler’le Stalin’i, sosyalizmle faşizmi “totalitarizm” paydası altında eşitleyen, post-modernizmin önde gelen ideologlarından biri olan burjuva anti-faşistinin kaleminden öğrenecekse vay haline.
Sözün burasında, artık işe yaramaz denilerek rafa kaldırılmak istenen Dimitrov’un faşizmin klasik ülkeleri üzerinden yaptığı tanımını hatırlamakta yarar var: Faşizm, finans kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür.
Daha fazla söze gerek yoktur.
***
“Süreç olarak faşizm” teorisinin kronolojisi ve coğrafyası da tarihsel gerçeklerle örtüşmüyor:
“Dünyada, ilk doğduğu coğrafyalarda, 1950’lerden sonra gündemden çıkan faşizm, neoliberalizm ile post-modernizm arasındaki simbiyoz ilişki içinde, özellikle neoliberalizmin şiddet üreten özelliklerinden beslenerek 1980’lerden itibaren yeniden bir olasılık olarak şekillenmeye başladı.”(abç)[2]
Faşizmin “dünyada, ilk doğduğu coğrafyalarda”, 1950’lerden sonra gündemden çıkıp, ancak “1980’lerden itibaren yeniden bir olasılık olarak şekillenmeye başladı”ğı nasıl söylenebilir? Yıldızoğlu, İkinci Dünya Savaşı sonundaki hezimetine rağmen, faşizmin Portekiz’de 1974’e, İspanya’da 1975’e kadar iktidarda kaldığını, bunlara 1967’de yine bir Avrupa ülkesi olan Yunanistan Albaylar Cuntası’nın eklendiğini bilmiyor olamaz. Belli ki onları faşizmden saymıyor, “süreç olarak faşizm”in bir “olasılık” olarak belirlenmesi için 1980’leri, hatta onlarca yıl sonrasını beklememiz gerekiyor.
R. D. Fellice, S. G. Payne, S. J. Woolf, W. Lagqeuer, G. L. Mosse gibi liberal tarihçiler 1945’te “faşizmin sonu”nun geldiğini ilan etmişlerdi. Savaş sonrasında İspanya, Portekiz ve Yunanistan dışında faşizmin iktidarda olduğu başka Avrupa ülkesi yoktu, ama büyüklü küçüklü marjinal parti ve hareketler olarak her ülkede yeniden örgütlenmişlerdi ve faal haldeydiler. Avrupa üzerinden gidersek meseleye şöyle bakmak daha doğru olur diye düşünüyorum:
“… faşizm 1945’te mezarına gömülmedi. Tersine üç şekilde varlığını sürdürdü: Birincisi burjuva demokrasisinin yürürlükte olduğu ülkeler, faşizmi büsbütün dışlamak yerine bazı öğelerini alıkoyup içselleştirdiler. İkincisi, savaştan sonra tekrar toparlanan eski ve yeni faşistler kendi örgütlerini yeniden kurdular. Üçüncüsü, eski faşist diktatörlüklerin ikisi (‘İberya faşizmi’) hala ayaktaydılar.”[3]
Avrupa’da burjuva demokrasisinin yürürlükte olduğu ülkelerde burjuvazi baskı ve ideolojik aygıtlarıyla hegemonyasını sürdürebildi. Ama bürokrasi, entelektüeller, küçük girişimciler, lümpenler içinde taraftar bulabilen neo-faşist, neo-Nazi örgütler terör eylemleri, gerginlik ve korku yaratarak burjuva iktidarların ve gizli servislerin sopası olarak kullanıldılar. 1964’te Michal Kalecki şöyle yazmıştı:
“Zamanımızın faşizmi tasmalı köpek gibidir; her an belirli amaçlara erişmek için serbest bırakılabilir ve tasmalı olduğu zamanlarda bile potansiyel bir muhalefeti sindirmeye yarayabilir.”[4]
Faşizm burjuvaziye her zaman iktidardayken hizmet etmez, “muhalefet”teyken de eder. Yıldızoğlu’na göreyse faşizm “1980’lerden itibaren yeniden bir olasılık olarak şekillenmeye başlamış”tır. Bu yanlıştır. 1950’lerden itibaren Avrupa’da geri plandayken, sıklet merkezi Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki bağımlı ülkelere kaymış, 1990’lardan, özellikle neoliberalizmin krizinden sonra da dünyanın hemen bütün ülkelerinde atağa kalkmıştır.
***
“Süreç olarak faşizm” teorisinin yakın tarihimize uygulanması daha da sıkıntılıdır. Yıldızoğlu’nun gözü yalnız kendi tezini gördüğü için olsa gerek, 12 Eylül 1980 askeri faşist diktatörlüğünü atlıyor ve “süreç olarak faşizm”in 2007/8 mali krizinden itibaren “yeniden ve hızlanarak gelişmeye başladı”ğını söylüyor:
“Solun direnişi ve askeri rejimin tüm bu özeliklerinden dolayı, faşizm 1980’lerde ‘acil ve güncel’ tehlike olmaktan çıktı. Ancak, aynı dönemde devreye giren, neoliberalizm ve post modernizm simbiyoz ilişkisi çoktan ‘süreç olarak faşizmin’ mikroplarını beslemeye başlamıştı.”(abç)
“Neoliberalizmin bir kriz yönetim modeli olarak, önce 1997-2000 arasında Tayland, Malezya, Endonezya, Türkiye ve Meksika gibi ülkelerde, 2007/8 mali krizinde de küresel çapta tükenmesiyle ve post modernizmin iflasıyla birlikte ‘süreç olarak faşizm’ mikrobu dünyanın birçok ülkesinde ve de Türkiye’de ırkçı dinci patolojik biçimler sergileyerek ortaya çıkmaya ve ‘süreç olarak faşizm’ yeniden ve hızlanarak gelişmeye başladı.”[5]
Görüldüğü üzere, “neoliberalizm ile post-modernizm arasındaki simbiyoz ilişki içinde” gündeme geldiği söylenen “yeni faşizm”e, işlevlerinden biri de Türkiye’yi neoliberal modele eklemlemek olan 12 Eylül 1980 askeri darbesi dahil değildir.
Yıldızoğlu, “süreç olarak faşizm” dediğinde, yalnız son bir iki on yılın ırkçı-dinsel faşizmini anlamakta, 12 Eylül’e ise faşizmin tatile çıktığı bir ara dönem gözüyle bakmaktadır.
Oysaki 1950-1980 arası yıllar emperyalizme bağımlı ülkelerde askeri faşist diktatörlüklerin (Paraguay, Guatemala, Brezilya, Uganda, Bolivya, Şili, Arjantin vb.) “altın çağı”dır. 1973’te Şili’yle başlayan süreçte gerçekleşen askeri darbelerin hemen hepsinin arka planında, başta ABD olmak üzere emperyalistler (başta ABD) vardır. Şili’de darbeyi bizzat örgütleyen ve yönetenler faşist Pinochet’den daha fazla söz sahibi olan Beyaz Saray’a çöreklenmiş neoliberalizmin mimarlarıdır:
“’Şikago Çocukları’nın as elemanı Sergio de Castro, darbenin ilk haftasında Ekonomi Bakanlığı’na danışman olarak atandı. Neoliberalizmin baş ideoloğu M. Friedman 1975’te, diğer önemli ideoloğu F. Hayek 1977’de Pinochet ile görüştüler… Friedman programı, solu temizleme hareketinde olduğu gibi, ‘şok terapisi’ yöntemiyle uygulamaya geçirildi. Hükümet harcamaları büyük ölçüde kısıldı ve kapsamlı bir özelleştirme hareketi başlatıldı. Neoliberal modelin kıtada ilk ve tam olarak uygulandığı tek ülke Şili oldu.”[6]
1976 Arjantin darbecileri de ancak kanlı bir terör rejimi altında uygulanabilecek “Chicago Çocukları”nın ekonomik stratejisinin yolunu izledi. Bu yolun Avrupa’nın burnunun dibindeki başka bir sadık takipçisi de 12 Eylül darbecileridir.
Yıldızoğlu’na göreyse “Bu simbiyoz ilişki, neoliberal model ‘süreç olarak faşizm’ ‘mikrobunu’ da taşıyor ve besliyor.” Fakat her ne halse Türkiye’nin de dahil olduğu askeri faşist darbeleri atlıyor ve ancak “2000’li yıllarda, kapitalizmin iç çelişkilerinin, ancak belli bir süre ötelenebilen kriz eğilimlerinin basıncıyla, bu simbiyoz ilişki dağılmaya başladığında” aktif hale geliyor.
***
Yıldızoğlu bunun akabinde 1980 öncesinin düşük yoğunluklu iç savaş sürecini ele alıyor. Solun bu süreçteki direnişini “faşist hareketi bir seçenek olmaktan çıkaran bir başarı” olarak görmesine görüyor ama bu onu solu suçlamaktan alıkoymuyor:
“Evet, sol hareketin 1970’lerde teorik ve pratik alanda kimi yanlışlar yaptığı doğrudur. Askeri diktatörlüğe ‘zemin hazırladığı’ da. Ancak bu iki ‘gerçek’, ideolojik yorum içinde sunulandan çok farklıdır. Solun ideolojik ve pratik alanda yaptığı kimi yanlışlar bu yazının konusu değildir ama, disiplinli örgütler ve şiddet de içeren anti-faşist direniş biçimleri bu bağlamda değerlendirilemez.”[7](abç)
Her ne kadar “şiddet de içeren anti-faşist direniş biçimleri bu bağlamda değerlendirilemez” diyorsa da, “sol”, “disiplinli örgütler” türü kavramlarındaki muğlaklık ve nereye çeksen oraya uzayacak elastikiyet nedeniyle ne demek istediği açıklık kazanmıyor. Oysa sosyalist solun en az yarısı “şiddet de içeren anti-faşist direniş” içerisinde yer almıyordu. O yüzden TKP ve TİKP gibilerini saymazsak, “sol”un darbeye zemin hazırladığını (hata yapmaktan başka bir şey bu) söylemek haksızlık olur. Bu, Halil Berktay ve benzerleri gibi sol bile denemeyecek liberallerden duymaya alıştığımız bir iddia.
Daha vahimi şu sözleridir:
“Solun direnişi ve askeri rejimin tüm bu özeliklerinden dolayı, faşizm 1980’lerde ‘acil ve güncel’ tehlike olmaktan çıktı.”[8]
Faşizmin asıl doludizgin devrimci hareketin ve halkın tepesine bindiği 12 Eylül 1980 sonrasına, “faşizm 1980’lerde ‘acil ve güncel’ tehlike olmaktan çıktı” demek için, herhalde Yıldızoğlu gibi tuzu kuru olmak gerekir. Belki bundan, belki de Troçkist ve aydın genleri gereği bütün askeri rejimleri tek bir kategoriye dahil ettiğinden, 12 Eylül’ü faşizmden saymıyor. Eski askeri faşist rejime duyduğu nostaljik duyduğu sabuklanmalarıyla bilinen J. M. Bolsonaro ya da V. Orban “süreç içinde faşist” oluyorlarken, Pinochet, Videla ya da Evren neden olmasınlar? Eğer son tahlilde ölçü devletin yeniden yapılandırılması ve kan dökücülük ise, Şili, Arjantin ve Türkiye’deki askeri diktatörlükler onlara kıyasla daha kıyıcı ve daha totaliter bir sistem kurmuşlardı. Her biri kendi ülke tarihlerinin zirvesini temsil ediyorlardı. Belli ki Yıldızoğlu faşizmin kıstası olarak hiç de olmazsa olmaz sayılmayacak kitle tabanı ölçer varsayımıyla seçimleri esas alıyor.
Yıldızoğlu’nun darbecilerin suçlarını hafif gösterdiğini söylemek istemem elbette, ama darbenin Türkiye’yi faşizmden kurtardığından söz etmesini abes bulduğumu vurgulamalıyım. Bu açık ve net. 12 Eylül yıllarını faşizmden saymayıp, generallerin kendinden sonrakilere büyük bir miras bıraktığını görmezden gelmek ve ancak birkaç on yıl sonrasını “süreç olarak faşizm” üzerinden okumak, geçmişe bir çeşit sünger çekmekten başka bir şey değildir.
***
Yıldızoğlu, İtalya ve Almanya ile 1974 sonrası Türkiye’yi kıyaslayarak şu sonuca varıyor:
“Almanya ve İtalya deneyimleri sol hareket açısından tam bir fiyaskodur. Faşizm sürecini daha baştan durduramadılar; faşizmin kapitalist sınıf için bir seçenek düzeyine yükselmesini engelleyemediler (Türkiye sosyalizminin 1970’ler deneyimi, gücünün çapı düşünüldüğünde, bu açıdan tarihsel bir başarı olarak görülebilir: Egemen sınıf faşizmi değil toplumda yüzeyde kalmaya, geçici olmaya mahkum askeri diktatörlüğü seçti) yasallık içinde kalarak, yasallık içinde kalmayan faşist milislere yem oldular, üzerlerine gelen şiddete karşılık veremediler ve kısa sürede imha edildiler.”[9]
Öncelikle İtalyan ve Alman komünistleri faşizm olgusuyla tarihlerinde ilk defa karşılaşıyorlardı. Reformist İtalya Sosyalist Partisi’nden kopularak kurulan İKP (1921), faşizm iktidara gelirken henüz yerine oturmamış genç ve deneyimsiz bir partiydi. Belli bir süre faşizmle burjuva demokrasisini bir tutan Terrati’nin engelleriyle karşılaştı. Almanya Komünist Partisi üst üste ağır yenilgiler almıştı ve karşısında hala Kıbrıs Harekatı’yla böbürlenen Türkiye değil, adım adım Hitler’i kollayıp destekleyen Alman finans kapitali gibi dünyayı fethetme hırsıyla yanıp tutuşan, Fransa gibi önlerde gelen emperyalist bir ülkeyi 20 günde teslim alan bir Alman devleti vardı. Buna rağmen İKP ve AKP zamanında yeraltına geçmemek, eski mücadele biçimlerinde ısrar etmek, silahlı mücadeleye geçmemek gibi birçok hata yaptılar. Bunu bir yazımda kısaca ve detaylarına girmeden de olsa eleştirdim.[10] Burada bütün hatalarına ve iktidarı ele geçirememelerine rağmen, tekrar toparlanan ve Mussolini’yi ayaklarından asacak partizan savaşına önderlik eden bir parti söz konusu. Eleştirirken insafı da elden bırakmadım, çünkü faşizme karşı mücadele tarihinin öyle ak kâğıt üzerine mavi mürekkepli altın dolmakalemle yazı yazılır gibi değil, istatistiklerle ifade edilen kan ve ölüm pahasına yazıldığını az buçuk biliyorum. Almanya ve İtalya deneyimlerini trajedi bile değil fiyasko (Bir girişimde başarısız ve gülünç sonuç demek) diye suçlamak hem insafsızlıktır hem de adil değildir.
İkinci olarak dünyanın ve Türkiye’nin devrimci bir dönemden geçtiği yıllarda cereyan eden “1970’ler deneyimi”nin arkasında olumlu/olumsuz yanlarıyla Komintern partilerinin faşizme karşı mücadele deneyi vardı. 68/78 kuşağı Bulgar, Arnavut, İspanya, Çekoslovakya, Fransa partizanlarının romanlarıyla büyüdü. Devrimci güçler gerçekten de dişe diş bir mücadele yürüttüler ve arkasındaki devlet desteğine rağmen faşist hareketin sokaklara, meydanlara, okullara tamamen hâkim olmasını önlediler.
Yıldızoğlu’nun 1974-1980 yılları arasındaki faşizm ve “sol” değerlendirmesinde iki hatasına değinmeliyim.
Birincisi egemen sınıfların faşist harekete nasıl baktığıyla ilgili. Yıldızoğlu’na kalırsa:
“İşte sol hareketin ilk bakışta paradoksal başarısı da bu bağlamda ortaya çıkmıştır. Sol hareketin anti-faşist direnişi, faşist hareketi egemen sınıf açısından, güvenilmez ve çok riskli bir seçenek durumuna hapsetti. Bu faşist hareketi bir seçenek olmaktan çıkaran bir başarıydı.”[11]
Ben tersini düşünüyorum: Devletin tepesi ve büyük sermaye içini dışını iyi bildiği faşist harekete baştan itibaren programı ve kadroları itibarıyla uygulanabilirliği ve sürdürülebilirliği olan bir seçenek gözüyle bakmadı. Yedek bir enstrüman olarak kullanılmasında yarar gördüğü, resmi olarak yapıldığında devletin meşruiyetine zarar vereceğini düşündüğü kirli eylemlerini yaptıracağı, bunların arkasına saklanarak birtakım komplolar tezgahlayabileceği, solu asli işlerinden alıkoyacağı ve nihai kavgadan önce yoracağı vurucu bir güç gözüyle baktı. Asli seçeneği 12 Mart’ta başlattığı faşist inşa kesintiye uğramış orduydu. ABD güdümlü tekelci sermaye hemen bütün alternatifleri tükettikten sonra iktidara dünyanın dikkate alınır ordularından biri olan TSK’yi getirdi.
Darbe öncesinde paramiliter faşist hareketle devletlu faşistler rekabeti de içeren bir ortakyaşarlık (simbiyotik) ilişkisi içerisinde hareket ettiler. Biri yukarıdan diğeri aşağıdan bir nevi iş bölümü. MİT, kontrgerilla tamamen değilse de büyük ölçüde faşist hareketi kontrolü altında tutuyordu. 1980 sonbaharına gelindiğinde devrimci hareket tarafından iyice hırpalanmış ve yıpranmış durumdaydı. Paramparça sosyalist sol gibi faşist parti de güçsüzdü. İktidarı devralıp sürdürebilecek güç ve olgunlukta olmadığı gibi, yeterli kitle desteğine de sahip değildi. ABD güdümlü tekelci burjuvazi hemen bütün alternatifleri tükettikten sonra iktidara en örgütlü güç olan orduyu getirdi. Şili, Arjantin deneyleri de Türkiye’nin bir benzeridir. Sürüyü, boyunu aşan maceralara açık kurda teslim etmek hem riskli bulundu hem de halkın duyarlı kesimlerinde ve TSK içerisinde huzursuzluk yaratacağı düşünüldü.
İkincisi “sol”un başarısı konusudur:
“Sol hareketin anti-faşist direnişi, faşist hareketi egemen sınıf açısından, güvenilmez ve çok riskli bir seçenek durumuna hapsetti. Bu faşist hareketi bir seçenek olmaktan çıkaran bir başarıydı.”
“Solun direnişi ve askeri rejimin tüm bu özeliklerinden dolayı, faşizm 1980’lerde ‘acil ve güncel’ tehlike olmaktan çıktı.”[12]
Sol değil, radikal devrimci güçler faşist harekete karşı mücadelede görece başarılıydılar. Darbe imdatlarına yetişmese bozguna uğratılmaları ihtimal dışı değildi. Ancak Yıldızoğlu’nun sözünü etmeyip bıçakla kesercesine yarım bıraktığı bir nokta var: Aynı azim ve cesaretin “askeri diktatörlük” karşısında gösterilememesi. Bu konu atlanarak “başarı”dan söz edilemez.
Burada sosyalist solun hataları gibi geniş bir konuyu tartışacak değilim. Anti-faşist mücadelenin MHP’yle sınırlanması, örgütlenmenin ve taktiklerin ona göre hazırlanmaması, buna karşılık devletin belkemiğini oluşturan ordudan gelecek darbeye karşı tetikte olunmaması büyük hataydı. Bundan da geçtik. Darbe yapıldığında meydanın terk edilmemesi, askeri faşist diktatörlüğe karşı aktif yeraltı mücadelesi yürütülmesi gerekirdi. Bu yapılmadığı için “sol” sınıfta kaldı. Bütün bunlar hesaba katıldığında esasta başarısızdır.
O zaman şu soruyu sorma hakkımız var: İtalya ve Alman komünistleri başarısız oldukları için imha edildiler de hala belini doğrultamayan Türkiye solu imha edilmedi mi?
Sürecek…
İlgili yazılar:
“Süreç olarak faşizm” teorisi: Tanımlar ve sınıflar – Yaşar Ayaşlı
“‘Süreç olarak faşizm’ teorisi: Tanımlar ve sınıflar” üzerine bir tartışma – Ergin Yıldızoğlu
Dipnotlar:
[1] E. Yıldızoğlu, ‘Ur-Faşizm’, Cumhuriyet, 28 Temmuz 2016.
[2] Ergin Yıldızoğlu, “Neo-liberalizm ve “süreç olarak faşizm”, 24 Ocak 2021, https://siyasihaber6.org/neo-liberalizm-ve-surec-olarak-fasizm
[3] Yaşar Ayaşlı, “(Anti)Faşizmi öldürmek (1): Akademik faşizm tanımları”, Sendika.org, 28 Mart 2021.
[4] Aktaran M. Köves ve S. Mazumdar, Faşizm Üzerine, Önlenebilir Yükseliş, Yordam Kitap, 2018-İstanbul, s.222.
[5] Ergin Yıldızoğlu, Neo-liberalizm ve “süreç olarak faşizm”, 24 Ocak 2021 (https://siyasihaber6.org/neo-liberalizm-ve-surec-olarak-fasizm)
[6] Yaşar Ayaşlı, Askeri faşist rejimler ve Latin Amerika (2): Yunanistan, Şili ve Arjantin, Sendika.org, 25 Mart 2021.
[7] Ergin Yıldızoğlu, “Neo-liberalizm ve “süreç olarak faşizm”, 24 Ocak 2021, https://siyasihaber6.org/neo-liberalizm-ve-surec-olarak-fasizm
[8] Agy.
[9] Ergin Yıldızoğlu, Boratav hocamın “Yeni Faşizm” başlıklı çalışmamla ilgili eleştirileri üzerine düşünürken (Bosluklarergin.blogspot.com) 17 Temmuz 2020.
[10] Yaşar Ayaşlı, Faşizm fenomeni (6): Komintern’in VII. Kongresi ve önde gelen KP’lerin hataları, Sendika.org, 1 Mart 2021.
[11] Ergin Yıldızoğlu, Neo-liberalizm ve “süreç olarak faşizm”, 24 Ocak 2021 (https://siyasihaber6.org/neo-liberalizm-ve-surec-olarak-fasizm)
[12] Agy
https://sendika.org/2022/02/surec-olarak-fasizm-teorisi-tarihsel-bosluk-ve-eksik-son-647209/
Hiç yorum yok