Header Ads

Header ADS

“Süreç olarak faşizm” teorisi: Anakronizm, entelijensiya ve sermaye

Yaşar Ayaşlı 
22 Şubat 2022

AKP’yi iktidara kimin taşıdığı sorusu stratejik bir öneme sahiptir. Bu konuda iki dinamikten, iki kaldıraçtan söz edilebilir. Birincisi Yıldızoğlu’nun da üzerinde durduğu “iç ve dış dinamiklerin tarihsel çakışması” meselesi. BOP çerçevesinde radikal İslamın önüne set çekmek ve Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek için ABD emperyalizminin uyguladığı “ılımlı İslam” projesi vs. AKP’yi iktidara taşıyan iç dinamiğe gelince bunun ilk aranacağı kesim liberal soldan yardım alan “İslamcı entelijensiya” değildir. Böyle bir tutum yalnız İslamcı burjuvazi ile İslamcı entelektüeller arasındaki ilişkiyi değil, faşizmin sınıf özünü de tersine çevirir.

Ergin Yıldızoğlu’nun “süreç olarak faşizm” kavramını Türkiye’yi anlamak bakımından çok işlevli bulduğunu, bunun “çok yerinde bir saptama olduğunu” söyleyenlerden biri de Merdan Yanardağ’dır.

Bu “teori” öylesine akışkandır ki anında konduğu kabın şeklini almak gibi bir marifeti vardır. Yanardağ, sahibi ve başyazarı olduğu ABC gazetesine de konukluk etmiş Yıldızoğlu’nun tezlerini, kenarını köşesini fazla budamadan sol Kemalist görüşlerine kolayca uyarlayabilmiştir.

Tarihsel anakronizm

Yanardağ, “yeni faşizm” tanımını özetledikten sonra, “Ergin Yıldızoğlu’nun… cumhuriyetçi ve Kemalist entelijensiyanın[1]  ‘yavaş intiharı’ süreci”ne atıfla kendi açılımını yapmaktadır:

“Siyasal İslamın ve dinci entelijensiyanın (ulemanın da diyebiliriz) imparatorluk çöktükten sonra yenilikçi, modernleşmeci, aydınlanmacı ve kapitalizme bağlı (kapitalist kalkınma yolunu seçen) Kemalist hareket tarafından ulus inşaa etme sürecinde tasfiye edilerek yer altına itildiğini biliyoruz. Bu tarihsel süreci Medresenin Harbiye ve Mülkiye’ye yenilmesi olarak kodlayabiliriz.”
“Ancak, yaklaşık yüz yıl sonra geri dönen Medrese, Harbiyeyi yenilgiye uğrattı ve İslamcı entelijensiya şimdilik rövanşı aldı. (…) Komünizme karşı mücadele konseptinin içine gizlenen, kullanışlı bir araç olmaya gönüllü yazılan siyasal İslamcı entelijensiya; rejimin, sistemin ve emperyalizmin sol korkusundan alabildiğine yararlandı. Komünizm düşmanlığı, önemli bir boyutuyla aydınlanma, cumhuriyetin ilerici kazanımları, laiklik, kadın hakları düşmanlığı ile birlikte yürütüldü. Modernitenin kazanımlarına komünizm diye saldırıldı.”[2]

Bir buçuk asırlık koca Türkiye tarihi, sınıf, hatta temsil ettiği kesimlerin bile tamamı olmayan iki dar özne, bir yanda “Medrese” ve “İslamcı entelijensiya”, öbür yanda “Harbiye ve Mülkiye” arasına sıkıştırılıyor. Harbiye Türk ordusuna subay, Mülkiye devlete bürokrat ve siyasetçi, Medrese ise üst düzeyde eğitimli din adamları yetiştiren kurumlar. Anlayacağınız hikâye 1971 öncesinde işçi sınıfının yerine ikame edilen “asker-sivil aydın zümre” ile “İslamcı entelijensiya” arasında geçiyor.

Zamanımızın siyasi pandemisi sınıftan kaçıştan mustarip Yanardağ, tıpkı ihanetle suçladığı liberal solcular gibi tarihi kendi ekseni etrafında dönüp duran sınıf mücadelesiz bir süreç olarak algılıyor. Sürecin merkezinde mutlaka olmaları gereken Saray ve çevresi, emperyalizm, burjuvazi, işçi sınıfı, köylülük ve ezilen uluslar gibi aktörler yok.

Farklı sınıf güçlerini ve bunlar arasındaki mücadeleyi sosyoekonomik sistemleri atlayarak ve bağlamlarından kopararak yorumlamak, Marksizm dışı tarih yazımının değişmez özelliğidir. Buna sadık kalan yazar Osmanlı merkezi feodal düzeninin çöküş süreci ile kapitalizmin Türkiye’de egemen hale geldiği aşama arasında net bir ayrım yapacağı yerde, “modernleşmeci, aydınlanmacı ve kapitalizme bağlı” “ulus inşa etme süreci” gibi harcıalem sözlerle yetiniyor. Bu yaklaşım tarzı ister istemez tarihsel hareketin ardışık sosyoekonomik formasyonlardan ve bunların dönüşüm süreçlerinden koparılması, çelişik sosyal sınıf ve tabakaların sahnede kendi gerçek kimlikleriyle değil, giydirilmiş kostümlerle yer alması ile sonuçlanıyor. Önceki toplum biçiminden sonrakine, monarşizmden burjuva cumhuriyete doğru bir dönüşüm yaşandığında, bunların hem ayrı hem geçiş niteliğinde analiz birimleri olarak ele alınmaları ve buna uygun kavramlarla açıklanmaları gerekirken bu yapılmıyor.

Bu yüzden Osmanlı feodal toplumuyla birlikte çöken sınıflar ile feodalizmden bağımlı kapitalizme geçişe önderlik edenler, yani Cumhuriyet’in yenilenleri ile yenenleri sabitlenerek ‘Medrese’ ile ‘Harbiye’ yarışına çevriliyor. Eğer Herakleitos’un 2500 yıldır bilinen, ama bilindiği zannıyla anlamı üzerinde fazla kafa yorulmayan ünlü özdeyişi akılda tutulmuş olsaydı bu hataya düşülmeyebilirdi: Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz; çünkü ırmağa bir kez daha girdiğimde hem ben hem de dere değişmiştir.

Yıldızoğlu’nun “cumhuriyetçi ve Kemalist entelijensiyanın ‘yavaş intiharı’ süreci”ne yaklaşımı, Yanardağ’dan biraz daha farklı. Kitabına yaptığı ek’te, doğru olarak çökmekte olan Osmanlı’nın enkazından modern bir kapitalist devlet doğduğunu, bu süreçte Kemalist entelijensiya’nın “dinci entelijensiya”yı “yeraltı”na ittiğini söylüyor. Ne var ki, Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş geç burjuva devrimi olarak açıklanması gerekirken, özet olarak bile olsa sürecin sosyoekonomik, sosyopolitik boyutlarına değinilmiyor. “Kemalist entelijensiya” ile sınırlanamayacak egemen blokun daimî sınıfları Türk ticaret sermayesi ve yarı feodal toprak ağalarının adları bile geçmiyor. Oysa Cumhuriyet döneminin ticaret sermayesi bile bugünkü tekelci sermaye durumuna gelinceye kadar birçok dönüşüm yaşadı. Buna karşılık Kemalist ve İslamcı entelijensiya değişip dönüşmeden oldukları gibi kalıyorlar. Böylece Yıldızoğlu en az yüz yıllık süreci “dinci enjelijensiya”nın inişi/“Kemalist entelijensiya”nın yükselişi, “dinci enjelijensiya”nın yükselişi/“Kemalist entelijensiya”nın inişi gibi tuhaf bir tahterevalli oyununa çeviriyor. Hem de “süreç olarak faşizm”in dinamiklerini, yani karşı karşıya gelen hegemonik güçleri göstermek adına yapılıyor bu.

Bu nedenle modernleşme, dünya kapitalizmine eklemlenme, neoliberalizm üzerine söyledikleri yerine oturmuyor Yıldızoğlu’nun. “Kemalist entelijensiyanın yavaş intiharı”nı “12 Eylül askeri darbesi ve Turgut Özal dönemi” ile başlatarak ve ancak “o süreçte dinci entelijensiya yeniden devlet içine dönmeye, ‘sivil toplum’ içinde meşruiyet kazanmaya başladığını”[3] söyleyerek, Soğuk Savaş atmosferiyle karakterize olan Menderes ve Demirel dönemlerinin, Ecevit-Erbakan Hükümetinin, MC koalisyonlarının bugünkü iktidara bıraktığı mirası atlıyor.[4]

Sonuçta iki yazar arasındaki paralellik zaman zaman sapma gösterse de uzun erimde değişmiyor.

“Böylece Müslüman entelijensiya, kendi dışındaki herkesin, toplumun hemen tamamının elindeki en önemli simgesel (kültür) üretim aracını gasp ederek, onları ‘cahilleştirerek’, bilgiyi yeniden tekeline alıp Cumhuriyetle birlikte kaybettiği iktidarı restore etmeyi amaçlıyor.”[5]

“AKP’nin lider kesimi ve kadroları bu sınıfın [“ulema”, YA] bugüne kadar gelebilen mirasının siyasi, kültürel ifadesidir.”[6]

Cumhuriyetle birlikte iktidarı kaybettiği söylenen “Müslüman entelijensiya”nın devlete hükmedebilecek bir sınıf olup olmadığına geleceğiz, ama önce her iki yazarın da 100-150 yıl önceki “ulema” ile bugünkü “Müslüman entelijensiya”nın aynı sosyal grup olup olmadığına kısaca değinmek gerekiyor.

Osmanlı toplumunun “ulema”sı ile Türkiye kapitalizminin “İslamcı entelijensiya”sı arasında belirli bir devamlılık elbette vardır ama buna rağmen, tıpkı Osmanlı Sarayı ve dayanaklarıyla, Beştepe Sarayı’nınkinin bir olmaması gibi, ikisi bir ve aynı değildirler. Sultan ve çevresinin, feodal beylerin çıkarlarına hizmet eden ulema, reayanın sömürüsünden pay alıyordu ve eski toplumun bir parçasıydı. 1908-1923 burjuva devrimlerini takiben feodal, yarı feodal ilişkiler çözüldükten ve kapitalist üretim ilişkileri egemenlik kazandıktan sonra eski sömürü ve ilişki biçimleri esas olarak ortadan kalktı. Günümüz Türkiye’si artık tekelci sermayenin egemenliği altında bağımlı kapitalist bir ülkedir. Dolayısıyla ne şimdiki köylülük eski reaya, ne şimdiki büyük tarım işletmeleri eski toprak ağalığı ekonomisi, ne de şimdiki “siyasi İslamcı entelektüeller” eski ulemadır. Birinden diğerine temel sınıflar ve ara tabakalar kadar artığa el koyma biçimleri ve temel çelişkiler de değişmiştir.

İki yazar da AKP iktidarının kurucusunun “İslamcı entelijensiya” olduğunda birleşiyorlar. Yanardağ “yaklaşık yüz yıl sonra geri dönen” Medrese’nin rövanşı aldığı, Yıldızoğlu ise aynı kesimin devleti yeniden ele geçirdiği, devleti kendi yaşam koşullarını topluma dayatmak için kullandığı düşüncesindedir. Aslında ikisi de tarihin başladığı noktaya geri dönen döngüsel bir süreç olduğunda birleşiyorlar. Sırası gelince buna da değineceğiz.

“Siyasal İslam’ın entelijensiyası” bir sınıf mıdır?
Yıldızoğlu, kitabının sonundaki “Ek-1” kısmında, “‘bilginin’ ve simgesel sistemin birleşik işleyişinin çok kritik bir üretim aracı oluşturduğu”ndan ve “kültür endüstrisinin ortaya çıkmasından bahisle, “…üretim aracının mülkiyetine sahip olan entelektüellerin kimi özgün koşullarda özgün bir sınıf olarak şekillenebileceğini düşünmek hiç de yanlış olmayacaktır” demektedir. “Siyasal İslam’ın entelijensiyası”nın, “dini bilginin üretim araçlarının, yeniden üretimi koşullarının” tekeline sahip olduğunu, “kendini kapitalizmle eklemlemeye başlayan yeni bir egemen sınıf fraksiyonu olarak kurduğu”nu, aşağıdaki örneklerde de görüleceği gibi sıklıkla tekrarlıyor.[7]

“Ben, birçok kez siyasal İslamın, siyasi iktidarı ve ‘kültürel sermayesi’ (bir tür bilginin üretimi ve denetimi üzerindeki tekeli) aracılığıyla toplumsal artık-değerden pay alan özgün bir egemen sınıfının olduğuna işaret ettim. Bu sınıfın, artık-değere el koyma biçimlerinin başında, bağış (vakıflar), haraç/komisyon kadrolaşma (ulufe) geliyor. Bu el koyma biçimleri de ranta dayalı birikim tarzıyla bir ‘simbiyoz ilişki’ içinde gerçekleşiyor. Bu ranta dayalı ‘birikim tarzı’, devlet eliyle dağıtılan kaynakların, ucuz faizle beslenen ayrıcalıklı kredilerin üzerinde yükseliyor. Siyasal İslamın egemen sınıfı bu ranttan besleniyor.”[8] (abç)

“Müslüman entelijensiya, kendini kapitalizmle eklemlenmeye başlayan yeni bir egemen sınıf fraksiyonu olarak kurarken, bu kuruluşun bir ifadesi, aynı zamanda devamının garantisi olarak, sahip olduğu, tekeline almaya çalıştığı dini bilginin üretim araçlarının, yeniden üretimi koşullarını, bu dini (Sünni) kodlarla, zaman ve mekan denetimi pratikleriyle birlikte topluma dayatmaya başlıyordu. Siyasal- Sünni İslam, entelijensiyası yoluyla, kendisi dışında kalan, farklı kültürler üzerinde önce ekolojik sonra da mutlak egemenliğini kurmaya başlıyor, yeni anlamlar sistemini bunu bütünleştiren bilişsel haritayı, kuruyor ve dayatıyordu.”[9] (abç)

“Bir egemen sınıfın ekonomi politiğini, toplumda üretilen artık-değerin üretim süreçleri, edinilmesi, dağıtımı üzerindeki iktidarla tanımlarsak, dinci entelijensiyanın da karşımızda özgün bir egemen sınıf olarak şekillenebileceğini görebiliriz.”[10]

Gerçekten de “siyasal İslam’ın entelijensiyası” bir sınıf mıdır? “Yeni faşizm”i iktidara taşıyacak ve devleti ele geçirecek bir güce ve kapasiteye sahip midir?

Entelijensiya, entelektüeller veya aydınlar bazen aynı anlamda, bazen ayrım yapılarak kullanılan kavramlardır. Bunun tartışmasına girecek değiliz, burada sadece genel bir çerçeve çizmekle yetineceğiz.

Yıldızoğlu’nun “siyasi İslamcı entelijensiya” dediği kesim ne bir egemen sınıftır ne de egemen sınıfın bir fraksiyonudur; bütün sınıflardan, daha çok da kapitalist toplumun egemen sınıfı burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki “orta sınıflar” diye tabir edilen katmanlardan gelme geniş topluluğun ufak bir parçasıdır. Sağı solu, üstü altıyla entelektüel tabakanın ortak özelliği, zihinsel işlerle uğraşan ve bunun için özel eğitim almış insanlardan oluşan sosyal bir grup olmasıdır. Yukarıda burjuvaziye, ortada küçük burjuvaziye, aşağıda işçi sınıfına bitişiktir. Entelijensiyanın bazı küçük grupçukları veya bireyleri, bilgi tekellerini kullanarak ve boşluklardan yararlanarak temel üretim araçlarının mülkiyetini edinebilir ve sınıf atlayarak orta ve büyük sermaye katına yükselebilirler. Ancak onlar artık yeni bir sınıf fraksiyonu oluşturmazlar, sadece burjuvazinin saflarına katılmış olurlar. Tıpkı tarım, ticaret, sanayi, finans, bilişim sektörlerinden gelip finans kapital saflarına yükselenler gibi.

Kapitalist toplumda generaller, bürokratlar, doktorlar, profesörler, avukatlar, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar sınıf özelliği göstermezler. Homojen bir yapıları olmadığı gibi, mülkiyet ilişkileri sisteminde sınıf olmalarını gerektiren özel bir konumları da yoktur. Üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan kapitalistler gibi üretim süreçleriyle doğrudan ilişki içinde değildirler. Toplumun üst, orta ve alt kesimlerinden gelenlerden oluşan heterojen bir tabakadır. Faaliyet alanları oldukça geniştir: İdeoloji, kültür, siyaset, edebiyat, hukuk, sağlık, bilim, eğitim, medya vb. En geniş kesimi çoğu ilerici, düzen muhalifi küçük burjuva aydınları oluşturur. İster laiklik yanlısı ister mütedeyyin olsun, entelijensiyanın kaymak tabakası iktisadi ve siyasi konumu bakımından burjuvaziye göbekten bağımlıdır ve onun sınıf çıkarlarını savunurlar.

Entelijensiya ya da aynı şey demek olan aydınlar konusunda Lenin’i kılavuz alabiliriz. Lenin’den seçmelerden oluşan Aydın Kesimi Üstüne[11] adlı kitabın önsözünde şöyle yazıyor:

“Lenin, siyasal ve yazınsal etkinliklerinin ilk zamanlarından başlayarak… Aydın kesiminin ‘bağımsız bir ekonomik sınıf olmadığını ve bu nedenle bağımsız bir siyasal güç olmadığını’[12], aydınların, ‘bağlantıları, ufukları vb. ile kısmen burjuvaziye, kısmen de, kapitalizmin aydını bağımsız konumundan gitgide daha çok yoksun bırakması, kiralanmış bir işçiye dönüştürmesi ve yaşam standartlarını  düşürme tehdidi taşıması bakımından ücretli çalışanlara bağlanarak, diğer sınıflar arasında özel bir konumda yer aldıklarını’[13] göstermiştir.”(abç)

Sonuç olarak, “İslamcı entelijensiya”, bugünkü Türkiye toplumunda; sanayi, banka ve ticari sermaye ya da hepsini bünyesinde kaynaştıran finans kapital gibi artık-değere el koyan “özgün bir egemen sınıf” değildir. “Kültürel sermaye” “Ranta dayalı birikim tarzı” gibi terimler, gerçeklikte karşılığı olmayan eski tartışma konularıdır.

“Entelijensiya” mı, tekelci burjuvazi mi?
Daha önce de değindiğim gibi Yeni Faşizm yazarı, “İslamcı entelijensiya”yı faşist iktidarı yaratma yeteneğinde, “devleti ve toplumu yönetme ve yeniden şekillendirme görevini” üstlenebilecek bağımsız bir güç olarak görüyor. Bu konuda kendisine yöneltilen eleştirileri geri çeviriyor.[14] Cumhuriyet yazarı net bir cevap vereceği yerde, sanki aksini iddia eden varmış gibi, “Yalnızca bugün değil klasik faşizmde de, faşizmin doğuşunda ve özgün bir ideoloji ve hareket olarak şekillenişinde entelijensiya çok kritik bir rol oynamıştır”[15] diyerek geçiştiriyor. Entelektüel kesimin yalnız faşizmde değil, muhafazakarlık, liberalizm ve sosyalizm gibi ana akımlarda da çok önemli roller oynadıklarını herkes bilir.

“Dün olduğu gibi bugün de kapitalizme sadık bir entelijensiya, milliyetçilik, ırkçılık, dinci bağnazlık, hatta bu kez etnik-ekoloji gibi ideolojik kültürel biçimlerle, öfkeli kitlelerin enerjisini birleştirebiliyor ve bu bileşimden siyasi hareket, parti iktidar yaratabiliyor.”(abç)

“Bu entelijensiya dün olduğu gibi bugün de… devleti ve toplumu yönetme ve yeniden şekillendirme görevini ancak kendisinin başarabileceğine inanıyor, kitlelerin tepkisini hem bu amacına ulaşmak hem de sermayenin ekonomik ve siyasi iktidarını, yönetmek üzere, paylaşmak için bir kaldıraç olarak kullanıyor.”[16](abç)

Dünyanın hemen her ülkesinde, eskiden de şimdi de kent ve kır kökenli küçük burjuvalar, entelektüeller, öğrenciler, eski askerler, din fanatikleri faşist, ırkçı, aşırı sağcı parti, grup ve dernekler kurmuşlardır ve kurmaktadırlar. Kendilerini üretip güçlendiren koşullar olduğunda bunların varoluşlarını ve türemelerini belirleyen kurucu irade elbette egemen sınıflar değildir. Ancak bunları yönlendirecek ya da büyümelerini sağlayacak, iktidar yolunu açacak ve devleti yönetebilecek parti haline getirecek anahtar büyük sermayenin elindedir. Faşist hareketin yolu egemen sınıfla ne zaman kesişir, başlarda çıkarları gereği en saldırgan olan fraksiyonlarından, giderek çoğunluğundan veya tamamından onay ve desteği ne zaman alır ise, siyasi iktidar yolu o zaman açılır.[17] Yoksa heterojen bir topluluk oluşturan ara sınıflar tek başlarına ve kendi güçlerine dayanarak ne iktidara yürüyen bir siyasi hareket yaratabilir ne de “devleti ve toplumu yönetme ve yeniden şekillendirme görevini” üstlenebilirler. Tekelci sermaye ve devleti tarafından finanse edilmez, ordu/emniyet/yargı tarafından himaye ve destek görmez, önleri açılmazsa marjinal partiler olarak kalır, onları canlandıran koşullar ortadan kalkınca da ya kabuklarına çekilirler ya da silinip giderler. Dünya tarihi faşist, aşırı sağcı örgüt ve hareket mezarlıklarıyla doludur.

1930’larda tartışma faşizmin hangi sınıfın iktidarı olduğu üzerinde dönüyordu. “Bonapartizmin eşdeğeri” (Thalheimer), “sınıflar üstü bir iktidar biçimi” (Bauer), “küçük burjuva sosyalizmi” (Radek), “küçük burjuvazinin iktidarı elinden aldığı büyük burjuvazi üzerinde diktatörlüğü” (Turati) gibi tanımlar ortaya atıldı. Bunlara karşı yalnız Komintern “finans kapitalin açık terörist diktatörlüğü” tezini savundu.[18]

Yıldızoğlu ise bir keşifte bulunarak eski ve yeni faşizmde hegemonyayı entelijensiyaya devrediyor: “…AKP liderliğinde, bir sınıf olarak şekillenmiş dinci entelijensiyanın, Türkiye kapitalizmi üzerindeki asalak iktidarı”[19] Bu sözler Turati’nin “küçük burjuvazinin iktidarı elinden aldığı büyük burjuvazi üzerinde diktatörlüğü” tanımını akla getirmiyor mu?

AKP’yi iktidara kimin taşıdığı sorusu stratejik bir öneme sahiptir. Bu konuda iki dinamikten, iki kaldıraçtan söz edilebilir. Birincisi Yıldızoğlu’nun da üzerinde durduğu “iç ve dış dinamiklerin tarihsel çakışması” meselesi. BOP çerçevesinde radikal İslamın önüne set çekmek ve Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek için ABD emperyalizminin uyguladığı “ılımlı İslam” projesi vs.

AKP’yi iktidara taşıyan iç dinamiğe gelince bunun ilk aranacağı kesim liberal soldan yardım alan “İslamcı entelijensiya” değildir. Böyle bir tutum yalnız İslamcı burjuvazi ile İslamcı entelektüeller arasındaki ilişkiyi değil, faşizmin sınıf özünü de tersine çevirir.

AKP’nin önder kadroları, Refah Partisi içindeki bölünmeden sonra, esas olarak daha çok Anadolu kökenli, İstanbul merkezli geleneksel burjuvaziye göre genç İslamcı burjuvazinin siyasi temsilcileri olarak sahneye çıktılar. MÜSİAD, Batı’dan uzaklaşmayı değil bütünleştiği uluslararası kapitalizmle ilişkilerini geliştirmeyi yeğlediği için, buna karşı çıkan Erbakan’a bayrak açmasaydı, aynı paralelde hareket edip konjonktürü doğru okuyan AKP’yi kuracak kadro parti içinde Batı’ya ve TÜSİAD’a yeşil ışık yakmasaydı Erbakan engelini aşamaz, iktidar da olamazdı. Burjuvazinin bu fraksiyonu 2002’den beri neoliberal politikaların önünü açan AKP iktidarına yaslanarak ve onun aktif desteğiyle yalnız palazlanmakla kalmamış, aynı zamanda medya, silah sanayi gibi yeni alanlara yayılarak şaşırtıcı bir hızla büyümüştür. Ve giderek Albayrak, Çalık, Kiler, Ülker, Sanko, Tamince, Cengiz, Kalyon, Kuzu, BİM gibi gruplar hızla katlanarak, TÜSİAD içinde örgütlü eski tekelci sermaye fraksiyonu ile rekabet edebilecek güce ulaşmıştır. AKP iktidar oluşunu ve bugünlere gelişini yalnızca uluslararası kapitalizme eklemlenmiş öz evladı MÜSİAD’ın ve muhafazakâr küçük ve orta ölçekli sermayenin değil, aynı zamanda TÜSİAD çatısı altındaki üvey evladı İstanbul merkezli Batıcı-laik tekelci sermaye kesiminin desteğini (aralarındaki farklılıklara ve giderek artan çelişkilere rağmen) almasına da borçludur.[20]

Sonuç olarak, AKP iktidarının sınıf temeli İslamcı entelijensiya değil, büyük sermayedir. Görevi İslamcı ideolojiyi resmî ideoloji olarak zamanın gereklerine uygun tarzda yeniden kurmak, yönetime katılmak, devleti ve toplumu AKP’lileştirmek, hasım bildikleriyle hesaplaşmak, emperyalizmin ve egemen sınıfların ideoloji ve siyasi çıkarlarını halk sınıf ve tabakalarının kendi çıkarlarıymış gibi göstererek onları maniple etmek (vs.) olan İslamcı entelijensiya elbette siyasi iktidarın ayrılmaz parçasıdır. Mevcut siyasi iktidarın korunmasına, desteklenmesine, güçlendirilmesine ve meşrulaştırılmasına katıldığı ölçüde ücretli emeğin sömürüsünden pay almıştır, almaya da devam edecektir.

Sürecek…

Dipnotlar:

[1] Rusça aslında entelijansiyadır. Biz çift kullanımdan kaçınmak için Yıldızoğlu’na bağlı kaldık.

[2] M. Yanardağ, ‘Süreç olarak faşizm’, Birgün, 24 Ocak 2021.

[3] Yeni Faşizm, s. 116.

[4] Yıldızoğlu’nun İslamcı hareketin 1900’lerin başından 2000’lerin başına kadar belirli kırılmalardan geçtiğini dikkate almaması AKP-Gülen Cemaati ittifakı yorumuna da yansıyor: “…Gülen Hareketi’nin köklerinin Osmanlı toplumsal formasyonunun sınıflarında, onun mirasında, Anadolu muhafazakarlığında değil soğuk savaş döneminin karanlık, istihbarat savaşlarında, ideolojik mücadele yapılarında, küreselleşme döneminin uluslararası ilişkilerinde olduğu söylenebilir.” (Yeni Faşizm, s. 126) Gülen Hareketi’nin iç ve dış istihbarat örgütleriyle örtülü bağlantılarını ima etmesi yerinde olmakla birlikte, AKP liderliğini Soğuk Savaş döneminden yalıtarak doğrudan eski ulemaya ve Anadolu muhafazakarlığına bağlamak, Erbakan’dan AKP’ye uzanan süreci eksik yansıtmaktır. 1969 yılındaki Kanlı Pazar saldırısı çağrısını yapan Mehmet Şevket Eygi ve aralarında Kadir Mısırlıoğlu, o zamanki MTTB Başkanı İsmail Kahraman (eski Meclis Başkanı) gibi İslamcıların bulunduğu, AKP’yi kuran çekirdek kadroların MTTB içinde yetiştikleri, hepsinin N. F. Kısakürek hayranı ve takipçileri oldukları, önlerini “Yeşil Kuşak” stratejisinin açtığı atlanmaması gereken noktalardır.

[5] E. Yıldızoğlu, “Emirlik mi kurmak istiyorlar?”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2021.

[6] Yeni Faşizm, s. 125.

[7] E. Yıldızoğlu, Laiklik, demokrasi, özgürlük ve kültür savaşları, ABC gazetesi,3 Haziran 2016.

[8] E. Yıldızoğlu, “Bir ‘çılgınlığın’ metodu”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2021.

[9] E.Yıldızoğlu, “Laiklik, demokrasi, özgürlük ve kültür savaşları” ABC gazetesi, 3 Haziran 2016.

[10] E. Yıldızoğlu, “Emirlik mi kurmak istiyorlar?”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2021.

[11] V. İ. Lenin, Aydın Kesimi Üstüne, Başak Yayınları, 1980, Ankara.

[12] V. İ. Lenin, Collected Works, Cilt 11, s. 380.

[13] Age., Cilt 4, s. 202.

[14] E.Yıldızoğlu, “Boratav hocamın ‘Yeni Faşizm’ başlıklı çalışmamla ilgili eleştirileri üzerine düşünürken”, Bosluklarergin.blogspot.com, 17 Temmuz 2020/ Yaşar Ayaşlı, “’Süreç olarak faşizm’ teorisi: Tanımlar ve sınıflar”, Sendika.Org, 11 Şubat 2022.

[15] E.Yıldızoğlu, “Boratav hocamın “Yeni Faşizm” başlıklı çalışmamla ilgili eleştirileri üzerine düşünürken”, (Bosluklarergin.blogspot.com),17 Temmuz 2020.

[16] E. Yıldızoğlu, Yeni Faşizm, Cumhuriyet Kitapları, 2020, İstanbul, s. 114.

[17] Yıldızoğlu’nun “… Büyük sermaye bu sürece belli bir aşamada, faşist partiye ‘serseriler’ tasfiye edildikten sonra, güvenmeye başladığı noktada katılır” tespitini, faşizm iktidara geldikten sonraya ertelediği için örnekler de verip eleştirmiştim. Buna cevap vereceğine, “büyük sermaye başından beri sürecin içinde ve belirleyiciymiş” gibi gösterdiğim izlenimi yaratıyor. Oysa şöyle diyordum: “Faşist partiye bazı sermaye gruplarının desteği kuruluşundan, bazılarınınki hatırı sayılır bir siyasi güç haline geldikten, çoğunluğunun veya tamamının ise faşist diktatörlüğe geçişinin nesnel ve öznel şartları olgunlaştıktan, dolayısıyla iktidarın devri ihtiyacı duyulduktan sonra başlar.” (‘Süreç olarak faşizm’ teorisi: Tanımlar ve sınıflar, Sendika.Org) Hala şu görüşümde ısrarlıyım: “Faşist hareketi sokak sergerdeliğinden iktidar olmaya, iktidar olmaktan iktidarın tek egemeni olmaya götüren sürecin mekaniği, faşist hareketi egemen sınıflarla buluşturan uğraklarda aranmalıdır.” (Faşizm fenomeni (4): Küçük burjuvazinin karşıdevrimi mi?, Sendika.Org, 23 Şubat 2021)

[18] Bu, elbette faşizmin doğuşunu, gelişimini ve iktidar oluşunu, her ülke bazındaki biçimlenişini ayrıntılı olarak tahlil etme gereğini ortadan kaldırmıyor.

[19] Yeni Faşizm, s.119.

[20] E. Yıldızoğlu TÜSİAD’la AKP iktidarı arasındaki çelişkileri abartan bir yaklaşıma sahiptir. Bundan üç yıl önce şöyle yazmıştır: “Blokun içinde kalmaya devam ederken geleneksel iktidarı sürekli zayıflayan TÜSİAD’ın, bu dönem boyunca siyasal İslamın önüne attığı kırıntılarla yetinmeyi seçerek suskunluğunu korumaya devam etmesi ise ibret vericidir… Şimdi TÜSİAD’ın bloku terk etmeye karar verdiği görülüyor.” (“Dönülmez akşamın ufkunda”, Cumhuriyet, 20 Mayıs 2019) TÜSİAD’ın suskunluğu karşısında “siyasal İslamın önüne attığı kırıntılarla yetinmeyi seçtiği” iddiası mübalağadır. Yazarın bunu ibret verici (Kötü bir olaydan alınması gereken ders, uyarıcı sonuç) sayarak akıl hocalığı yapması kendisine yakışmamaktadır. TÜSİAD işini bilir. Yıldızoğlu’nun “siyasal İslamın önüne attığı kırıntılarla yetindiğini” söylediği TÜSİAD, MÜSİAD kanadıyla aralarındaki makasın daralmasına rağmen yirmi yıldır kapitalist sömürüden aslan payını alan en büyük tekelci sermaye fraksiyonudur. Üç yıl geçmesine rağmen bloktan da kopmamıştır. Bunun için AKP tabanının kritik noktaya inmesini bekleyecek ve gelişmelere bakacaktır.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.