Nietzsche ve Marks- Engels karşılaştırması
Yine bu nedenle, Anti-eşitlikçilik,
Süpermen ve güç istenci idealleri teorileriyle, Nietzsche’nin faşistlerin
sevdiği, hayran kaldıkları bir filozof olması, Hitlerin, Mussolini'ye doğum gününde
Nietzsche’nin tüm eserlerini hediye etmesi vb., gerçeklerinin demagojilerle
örtülmeye çalışılması da tesadüf değildir. Şüphesiz ki Nazi Faşizmi onun teorisinin
bir ürünü değil, ancak onun sahte ateizminin, yüksek-üstün ve aşağı-üstün
olmayan insan teorileri, eşitlik ve sosyalizm düşmanı olması, onun teorilerinin
faşistler tarafından kucaklanmasının bir açıklamasıdır.
Hâkim olan, neredeyse
Nietzsche -Marks eşitlemesi derecesine varan “benzerlikleştirmeler”, özünde tamamıyla
birbiriyle zıt olan görüşlerdir.
Temel benzerliklere
ve farklara mümkün olduğunca kısaca değinelim.
***
(Sizler “Marks’ı”
Marks ve Engels olarak algılayın)
Şunu belirtmek gerekir ki Marks ve Engels, Nietzsche daha dört yaşındayken Komünist Manifestoyu yazmışlardı.
Temel
benzerlikler ve Farklılıklar
Modern felsefi
antropolojinin iki yol göstericisi olan Marks ve Nietzsche, ilginç bir
şekilde ahlaki bakış açılarında değil -ki bunlar gerçekten çelişkilidir-
açıklayıcı yöntemlerinde farklılık gösterirler. Nietzsche, zaman zaman sosyal
ve ekonomik nedenlere karşı kasıtlı olarak kör görünen, neredeyse yalnızca
bireysel psikoloji terimleriyle açıklamaya dayanırken, Marks'ın deyim
yerindeyse psikoloji yoktur, yalnızca antropoloji ve ekonomi vardır. Bu fark,
en çok, insanların acı çekmesine karşı zıt yaklaşımlarında belirgindir. Marks,
ıstırabın öncelikle sosyo-ekonomik koşulların bir sonucu olduğunu anlar,
Nietzsche ise bunun izini öncelikle bireysel psikoloji ve fizyolojideki
(ikincisi kendilerini psikolojik düzeyde tezahür eden) kusurlarda bulur.
Kabaca ifade etmek
gerekirse, Nietzsche'ye göre çoğu insan doğası gereği “hasta”dır ve bu
nedenle sosyo-ekonomik koşullar ne olursa olsun acı çekmeye yatkındır,
oysa Marks için insanların acı çekmesi sosyo-ekonomik koşullarının bir
eseridir ve bu nedenle iyileştirmeye açıktır.
Nietzsche'de
rahatsız edici derecede eşitlik karşıtı ve antidemokratik olan çok şey vardır.
Nietzsche, Güç
İradesi'nde, tüm insan davranışlarının ve akıl yürütmesinin "güç
istenci"nin bir tezahürü olduğunu iddia eder. Öte yandan Marks, sosyal
sistemlerin temel olarak, egemen sınıfın diğer sınıfları sömürerek üretim
araçlarını kontrol ettiği sınıf çatışması ile karakterize edildiğini savunur.
Nietzsche; “Tanrı Öldü. Tanrı ölü kalır. Ve onu
öldürdük.”
Her ne kadar
milyarlarca insanın hala bir tür organize dine mensup olduğu günümüz dünyasında
Tanrı açıkça canlı kalmış olsa da, Nietzsche'nin demek istediği, modern
rasyonalizmin Tanrı'yı çağdaş Batılı evren anlayışından çıkarmış ve dini bilim
"kültü" ile değiştirmiş olduğuydu. Ancak Nietzsche'nin Tanrı'nın
ölümünü ilan etmesi genellikle nihilizmin başlangıcı olarak
nitelendirilirken, Nietzsche nihilizme kişinin yaşam tutkusunu
zayıflattığı gerekçesiyle açıkça karşı çıktı.
Şöyle diyordu:
“Nihilizm ne anlama geliyor? – yüce değerlerin kendilerini
değersizleştirmesi”. Dolayısıyla Nietzsche, Avrupa toplumu genelinde dinin
azalan rolünün yanı sıra, insanlığın anlamlı bir şekilde yaşayabileceği ve
varoluş dramını kucaklayabileceği Hıristiyan olmayan bir değerler sistemine
duyulan ihtiyacı kabul etti.
Nietzsche'nin bu
söylemdeki kilit bir yönü, güç istenci kavramı ile ilgilidir, yani her
organizmanın sadece hayatta kalmaktan ziyade sürekli olarak büyüyerek yaşamda
hakimiyet elde etmeye çalıştığı fikridir. Nietzsche'ye göre güç istenci,
insan aklının ve davranışının tüm biçimlerine de rehberlik eden dürtüdür.
İyinin ve Kötünün ötesinde filozofların bile bilinçsizce hırsları,
dürtüleri, kişisel değerleri ve çevreleri tarafından yönlendirildiğini ileri
sürer; bilgi aramak yerine, "Alimin gerçek 'çıkarları' genellikle
tamamen başka bir yönde, belki ailesinde, para kazanmada ya da siyasette
yatıyor."
Nietzsche'nin
analizi ayrıca bize din ve güç arasındaki ilişkiye ve ayrıca insanların dini
uygulamalara girişmelerinin bazı psikolojik nedenlerine dair değerli bir
iç görü sağlayabilir.
Din, kaotik bir
yaşamda bize kontrol hissi verebilir, bu acıya bir anlam vererek acı karşısında
acizlik duygumuzu azaltabilir ve başkaları üzerinde güç uygulamamıza yardımcı
olabilir. Dinin bile bir bireyin refahını en üst düzeye çıkarmak için nasıl
çalıştığını anlamak için süper zengin Hıristiyan papazların mali durumunu veya
Orta Çağ'daki piskoposların gücünü göz önünde bulundurmak yeterlidir.
Marks da dini gücün bir tezahürü olarak gördü. Ancak onun güç-iktidar anlayışı
Nietzsche'ninkinden çok farklıdır. Das Kapital'de Marks, Batı toplumunda örgütlü
dinin, kitleleri ekonomik boyunduruk altında tutmak için kapitalist elitin
bir aracı olduğunu ileri sürer; ya da Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine
Katkı'da yazdığı gibi:
“Din, mazlumun iç çekişi, kalpsiz bir
dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Kitlelerin afyonudur.”
Piyasa ekonomisi
mallar, ürünler ve hizmetler sunarken, metafizik bir amaç duygusu sağlamada
başarısız olur. Bunun anlamı, kitlelerin içinde yaşadıkları kapitalizmin
koşullarına oldukça yabancılaştığı ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak için dine
yöneldiğidir. Ancak Marks ayrıca, “insanların
yanıltıcı mutluluğu olarak dinin ortadan kaldırılması, onların gerçek
mutluluğunun talebidir” der.
Marks,
Nietzsche'ye benzer şekilde dinin metafizik
temellerini reddeder ve onu toplumsal olarak inşa edilmiş bir olgu olarak
görür. “İnsan dini yaratır, din insanı yaratmaz. Din, gerçekten de, ya
henüz kendini kazanamamış ya da kendini yeniden kaybetmiş insanın öz bilinci
ve özsaygısıdır”.
Marks'a göre,
"Tanrı" ve "ruh" kavramlarının gerçekte hiçbir temeli
yoktur, sadece hayatın anlamı hakkında bir duygusu olmayanlar için bir
tesellidir. Bu fikir, Nietzsche'nin
insanların dini kendilerini güçlendirmek için bir araç olarak kullandıkları fikrine
benzer; bununla birlikte Marks, dinin güçlendirilmesini evrensel bir güç
istemi kavramıyla ilişkilendirmez. Bunun yerine, dini inanca yönelik
psikolojik ihtiyacı, kapitalizmin baskıcı koşullarının neden olduğu
güçsüzleştirmenin bir yan ürünü olarak görür.
Dolayısıyla Marks,
dini, Nietzsche'nin felsefesinde bulunmayan sosyoekonomik bir
perspektiften analiz eder.
Nietzsche, Hıristiyan ahlakını iktidarın bir yönü olarak gördüğü ölçüde Marks'a
benzer. Ancak, başka açılardan onun bakış açısı Marks'ın bakış açısına
aykırıdır. Nietzsche'ye göre Hıristiyanlık, "köle ahlakı"nın
ifadesidir- hayatı tam anlamıyla kucaklama gücünden yoksun olanlar tarafından
yayılan ahlaktır. Nietzsche, Ahlakın Soy kütüğü'nde, eski Yunanlıların güçlü
ve güçlülerin niteliklerini "iyi" ve zayıfların özelliklerini
"kötü" olarak nitelendirdiklerini iddia eder. Ancak alt
sınıflar, aristokrasiye karşı kızgınlıklarında kültürel paradigmayı tersine
çevirdiler ve zayıfların özelliklerini yücelten bir ahlaki sistem
yarattılar. Bu ahlakı tersine çevirme sözde Hıristiyanlığın
başlangıcıydı. Acıma ve özveri gibi zayıfların niteliklerini
yüceltirken, güçlülerin iddialılık ve özgüven gibi niteliklerini yerdi.
İşte bu aralarındaki
temel bir farkı gösterir: Marks, egemen sınıfların dini, proletarya
devrimini önlemek için kapitalist seçkinlerin bir aracı olarak
geliştirdiğine inanırken, Nietzsche, Hıristiyanlığın alt sınıflara
aristokrasinin erdemlerini kötülemeleri ve ahlaki üstünlük sağlamaları için
bir araç sağladığını savunur.
Bu nedenle, Marks'ın
teorileri hakkında hiçbir zaman yorum yapmamış olsa da Nietzsche, kaçınılmaz
olarak Marks'ın eşit bir toplum vizyonuna karşı çıkacaktır. Nietzsche;
"Eşitlik doktrini!... Ama varoluşta artık
bundan daha zehirli bir zehir yoktur: çünkü adaletin kendisi tarafından
vaaz ediliyor gibi görünüyor, ama aslında adaletin sonunun geldiğidir. "Eşitlere
eşitlik, eşitsizlere eşitsizlik" bu gerçek adaletin söylemi olurdu: ve
bunun doğal sonucu, "eşit olmayanı asla eşit yapma". "
Böylesine bir ifade
tek başına Nietzsche'nin ve Marks'ın insanlık vizyonları arasındaki karşıtlığı
gösterir. “İyinin ve Kötünün Ötesinde” Nietzsche, felsefenin hakikat
arayışında asla gerçekten nesnel olmadığını iddia eder: “Filozofta
kişisel olmayan hiçbir şey yoktur; ve hepsinden önemlisi, onun ahlakı, kim
olduğuna dair kararlı ve kesin bir tanıklıktır.” Dolayısıyla Nietzsche'ye göre filozofların
tarafsız kalmaları imkansızdır, çünkü onlar kişisel değerlerinden,
inançlarından ve deneyimlerinden bilinçsizce etkilenirler. Nietzsche'nin Kant
ve diğer modern filozoflara yönelik eleştirisi, onun Batı felsefesi
eleştirisini daha geniş bir şekilde vurgular; bu, nesnel araştırmanın sonucu
olmaktan ziyade, tüm felsefi fikirlerin, onları yaratanların güç
istencinin tezahürleridir. Bu anlamda, Nietzsche'nin mutlak gerçeğin
varlığını kınadığı ve filozofların akıl yürütmelerinde asla objektif
kalamayacaklarını iddia ettiği için post-modernizm’in babası olduğu
söylenebilir.
Marks, modern felsefenin fikirlerini genişlettiği için bu konuda
Nietzsche'den farklıdır. Bununla birlikte, Marks'ın burjuva hegemonyası
eleştirisi, Batı felsefi geleneğinin geniş bir şekilde kınanması için bir
temel olarak hizmet etti. Marks, felsefenin kapitalizm koşullarında
ortaya çıktığını ve alt sınıfları ekonomik baskıdan kurtarmayı başaramadığını söyledi; “Filozoflar dünyayı sadece çeşitli
şekillerde yorumladılar; ancak mesele onu değiştirmektir” (Feuerbach
Üzerine On Bir Tez, 1888).
Görüldüğü gibi hem
Nietzsche hem de Marks modern felsefeyi eleştirir. Ancak, Nietzsche tüm
felsefi fikirlerin nesnel akıl yürütmenin sonucundan ziyade güç istencinin bir
tezahürü olduğunu düşünürken, Marks'ın onu kınaması kapitalist ekonomiyi
kınamasından kaynaklanır.
Bir kez daha, Nietzsche
ve Marks arasındaki fark, Marks'ın Batı felsefesinin gelişimini sınıf
çatışmasının sosyoekonomik bağlamında analiz etmesi gerçeğinde yatmaktadır.
Nietzsche ise onu tüm insan davranışlarına ve muhakemesine rehberlik eden dinamik
güç istencinin bir ifadesi olarak görür.
Marks ve
Nietzsche Din Üzerine – Ateizm
Marks ve
Nietzsche'nin din konusundaki farklılıkları ve farklı ateizm anlayışları.
Dine
karşı mücadele. . . dolaylı olarak dinin manevi aroması olduğu dünyaya karşı
bir savaştır. - Karl Marks
Tanrı
öldü; ama insanların yolu göz önüne
alındığında, binlerce yıl boyunca onun gölgesinin hala görüleceği mağaralar olabilir.
— Ve biz — bizim onun gölgesini de yenmemiz gerekiyor. - Friedrich Nietzsche
Marks, on dokuzuncu
yüzyılda egemen sınıfların ana ideolojik aksesuarı olarak dinle karşı karşıya
gelir. Din her ne kadar düşüşte olan bir
güç olsa da popüler hayal gücü üzerinde hala güçlü bir etki
gösterebilmektedir. Nietzsche, dinsel olanın yerine ateist “insanlıktan
çıkarmayı” ikame etti. Bu şekilde, ateizmin toplumu devrimcileştirmeye devam
etmesi ve potansiyel olarak radikal hamlesini uygun kanallara yönlendirmesi
tehlikesini püskürtmeye çalıştı.
Marks ve Nietzsche'nin
isimleri, onları diğer açılardan ayıran her şeye
rağmen, ortak bir ateizm, anti-metafizik materyalizm ve dinin yakıcı bir
şekilde kınanması ile ilgili olarak sıklıkla birlikte anılır.
Dinde ortak bir
düşmana sahip olan Marks ve Nietzsche böylece seküler-Laik
moderniteyi getirmek için omuz omuza savaşırlar. Bununla birlikte, bu yan yana
koyma, açıklığa kavuşturmaktan çok daha fazlasını ideolojik uyuşmazlığı gizler.
Nietzsche’nin
ateizmi, Marksist ateizmle kökten zıttır.
Nietzsche'nin
ateizmi, Marks'a herhangi bir şekilde eşlik etmek veya
onu tamamlamak şöyle dursun, Marksizm’e tam bir alternatif olarak, özellikle
onu yok etmek ve onun yerini almak için tasarlanmıştır.
Marks, dünyayı
değiştirmek ve kendi kaderinin efendisi olmak için
insanlığın kolektif dönüştürücü güçlerine inanan hümanist bir ateistti. Din,
insanı boyun eğen bir duruma zincirleyen baskıyı, sömürüyü ve otoriteyi
haklı çıkarmak için kullanılan ideolojik sütunlardan biriydi. Komünizmde
insanlık, kendi varlığına aracılık etmesi için dine ihtiyaç duymadan, kendisini
dinden kurtaracak ve kendi şartlarında yaşayacak yeterli olgunluğa ve öz
bilince ulaşacaktır.
Aslında, her iki
ateist kamp için de temel düşmanın başlı başına din olmadığı, iki kampta
zıtlık olduğu gerçeği yatar.
Marksizm’in
kurucuları, gönülden ve kayıtsız şartsız seküler-Laikleşmeyi
benimsediler; on dokuzuncu yüzyılın en önemli İdeolojik Devlet Aygıtı olan
sınıf egemenliğinin başlıca aracı olarak dini ortadan kaldırmanın hayati bir
ilk adımıydı:
“Dinin
eleştirisi, tüm eleştirinin öncülüdür”.
Burjuva hiyerarşisinde, Tanrı'nın rolü, itaatlerini garanti altına almak için işçilere
göz kulak olan nihai gözetmen rolüydü. Tanrı'dan kurtulmanın insanlığı
tahta çıkarmak anlamına geleceğine inanılıyordu. Bu ateizm kısaca Engels
tarafından ortaya konmuştur:
“Önceden
soru hep şuydu: Tanrı nedir? ve Alman felsefesi soruyu şu anlamda
yanıtlamıştır: Tanrı insandır”.
Nietzsche'nin sonradan
iddia edeceği gibi, Tanrı gerçekten öldüyse, o zaman buna karşılık gelen
Marksist iddia, en başından “Yaşasın İnsan!” idi.
Tüm özgürleşme,
insan dünyasının ve insanın kendisiyle olan ilişkilerin bir indirgenmesidir”. Dolayısıyla
seküler-Laikleşme, dünyanın ideolojik ve epistemolojik (ontolojik
yerine) insanlaştırılması anlamına gelir. Bu insanlaştırma sürecinin
siyasi sonuçları da açıktır: “cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine,
dinin eleştirisi hukukun eleştirisine ve teolojinin eleştirisi siyasetin
eleştirisine dönüşür”. Mutlu bir öbür dünyaya dair afyonlu rüyadan uyanan
kitleler, statükoyu korumak için dini kullananları bir kenara iterek,
yeryüzünde bir cennet talep etmek için ayağa kalkacaklardır. Ateizm bu
nedenle siyasi dönüşümün hayati bir aracı olarak görülür.
Marksist din
eleştirisinin kalbindeki işte bu iki ilkedir -kitlelere yönelik devrimci
çağrı ve insanlık vurgusu.
Eleştiri silahı, elbette ki, eleştirinin
yerini silahlarla değiştiremez, maddi güç, maddi güç tarafından devrile bilinir; ama teori de kitleleri
kucaklar kucaklamaz maddi bir güç haline gelir. Teori, hedefini gösterdiği anda
kitleleri kucaklamaya muktedirdir ve bu hareket radikal hale gelir gelmez
hedefe yönelim alır.
Radikal olmak,
olayları maddenin kökünden kavramaktır. Ama insan için kök, insanın kendisidir.
Alman teorisinin radikalizminin ve dolayısıyla pratik
enerjisinin açık kanıtı, dinin kararlı bir şekilde olumlu bir şekilde ortadan
kaldırılmasından kaynaklanmasıdır. Dinin eleştirisi, insanın insan için
en yüksek varlık olduğu öğretisi ile, dolayısıyla insanın alçaltılmış,
köleleştirilmiş, terk edilmiş, aşağılık bir varlık olduğu tüm ilişkileri yıkmak
için kategorik zorunlulukla sona erer. Kitleleri radikal, seküler-Laik
bir teoriyle donatma yönündeki Marksist çabanın özü budur. Kitlelerin katılımıyla
yeni, devrimci ve hümanist bir toplum yaratılabilir. Siyasi yelpazenin karşı
kutbunda, mevcut duruma inanç ve ilgi ile bağlı olanlar ve radikal bir şekilde
alt üst edilmesi şöyle dursun, değişmesini bile istemeyenler vardır. Onlar
için, kitleleri dindarca uykuda tutmak yüksek bir önceliktir.
Nietzsche'nin
ateizmi, gecikmiş, sonradan ateizmdir. Aynı
zamanda, sosyalistlerin ya da toplumsal görüşlerinde gitgide daha az olsa da Aydınlanmanın
rasyonalist ivmesini sürdüren bilimsel ve teknolojik ilerlemenin
savunucularının laikliğini koşulsuz onaylamasından ve kutlamasından çok farklı,
isteksiz bir ateizmdir. Nietzsche'nin Tanrı'nın ölümüne tepkisi hiçbir
şekilde salt bir sevinç değildir. Daha ziyade, değerli olan pek çok
şeyin, ölen tanrı ile birlikte ele geçirildiğine dair keskin bir farkındalığı
içerir, bu en azından o dinin hiyerarşiyi sürdürmek için paha biçilmez
kapasitesidir. Bu nedenle Nietzsche- Tanrı'nın ortadan kaldırılmasının
ardından- eşitlikçi bir devrime doğru ilerlemesini engellemek için ateizmin
ilerlemesini dizginlemeye ve yönlendirmeye çalışmıştır.
Nietzsche, bu genel
seküler-Laikleşme sürecinden duyduğu şaşkınlığı birçok kez dile getirerek,
kitlelerin seküler-Laikleşmesinin siyasi, devrimci sonuçları nedeniyle
özellikle üzücü olduğunu açıkça ortaya koymuştur:
Bir
Filozofu anladığımız gibi... biz ruhları özgürleştiririz. . . (biz) mevcut
siyasi ve ekonomik koşullardan yararlandığımız gibi, eğitim ve yetiştirme
çalışmalarında da dinlerden yararlanırız. . . Sıradan insanlar .
. . hizmet ve genel yarar sağlama yönünde var olan ve ancak bu amaç için var olabilen
büyük çoğunluk, din, tabiatları ve makamları ile paha biçilmez bir tatmin,
kat kat gönül rahatlığı, bir itaat asaleti verir. . . . Belki de
Hıristiyanlık ve Budizm'de hiçbir şey, en alt düzeydekilere bile
kendilerini dindarlıkla görünüşte daha yüksek bir düzende yerleştirmeyi öğretme
sanatı kadar saygıdeğer değildir ve böylece, içinde yaşadıkları yeterince
zor hayatları, gerçek düzenden hoşnutluklarını korumak – ve mecbur
olarak yapmak zorundalar!
Nietzsche için, tıpkı
Marksistler açısından olduğu gibi, din, diğer "mevcut siyasi ve ekonomik
koşullar"ın yanı sıra üst yapının bir bölümüdür ve kitlelere
köleliği aşılamak ve onları sefil yaşam koşullarıyla uzlaştırma “sanatıdır”.
Dine yönelik
Marksist saldırı, dinin sınıf sistemini ayakta
tutmadaki rolüne yönelikken, Nietzsche, hâlâ kitleleri "saygıdeğer"
bir şekilde uyuşturabildiği eski güzel zamanlara özlem duyar. Nietzsche
Hıristiyanlığı eleştirmeye geri döndüğünde, onun sitemleri tam da
Hıristiyanlığın diğer ve çok daha az güvenilir tarafına- sözde
hiyerarşiyi baltalaması ve devrimi ateşlemesine yönelikti.
Aşağıdaki alıntıda
olduğu gibi, benzerleri defalarca çoğaltılabilir:
Bununla
kararımı verdim ve ilan ediyorum. Hristiyanlığı kınıyorum, Hristiyan Kilisesi'ne
karşı bir savcının şimdiye kadar dile getirebileceği en korkunç suçlamayı
getiriyorum. Bana göre bu yolsuzluğun en aşırı düşünülebilecek şeklidir. . . —
"Tanrı'nın önünde ruhların eşitliği", bu yalan, tüm alçak
fikirlilerin serseriliği için bu bahane, sonunda devrim, modern fikir ve
tüm sosyal düzenin çöküş ilkesi haline gelen bu patlayıcı kavram-Hıristiyan dinamitidir.
Nietzsche,
Hıristiyanlığın çöküşünü eşitlikçi değerleri dönüştürmek için tarihi bir fırsat
olarak kullanmak istedi. Onun açısından Tanrı ortadan kaldırıldığında, onunla
birlikte yok olanın hiyerarşi değil, toplumsal eşitlik ideali olduğundan
emin olmak hayati hale gelecekti. Bu anamda, Nietzsche'nin ateizmi, her
şeyden önce, Hıristiyanlığın eşitlikçi mirası olarak algıladığı şeyin bir
reddiydi ve yalnızca, erken Yahudilik veya Hinduizm gibi, daha az
eşitlikçi olduğu iddia edilen diğer dinler hakkında çok daha iyi bir fikre
sahip olması tutarlıydı.
Nietzsche bu nedenle temelde din karşıtı değildi ve tamamen Hıristiyanlık
karşıtı da değildi. Hıristiyanlığa yönelik eleştirisi, köleleri kontrol
altında tutmanın tarihsel rolünü alkışlarken, yalnızca bir köle dini olarak
algılanan işlevine değindi. Nietzsche'nin devrimci ateizmin doğasını
dönüştürme girişiminde başarması gereken ana görev, onun köklü hümanist
iyimserliğini ortadan kaldırmak ve yerine karamsar, trajik ve muhafazakâr bir seküler-Laikleşme tarzı yerleştirmekti.
Buna Karşın Engels,
insanlığın içsel değerinin ilkeli kabulünü savunur:
Carlyle'ın
tasvir ettiği gibi, insana din yoluyla kaybettiği özünü geri vererek ateizme
son vermek istiyoruz; tanrısal bir varlık olarak değil, insani bir töz
olarak. . . . Doğaüstü ve insanüstü olduğunu iddia eden her şeyi süpürüp
atmak ve böylece gerçek dışılıktan kurtulmak istiyoruz, çünkü tüm gerçeksizliğin
ve yalanın kökü, insani ve doğal olanın insanüstü ve doğaüstü olduğu
iddiasıdır.
Engels'in
Carlyle'da doğaüstünün kalıntılarına ilişkin tartışması, açık bir şekilde,
insan üstü insan, kahraman gibi "seküler-Laik" nosyonu içerir. Engels'e
göre, sözde "doğal" olan bu kahraman, doğaüstü kökenleri
olduğunu iddia eden herhangi bir varlık kadar metafiziktir:
Carlyle'ın
hâlâ özgürlükten yoksun bir durumda kalmaya yetecek kadar dini var; panteizm
hala insanın kendisinden daha yüksek bir şeyi kabul eder. “Gerçek
aristokrasi”, “kahramanlar” özlemi bundandır; sanki bu kahramanlar
olsa olsa insanlardan daha fazlası olabilirmiş gibi.
Nietzsche in yaklaşımına
bakarsak onun kendi ateizminin aslında bir (Marksizm’e) karşı-ateizm olarak öneminin
ve rolünün, aradaki bu uzlaşmazlığın
derinden farkında olduğuna şüphe bırakmayacaktır.
Doğa ve
İnsanlaştırma
Marksist bir
şekilde iyinin ve kötünün ötesine geçmek, insan olan insanlara erişmektir. İnsanlıktan
çıkaran Hıristiyan ahlakının üstesinden gelmek, metafizik ve doğaüstü buyruklar
alanını terk etmek ve doğal ve insani olanı öne sürmek demektir. Marksizm’de Doğa,
Nietzsche'de olduğu gibi insanlığın soğuk, anlamsız antitezi olarak değil,
insanlığın kendi yansımasını meşru bir şekilde tanıyabileceği bir ayna olarak
koyulur. Bu nedenle insan biçimciliği, insan olmanın doğasıyla ilgilenen metafizik
dalı ile ilgili olarak değil, meşru bir insan ihtiyacı olarak görülmüş ve ele
alınmıştır.
Erkeklerin veya
kadınların, Nietzsche'nin kendi insan doğalarını inkâr etme anlamında,
geleneksel Hıristiyan ahlakının üzerine çıkarak kendi değerlerini yaratıp
empoze edebilecek geleceğin ideal üstün adamı olma anlamında kendilerini
doğallaştırmaları gerektiğini önermek hiçbir zaman Marks'ın aklına gelmez. Tam
tersine, Marks her zaman doğayı insanlaştırma çabasını benimser, bu
süreç için "nesnelleştirme" terimini kullanır:
"insanın
üretken etkinliği aracılığıyla kendini doğaya yansıtmasının doğal araçları.
. . . [Bu] özgür bir adama, kendi yarattığı bir dünyada kendini düşünme
imkânı verir.”
Nietzsche, “yeni keşfedilen, yeni kurtarılan bir doğadan” ve insanlığın kendisini
onun kurallarına göre yönetme ihtiyacından bahsettiğinde, aslında insan
doğasının, tamamen insan dışı olan doğaya tabi kılınmasını talep eder. Nietzsche,
doğal olmak için insanlığımızı reddetmemiz ve aşmamız gerektiğini iddia eder.
Nietzsche'nin
Tanrı'nın ölümünün ardından insanın dünyadaki yeri hakkındaki yorumunun kesinlikle
sadece bir tasvir olmadığını görebiliriz; aynı derecede bir reçetedir. Nietzsche'nin
evrenin ve doğanın kayıtsız ve anlamsız olduğunu, evrenin “hiçbir şekilde
insanı taklit etmeye çalışmadığını” iddia etmesi yeterli değildir. Nietzsche,
aslında, insanın evreni taklit etmesi, varoluşun kayıtsızlığı ve saçmalığı
karşısında eğilmesi ve hayatlarını buna göre yeniden düzenlemesi
gerektiğinde ısrar eder. Ve bu ikinci önerme, hiçbir şekilde mantıksal olarak
ya da zorunlu olarak birinci önermeden doğmaz.
Marksistler için
ise evrenin seküler-Laik insanileştirilmesi devrim
için zemin hazırlamak anlamına gelirken, Nietzsche'nin seküler-Laik
insanlıktan çıkarılması onu engellemeyi amaçlar. Sosyalist ateizm,
insan egemenliği ve onur inancına bağlıyken, Nietzsche'nin doğa teorisi
kasıtlı olarak bu tür yanılsamalara karşı yönlendirilmiştir. Nietzsche,
düzeltilmesi gereken birkaç tipik insan yanılgısını sıralar. Bu yanılgılardan
birisi, insanın doğal düzendeki uygun -yani ihmal edilebilir- yerinin kabul
edilmemesidir: Diğeri, [insan] kendisini hayvanlara ve doğaya göre yanlış
bir sıraya yerleştirmesi. . . . Bu yanılgıların etkilerini ortadan kaldırırsak,
insanlığı, insan olmayı ve “insanlık onuru ”nu da ortadan kaldırmamız gerekir.
Bu nedenle Nietzsche'nin
teorisi, sanki, Marks'ın "dinin eleştirisi, insanın insan için en
yüksek varlık olduğu öğretisi ile sona erer" şeklindeki iddiasını
çürütmek için yazılmış gibidir.
Nietzsche'ye göre,
dinin eleştirisi şu gerçeğin kavranması ile sona erer;
“Kişinin mutluluk hakkında hiçbir şey
söylemeden, var olmaya ya da çalışmaya hakkı yoktur: Bireysel insan, en
alttaki solucanla tam olarak aynı durumdadır”.
Marks, okurlarını "insanın alçaltılmış, köleleştirilmiş, terk edilmiş,
aşağılık bir varlık olduğu tüm ilişkileri yıkmak için" canlandırırken,
Nietzsche tam da insanlığın varoluşsal önemsizliğinin bir varsayım
olarak hizmet edeceği böyle yeni bir durum yaratmaya çalışır.
Nietzsche'nin ateizmi, insanlaştırma siyasi sorununa çözümü, insanlıktan
çıkarıcı bir ateizm geliştirme girişimidir. Kişi Doğayı insanlığın
üstüne koyan bir ateizm-panteizm biçimi getirerek, hümanist sosyalizmin politik
taleplerini reddedebilir.
Modernleşme ile
açığa çıkarılan sonsuz bir yaşam gerçeği olmaktan çok uzak olan insan ve
doğanın ayrılması, Marks için modernitenin bir göstergesi, komünizm idealinin
üstesinden gelmesi gereken birinci dereceden bir sosyal sorundur. Marks'ın,
onun natüralizm versiyonunun modern doğa anlayışından farklı olmasının
yollarını canlı bir şekilde ortaya koyan 1844 tarihli Ekonomik ve Felsefi
Elyazmalarından konuyla ilgili sözlerini hatırlamak aydınlatıcı olacaktır:
Bu
komünizm, tam gelişmiş doğacılık olarak hümanizme eşittir ve tam
gelişmiş hümanizm olarak doğacılığa eşittir; insanla doğa ve insanla
insan arasındaki çatışmanın gerçek çözümüdür- varoluş ile öz, nesnelleşme ile
kendini doğrulama, özgürlük ile zorunluluk, birey ile tür arasındaki çekişmenin
gerçek çözümüdür. Komünizm, tarihin çözülmüş bir bilmecesidir ve bunun çözüm
olduğunu kendisi bilir.
Benzer bir şekilde
Nietzsche gibi, Marks da "insanın doğasallaşması" çağrısında bulunur,
ancak onun için bu, "doğa hümanizmi" çağrısı yapmakla aynı şeydir.
Bu kavramsal benzerliklere rağmen antitezi oluşturur. İnsanlar mevcut koşullar altında tam
anlamıyla sosyal olmadıkları, özel mülkiyet kurumları tarafından yaratılan
bencil kabukların içine hapsoldukları için, bu nedenle “doğanın insani yönü”
onlar için mevcut değildir.
Marks'a göre, doğayı insanlaştırmak, insanların kendilerinin doğa olması ve
kendilerini dönüştürürken ve insanlaştırırken sonuç olarak ve zorunlu olarak
doğayı da dönüştürüyor ve insanlaştırıyor olmaları nedenlerinde bir anlam ve
ifade bulur.
Nietzsche gibi, insanların insanlık dışı -kaotik, anlamsız, kayıtsız, vb.- doğaya
uyum sağlamaları gerektiğini iddia etmek, Marks'ın bakış açısına göre
yalnızca imkânsız veya istenmeyen bir önerme değil, her şeyden önce doğal
olmayan bir önerme olacaktır. Böylece insanlar “doğal” değil, “doğal
olmayanlar “olacaklardır, çünkü tarihin ve toplumun doğal yaşam
alanlarından sürülecekler ve hiçbir gelişmenin mümkün olmadığı, katılaşmış bir
boşluğa atılacaklardır.
Marks'ın
argümanının temel noktası, doğa ile insanlık arasındaki ayrımı diyalektik
olarak ortadan kaldırmak ve onların gerçek birliğini algılamaktır.
Bu
nedenle özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, tüm insani duyuların ve
niteliklerin tamamen özgürleşmesidir; iste tam da bu özgürleşme, çünkü bu
duyular ve nitelikler, öznel ve nesnel olarak insan haline geldi. Göz
bir insan gözü haline geldi, tıpkı nesnesinin toplumsal, insani bir nesne
haline gelmesi gibi- insan tarafından insan için yapılmış bir nesne. Bu
nedenle, duyular doğrudan pratiklerinde kendi teorisyenleri haline geldi. Kendilerini, şeyle, şey uğruna
ilişkilendirirler, ama şeyin kendisi, kendisiyle ve insanla nesnel bir insan
ilişkisidir. . . Sonuç olarak
ihtiyaç ya da zevk, bencil doğasını yitirir ve doğa, kullanımın insan kullanımı
haline gelmesiyle salt faydasını yitirir.
"Bütün
tarih, "insanı" duyusal bilincin nesnesi olmaya hazırlamanın ve
geliştirmenin ve "insan olarak insanın" gereksinmelerini kendi
gereksinimlerine dönüştürmenin tarihidir. Tarihin kendisi, doğal tarihin,
doğanın insana dönüşmesinin gerçek bir parçasıdır”.
Marks ve Nietzsche arasında bilgi teorisi ile ilgili olduğu
kadar siyasi olarak da radikal farklılıkla vardır.
Marks'a göre doğallaştırma, insan ve doğanın diyalektik birliği anlamına gelir,
bu da doğanın insanileştirilmesi ve insanların doğallaştırılması çağrısıyla sonuçlanır.
Nietzsche'ye
göre doğa ve insanlar birbirinden ayrıdır ve ikincisi
birincisine boyun eğmek zorundadır.
Marks ve Nietzsche arasındaki
yaklaşım farkı, Sosyo-politik anlam da aynı şekilde taban tabana zıttır.
Marks açısından: insanların sosyal doğasının tanınması ve özel mülkiyet
ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla bir insan toplumunun inşası.
Nietzsche'ye
göre: insanların sosyal doğasının inkârı (sürü
zihniyeti/ahlakıyla suçlanır), statükonun savunulması ve mülkiyet
ilişkilerinin doğrulanması.
Eşitlik
Nietzsche biri
hakiki diğeri sahte olmak üzere iki yaşam doktrini arasında bir ayrım yapar:
"Benim yaşam doktrinimi vaaz edenler var,
ama aynı zamanda eşitlik vaizleri ve zehirli
örümcekler (Sosyalistler)
de var.”
Bu anlamda zehirli
örümceklerin (sosyalistlerin) yaşam doktrinine tepki gösteren Zerdüşt
(Nietzsche) oluyor.
Peki zehirli
örümcekler de (Sosyalistler) Nietzsche bu kadar karşı çıkacak ne buluyor?
(Bunlar)
Her şeyden önce duyduğumuz gibi, Zerdüşt doktrininin tam da laneti olan
eşitlik inancını ilan ediyorlar. Bu eşitlik vaizcileriyle birbirine karıştırılmayı
ve kafa karışıklığı yaratılmasını istemiyorum. Çünkü bana göre adalet şöyle söyler:
'İnsanlar eşit değildir.' Ve de eşit olmayacaklar! Eğer başka türlü konuşsaydım
üstinsana olan aşkıma ne olurdu?
Eşitliği savunanlar, yani devrimciler ve sosyalistler,
ancak Hıristiyan ahlakı üzerine kurulu mevcut düzene karşı çıktıkları için
yaşam adına konuşuyormuş gibi yapabilirler:
Bu zehirli örümcekler deliklerinde oturmalarına
rağmen hayata sırtlarını dönmüş halde hayat lehinde konuşurlar, ama sırf hayatın
canını yakmak istedikleri için, şimdi güce sahip olanlara zarar vermek istiyorlar.
Sosyalizm
Üzerine
Nietzsche sosyalist
alternatife bir alternatif sunmak için girişimde bulunur. Sosyalizme karşı, birbiriyle çelişen, ancak tutarsızlığa rağmen ortak
etkileri oldukça güçlü olan iki ana argümanı bir araya getirir.
İlk argüman
olumsuzdur ve sosyalistlerin öne sürdüklerini, sunduklarını reddeder. Sosyalistlerin
sahtekar ve ikiyüzlü olduğunu iddia eder; adaletten bahsederler ve kendilerini
intikam ve iktidar hırsı ile motive ederken, güçlüyü cezalandırmaya ve
toplumsal düzeni alt üst etmeye hazırdırlar:
“Kendilerini
iyi ve adil ilan ettiklerinde, eğer kendi güçleri (iktidarı) olsaydı, onların
(sahte sofuya dönüşeceklerini) riyakâr olacaklarını unutmayın.”.
Böylece, devrimciler,
geleneksel Zerdüşt öncesi ahlak bakış açısından, iyi ve kötü sınırları içinde
mahkûm edilebilirler: her şeyden önce onlar kötüdür ve kötülükleri,
dahası, iktidar saplantılarında kendini gösterir; adalet ve mutluluk vadederler
ama bunu gerçekleştiremeyecekler ve zalim olduklarını
kanıtlayacaklar.
Size
tavsiyem dostlarım: Cezalandırma dürtüsünün güçlü olduğu kimselere
güvenmeyin. Onlar düşük bir tür ve standarttan insanlardır; cellat ve
tazı onların yüzlerinden (gözlerinden) bakar.
Böylece sosyalist,
güç ve itibardan yoksun bırakılır; o sadece kötü değil, aynı zamanda güçsüz
ve aşağılıktır. Sosyalizm gelinen yerde mümkündür, ancak istenmeyen bir
durum olarak görülür.
Bu, özellikle
Nietzsche'nin, yirminci yüzyıl komünizminin dehşetine! devlet gücünün totaliter
suiistimallerine! karşı kehanet niteliğindeki sözlerini öven çok sayıda burjuva
yorumcu tarafından coşkulu bir şekilde kabul edilmesi bağlamında dikkate
alınması gereken bir noktadır.
Nietzsche, sosyalist
ideali hedefliyordu. Zira, ona göre, devrimciler başarılı olur ve
çatışmayı, sömürüyü ve savaşı gerçekten ve kararlı bir şekilde ortadan
kaldırırlarsa, bu, insanlığın felaketini kanıtlayacaktır, çünkü
barış ve eşitlik bir kez elde edildiğinde, yaşamı iyileştirmeyecek, tam
tersine sakat bırakacaktı:
(Sosyalistler)
Düşmanlıklarında imgelerin ve hayaletlerin mucitleri olacaklar ve imgeleri ve
hayaletleriyle yine de birbirlerine karşı en büyük savaşları verecekler… İyi ve
kötü, zengin ve fakir, yüksek (üstün) ve düşük (üstün olamayan) ve tüm değerlerin isimleri- silahlar olmayacak
mı?
Yaşam,
sütunlar ve basamaklarla kendini yükseklere kurmak ister; uçsuz bucaksız
mesafelere ve heyecan verici güzelliklere bakmak ister: bu nedenle yüksekliğe
(üstünlüğe) ihtiyaç duyar. Ve yaşam yükseklik gerektirdiği için, basamaklar
ve tırmanıcılar arasında çelişki gerektirir. Hayat tırmanmak ve tırmanmanın
üstesinden gelmek ister.
Her şeyden önce Proudhon,
Wagner ve daha az ölçüde Bakunin'in yanı sıra Dühring, Nietzsche'nin en sert
eleştirilerinin konusuydu.
Hasta
köpeklerin, boğuk, öfkeli ulumaları, bu tür "soylu" sahte Sofuların vahşi
yalanları ve öfkeleri, kutsal eğitim salonlarında duyulabilir." (Bugün,
kendi türünden Yahudi karşıtları arasında bile, ahlaki şakşakçılığı en
edepsiz ve iğrenç şekilde kullanan Berlin'den öç alma havarisi Dühring'i Okuyuculara...tekrar
hatırlatıyorum)."
Sonuç
Görüldüğü gibi Marks-Engels
ve Nietzsche arasındaki -tüm yüzeysel benzerliklere rağmen –ideolojik fark,
devrimle karşı devrim, sosyalizm ile kapitalizm- daha çok faşizm türü-
arasındaki farkta noktalanır. Bu nedenle (bilinçsizce yapılanlar hariç) burjuva
liberallerin, anti-komünistlerin ve faşistlerin Nietzsche’in görüşlerinin
promosyonunu yapması ve hele onu “sol” gibi göstermeye çalışmaları, tesadüf
değil, burjuva ve işçi sınıfı ideolojisi arasındaki savaşın kaçınılmaz bir
sonucudur.
Erdoğan A
9 Şubat 2022
Yukardaki derleme-yorum
yazısı, konu üzerine kendi eğitimim amacında oldukça eski notlara dayandığından,
kullanılan kaynaklar ve alıntılara not koymam olanaksız oldu. Bu eksiklik nedeniyle ve bu yüzden yanlış algılamalara neden olursa, özür dilerim. Amaç, konu üzerine genel okuyucuların konuyu özet olarak anlayabilmesi ve farkı görebilmesi.
Hiç yorum yok