Header Ads

Header ADS

DİKTATÖR ERDOĞAN’IN KUR OYUNU

İbrahim Okcuoglu

18 Ekim 2021

TÜRKİYE AB’NİN “ÜRETİM MERKEZİ” Mİ OLUYOR?

Son birkaç gündür basında ekonomi üzerine söylenenlere bakacak olursak, daha önce doların her zıplamasında ‘bu kriz Erdoğan’ı götürürden”, şimdi Erdoğan’ın nasıl gideceğinin tartışıldığı bir durumla karşı karşıyayız. Öyle ki, bu işin içinde İngiltere’nin de parmağı olduğu yazılmaktadır.

16 Ekim 2021 tarihli BirGün gazetesine göre “Ekonomi şahlanıyor’ diye diye batırdılar!...Dolar her gün yeni bir rekor kırarken zamlar art arda geliyor... AKP’nin yanlış ekonomi politikaları geniş kitleleri yoksulluğa sürükledi. Enflasyon, döviz kurlarının durdurulamayan yükselişi, dış ticaret açığı, işsizlik, zamlar… Her bir gösterge ekonomide kuyunun dibine doğru hızla düşüldüğünü işaret ediyor. İflasın eşiğine gelen ülkede her bir ekonomik gelişme halkın zararına neden oluyor...Türk Lirası’ndaki aralıksız değer kaybı ise devam ediyor. Aralıksız şekilde yükselen dolar dün günün ilk yarısında tarihi zirvesini 9,24’e kadar taşıdı. Euro/TL ise 10,74 civarında ve 10,76’daki rekor seviyelerine biraz daha yaklaştı.” 15 Ekim 2021’de aynı gazetede “Keyfe keder ekonomi yönetimi iflasa sürüklüyor” başlıklı makalede şu değerlendirme yer alıyor: “Ekonomist Dr. Murat Kubilay, “Türkiye yoğun dış borcu olan bir ülke ve düzenli olarak cari açık veriyor... asıl kritik ve belirleyici olan ve dolar kurunun bu derece kolayca kırılabilir hale gelmesine neden olan üç Merkez Bankası çalışanının bir anda mazeret olmaksızın görevden alınması ve yerine gelen isimlerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görüşlerinden pek de ayrılmayacak kişiler olmasıdır.”

Aynı makalede diğer bir ekonomist Prof. Dr. Veysel Ulusoy’un şu değerlendirmesine yer verilmiş: “Ekonominin neden bozuk olduğu belli, ...yapılması gerekenleri söyleyenleri de düşmanlaştıran ... karar vericiler artık kontrolün kaybolduğu bu dönemde iflas olasılığını arttığının farkına varacaklardır.”

Anlaşılan ekonomi kuyunun dibine hızla düşüyor, ülke iflasın eşiğine gelmiş, Türkiye “yoğun” dış borcu olan bir ülkedir. Dolardaki yükselişin asıl nedeni üç Merkez Bankası çalışanının görevden alınmasıdır.

Yukarıya aktardıklarım iki ekonomistin görüşüdür. Belki okurun ilgisini çeker diye düşündüm. Aslında başka değerlendirmeler de var. Halkımız da değerlendirme yapıyor. Bazı konularda yanılmıyor da. Ancak, şu kadarını söyleyelim: Kapitalist ekonominin kendine özgü nesnel yasaları vardır. Bu yasalar dışındaki öznel faktörler, örneğin kişisel müdahale, yasaların seyrini etkileyebilir; gelişmeyi hızlandırabileceği gibi yavaşlatabilir veya başka bir yön vermeye zorlayabilir. Ancak, son kertede su akar yolunu bulur gibi söz konusu ekonomik yaslara da geçerli olurlar. Aksi taktirde ne kapitalist üretim biçiminden/sistemden ne de örneğin sosyalist üretim biçiminden/sistemden bahsedebiliriz.

Dolardaki son günlerdeki yükselişe diktatör Erdoğan keyfiyeti açısından değil de başka bir açıdan, bu sefer diktatör Erdoğan planlaması açısından bakmakta yarar var. Diktatörün Covid-19 salgını başlangıcında söylediklerini hatırlatalım:

“Çin'deki salgın dünyayı üretim konusunda alternatif aramaya itmiştir. Ayrıca finans alanında gelişmeler de ülkemize avantaj sağlayacaktır.’’ (Mart 2020)

"Firmalarımız, salgın döneminde kaliteli ürünleriyle, rekabetçi fiyatlarıyla, hepsinden önemlisi güvenilirlikleriyle öne çıktı.

Uluslararası şirketler, Asya merkezli üretim ağına alternatif oluşturmak için yeni arayışlara yöneldi.

Bu arayışlarda; sanayisi, üretim kapasitesi, rekabetçi fiyatları, nitelikli işgücü, coğrafi konumu, güçlü sağlık ve ulaşım altyapısı ile Türkiye, en gözde ülkelerden biri haline geldi."

“Özellikle ihracat odaklı çalışan şirketler, müşteri ve ürün yelpazesini genişlettiler.’’

“Üretim, yatırım, istihdam hedeflerimizle birlikte ihracat potansiyelimiz de hedeflerimize ulaşmada önemli bir yere sahiptir. Salgın şartlarına rağmen ocak-kasım döneminde 152 milyar dolar ihracat gerçekleştirdik.’’(Aralık 2020)

Diktatör Erdoğan’ın danışmanı Yasin Aktay: “Çok önemli bazı yerlerden Suriyelileri bir çekin, Suriyeliler bir gitsin ülke ekonomisi çöker…” (Temmuz 2021)

AKP gn. bşk. yrd. Mehmet Özhaseki: “...bazı şehirlerde sanayiyi onlar (Suriyeliler, İ.O.) ayakta tutuyorlar. Gaziantep sanayisine gidin yüz binlerce insan en ağır ve en zor işlerde çalışıyorlar. Kayseri sanayisinde de öyle. İşçi bulamıyorlar, bu adamlar çalışıyor.”

Şu deniyor:

1) Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, yani emperyalist küreselleşme süreci ucuz işgücü cenneti olan Çin’de devasa bir yatırımı beraberinde getirmiş, hemen her emperyalist ülke; uluslararası tekeller burada yatırım yapmışlar; Çin dünya fabrikası, üretim merkezi olmuştur. Ancak, salgın uluslararası sermayenin arayışa girmesine de neden olmuştur. Üretimde, hammadde temininde ve tedarik zincirinde kopukluklar, gecikmeler vb. yeni üretim ağı merkezleri oluşturma düşüncesini güçlendirmiştir. Şimdi, adı henüz konmamış, henüz oluşma aşamasında olan Amerikan emperyalizminin Çin’e karşı yeni jeopolitik doktrini; yani Çin’i denizden çevreleme politikası kaçınılmaz olarak görülebilir zaman içinde şu veya bu biçimde Çin’i üretim merkezi konumunu zayıflatacaktır. Çin’in buna karşı nasıl bir adım atacağından bağımsız olarak, Çin’i denizden çembere almak, bu ülkenin deniz yoluyla dünyaya açılmasını engellemek demektir. Bu nedenle diktatör,“Çin'deki salgın dünyayı üretim konusunda alternatif aramaya itmiştir. Uluslararası şirketler, Asya merkezli üretim ağına alternatif oluşturmak için yeni arayışlara yöneldi” derken doğru söylüyordu.

2) Esas tüketim merkezlerine yakın yerlerde (örneğin Türkiye’de) üretim merkezilerinden birisi olabilmek için sanayinin rekabetçi bir güce sahip olması gerekir. Diktatör Erdoğan "Firmalarımız, salgın döneminde kaliteli ürünleriyle, rekabetçi fiyatlarıyla, hepsinden önemlisi güvenilirlikleriyle öne çıktı. Bu arayışlarda; sanayisi, üretim kapasitesi, rekabetçi fiyatları, nitelikli işgücü, coğrafi konumu, güçlü sağlık ve ulaşım altyapısı ile Türkiye, en gözde ülkelerden biri haline geldi...’’Özellikle ihracat odaklı çalışan şirketler, müşteri ve ürün yelpazesini genişlettiler...’’Üretim, yatırım, istihdam hedeflerimizle birlikte ihracat potansiyelimiz de hedeflerimize ulaşmada önemli bir yere sahiptir” derken de doğru söylüyordu.

İşin gerçeği, kısmen burjuva basın, ama esasen “sol” basın Türk ekonomisini kriz içinde debelendirirken, battı batacak diye tanımlarken, hafife alarak, gerçek durumdan bihaber yorumlar yaparken; doların her zıplayışından bir kriz üretirken; ülkenin AKP politikalarıyla sanayisizleştirildiğini, ekonominin inşaat sektörüne dayandırıldığını “analiz” ederken, bu ekonominin 2018 Temmuzunda girdiği krizden 2019 sonu itibariyle çıktığını, salgın döneminde ara krizden geçtiğini ve dolu dizgin ürettiğini görmedi. Ulusal gelirde sanayi üretiminin payının yüksekliğinden kaynaklanan dinamikliğini hesaba katamadı. Ama diktatör bunu hesaba kattı. İsterseniz, zahmet olmazsa sanayi üretiminin gayri safi hasıladaki payına bir bakınız: 2017’de 29,1; 2018’de 29,4; 2019’da 27,2, 2020’de 27,8. Bu oranlar 2017’den 2020’ye Almanya için yüzde 27,5’ten yüzde 26,2’ye; aynı yıllarda Çin için yüzde 39,9’dan yüzde 37,8’e; ABD için yüzde 18,3’ten yüzde 18,2’ye, Kore için yüzde 34,8’den yüzde 32,8’e, Meksika için yüzde 30,9’dan yüzde 29,6’ya düşer. (Bkz.:https://data.worldbank.org/indicator/NV.IND.TOTL.ZS?locations=TR)

Üretmiyor, sanayisizleştiriliyor denen ekonomi, dünyanın üreten birkaç ekonomisinden birisi. Kriz içinde debeleniyor, batmanın, iflasın eşiğinde denen ekonomi, krizde olmadığı gibi yüksek oranlarda büyüyor. Nesnel durum böyle.

İmalat sanayinde kapasite kullanım oranları kriz ve ara kriz döneminde yüzde 60-64’lerden bu yılın Ağustos-Eylül aylarında yüzde 79’lara tırmanmışsa ekonomi krizde debeleniyor, üretimiyor, dış borç batağı, iflas etti ediyor değerlendirmesi yapanların oturup bir düşünmesi gerekmez mi? Bence gerekir. Ama bunun için insanın savunduğu düşünceleri, dolayısıyla kendisini ciddiye alması gerekir.

Diktatör Erdoğan, sanayinin söz konusu bu dinamikliğini, üretiyor oluşunu pazarlıyor. Peki, biz neyi “pazarlıyoruz” veya ne anlatıyoruz veya anlattıklarımızın elle tutulur, sınıf düşmanının savları karşısında hitap edilen kitleleri örgütleyebilen, mücadeleye sevk edebilen bir yanı, bir özelliği var mı?

3) Türk ekonomisi, esasen de sanayi ucuz işgücüne sahip olmalıdır. Bunun iki yolu var: Bunun bir yolu, sığınmacı konumunda olanların, esasen de Suriye ve Afganistan’dan gelenlerin iliklerine kadar sömürülmesi; adeta karın tokluğuna çalıştırılmasıdır. Bu nedenle “Çok önemli bazı yerlerden Suriyelileri bir çekin, Suriyeliler bir gitsin ülke ekonomisi çöker…”; “...bazı şehirlerde sanayiyi onlar (Suriyeliler) ayakta tutuyorlar. Gaziantep sanayisine gidin yüz binlerce insan en ağır ve en zor işlerde çalışıyorlar. Kayseri sanayisinde de öyle. İşçi bulamıyorlar, bu adamlar çalışıyor.” denmektedir.

İkinci, yol ise mali hokkabazlıktır. Bunu da diktatör Erdoğan yıllardan beri yapmaktadır.

Duruma göre faizleri düşürüyor, duruma göre yükseltiyor. Her iki durumda da farklı kesimlere hitap ediyor.

Faşist diktatörlük, vazgeçilemez jeopolitik konumuna bir de “vazgeçilemez” “tedarikçi ülke” konumu eklemek istiyor. Bir zamanların Çin’i gibi “tedarikçi ülke” olabilmek için işçi ücretlerinin mümkün olduğunca, artan oranda artı değer bırakacak derecede, yani en aşağıya çekilmesi gerekir. Böylece işçi sınıfı ve aynı zamanda ek olarak göçmen kitlesi, adeta sınırsız biçimde ulusal ve uluslararası tekellerin sömürüsüne teslim edilmiş olur.

Bunu legalleştirmek, belli bir hukuksal-politik çerçeveye oturtmak için TİS ve TÜİK verileri kullanılır. Örneğin TİS’lerde kabul edilecek ücret ve maaş zamları beklenen enflasyona bağlanıyor. Bu beklenen enflasyon da TÜİK’in, gerçek enflasyonun yarısından daha az olan enflasyon hesabına göre yapılıyor. Bu bir politikadır. Bu politikadan oldukça memnun olan sermaye kesimleri var: İhracatçılar, inşaat sektörü, KOBİ’ler ve iç piyasaya üretim yapıp TL ile borçlananlar. Bu irili-ufaklı (büyük ve orta ölçekli) sermaye Türk ekonomisinin önemli kesimini oluşturur. Bu sermaye kesimini hesaba katmayan burjuva partilerin siyaset yapma şansı da yok gibidir.

Bu durumda ne oluyor? TL değersizleşiyor. TL değersizleştikçe kur yükseliyor veya tersi. En azından belli bir dönem kurun yüksek tutulması veya biraz gevşetilip yeniden yükseltilmesi ihracatçı ülke olma stratejisinin bir parçasıdır. Mevcut koşullarda kur artışı üretimi teşvik edecektir. Kurun yükselmesi ihracatın da artması demektir. Ancak bu madalyonun bir de diğer yüzü var. O da şu: İhracat yapmak için yapılan ithalat da pahalı olacaktır. Bu durumda ihracatla, pahalı ithalata rağmen kar elde etmek için yapılması gereken üret,m maliyetini düşürmektir. Bu nasıl olur? Ücretleri en düşük seviyede tutmakla olur; ithalatı kar elde edecek seviyede tutabilmek için ücretlerin düşük olması baskı ve zorbalıkla da olsa sağlanmalıdır. Sınıf mücadelesinin zayıf olduğu koşullarda işçiyi korkutarak, baskı altına alarak ücretleri düşürmek Erdoğan gibi bir faşistin pek zorlanmadan yapabileceği bir iştir. Salgın döneminde işçileri ölümle kucak kucağa çalışmaya, üretmeye zorlayan, evet mahkum eden o değil miydi?

Türkiye başka türlü “tedarikçi” ülke; Avrupa’nın Çin’i olamaz.

Bir arkadaş yaptığı değerlendirmede şu sonuca varıyor: Bu iktidar için önemli olan daha fazla üretim daha fazla ihracat. Bunda da belli bir yol katedilmiş durumda. Salgına rağmen bir yılda büyük bir ihracat artışı sağlanmış. Ticaret Bakanı Mehmet Muş’un açıklamalarına göre: Geçen yılın Temmuz ayından itibaren 12 aylık ihracat 200 milyar doları aşmış ve rekor kırılmış. Bunun ana kaynağı neredeyse asgari ücretin yarısı kadar olan ucuz işgücü, uzun saatler ve kayıt dışı çalıştırma oluyor. Bunda göçmen işçilerin payı yüksek; en yüksek kayıt dışı oranlar inşaat, ticaret ve imalat sektörlerinde görülüyor. Mobilya, tekstil, hazır giyim, deri ve ayakkabı sektörleri neredeyse gerekli işgücünün çoğunu göçmenlerden sağlıyor.

Sonuçta ihracatın artması için yapılan ithalatın düşük ücretle kompense edilmesi üretimi ucuzlatacaktır; Türkiye bir çekim merkezi olacaktır. Bence hesap bu.

Tabii şöyle de düşünebiliriz: Dolar yükseldikçe TL pula dönüyor. Öyleyse bile bile neden faiz indiriliyor? Diktatör Erdoğan, daha önce de yaptığı gibi bu sefer de düşük faizle piyasayı canlandırmayı, böylece AKP'ye oy veren küçük esnafın biraz da olsun yüzünü güldürmeyi, yatırımların canlanmasını sağlayarak işsizliği bir nebze de olsun azaltmayı düşünmüş olabilir. Bu, bir seçim politikasıdır. Bu politikayı uygulamak için diktatörün elinde imkan/araç yok değil. Seçimi kazanmaya odaklı böyle bir popülist politikayı gerçekleştirmek için enflasyonun frenlenmesi, asgari ücrette belli bir artışın sağlanması gerekir. Bu adımı atabilmek için diktatörün elindeki araç, kamu borçlanmasıdır. Türkiye’de kamu borçlarının ulusal gelire oranı tehlike çanlarını çaldıracak derecede yüksek değildir; diğer ülkelerle karşılaştırıldığında düşük olduğu görülür. Bunun ötesinde toplam (özel+kamu) borç stokunun ulusal gelire oranı da tehlike oluşturacak boyutta yüksek değildir. Bu bakımdan diktatör kamu borçlanmasıyla seçime yönelik güçlü bir program uygulama olanağına sahiptir.

Sadece seçime yönelik bir para politikası mı uyguluyor yoksa “üretim merkezi” olmak için ihracatı mı destekliyor, bunu zaman gösterecektir. Ancak her halükarda, bu programını uygulama durumunda işsizlik önemli oranda azalmayacağı gibi, yoksulluk da; işçi sınıfı ve emekçi yığınların yoksullaşması da son bulmayacaktır.

*

Bazı notlar:

Yeri gelmişken ekonomik kriz-yoksullaşma sorununa biraz değinmek isterim. Aslında bu konuda bir kısım çevreler tarafında savunulan anlayışların Marksizm-Leninizm’le; Marksist-Leninist politik ekonomi ile uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Küçük burjuvazinin Marksizm-Leninizm’e bulaştırarak yazdığı, keynescilikten, bir kısım liberal görüşlerden öte bir şey değildir. Bu anlayışlara karşı mücadele sadece ekonomi alanıyla sınırlı bir mücadele de değildir. Bunların yaptıkları düpedüz bir küçük burjuva anti-komünizmidir. Bu aslında Marksist-Leninist politik ekonomi alanında ideolojik bir mücadeledir. Bunu teşhir etmek o kadar zor olmasa gerekir. İnsanların gözünün içine baka baka yüzde bilmem kaç oranında büyüyen bir ekonomiyi krizde olan bir ekonomi olarak göstermenin kime ne yararı var? Yaşanmakta olan yoksulluğu sadece ve sadece ekonomik krizle açıklamanın bilimsellikle ne ilişkisi var?

Akla ziyan değerlendirmeler:

Yoksulluğun nedenini sadece ekonominin krizde olmasından arayan bir anlayışın Marksist kriz teorisiyle; Marksist-Leninist politik ekonomiyle ne ilişkisi olabilir? Ama oluyormuş! Birazcık “sol”a karışmış çevrelerden en Marksistine kadar uzanan yelpazede “moda” düşünce bu. Ekonomik kriz= yoksulluk!

Bunun ötesinde işsizlik ve artan işsizliğin nedenini sadece ve sadece ekonominin krizde olmasında arayan bir anlayışın Marksist-Leninist politik ekonomiye; bu bilimle ne ilişkisi olabilir? Ama oluyormuş! Teknolojinin üretimde oynadığı işsizlik olgusunu doğrudan etkileyen bağlayıcı rolünü düşünme zahmetine katlanmıyoruz. Ama ekonomik kriz= işsizlik diyoruz.

Bu ekonomi üretmiyor diyoruz. Peki, ihracatın bileşimine bir bakma zahmetinde bulunuyor muyuz? İhracatın en azından yüzde 90’ı sanayi ürünlerinden oluşuyor. O zaman nasıl oluyor da bu ekonomi üretmiyor?

Ekonomide inşaat sektörü motor rolü oynuyor demesini biliyoruz. Peki, inşaat sektörünün ulusal gelirdeki payının ne olduğunu bakıyor muyuz? Bakmıyoruz. Baksak, inşaat sektörünün ulusal gelirdeki payının hiç de motor rolü oynayacak kadar yüksek olmadığını görürüz.

Yola, binaya, köprüye, tünele gömülen sermaye; “yandaş” inşaat şirketlerini daha da zenginleştiren sermaye aktarımı vs. Peki, sana ne bundan? Senin görevin neden yol, bina, tünel, köprü yapıyorsun diye sormak ve bunu güya eleştirmek mi? Sanki burjuvaziye akıl hocalığı yapmak bize düşüyor! Bunu burjuva muhalefet, Kılıçdaroğlu yeteri kadar yapıyor. Senin görevin burjuvaziye neden yol, köprü, tünel vb. yapıyorsun diye sormak değil. Burjuvazi, sermayenin, kapitalist gelişmenin gerekli gördüğü altyapıyı yeniler. Senin sorunun “yandaşa” aktarılan sermaye değil, orada çalışan işçilerin hangi koşullarda, nasıl sömürüldüğüyle ilgili sorunlardır. Orada çalışan işçilere hükümeti, bu durumda Erdoğan’ı teşhir etmek için hangi köprünün, tünelin hangi “yandaş”a peşkeş çekildiğini, aslında gereksiz olduğunu anlatmakla orada çalışan işçileri bilinçlendirmiş mi oluyorsun?

Kapitalizmin eleştirisi bu kadar basitleştirildiğine göre vay halimize...

Diğer taraftan inşaat sektörünü bina, yol, köprü inşa etmekle sınırlayan aylayış da başlı başına bir felaket. İnşaat sektörü, çelikten çimentoya, malzemeden kimya sektörüne varana kadar sanayinin çok sayıda alt sektörlerini doğrudan etkiler. Öyle ki, başka sanayi sektörleri olmasa inşaat sektörü de olmaz. Biraz da soruna böyle baksak bir şey kaybetmiş olmayız.

Lenin, “proletaryanın gerçeğe ihtiyacı vardır”, gerçeği öğrenmelidir diyor. Türkiye’de kapitalizm ve ekonomik kriz üzerine dile getirilen anlayışların çoğu gerçeği anlatmaktan, açıklamaktan çok uzak. Lenin, gerçeği olduğu gibi anlatmamak proletaryanın davasına zarar verir diyor. Biz zarar vermeye devam ediyoruz.

Sanki ekonomik kriz, kafasına estiği zaman gelen, canı sıkılınca giden bir zebani. Sürekli krizciler için hiç gitmeyen bir zebani. Ama zebaniyi de yönlendiren bir “güç” yok mu, diye kendimize sormuyoruz.

Ekonomik kriz veya fazla üretim krizi konusunda Marksizm-Leninizm’in veya daha dar anlamda Marksist-Leninist politik ekonominin öğretisi, ekonominin krizde olup olmadığının tespiti ancak ve ancak maddi değerlerin (somutta da sanayi üretiminin) seyri temelinde yapılabilir, esas olan üretimdir. Kapitalizme özgü olan, onun nesnel bir yasası olan tek bir kriz vardır; o da fazla üretim krizidir. Diğer kriz türleri, örneğin mali kriz, para krizi vb. kapitalizme özgün krizler değildir. Bu krizler olmaksızın da kapitalizm, kapitalizmdir. Ancak, fazla üretim krizinin olmadığı bir kapitalizm düşünülemez.

Bu bağlamda ekonomik kriz anlaşılmak isteniyorsa öncelikle maddi değerlerin üretimine bakılması gerekir. Para, döviz veya bir bütün olarak mali sektörde hareketlenmenin, “kriz” diye tanımlanan gelişmelerin nedenini öncelikle maddi değerlerin üretiminde aramak gerekir. Üretimden bağımsız mali kriz, nadir patlak veren bir krizdir; hele hele günümüzde üretimin uluslararasılaşma boyutlarını göz önünde tutarsak mali kriz görüntüsünün ardında maddi değerlerin üretimindeki hareketlilik olduğu anlaşılır. Bu nedenle, özellikle geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana, o neoliberalizm rüzgarı eşliğinde bazı küçük burjuva çevrelerin mali kriz-fazla üretim krizi ayrımı yapmaları, bilinçli olarak mali krizi önplana çıkartarak kapitalizmi anlaşılmaz kılmaya çalışmaları kriz değerlendirmelerinde akılda tutulmalıdır. Mali kriz fantezisiyle, bu safsatayla Marksist-Leninist kriz teorisi sulandırılmak istenmektedir. Bu, ideolojik bir saldırıdır. Hesaplaşması, krizden krize hesaplaşmaya sığdırılamayacak kadar önemlidir. Bu, ideolojik, sınıfsal sorun krizden krize değerlendirmesine bırakılamaz. Sorunu böyle ele alanların sınıfla (işçi sınıfı) emekçi yığınlarla ilişkisi, bağı yoktur. Şatafatlı kavramlarla kendini örgüt, parti olarak tanımlayanlar, hitap ettikleri, örgütleyerek devrim yapmak istedikleri sınıf ve sosyal tabakalardan bihaber oldukları için krizin ne anlama geldiğini onlar; işçi sınıfı ve emekçi yığınlar kadar anlayamazlar. (1)

*

Kriz ve yoksulluk konusunda “sol”da her türden reformist, revizyonist ve yeni keynesci burjuva politik ekonomi savunucularının anlayışlarını görebilirsiniz. Orada ücretle kriz arasında, ücretle yoksulluk arasında bağ kurularak en pespaye burjuva anlayışların Marksizm, Marksizm-Leninizm kılıfına büründürülerek savunulduğu görülür.

Öyle ki, Marksist kriz teorisinin akıl almaz biçimde bayağılaştırıldığını; ekonomide para-kredi hareketini, borsa hareketini incelemeksizin nerede bir altüst oluş görülürse orada hemen bir ekonomik kriz patlatıldığına az şahit olmadık.

Ayrıca, küçük burjuva yoksulluk teorisiyle fazla üretim krizi arasında bağ kurup kriz patlatanlar da az olmamıştır. Bu türden saçmalıklar sadece bu coğrafyaya da özgü değildir.

Bu da yetmiyor. Bildik burjuva ekonomi teorilerinden esinlenerek burjuvazinin hemen her kriz döneminde kriz kıstasları olarak yaptığı açıklamalara dayanılarak ekonomi analizi yapılabiliyor. Öyle ki, ekonomi büyürken, istihdamın azalmasına hayret edilebiliyor. Oysa teknolojinin üretimde yoğun bir biçimde kullanılmasından dolayı hemen bütün sanayisi makineli üretim aşamasında olan ülkelerde istihdam (çalışan işçi sayısı) azalırken üretim (artı değer) artmaktadır. Türkiye de böylesi ülkelerden birisidir. Açıktır ki, salgın döneminde işçiler ölesiye çalıştırılmışlar, verimlilik artmış demektir. Gerçekten de “saatlik işgücü verimi” endeksine göre 2019’dan 2020’ye işgücü verimliliği yüzde 8 artmıştır.

Ekonominin krizde olmaması mutlaka refah anlamına gelmez. 2020’deki büyümenin yoksullaştıran, işsizleştiren, borçlandıran bir büyüme olduğu gerçeğine neden şaşıyoruz ki?

Kriz dönemseldir, çevrimseldir - yoksulluk dönemsel, çevrimsel değildir, kapitalizmde yoksulluk her zaman vardır.

Kapitalizmde toplumsal-maddi zenginliğin temel üreticisi işçi sınıfıdır. O, bir taraftan toplumsal zenginliği üretirken diğer taraftan da mutlak yoksullaşmasının nedenlerini üretir (2).

"Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye bu burjuva sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin genişleme gücü ile emrindeki işgücünün gelişmesi de aynı nedene bağlıdır. Bundan dolayı yedek sanayi ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin potansiyel enerjisi ile birlikte artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfus kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayetinde, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır." (3)

Kapitalizmde yoksulluğun yasası budur. Kapitalizmde sermaye-zenginlik birikimi esastır, aksi taktirde kapitalizm var olamaz. Sermaye-zenginlik birikimi (kapitalist birikim) kaçınılmaz olarak bir taraftan işsizler ordusunu büyütür ve diğer taraftan da proletaryanın yoksulluğu/sefaleti artar. Nihayetinde mücadele edilerek bölüşülen işçi sınıfı ve emekçilerin yarattığı/ürettiği artı değerdir. Bunun her yılki miktarı bellidir. Birinin payı azalırsa (bu durumda işçi sınıfı), diğerinin payı (bu durumda kapitalist sınıf) artar. Ekonomi krizde olsa da böyledir, olmasa da böyledir.

“Hem gıda maddeleri, hem de giyim, yakacak ve konutlar-bütün bunların fiyatı artmıştır, işçi, mutlak yoksullaşıyor. Yani o, tam da eskisine göre daha da fakirleşiyor o, daha kötü yaşamaya, daha kıt kanaat beslenmeye, sürekli daha az yemek yemeye, bodrumlarda ve çatı aralarında ikamet etmeye zorlanmaktadır...

Kapitalist toplumda zenginlik inanılmaz bir hızla-aynı zamanda işçi kitlelerinin yoksullaşmasıyla artmaktadır." (4)

Kapitalizmin birikim yasası, sermayenin birikim yasası, proletaryanın yoksullaşma yasasıdır, kapitalizme karşı mücadele, mutlak yoksullaşma yasasının kabulünden geçmektedir, yani sömürüye karşı mücadele. Aksi takdirde kapitalizme karşı onu yıkma mücadelesinin hiçbir anlamı yoktur.

Marks, proletaryanın görece yoksullaşma teorisini de geliştirmiştir. Görece yoksullaşma teorisinin kaynağı da sermaye birikimidir. Ve bu teori, en basitçe, mutlak yoksullaşma teorisinden hareketle anlatılabilir.

"Proletaryanın görece yoksullaşması, burjuva toplumda işçi sınıfının ulusal gelirin toplam miktarındaki payı sürekli azalırken, sömürücü sınıfların payının sürekli artmasından ibarettir." (5)

Başka türlü ifade edersek; görece yoksullaşma teorisine göre, kapitalistlerin durumuna oranla işçi sınıfının durumu giderek kötüleşir ve kapitalistler giderek daha çok zenginleşirken, işçiler giderek daha da fakirleşir. Kapitalist toplumda bir taraftan zenginlik giderek artarken, diğer taraftan işçilerin durumu giderek mutlak kötüleşir. Öyleyse sermaye, kapitalist açısından, işçilerin durumunun görece olarak kötüleşmesi doğaldır; sermaye birikiminin bir sonucudur. Sermaye birikiminin olmazsa olmaz koşulu sömürüdür; işçilerin sömürüsüdür. Ve kapitalist üretimde, kapitalizm koşullarında bir tarafta yoksulluk birikmeksizin, diğer tarafta zenginlik birikmez. Kapitalizmde bir tarafta zenginliğin birikebilmesi için, yoksulluğun ve sefaletin üretilebilmesi gerekir. Veya kapitalizmde bir tarafta üretilen yoksulluk, diğer taraftan biriktirilen zenginlik demektir. Marks'tan aktardığımız anlayışı hatırlayalım; "öyleyse, bir kutupta zenginliğin birikimi aynı zamanda karşı kutupta yoksulluğun... birikimidir."

Bir kutupta mutlak zenginleşmenin ve karşı kutupta da mutlak yoksullaşmanın mantıksal bir sonucu, aynı zamanda bir kutupta görece zenginlik, karşı kutupta da görece yoksulluk demektir. Yani kapitalist sınıf sadece mutlak olarak daha da zenginleşmiyor ve işçi sınıfı da sadece mutlak olarak daha da yoksullaşmıyor. Aynı zamanda kapitalist sınıf, işçi sınıfına nispeten görece olarak daha da zenginleşirken, işçi sınıfı da, kapitalist sınıfa oranla görece olarak daha da fakirleşiyor.

Demek oluyor ki, proletaryanın görece yoksullaşma teorisi sermaye birikiminden kaynaklanıyor ve proletaryanın mutlak yoksullaşma teorisinin mantıksal bir sonucudur. (6)

Sorunun teorik kısmı böyle. Anlatmaya çalıştığımız gibi fazla üretim krizi kendine özgü nesnel yasasına göre hareket eder; bu kapitalizme içsel olan bir yasadır. Bu yasanın işlevsel olmadığı bir kapitalizm düşünülemez. Fazla üretim krizi bu yasa doğrultusunda periyodik-dönemsel, yani belli aralıklarla patlak verir.

Yoksulluğun da kendine özgü yasası vardır. Bu yasa, sermaye birikimi yasası bağlamında işlevsel olduğu için sürekli, kesintisiz her dönem etkilidir.

Bu her iki ekonomik nesnel yasanın etkisinden dolayı kapitalizmde mutlak ve görece yoksulluk bu sistemin ayrılmaz bir görüngüsüdür.

Yoksulluk, sadece ve sadece krizle, krizin bir sonucu olarak açıklanamaz. Ancak, kriz döneminde yoksulluk daha derin ve kapsamlı olur.

Ekonomi krizde olmasa da yoksulluğun sadece işçi sınıfını değil, geniş emekçi yığınlarını da derinden etkilediğini Covid-19 koşullarında görüyoruz. Örneğin 2020 yılında ekonomi yüzde 2,2 oranında büyümüştü, ama işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların hem yaşam standartları gerilemiş hem de ulusal gelirdeki payları azalmıştır. Bu durum, ekonomi krizde olmamasına rağmen mutlak ve görece yoksullaşmanın daha da şiddetlenmiş olduğunu gösterir.

Bu yasallıklardan dolayı yoksulluk varsa kriz var küçük burjuva yoksulluk teorisiyle fazla üretim krizi açıklanamaz. Çünkü yoksulluğun ve ekonomik krizin nedeni bir ve aynı değildir .

Kaynak/Açıklama:

1)Ekonomik kriz için bkz.:

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2021/05/bir-acayip-kriz-konjonktur-hareketi.html

2) Proletaryanın yoksullaşması teorisi için bkz.: http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2021/06/zenginlik-ve-yoksullugun-nedenleri.html

3)Marks, Kapital, C. I, s. 673/674).

4)Lenin; C. 18, s. 428/429, “Kapitalist Toplumda Yoksullaşma”).

5)Politik Ekonomi Ders Kitabı, Berlin 1955, s.166/167.

6)İşçi sınıfının görece durumunun ne anlama geldiğini Rosa Luxemburg şöyle açıklar:

"...Örneğin bir durumda işçiler, öncesine nazaran daha çok gıda maddelerine, daha zengin gıdaya, daha iyi giyime sahip olabilir. Ama şayet diğer sınıfların serveti daha da hızlı artarsa, işçilerin toplumsal üründeki payı küçülür. Öyleyse mutlak olarak alındığında işçilerin yaşam standardı yükselebilirken, payları, diğer sınıflara görece olarak alındığında düşebilir. Ama her insanın ve her sınıfın yaşam standardı verili zamana ve aynı toplumun diğer katmanlarına göre ele alındıklarında ancak, doğru değerlendirilmiş olur. Afrika'da primitif yarı vahşi veya barbar bir zenci aşiretinin prensi, Almanya'da ortalama bir işçiye göre düşük bir yaşam standardına, yani daha basit konuta, daha kötü giyime, ham gıdaya sahiptir. Ama bu prens, aşiretinin olanaklarına... oranla 'prensçe' yaşarken, Almanya'da fabrika işçisi, zengin burjuvazinin lüksü ve zamanın ihtiyaçlarıyla karşılaştırıldığında oldukça fakir yaşamaktadır. Öyleyse, işçilerin bugünkü toplumdaki konumlarını doğru değerlendirmek için, sadece mutlak ücretin -yani ücret miktarının-değil, bilakis görece ücretin de yani işçinin ücretinin, işinin toplam üründeki payının da incelenmesi gerekir." (Toplu Eserler; C. 5, s. 757/758, "Ulusal Ekonomiye Giriş".)

https://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2021/10/diktator-erdoganin-kur-oyunu.html


Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.