“ALT-EMPERYALİZM”, “ÜST”-EMPERYALİZM VE TÜRKİYE
TROÇKİ VE GÜNÜMÜZDE TROÇKİSTLER NEYİ REDDEDİYORLAR?
TÜRK BURJUVAZİSİ KENDİ HİKAYESİNİ YAZIYOR (V)
“ALT-EMPERYALİZM”, “ÜST”-EMPERYALİZM VE TÜRKİYE
Troçkistler, Türkiye bağlamında “alt-emperyalizm” savunularını bir taşla birkaç kuş vuracak bir kurgulamayla yapıyorlar. Troçkizm’in iki ayrı “eğilim”inden bu konuya ilişkin aşağıdaki görüşler bir taşla kaç kuş vurmak istediklerini açıklıyor:
“Türkiye’yi emperyalist hiyerarşinin diplerine yerleştiren, çoğu zaman açıkça adını koymasalar da yarı-sömürge veya sömürge olarak nitelendiren bakış açısı solda hakim durumda...”(1)
“Sol”un tamamını bilmiyorum ama Türkiye devrimci hareketinde Türkiye’yi sömürgeden ziyade “yarı-sömürge” veya “yeni-sömürge” nitelendirmesi hakimdir.
“Doğası nedeniyle ilkel birikimini tamamlayıp kapitalist gelişimde çığır atlayan bir ülkenin – örneğin Almanya’nın – Afrika’nın, Asya’nın bir ülkesini sömürgeleştirip oranın insanlarını köle olarak işletmelerine sürmesine hiç de gerek kalmamıştır. Zaten yaşamsal ihtiyaçlarını karşılama derdiyle boğuşan bu bölgelerin insanları bir fabrika açıldığında emeklerini sömürtmek için kendileri istekli olacaklardır...”(2)
“Gelişmiş kapitalist ülkelerin tekelleriyle kapitalizmle yeni tanışmış ülkelerin sermayesinin – özellikle ileri teknoloji alanında – aşık atabilmesinin pek imkanı olmadığından pazar için de sömürgelere ihtiyaç, en azından kapitalizmin şimdiki formunda, kalmamıştır.
Apple, Samsung askeri işgal vb. olmadan da kendi başlarına farklı ülkelerin telefon piyasalarını pekala ellerine geçirebilirler...”(3)
“Bu aşamaya gelindiğinde sömürgecilik bir ihtiyaç olmanın ötesinde bir yük gibidir. Hem siyasal olarak hem ekonomik olarak maliyetlidir.”(4)
Söylenen şu:
-Sömürgecilik, emperyalizm öncesi kapitalizme özgüdür.
-Sömürgeciliğin günümüz kapitalizminde yeri yoktur.
-Sömürgecilik, sömürgeleştirilen ülkelerde insanların köle olarak çalıştırılması demektir.
Zaten insanlar da sömürgecilere karşı mücadele yerine onların işletmelerinde seve seve çalışırlar.
-Günümüz kapitalizmi gelişmiş kapitalizmdir. Bu kapitalizmin “pazar için de sömürgelere” ihtiyacı kalmamıştır.
Sömürgecilik askeri işgaldir; “Apple, Samsung askeri işgal vb. olmadan da kendi başlarına farklı ülkelerin telefon piyasalarını pekala ellerine geçirebilirler”.
Demek ki, sömürgeciliğin “askeri işgal vb.” dışında başka bir biçimi yoktur.
Yani emperyalist çağda “askeri işgal vb.” dışında bağımlılık ilişkileri sömürge ilişkileri değildir. Bu anlamda yarı-sömürge, yeni-sömürge kavramları yanlış kavramlardır.
“Türkiye, Yarı-Sömürge mi?
Gelelim Türkiye’nin konumuna… Emperyalist ilişkiler hiyerarşiktir. Türkiye’nin de bu hiyerarşinin zirvesinde yer almadığı açıktır ama en diplerinde midir? Ülkeyi yarı-sömürge olarak nitelendirenler ülkenin konumunu bu şekilde nitelemekteler.
Sömürge, yarı-sömürge kategorisi egemenlik haklarının bir kısmının ya da tamamının devrini ifade eder.”(5)
Sömürge veya yarı-sömürge demek egemenlik haklarının kısmen veya tamamen sömürgeci güce devredilmesi anlamına gelir.
“Ama söz konusu olan Türkiye solu olunca...Türkiye bir kez sömürge olarak tanımlandığında ister istemez bağımsızlık, yurtseverlik, kurtuluş savaşı gibi kavramlar solun gündemine girmek durumunda kalacaktır...”(6)
“Bağımsızlık, yurtseverlik, kurtuluş savaşı gibi kavramlar” ülke sömürge olarak tanımlanınca ister istemez “Türkiye solu”nun gündemine girer.
Türkiye solu çoğunlukla ülkenin uluslararası hiyerarşideki konumunu göz ardı ederek geçmişten miras aldığı analizlere takılıp kalıyor... Kimileri yarı-sömürge kelimesini yeni-sömürge ile değiştirse de içerikte değişen pek bir şey yok. Sömürge demek egemenlik haklarının tamamının ya da bir kısmının devri demek. Yarı-sömürge ya da yeni-sömürge diyenler de “başında sömürge valisi olmasa da emperyalistlerin dediklerinin dışına çıkmayan kukla-diktatör rejimler eliyle yönetilen ülkeler”den bahsediyor.”(7)
Evet, eski analizlere takılıp kalınmıştır.
Yarı-sömürge yerine yeni-sömürge dense de içerik değişmemiştir; yarı-sömürge gibi yeni-sömürge de sömürgedir. Dolayısıyla bu, egemenlik haklarının kısmen veya tamamen sömürgeci güce devridir; ülkenin bir sömürge valisi veya kukla bir diktatör tarafından emperyalistlerin taleplerinin dışına çıkmayarak yönetilmesidir.
“Hatırlanacağı üzere, kapitalizmin sömürgeci aşaması ile emperyalist aşaması arasındaki ayrımın görmezden gelinmesi nedeniyle genelde dünya ve özelde Türk solunda yanlış siyasal tutumlar geliştirilmişti. Brezilya, Arjantin, Türkiye gibi ülkelerin birer yarı-sömürge ya da yeni sömürge olarak nitelenmesi bu tür tutumların ifadesiydi...
“Günümüzde de neredeyse “tarih tekerrürden ibarettir” deyişini haklı çıkarırcasına, kapitalist dünyadaki eşitsizlik ilişkileri yine bir çeşit “yeni sömürgecilik” olarak sunuluyor ve böylece küçük-burjuva sol anlayışların yanılgılar çarkı aynı şekilde işletilmeye devam ediliyor...” (8)
Böylece sömürge, yeni-sömürge, yarı-sömürge yok, eşitsiz gelişme var deniyor.
“Kapitalist sömürgecilik döneminden farklı olarak, emperyalist rekabet dünyanın toprak alanları bakımından paylaşımı için değil, asıl olarak mali sermayenin rahatça at oynatabileceği nüfuz alanlarının paylaşımı için yürür.” (9)
“Kapitalist sömürgecilik dönemi” artık geride kalmıştır. Şimdi “emperyalist rekabet” dönemidir. Bu dönemde ise dünyanın toprak alanlarının paylaşımı için değil, mali sermayenin çıkarları için nüfuz alanlarının paylaşımı söz konusudur, deniyor.
“Sonuç olarak küçük-burjuva solun “anti-emperyalizmi”, ülke içindeki kapitalist işleyişe kökten tutum almayan, dolayısıyla anti-kapitalist içerikten yoksun bulunan ve yalnızca dış faktöre indirgenmiş sözde bir emperyalizm karşıtlığıdır! Küçük-burjuvazi nezdinde anti-emperyalizm, sömürgeci ve ilhakçı “politikalara karşı” tutum almaktan ibarettir. Oysa anti-kapitalizm olmadan anti-emperyalist mücadele olamaz. Ve kapitalizme karşı devrimci sınıf ekseninden kopartılmış bir mücadele anlayışı da küçük-burjuva ve ulusalcı sol anlayışlara teslim olmak anlamına gelir.” (10)
Sonuçta “anti-kapitalizm olmadan anti-emperyalist mücadele” demek küçük-burjuva solculuğudur; “küçük-burjuva ve ulusalcı sol anlayışlara teslim olmak” demektir.
Ne demek isteniyor?
1-Farklı iki Troçkist “eğilim”i temsil eden bu iki Troçkist yazar, bu anlatımlarıyla Marksizm-Leninizm’den çok farklı bir ideolojik ve siyasi dünyanın temsilcileri olduklarını gösteriyorlar. Sömürgecilik, kapitalizmin emperyalizm öncesi döneminin bir özelliğiydi, şimdi, emperyalizm çağında sömürgecilik yok, “eşitsizlik ilişkileri” söz konusudur deselerdi kendilerini daha iyi anlatmış olurlardı.
2-Sömürgecilik genel bir kavramdır. Kölecilik, feodalizm dönemlerinde de sömürgecilik vardı, kapitalizmde de. Kapitalizmde genel anlamda sömürgecilikle çok genel olan ifade edilebilir. Ama adı geçen her iki yazar, sömürgecilik kavramına genel olanı değil, özgün olanları sığdırabiliyorlar. Önce şunu söylüyorlar: Sömürgecilik, kapitalizmin emperyalizm öncesi dönemine özgüdür. Bugün, emperyalist çağda sömürgecilikten bahsedilemez. Bugün ülkeler arasındaki “eşitsizlik ilişkileri”nden bahsetmek gerekir. Peki, Türkiye açısından Kuzey Kürdistan nedir? Sömürge midir, Türkiye’nin bir “parçası” mıdır, yoksa Türkiye ile “eşitsizlik ilişkileri” içinde varlığını mı sürdürüyor? Evet, Kuzey Kürdistan, Türk burjuvazisinin klasik sömürgecilik ilişkileri içinde hakimiyet sürdürdüğü birleşik Kürdistan’ın bir parçası değilse nedir?
Sömürgeciliğin “sömürgecilik” (klasik sömürgecilik; kapitalizmin serbest rekabetçi dönemindeki sömürgecilik kastediliyor), yeni-sömürgecilik, yarı-sömürgecilik diye tanımlanmasının içerik bakımından bir anlamı yoktur.
Öyleyse fark var mıdır, yok mudur, bir bakalım:
Emperyalizm ve Sömürgecilik
Sömürgecilik ve Dünyanın Topraksal Paylaşımı
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve uluslararası örgütlenmesi ile yeni sömürgecilik arasında sıkı bir bağ vardır. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve uluslararası örgütlenmesi, yeni sömürgeciliğin yeni yöntemlerinin geliştirilmesine neden olmuştur.
Klasik sömürgecilik, başka ulusların, ülkelerin, “metropol” ülke tarafından doğrudan siyasi bağımlılık altına alınması demektir. Sömürgeciliğin bu türünde esas olan, askeri güç kullanılarak, yabancı ülkeleri istila etmekti.
Emperyalizm, bu klasik istila yönteminin yanı sıra yeni bir sömürge politikası da geliştirdi. Lenin, bu politikayı ilk defa 1916’da “Kendi Kaderini Tayin Üzerine Tartışmanın Sonuçları” makalesinde şöyle ifade ediyordu:
“Sömürgeler ve Avrupa halkları -en azından sonuncuların çoğunluğu- arasındaki iktisadi fark, önceleri, sömürgelerin meta mübadelesine dahil edilmelerine rağmen kapitalist üretime dahil edilmemeleriydi. Emperyalizm, burada, dönüşüm sağladı. Emperyalizm, diğer şeylerin yanı sıra, sermaye ihracıdır da, kapitalist üretim, sürekli hızlanan bir tempoyla sömürgelere de ekilmiştir.” (11)
Demek oluyor ki, sermaye ihracıyla kapitalist üretim ve mali sermaye hakimiyeti daha çok ülkeye yayılıyor.
Sermaye ihracı ve mali sermayenin ekonomik gücü -bağımlılık ilişkileri- hakkında Lenin şöyle der:
“Mali sermaye, devasa, söylenebilir ki bütün iktisadi ve bütün enternasyonal ilişkilerde belirleyici bir güçtür. Öyle ki o, tamamen siyasi bağımsız olan devletleri bile kendine tabi kılabilir ve gerçekten de tabi kılıyor...” (12)
Emperyalizm, dünyayı paylaşımında kullandığı iktisadi ve siyasi yöntemlerden hareketle çeşitli bağımlılık ilişkileri geliştirmiştir.
“...Mali sermaye...ve ona tekabül eden uluslararası politika...devletsel bağımlılığın bir dizi geçiş biçimlerini yaratmıştır. Bu çağ için tipik olan, ülkelerden oluşan iki temel grup değildir; sömürge sahibi ülkeler ve sömürgeler değildir. Bilakis, siyasi, biçimsel bağımsız, ama gerçekte ise mali ve diplomatik bağımlılığın ağına düşmüş bağımlı ülkelerin çeşitli biçimleridir de.”(13)
Bağımlılığın biçimi süreç içinde çok çeşitli olmaktan çıkmıştır. Yani klasik sömürgecilik, sistem olarak çökmüş ve onun yerini yeni sömürgecilik almış ve yeni sömürgeci bağımlılık ilişkileri de -her ne kadar ülkeden ülkeye veya ülke gruplarına göre ayrı yerel özellikler taşısalar da- genellikle aynı kapsamda olan bağımlılık ilişkileridir; genel hatlarıyla bu, devletsel bağımsızlığın kabulü koşullarında iktisadi, mali, siyasi, askeri bağımlılığın sürdürülmesidir.
Yeni sömürgeciliğin ekonomik sistemi
Diğer şeylerin yanı sıra yeni sömürgecilik, bağımlı ülkelerin sermaye ihracı üzerinden de talan edilmesidir. Sermaye, çeşitli biçimlerde ihraç edilir. Emperyalist devletler, ulusal ve uluslararası kurumlar vasıtasıyla “gelişme yardımı” biçiminde sermaye ihraç ederlerken, uluslararası tekeller de doğrudan yatırımlar biçiminde sermaye ihraç ediyorlar. Uluslararası tekellerin doğrudan yatırım biçimindeki sermaye ihracı, ihraç edilen sermayenin en önemli bölümünü oluşturur. Tekeller, öncelikle kendilerine bağımlı şirketler kurarlar, ama başka ortaklıklara da girerler. Önemli olan, doğrudan yatırım biçimindeki sermaye ihracıyla bağımlı ülkelerde veya genel olarak bütün dünyada üretim komplekslerinin kurulması veya mevcut olanların ele geçirilmesidir. Bunu yaparken uluslararası tekeller, oldukça seçici davranırlar.
Uluslararası tekeller;
1)Pazarın olduğu yerlerde,
2)Hammaddenin olduğu yerlerde,
3)Taşımacılığın uygun olduğu yerlerde ve nihayet
4)İşgücünün ucuz olduğu yerlerde fabrika ve işletme kurarak üretimi, bu özelliklere sahip olan ülkelere ve bölgelere taşırlar veya bu alanlardaki mevcut işletmeleri ele geçirirler.
Bağımlı ülkelerin sermaye ihracıyla talanının boyutunu şu sözler çok açık olarak gösteriyor:
“1970-1980 arasında... üçüncü dünyaya yapılan toplam 62,6 milyar dolar tutarındaki doğrudan yatırımlara karşın, metropol ülkelere transfer edilen resmi kâr miktarı 139,7 milyar dolardı. Bu, uluslararası tekellerin üçüncü dünyaya yatırdıkları her bir dolar karşılığında 2,2 doları kendi ülkelerine transfer ettikleri anlamına gelir. Öyle ki, 1970-1980 arasında Amerikan uluslararası tekelleri üçüncü dünyaya yatırdıkları her bir dolar için 4,25 dolar kâr transferi yapmışlardır.” (14).
Bu kadar kâr transfer edebilmek için yapılan talanın özellikleri de genellikle şöyledir:
1- Borçlandırma ve sonra da borçların ödenmesi.
2- Ucuz işgücü ve yerli hammadde ile azami kâr.
3-Ulusal pazarın yabancı sermayeye tamamen açılması.
Önce, işletme açmak, şube açmak, ortaklık kurmak vs. nedenleriyle (finansman nedenleri) bağımlı ülkeler borçlandırılıyorlar, ikinci aşamada ucuz işgücü ve yerli (ucuz) hammadde ile azami kâr elde edilecek üretim ve sonra da kâr transferi yapılıyor. Bağımlı ülkeye de kırıntıdan daha çok borç ve çevre kirlenmesi kalıyor. Borcun ödenmesi için, emperyalist ülkelerin ve uluslararası mali kuruluşlarının kapısı çalınıyor. Böylece IMF ve DB devreye giriyor, neoliberal dayatmaların içeriklendirdiği “uyumluluk programları”, “yapısal programları” masaya konuyor.
Yeni sömürgecilik, bağımlı ülkelerin, emperyalist ülkelerin ve bu ülkelerin uluslararası tekellerinin hakim olduğu dünya ticaretine tabi kılınmaları demektir. Her bir ülkenin uluslararası ticaret (sanayi ürünleri, hammadde ticareti) vasıtasıyla birbirine bağımlı olmaları, kapitalizmde her bir ulusal ekonomi için kaçınılmazdır. Sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması ve uluslararası örgütlenmesi böyle oluyor.
Kapitalizm koşullarında ticarette esas olan, tarafların karşılıklı olarak azami çıkar elde etmeleri değil, eşit olmayan çıkardır. Emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller, bağımlı ülkeleri dünya ticareti üzerinden de soyuyorlar.
Dünyanın topraksal paylaşımı
“Gelişen ülkeler” kavramı ile yeni sömürge, bağımlı ülkeler kastediliyor. Bu durumda dünyanın 1950’de % 51’i klasik sömürge+yeni sömürge konumundayken, 1987’de %50’si yeni sömürge+klasik sömürge konumundaydı. Yeni sömürge ülkelerin yüz ölçümü 1950’de % 28’den 1987’de % 49’a çıkıyor, yaklaşık aynı paralelde klasik sömürgelerin alanı % 23’ten % 1’e düşüyor.
Çin (% 6,4) ve SB’nin (%15) yüz ölçümünü revizyonist dünya toplamından çıkartırsak ve emperyalist ülkelerinkine eklersek: 1960 ve 1987’de sömürge ve yeni sömürge alanı, toplam alanın % 70,4’üne tekabül eder. Demek oluyor ki 20. yüzyılın başından sonuna değişen pek fazla bir şey olmamış; klasik sömürgeciliğin yerini yeni sömürgecilik almış.
Dünyanın para sahası bazında paylaşılmışlığı hakkında E. Hoca şöyle der:
“Dolar, Sterlin, Frank ve Ruble sahaları, dünyanın çeşitli tekeller ve emperyalist devletler arasında iktisadi paylaşılmışlığı göstermektedir.” (15)
Emperyalist ülkeler, bağımlı ülkeleri, borçlarını ödeyecek duruma getirmenin ve bu ülkeleri tamamen talan etmenin yolunu neoliberal politikaların uygulanmasında buldular. Bunların ne olduğunu biliyoruz: Tekelci sermaye, yabancı sermaye akışı önündeki bütün engellerin yıkılmasını, kuralsızlaştırmayı, özelleştirmeyi, devletin küçültülmesini, tarım sektörüne verilen sübvansiyonların kaldırılmasını talep ediyordu/ediyor. Kısaca, bağımlı ve yeni sömürge ülkeler yabancı sermaye için, kelimenin gerçek anlamıyla cennet olmalıydılar. Emperyalizmin, bu yoğun neoliberal dayatmalarında başarısız kaldığı söylenemez. Ne de olsa bu ülkelerde iktidar, kendi uşaklarının elindeydi ve geniş yığınların kendiliğindenci mücadeleleri birçok ülkede kanla bastırılarak, uluslararası sermayenin dayatmaları uygulanmaya kondu.
Böylece neoliberalizm, bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde uluslararasılaşan sermayenin ve üretimin uluslararası örgütlenmesi için zorunlu olan koşulları oluşturdu.
Neoliberal dayatmalarla bağımlı ve yeni sömürge ülke ekonomilerinin, bu ekonomilerde ulusallık, ülkeye özgüllük adına ne varsa bunların hepsinin yıkılması amaçlandı ve böylece bu ülke ekonomileri uluslararası sermaye ve üretimin yeniden örgütlenme sürecine bağlandılar.
Neoliberalizm, aynı zamanda, bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin siyasi yaşamlarına ve düzenlerine doğrudan müdahaledir. Artık eskiden olduğu gibi darbe düzenlemeye gerek kalmadı; emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller, IMF, DB gibi kurumlarla; “uyumluluk programı”yla bu ülkelerdeki yönetimleri istedikleri doğrultuda yönlendirebiliyorlar. Bu nedenle uluslararasılaşmış sermaye; uluslararası tekeller, bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin sadece maddi kaynaklarını/değerlerini kontrol etmiyorlar, aynı zamanda bu kontrol vasıtasıyla toplumsal yasamı da şekillendiriyorlar.
Son dönemde uluslararası tekellerin bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin hammadde kaynaklarını kontrol etme, elde etme yöntemi de değişmiştir. Burada bir nevi, başka bir biçimde klasik sömürgeciliğe dönüş söz konusudur. Klasik sömürgecilikte elde edilmesi istenilen hammaddelerin bulunduğu ülke veya bölge askeri olarak işgal ediliyor ve sömürge idaresi kuruluyordu. Yeni sömürgecilikte ülkelerin görünüşte bağımsızlığı söz konusudur. Ama bu devletler, emperyalizme bağımlıdır. Emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller, bu bağımlılığı kullanarak, söz konusu ülkeyi bağımlılık ilişkileri çerçevesinde sıkıştırarak, tekeller, tekelci konumlarından dolayı hammadde fiyatlarını aşağıya çekerek elde etmek istediklerini “ticari ilişkiler” çerçevesinde elde ediyorlardı. Şimdi ise uluslararası tekeller, özelleştirme yoluyla hammadde kaynaklarını satın alıyorlar veya yerli-yabancı ortaklığı içinde kontrol ediyorlar. Birinci ve üçüncü durumda mülkiyet yabancı sermayenin elinde, ikinci durumda mülkiyet, bağımlı, yeni sömürge devletin elinde kalıyor.
Bu tipte bağımlılığın veya yeni sömürgeciliğin yeni kalitesinin ne denli önemli olduğunu, bazı yeni sömürge ülkelerin bir veya birkaç maddenin pazarlamasına ne derece bağlı olduklarında görüyoruz. Örneğin 1998’de Nijerya’nın ihracatında petrolün payı yüzde 97,7; Kuveyt’inkinde yüzde 95; Libya ve Suudi Arabistan’ınkinde yüzde 90; İran’ınkinde yüzde 85’ti. Gine’nin ihracatında boksitin payı yüzde 70 ve Jamaika’nınkinde yüzde 50’den fazlaydı. Zambiya’nın ihracatında bakırın payı yüzde 80’den fazla, Şili’ninkinde yüzde 30.
UNCTAD’ın araştırmasına göre, 83 “gelişen” ülke ihracatının yüzde 50’den fazlası iki veya üç hammaddeden (maden ve tarım) oluşmaktadır.
Uluslararası tekeller, bir taraftan bu hammaddelere sahip bağımlı, yeni sömürge ülkeleri, bütün siyasi, iktisadi ve de askeri araç ve yöntemleri kullanarak teslim almaya çalışıyorlar ve aynı zamanda kendi aralarında bu ülkeler üzerinde giderek keskinleşen bir rekabet sürdürüyorlar. Hazar Havzası, Azerbaycan ve Kazakistan petrollerinin paylaşılması buna bir örnektir. Irak petrollerinin paylaşımını da kapsayan II. Körfez Savası başka bir örnektir.
Öyleyse:
Neoliberal dayatmalar, özelleştirmeler, uluslararası tekellerin bağımlı, yeni sömürge ülkelerdeki hammadde kaynaklarını dolaylı değil, dolaysız kontrol etmelerinin yolunu açmaya hizmet ediyor. Bu tekeller açısından hammadde pazarlarını, hammaddeleri kontrol etmek artık yeterli değil. Uluslararası tekeller, hammadde çıkarımını/üretimini ve pazarlamasını da kendi ellerine almak istiyorlar. Bu durum, uluslararası tekeller arasındaki, aynı zamanda emperyalist ülkeler arasındaki hammadde kaynakları üzerine sürdürülen rekabetin ne denli keskinleşmiş olduğunu, hammadde elde etme ve kontrolünde klasik sömürgeci yöntemlere –yeni biçimlerle- yeniden dönüldüğünü göstermektedir. Yeni sömürge ülke, devlet olarak görünüşte bağımsız. Her nedense (!) madenlerini ve devlete ait işletmelerini özelleştirmeye açmış ve yabancı sermaye de, ya tek başına veya da yerli sermaye ile ortaklık içinde bu işletmeleri satın almış!
Böylece bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin hammadde kaynakları doğrudan emperyalist ülkelerin ve uluslararası tekellerin eline geçiyor. Neoliberal dayatmaların gölgesinde yeni sömürgecilikte yeni olan bir kalite de budur.
Yeni sömürgecilikte yeni olan bir nokta da bağımlı ülkelerin talanında yeni yöntemlerin kullanılmasıdır. Buna bağımlı ülkelerin uluslararası sermaye tarafından mülksüzleştirilmesi de diyebiliriz. Bu mülksüzleştirmenin nasıl gerçekleştirildiğini Asya Krizi’nin (1997/1998) seyrinde görüyoruz.
Uluslararası sermayenin ve üretimin uluslararası örgütlenme süreci, yeni sömürgeciliğin krizini derinleştiren yeni yöntemlerin kullanılmasını beraberinde getirmiştir. Kaba hatlarıyla söyle diyebiliriz: 1980’li yıllara kadarki yeni sömürgeciliğin yöntemleriyle, ‘90’lı yıllardan sonraki yeni sömürgeciliğin yöntemleri biçimsel olarak farklılaşmıştır. Bu farklılaşmanın ana nedeni, uluslararası tekellerin uluslararası üretimi ve dünya pazarını yeniden örgütlemeyi, tek tek ulusal pazarların, tek tek ulusal ekonomilerin bir araya getirilmesi olarak değil, ulusallık olgusunun yıkılarak bütün dünya ekonomisinin, pazarlarının tek bir bütün olarak uluslararası tekellerin hizmetine sunulması olarak kavramaları ve bu doğrultuda adımlar atmalarıdır.
Stratejik konumundan dolayı bazı bölge ve ülkeler üzerinde emperyalist rekabet yoğunlaşır. Bölgeye hakim olmak için yerel güçlerle sürdürülen silahlı çatışmalar, emperyalist ülkelerin o bölge üzerindeki güç dengesini bozamaz ve bölge, taraf olan emperyalist ülkeler tarafından işgal edilerek ortak bir himaye alanına dönüştürülür. Bunun adı mandacılıktır, korumaya alınan alandır, protektorattır. Yani himayeci sömürgecilik. Bu, hegemon güçlerin yenişememesinden doğan kolektif protektorattır. Buna en tipik örnek Kosova’dır, Afganistan’dır. Himayeci sömürgecilik, her zaman böyle olmaz ve olamayacağını da Irak’ın geleceği üzerine Amerikan emperyalizminin açıklamalarında görüyoruz.
Himayeci sömürgecilik, sömürgeciliğin yeni bir tipi değildir. Klasik sömürgeciliğin bir yöntemidir. Ve bugün uluslararasılaşan sermaye ve üretimin uluslararası örgütlenmesi, bazı bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde klasik sömürgeciliğin mandacı yöntemini hortlatmıştır. (16)
Peki, hal böyleyken bu Troçkist yazarların, onların nezdinde bu iki “Troçkist eğilim”in derdi nedir?
Güneş Gümüş bu durumu “Ama söz konusu olan Türkiye solu olunca...Türkiye bir kez sömürge olarak tanımlandığında ister istemez bağımsızlık, yurtseverlik, kurtuluş savaşı gibi kavramlar solun gündemine girmek durumunda kalacaktır...” diyerek, Elif Çağlı da “Sonuç olarak küçük-burjuva solun “anti-emperyalizmi”, ülke içindeki kapitalist işleyişe kökten tutum almayan, dolayısıyla anti-kapitalist içerikten yoksun bulunan ve yalnızca dış faktöre indirgenmiş sözde bir emperyalizm karşıtlığıdır! Küçük-burjuvazi nezdinde anti-emperyalizm, sömürgeci ve ilhakçı “politikalara karşı” tutum almaktan ibarettir. Oysa anti-kapitalizm olmadan anti-emperyalist mücadele olamaz” diyerek açıklıyorlar.
Yani çağımızda sömürgecilik yok, “eşitsizlik ilişkileri” var; demokratik devrim yok, sosyalist devrim var; anti-kapitalizm olmayan anti-emperyalizm veya anti-kapitalizm olmayan anti-emperyalist devrim yok, sosyalist devrim var veya küçük burjuvazinin demokratik devrimi, anti-emperyalist devrimi yok, sosyalist devrim var. Söyledikleri bu.
Eh, iş bu noktaya gelince Troçki’siz devam etmek imkansız oluyor.
Troçkizm ve sömürgelerde, yeni-sömürgelerde, yarı-sömürgelerde devrim sorunu
Trocki’nin sürekli devrim teorisinde, işçi sınıfının iktidarı olmadan demokratik devrimin gerçekleşemeyeceği tezi önemli bir yer tutar. Troçki, Rusya’da demokratik devrim olamaz, imkansızdır teorisinin mimarıdır. Ülkenin nesnel koşullarını göz önünde tutmaksızın bu teorisini geliştirir. Peki, neyi savunurdu? Nesnel koşulları ancak demokratik bir devrime hazır olan Rusya’da sosyalist devrimi savunurdu. O günün Rusya’sında işçi sınıfı ve emekçilerin (köylüler) taleplerinin de olduğu Troçki’yi pek ilgilendirmedi. Somut durumun somut analizi ve bundan çıkartılacak sonuçlar Troçki’nin işi değildi. Troçki’nin bu anlayışıyla bağlam içinde; demokratik devrim-sosyalist devrim ikilemine yönelik olarak Lenin şunu söyler:
“Bununla birlikte, bundan, bağımsız ve geçici olsa bile, bugünkü durumda, hayati olan görevleri unutmak, yok saymak veya da görmezlikten gelmemiz gerektiği yolunda çıkarsamalar yapmak, saçmalık ve gericilik olur. Otokrasiye karşı mücadele, sosyalistler için geçici ve kalıcı olmayan bir görevdir, ama herhangi bir şekilde bu görevi görmezlikten gelmek veya da savsaklamak, sosyalizme ihanete ve gericiliğe hizmet etmeye varır. Proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü, kuşkusuz, yalnızca kalıcı olmayan, geçici bir sosyalist amaçtır, ama bu amacı demokratik devrim dönemi içerisinde savsaklamak düpedüz gericiliktir.
Somut siyasal amaçlar, somut koşullar içerisinde belirlenmelidir. Her şey görelidir, her şey akıp gider ve her şey değişir.” (17)
Troçki’nin Çin devrimi üzerine geliştirdiği görüşleri, yukarıda adı geçen yazarlar da doğrudan savunmaktadır. Troçki’ye göre sömürge ülkelerde demokratik devrimle ulusal ve demokratik talepler çözülemez. Bu talepler ancak sosyalist devrimle çözülebilir. Troçki’ye göre Çin’de (dolayısıyla bütün sömürge ve yarı-sömürgelerde) temel burjuva ve demokratik sorunlar ancak ve ancak işçi sınıfı diktatörlüğü koşullarında bir sonuca ulaşır.
Troçki’ye göre Çin’de, dolayısıyla bütün sömürge ve yarı-sömürgelerde demokratik devrim imkansızdır. Ama aynı zamanda sosyalist devrim de imkansız olmasa da çok zordur. Bu durumda Troçki’nin çözümü hazır: Demokratik devrim imkansız olduğu ve sosyalist devrim de çok zor olduğu için Çin ve dolayısıyla bütün sömürge ve yarı-sömürgelerde sosyalist devrimin gerçekleşmesi için uluslararası sosyalist devrimlere ihtiyaç vardır. Bu da Troçki’nin sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde sürekli devrim stratejisini oluşturur.
“Demokratik devrimin giderek sosyalist devrime büyümesi olasılığı– bütünüyle ve yalnızca dünya devriminin gidişatına ve bu dünya devriminin tümleşik bir parçası olarak Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve politik başarılarına bağlıdır. Eğer Çin devrimi bugünkü burjuva-milliyetçi önderlikle zafer kazanırsa, çok çabuk sağa kayacak, kapitalist ülkelere tüm iyi niyetini belirtecek, onların nezdinde derhal kabul görecek, onlara yeni temellerde imtiyazlar sunacak, borç alacak, tek kelimeyle, daha az küçük düşürülmüş, daha az sömürgesel fakat hâlâ son derece bağımlı bir varlık olarak kapitalist devletler sistemine girecektir. Dahası, Çin cumhuriyeti Sovyetler Birliği’yle, en iyi durumda bugünkü Türkiye cumhuriyetiyle aynı biçimde bir ilişki içinde olacaktır.” (18)
Görüyoruz ki, Troçki sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde devrimi dış koşullara, uluslararası sosyalist devrime bağlamaktadır.
Troçki açısından somut durumun somut analizi ve bundan sınıf mücadelesi için sonuçlar çıkartmanın hiçbir anlamı yoktur. Ülkelerin emperyalist, sömürge veya yarı-sömürge olmalarının Troçki açısından bir anlamı yok. Ona göre devrim mutlaka sosyalist devrim olmalıdır. Bu anlayıştan dolayı Troçki ve günümüzde de Troçkistler, emperyalist, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde devrim stratejisinin aynı olmasından dolayı emperyalist ülke-sömürge ülke ayrımının artık olmadığını veya belirleyici olmayacağını savunmuş olurlar. Yukarıda adı geçen Troçkist yazarların Türkiye’de “sol” harekete için söylediklerini Troçki Çin devrimi için söylüyordu. Aynı yazarlar sömürgeciliğin artık tarihe karıştığı türünden söylemlerini de Troçki’den noktasına virgülüne dokunmadan almışlardır.
E. Çağlı ne diyordu? “Oysa anti-kapitalizm olmadan anti-emperyalist mücadele olamaz.”
Emperyalizme karşı mücadeleyi bundan daha iyi nasıl yasaklayabilirsiniz? Afganistan’ı göz önünde tutalım. İşgal edilmiş bu ülkede Afganların işgalcileri ülkeden kovmaları için E. Çağlı’nın şartı şu: İşgalcileri kovmak istiyorsanız önce anti-kapitalist olmanız gerekir; yani kapitalizmi yıkmayı, sosyalizmi kurmayı amaç edinmeniz gerekir. Afganlar bunu kabul etseler de E. Çağlı, Afgan “sosyalist devrimi”ni zora sokmaya devam edecektir: Ama Afganistan’da sosyalist devrimi gerçekleştirmek çok zordur, bu nedenle uluslararası proleter devrimlerin desteği gereklidir. Ne var ki, şimdilerde böyle bir devrim yok, uluslararası sosyalist devrimden destek alamazsınız.
Ne oldu şimdi? E. Çağlı Afganistan’da devrimi yasaklamış oldu.
Sonuç itibariyle:
Troçkistler günümüz dünyasında hangi biçimde olursa olsun sömürgeciliği reddediyorlar; sömürgecilik gerçekliği üzerinde yükselen bir devrim anlayışını (demokratik devrim) reddediyorlar. Bunun yerine emperyalist ülkelerle, hala yarı-sömürge, yeni-sömürge olan ülkeler arasındaki ilişkiyi “eşitsizlik ilişkileri” olarak görüyorlar.
Troçkist “Gerçek” gazetesinden Levent Dölek “Anti-emperyalist olmadan anti-kapitalist olunmaz!” derken, Troçkist “Marksist Tutum”dan E. Çağlı “anti-kapitalizm olmadan anti-emperyalist mücadele olamaz” diyor.
Sizce hangisi doğru-yanlış söylüyor?
Çağlı’nın düşünce tarzına göre hareket edecek olursak, anti-kapitalist olmadan anti-faşist de olamayız. Bu durumda burjuvazinin faşist olmayan kesimlerine göz kırpmış oluruz, bir nevi ulusalcılık yapmış oluruz. Ülkenin dış güçler tarafından işgal edildiği durumlar da dahi, emperyalizme, işgale karşı olup da kapitalizme karşı olmayan güçlerle (örneğin işgalcilere karşı mücadele eden güçlerle) ortak hareket edemeyiz. Çünkü böylece ulusalcılığı savunan burjuva ve küçük burjuva anti-emperyalist güçlere teslim olmuş oluruz.
E. Çağlı, Troçki’nin Çin devrimi üzerine görüşlerini aynen savunuyor. Nesnel olarak ilericilik ve devrimcilik arasındaki; nesnel koşulların dayattığı biçimi ne olursa olsun demokratik devrim ile sosyalist devrim arasındaki farkı ya her koşul altında anti-kapitalizm, proleter devrim, işçi sınıfının önderliği veya da burjuvaziye teslimiyet olarak anlıyor. Troçki de böyle anlamıştı.
Troçki gibi E. Çağlı da demokratik talepler ve de demokratik devrim, işçi sınıfının diktatörlüğü; yani sosyalist devrim, ama Çağlı’ya göre kapitalizmden sosyalizme geçiş gerçekleşmeden, kapitalizm yıkılmadan mümkün değildir, diyor.
Troçki gibi E. Çağlı da köylülük, küçük burjuvazi, yani ulusalcı sınıfsal güçler demokratik; anti-emperyalist, anti-faşist devrimlere önderlik edemezler; bu devrimler ancak ve ancak işçi sınıfının iktidara geleceği sosyalist devrim; anti-kapitalist devrim sürecinde gerçekleşebilir diyor.
Sosyalizme; anti-kapitalizme varmayan bir anti-emperyalizm, anti-faşizm, demokratik devrim, işçi sınıfını burjuva düzene hapsetmektir, sosyalizme geçişin önünde Çin Seddi kurmaktır, diyor.
Troçki gibi E. Çağlı da “Günümüzde de ... kapitalist dünyadaki eşitsizlik ilişkileri yine bir çeşit “yeni sömürgecilik” olarak sunuluyor ve böylece küçük-burjuva sol anlayışların yanılgılar çarkı aynı şekilde işletilmeye devam ediliyor...” derken, günümüzde, emperyalist çağda artık sömürgecilik kalmamıştır; emperyalist ülkelerle, hala yarı-sömürge, yeni-sömürge olan ülkeler arasındaki ilişki “eşitsizlik ilişkileri”dir ve bu nedenle çağımızda devrim her koşul altında anti-kapitalisttir, sosyalisttir, diyor.
Kapitalizmi, serbest rekabetçi ve emperyalizm aşamaları diye değil de “kapitalizmin sömürgeci aşaması ile emperyalist aşaması” diye ayrıştıran ve her iki aşaması arasındaki farkı sömürgeciliğe indirgeyen E. Çağlı, Leninist emperyalizm analizi doğrultusunda hareket eden “genelde dünya ve özelde Türk solunda yanlış siyasal tutumlar”ın gelişmesini, “Brezilya, Arjantin, Türkiye gibi ülkelerin birer yarı-sömürge ya da yeni sömürge olarak nitelenmesi”ni Troçki’nin yolundan gitmemenin bir sonucu olarak görüyor.
Troçki’nin yolundan gidilseydi acaba ne olurdu?
Ne Ekim Devrimi ne de Çin Devrimi gerçekleşirdi. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir devrim gerçekleşmezdi.
E. Çağlı’nın önerdiği yol bu.
Devam edecek
DEĞİŞEN GÜÇLER DENGESİNİN JEOPOLİTİĞİ
TÜRKİYE-ABD-AB-RUSYA VE ÇİN İLİŞKİLERİ
Kaynak:
1)Güneş Gümüş; Türkiye Emperyalist Hiyerarşinin Neresinde?, 30 Temmuz 2019, “Sosyalist Gündem”.
2) Agy.
3) Agy.
4) Agy.
5) Agy.
6)Güneş Gümüş; “Alt-Emperyalizm Tartışmaları: Ezber Bozmayı Bilmek”, 8 Eylül 2020, “Sosyalist Gündem”.
7) Agy.
8)Elif Çağlı; “Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye”, bölüm 1. 28 Temmuz 2009.
9)Agy.
10) Agy.
11)Lenin; “...Emperyalizm”,C. 22, s. 344/345.
12)Lenin; agk, s. 264.
13)Lenin; agk, s. 267.
14) UNCTAD: Aktaran; R. Falk; “Die heimliche Kolonialmacht - Bundesrepublik und die Dritte Welt”, s. 101. Köln, 1985.
15)E. Hoca; “Imperialismus und Revolution”, s. 130.
16)Bu veriler için bkz.: İbrahim Okçuoğlu; Günümüzde Emperyalizm (Sermaye ve Üretimin Uluslararasılaşma Süreci), BÖLÜM V; Emperyalist Küreselleşme, Yeni Sömürgecilik ve Global Governance), Akademi Yayınları, Kasım 2011.
17)Lenin, İki Taktik, s. 79.
18) Çin Devriminde Sınıfsal İlişkiler, 3 Nisan 1927
https://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2021/06/trocki-ve-gunumuzde-trockistler-neyi.html
Hiç yorum yok