Header Ads

Header ADS

Türkiye sosyalistlerinin faşizmle imtihanı (1923-1970)

Yaşar Ayaşlı

Dünyada faşizm kadar muğlaklaştırılan, gün günden anlam kaybına uğratılan çok az kavram vardır. Faşizmden herkes başka bir şey anlıyor, kimi lafını etmemek için bin dereden su getiriyor, kimi sağ siyasetlerin tümünü bu adla anıyor, kimi de olur olmaz her şeye “sol faşizm”, “liberal faşizm”, “ekolojik faşizm”, “erkek faşizmi”, “hayvan faşizmi”, “trafik faşizmi”, “ekonomik faşizm” gibi kulplar takıyor.

Faşizm sözcüğünü terk edenlerin başında faşistlerin kendileri gelir. 1945 büyük bozgunundan beri dünyadaki faşist partilerin çok azı faşist olduğunu kabul etme cesareti gösterebiliyor. Türk aşırı sağı da hiçbir zaman faşizmi açıktan sahiplenmedi. 1960’ların sonunda MHP militanları kendilerine “Milliyetçi Toplumcu” derlerdi. Bunun “Nasyonal Sosyalist”in Türkçesi olduğu deşifre edilince bundan vazgeçtiler ve Dokuz Işık Doktrini’nin ikinci maddesindeki “ülkücü/ülkücülük” tabirini kullanmaya başladılar. Alparslan Türkeş, “Milliyetçi Toplumcu deyimi, aynı zamanda düşmanlarımızın elinde bir silahtır. Bizi, Nazi veya Faşist diye karalamalarına malzeme olarak kullanılmaktadır” diyerek yasak getirdi. Çıkış yolu Nasyonal Sosyalizmi ve Faşizmi “gayri milli” ilan etmekte bulundu: “Faşizm İtalya’ya mahsus korporatif bir sistemdir. Manevi görüş bakımından faşizm ‘Katolik’, Nazizm ‘anti-klerikal’dır (dine karşı). Bunlar zaaf ve kuvvetiyle başka cemiyetlerin, başka milletlerin düzenleridir.”[1] Daha Atatürk döneminde komünizmi “yabancı bir faktör” olarak ilan eden egemen akıl, bu defa da aynı formülü “faşizm”e uyguladı.

Ana akım siyaset geriye doğru faşizmin (ve komünizmin) bizde karşılığı bulunmayan bir “yabancı ideoloji” olduğu söylemine bağlı kaldı. Irkçı olsun, İslamcı ya da militarist olsun, faşistlerin tümü ülkede böyle bir olgu yokmuş gibi davranarak terim olarak kullanmaktan imtina ettiler.

21. yüzyıla girildikten sonra Tayyip Erdoğan bu geleneği kısmen bozdu. 2017 Anayasa referandumu arifesinde Almanya ve Hollanda’yı Nazizm’i geri getirmekle suçlarken, geleneksel Türk politik söyleminin dışına çıktı. Almanya ve Hollanda hükümetlerine hitaben, “Siz ‘Tayyip Erdoğan diktatör’ dediğiniz sürece, Tayyip Erdoğan sizlere ‘faşist’ de diyecek, ‘Nazi’ de diyecek” sözleriyle karşılık verdi.[2] Faşist suçlamasını yalnız dış siyasette değil, iç siyasette de kullandı: Eski ve yeni CHP’yi, Gezi katılımcılarını, hatta Cumhur İttifakı öncesinde MHP’yi faşist olmakla suçladı. Siyasi çizgisinin ne olduğu, gerçekten öyle olup olmadığı Erdoğan’ı ilgilendirmiyordu, o anda kimi hasım görüyorsa silahını ona doğrultuyordu.

Tek partili dönem

Tarihsel TKP’yi faşizm konusunda hatalı tutum almaya yönelten etkenlerin başında, Kemalizm’i hasım değil müttefik olarak görmesi gelir.[3] 1925’ten öldüğü tarihe kadar Şefik Hüsnü’nün liderliğini yaptığı TKP, Komintern yönetiminden gelen eleştirilere ve mücadeleyi sertleştirmeyi öngören “Üçüncü Dönem” (1928-1935) politikalarına ayak uydurarak, yalnız bu yıllar arasında Kemalist iktidarı, “kişisel diktatörlük rejimi”, “karşıdevrimci”, “yerli büyük burjuvazi ve büyük toprak ağalarının açık diktatörlüğü” olarak değerlendirmiş, onun haricinde “devrimci küçük burjuvazinin ideolojisi ve iktidarı” olarak görmeyi sürdürmüştür.[4] Bazı kesitlerde desteklenmesi gereken dost bir güç olarak benimsenen Kemalist iktidardan burjuva demokratik devrimi tamamlaması beklenmiş, buna bağlı olarak da kendi içindeki faşist oluşumları kusarak tasfiye edebileceği umulmuştur. Komintern yönetiminin bunda hata payı elbette vardır, ancak TKP’nin Mustafa Kemal’e ve CHP iktidarına yaklaşımını sırf bununla açıklamak doğru olmaz. Aksi halde, ne Komintern yöneticileri tarafından sınıf işbirliği çizgisi izlemek ve “yabancı kapitalizme karşı ulusal kapitalizmin gelişmesini desteklemek”le (D. Z. Maniuliski)[5] eleştirilmesini ne de kendi iktidarlarını devrilmesi gereken düşmanlar olarak gören aynı kategorideki komünist partilerin neden böyle bir çizgi izlemediklerini açıklayamayız.  

Komintern, Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne karşı Almanya’ya yanaşmasına bahane edememesi gerekçesiyle, TKP’nin kendi bünyesinden ayrılarak faaliyet göstermesini kararlaştırır. “Seperat” veya “desantralizasyon” denen bu kararla birlikte, TKP 20 Ağustos 1936 tarihinde yeni bir politika benimseyecek ve “faşizme karşı en geniş birliği kurmak, demokratik halk cephesini oluşturmak” adına, “bütün faaliyetlerini herkesin gözü önünde, legal olarak yapacağını” ve hükümetin “milli bağımsızlığına ve halkın yararına olan bütün icraatını” destekleyeceğini açıklayacaktır.[6] Bu karar Komintern yönetimi kadar TKP açısından da eleştirilmesi gereken vahim bir hatadır. Çünkü, kendi kendini fesheden Merkez Komitesi “Partiye bağlı gizli işçi sendikaları ve gizli Komünist Gençlik Teşkilatı”nı kaldırarak üyelerini mevcut işçi ve gençlik teşkilatlarına girmekle görevlendirir.[7] Merkez Komitesi üyesi Mihri Belli olası bir Nazi işgaline karşı savaşmak üzere Türk ordusuna teğmen rütbesiyle asker yazılır. Bu adımı atmakla TKP, yalnız programındaki “Türkiye Komünist Partisi iktidarda bulunan Halk Partisi’ne karşı barışmaz azimkârane bir tarzda mücadele eder” hükmünü çiğnemekle kalmıyor, az sayıdaki hücrelerini ve üyelerini deşifre ederek kendisini fiilen tasfiye etmiş oluyordu. 1936-1943 arasında beş yıl boyunca yeraltından vazgeçerek kadrolarını darbelere açık hale getirecektir. Bu bile Kemalist hükümetleri katı tutumundan vazgeçirmeye yetmeyecek, art arda 1938’de Donanma ve Harp Okulu (Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kerim Korcan vb.), 1944 (65 kişi) ve 1945 (Mihri Belli ve 28 kişinin ceza aldığı) tutuklamaları gerçekleştirilecektir. Açık faaliyetin zararı yanında bir faydası olmuşsa, Nazizm hayranı işbirlikçilerin cirit attığı bir dönemde, sonraki sol kuşakların yetişmesine katkıda bulunacak bir anti-faşist (yarı sosyalist, yarı sol Kemalist) aydın kuşağı yetiştirmesi noktasında olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Saraçoğlu Hükümeti’nin Nazi yanlısı bir politika izleyerek kapıları Almanya’ya iyice açması üzerine, Sovyetler Birliği TKP’yi anti-faşist mücadeleyi yükseltmeye çağırır. Bunun üzerine Şefik Hüsnü, 1943’te Saraçoğlu Hükümeti’ni devirmeye çağıran “1943 Platformu” başlıklı bir yazı kaleme alır. Güçsüzlük bu defa da Saraçoğlu’nun gidip, yerine ABD ve İngiltere yanlısı bir hükümetin gelmesi hayallerini besler. Bunu takiben faşizme karşı geniş bir teşhir kampanyası başlatılır. Ataklığıyla bilinen Mihri Belli, partilileri “bütün ilerici yurtsever güçlerle dayanışma halinde faşizme ve vurgunculuğa karşı mücadeleyi yükseltmeye” çağırır. Ağır baskılar altında yürütülen anti-faşist mücadele karşısında iktidarın cevabı yine değişmez: 1944-1945 yıllarında geniş tutuklamalar ve 1945’te Tan Matbaası’nın basılıp yakılması gündeme gelir.

Çok partili dönem

Savaş bittikten sonra burjuvazinin ve toprak ağalarının bir kanadının partisi CHP’nin kendisine karşı hasmane tutumundan ders çıkartmayan bazı TKP mensupları ve yörüngesindeki aydınlar, bu defa da demokrasi umdukları yeni kurulan Demokrat Parti (DP) hakkında hayal beslemeye başlarlar ve CHP’ye karşı DP muhalefetiyle diyalog arayışına girerler. Dünyada faşizm yenildiğine göre, Avrupa gibi Türkiye’ye de demokrasi geleceği umudu taşırlar. Mehmet Ali Aybar, karı koca Serteller, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Adnan Cemgil ve Niyazi Berkes gibi sosyalistler DP önderleriyle ilişki kurarlar, hatta deşifre olmamış bazı kadrolar Demokrat Parti teşkilatlarına kaydolurlar.

DP ise iktidara gelir gelmez CHP’nin bıraktığı yerden devam edecek, Türkiye’yi ABD dış politikasının aktif bir uzantısı haline getirecektir. 1950 yılında Kore Savaşı’na asker gönderilmesi, bir yıl sonra NATO’ya katılması (vb.) Menderes iktidarının sahih yüzüdür. Soğuk Savaş’ın tarafı haline gelmesiyle birlikte, TKP’yi Sovyetler Birliği’nin uzantısı, beşinci kol faaliyeti yürüten ezilecek bir iç düşman olarak görmeye başlar. Birkaç yıl önceki flörtlerini unutan DP ileri gelenleri çok geçmeden TKP’yi tümden ortadan kaldırmaya yönelik 1951-1952 Tevkifatını gerçekleştirirler. 187 kişinin tutuklandığı bu tevkifat, TKP’nin tarihinde o güne kadar gördüğü en büyük operasyondur. Merkez Komitesi üyeleri Dr. Şefik Hüsnü Değmer, Zeki Baştımar, Reşat Fuat Baraner, Mehmet Bozışık, Halil Yalçınkaya, Mihri Belli dahil, üyelerinin çoğunluğu tutuklanmışlardır. Bu arada cezaevinde Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat kanadı ile partinin çökmesinden sorumlu tutulan Zeki Baştımar kanadı arasında, kökleri eskiye dayanan tartışma bölünmeyle sonuçlanacaktır.[8]

Cezaevinden çıktıktan sonra daha mücadeleci kanatta yer alan Reşat Fuat, Mihri Belli (vb.) yurtdışına çıkmayı reddedince, Zeki Baştımar tarafı Sovyetler Birliği’ne gider ve İsmail Bilen’le birlikte TKP Dış Büro’yu kurarlar. Avrupa’dan yayın yapan “Bizim Radyo” ile kendini ifade eden “Dış Büro” (TKP), ülkede karşılığı olmayan Moskova güdümlü bir mülteci grubu olarak kalırken, ülkede kalan Milli Demokratik Devrim (MDD) tezini savunan Reşat Fuat (1900-1968), Mihri Belli, Şevki Akşit kanadı yükselen devrimci gençlik hareketi içinde etkili olurlar. Burjuva demokratik devrim tamamlanmadığı gerekçesiyle sosyalizmi geleceğe erteleyen MDD teorisi, devrimde önderliği işçi sınıfına değil, 27 Mayıs’tan daha ileriye gideceği umulan asker-sivil aydın zümre diye tabir edilen sol Kemalist aydınlara ve orduya bırakır. Bundan dolayı bütün enerji Kemalizm’i referans alan Yön (daha sonra Devrim) hareketiyle güç birliği yönünde kullanılacaktır.

Sol Kemalist Yön/Devrim dergileri ile MDD’ci sosyalist Türk Solu, kalkınmacılık (kapitalist olmayan kalkınma yolu) ve Kemalist ordunun “devrimci geleneği” gibi görüşlerde anlaşmaktaydılar. Buna karşı çıkan TİP kanadıysa (Aybar ve Boran) “sosyalist devrim”in parlamenter yoldan gerçekleşeceği tezini savunuyordu.[9] Şubat 1964’te İzmir’de yapılan I. Büyük Kongre’de kabul edilen “kapitalist olmayan kalkınma yolu” ve “Milli Kuvvetler (Kuvai Milliyeci) Demokrasisi” programı, iki taraf arasında bir nitelik farkı olmadığını gösteriyor. Hepsi de nihayetinde revizyonist SBKP tarafından bağımsızlığına yeni kavuşmuş Asya ve Afrika ülkeleri için formüle edilen “milli burjuvazi” ve “yurtsever subaylar” önderliğinde gerçekleştirilecek “kapitalist olmayan kalkınma yolu” çizgisinde buluşmaktaydılar. Dolayısıyla MDD’yi temsil eden partisiz Mihri Belli kanadı (“asker-sivil aydın zümre”) ile Hikmet Kıvılcımlı (“İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz”) görece daha solda olmalarına rağmen, “sosyalist devrim”ci Boran-Aren kanadı ile birbirlerine sanıldığı kadar uzak değildiler. Aralarındaki fark sosyalizmin yolunun sol darbecilerle birlikte mi, yoksa parlamentoda çoğunluk kazanılarak mı açılacağı noktasında düğümleniyordu.

Ağır koşullarda ve sıkı takip altında mücadele etmelerine rağmen Amerikancı bir parlamentodan veya NATO ordusundan devrim çıkabileceğini uman, yeraltına ve devrimci şiddete uzak duran her iki tarafın da faşizme karşı tutarlı bir mücadele hattı izlemeleri mümkün değildi. Marksizm, sol Kemalizm ve parlamentarizm karışımı bir tür kalkınmacı anti-emperyalizmden, tutarlı bir anti-faşizm (anti-kapitalist) beklenemezdi.

Türkiye’de 1960 sonrasında Mehmet Ali Aybar, Behice Boran gibi TİP’e başkanlık yapmış liderler, faşizme ve emperyalizme karşı mücadeleye hep parlamenter mücadelenin penceresinden baktılar. 1960’tan 1970’e uzanan kesitte işçi sınıfının ve öğrenci gençliğin militan eylemlerine, anti-NATO gösterilere, fabrika/toprak/üniversite işgallerine partiyi karıştırmadılar. Demirel iktidarının bu tür eylemleri sola saldırmak için bahane olarak kullanmasından ve partiyi kapatmasından çekiniyorlardı. Devrimci gençlerin faşistlerin silahlı saldırılarına karşı kendilerini savunmalarına bile, “aman uslu durun faşizm gelir” diyerek karşı çıktılar. 1969 sonrasında örgütlü faşist şiddete misliyle karşılık vermeye karşı çıkarak, bunu faşizmi davet eden provokatif bir tavır olarak gördüler. Anti-faşist mücadele iktidara ve sermayeye karşı mücadeleden koparıldı ve komünist partinin yasallık kazanması, TCK’deki 141/142. maddelerin yürürlükten kaldırılması gibi hukuki meselelere indirgendi.

1950’de DP’nin iktidara gelmesini “karşıdevrimin başlangıcı”, 27 Mayıs darbesini “devrim” olarak işaretleyen MDD’ci kamptaki “eski tüfek”lerse, faşizmi ve dinsel gericiliği devlet üzerindeki Kemalist kontrolün gevşemesinden doğan boşluğu doldurarak gelişen bir olgu olarak algıladılar. Sınıflar üstü devlet ve ordu tahlillerini savundukları sürece H. Kıvılcımlı, M. Belli, D. Perinçek ve B. Boran, faşizme karşı aktif devrimci mücadele yürütemezlerdi, yürütmediler de zaten.

Devam edecek

Dipnotlar:

[1] Alparslan Türkeş, Yeni Ufuklara Doğru, Kamer yayınları, 1995-İstanbul, s.106.

[2] Cumhuriyet.com.tr,24.3.2017

[3] Tarihsel TKP denince, yalnız 100-200 kişi arasında değişen kadro ve ileri sempatizan anlaşılmamalı, buna çevresindeki sempatizanlar, aydınlar ve sanatçılar da katılmalıdır. O dönemde sosyalist ve ilerici sol ağırlıklı olarak TKP ve çevresi tarafından temsil ediliyordu.

[4] Bkz: Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-II (1925-1936)

[5] Aktaran Mete Tuncay, Türkiye’de Sol akımlar, Bilgi Yayınevi, Ankara-1978, s. 349.

[6] Haluk Yurtsever likidasyonun “Seperat” kararından önce gerçekleştiğini söylüyor (Bkz. Yükseliş ve Düşüş,Türkiye Solu 1960-1980)

[7] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-II (1925-1936), BDS Yayınları, İstanbul, 1992, s. 126.

[8] Şefik Hüsnü 1959’da Manisa’da sürgünde iken, ikinci en kıdemli Merkez Komitesi üyesi Reşat Fuat 1968’de hayatlarını kaybediyorlar.

[9] Leninizm’e açık tavır alan Aybar “demokratik sosyalist” bir çizgiden yanayken, Moskova’ya yakın duran B. Boran parlamenter yolu Marksist söylemle dile getiriyordu.

https://sendika.org/2021/06/turkiye-sosyalistlerinin-fasizmle-imtihani-1923-1970-623731


Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.