Faşizmin cazibesi mi, zorbalığı mı?
7 Mayıs 2021
Terörü faşizmin olmazsa olmaz unsuru olarak gören Dimitrov, faşizmin hegemonyasını burjuva demokrasilerinde olduğu gibi rıza (“insani tercih”) ile sağladığına inanan liberal tarihçiler tarafından sıklıkla eleştirilmiştir. Böyleleri bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki egemenliğinin esas olarak zora dayandığını, rızanın örgütlenmesi anlamında kullanılan hegemonyanın burjuva demokrasilerinde dahi baskı ve zordan azade olmadığını görmezden gelirler.
Kitlelerin faşizme ilgisini toplumsal sorunlara makul çözümler önermesiyle açıklayan G. Mosse, “faşizmi ancak çok iyi kavrarsak, cazibesini ve gücünü layıkıyla değerlendirebiliriz” demiştir.[1] R. O. Paxton, Faşizmin Anatomisi adlı kitabında, Komintern’in, “faşizmin kendine has köklerini ve insanlar üzerindeki cazibesini inkâr ettiği”ni,[2] “daha da kötüsü… insani tercih boyutunu görmezden geldiği”ni yazmıştır.[3] Bu görüşün Türkiye temsilciliğini üstlenmiş görünen Tanıl Bora’ysa “Sosyalist ruhban” diye makaraya aldığı “Dimitrovgiller”i eleştirir:
Faşizm, Frankfurt Eleştirel Okulu’nun temsilcilerinin ızdırapla söyleyip durdukları gibi, baskılanmış, iradesizleştirilmiş, rüşdsüzleştirilmiş kitlelerin baskıcı, iradesizleştirici, rüşdsüzleştirici bir düzene şevkle katılmalarını sağladığı için vahim ve trajiktir. Bu vahamet ve trajedideki çileden çıkarıcı saçmalık, sosyalist ruhbanı, faşizmin bu sırrını -eninde sonunda sermayenin tasarladığı- muazzam bir ‘kandırmaca’ ve yanlış-bilinç olarak tasvir etmeye itmiştir. [4]
Ortak özellikleri faşizm ile sermaye sınıfı arasında bağlantı kurulmasına karşı çıkmak olan bu yazarlara kalırsa, faşizmi sırtlarında iktidara taşıyanlar egemenler değil, egemen olunanlardır. Paxton ve Mosse’nin “insani tercih boyutu” veya “cazibe”, Bora’nın “düzene şevkle katılma” dediği şeyin nirengi noktası burasıdır.
Geriye doğru gidersek faşizmi Alman halkının arzuladığını söyleyerek suçu halka yükleyenlerin babasının Wilhelm Reich olduğunu görürüz: “Kitleler aldatılmadı, faşizmi arzuladılar.” Reich, her şeyi “küçük adam”ın sırtına yükler: “Faşizm, ortalama adamın akıldışı nitelikteki bütün tepkilerinin toplamıdır.”[5]
Hiç kimse Alman halkının (İtalya veya diğerlerinin) masum olduğunu, Nazizm’in suçlarından sorumlu tutulamayacağını söyleyemez, söylememelidir. Saf, temiz, özünde iyi halk (kitleler) diye bir şey yoktur. Milyonlarca insan Hitler faşizminin peşinden gitti, isteyerek ya da istemeyerek onun suçlarına ortak oldu. Almanların çoğunluğunun Nazizm’in çöküşünü kurtuluş olarak değil, Almanya’nın mağlubiyeti olarak algılaması bir özdeşleşmeydi. Ancak Alman finans kapitali, bürokrasisi, generalleri hakkında bir şey demezken, asıl sebepmişçesine suçu kitlelere yüklemek, koyun metaforu üzerinden akıl yürütmek doğru değildir.[6] Koyun her zaman koyundur, ama kitleler her zaman koyun değildir. Alman halkının tarihi 1930-1945 arasından ibaret değildir. Faşizm, devrimlerin yenilgilerinin üzerine oturmuştur. Nazizm’in belkemiğini kıran Kızılordu ve Sovyet partizanlarıdır. Faşistler İtalya’da, İspanya’da, Yunanistan’da, Fransa’da, Belçika’da, Bulgaristan’da, Arnavutluk’ta, Yugoslavya’da (vb.) partizan savaşlarıyla karşılanmışlardır. Japon faşizmini yenilgiye uğratan en başta ÇKP önderliğindeki direniş güçleridir. Bunlar tabloya dahil edilmezlerse çarpık bir görüntü ortaya çıkar.
Avrupa’da faşizmin yükselişinde “öznellik alanı” kadar, “nesnellik alanı” da etkili olmuştur. Bir yanda laçkalaşmış devletler, savaş ve kriz vurgunu hoşnutsuz kitleler, Versay utancının körüklediği milliyetçi öfke, yenilmiş veya güçten düşmüş sosyalist hareketler. Öte yanda serseri mayın gibi ortalıkta dolaşan savaş artığı askerler ve faşist çeteleri destekleyip iktidara gelmeleri için el uzatan sabık iktidarlar.
Her kim ki, faşizmin iktidara gelişinde, sermayenin savaş hazırlıklarını, agresif milliyetçiliğin kabarışını, liberal sistemin çöküşünü görmezden gelip, parmağını yalnız W. Reich’ın “küçük adam”ının “yukarıdakilere, yönetenlere, bilenlere (entelektüellere), zenginlere karşı parlayan kör öfkesi”ne, “o kör haliyle pohpohlanması”na, “okşanması”na[7] doğrultursa, kendini ikincil/üçüncül öğelerle sınırlamış, bilerek veya bilmeyerek esas suçlu olan faşistlerin ardındaki tekelleri göz ardı etmiş olur.
Bunları derken faşist partinin, en başta faşist lider(ler)in kitlelere cazip gelen yönleri olmadığını söylemek istemiyoruz. Siyasetin estetize edilmesi, ulusal ve sosyal demagoji yoluyla halkın talep ve özlemlerine seslenilmesi, duygular ve önyargılarla ustaca oynanması faşistlerin halkı etkileme yöntemleridir. G. Lukacs’ın dediği gibi, faşistler muhalefetteyken gerçekleştirmeleri mümkün olmayan bol vaatlerde bulunurlar. Örneğin, “Kiracılara kira indirimi, ev sahiplerine zam, işçilere ücretlerde artış, kapitalistlere ücretleri düşürme” sözü verirler. Propaganda silahını çok iyi kullanan Naziler, Alman finans kapitalinin çıkarlarını, çaresizlik içinde sarılacak dal arayan kitlelere kendi çıkarlarıymış gibi yutturdular. Sosyo-psikolojik süreçleri kavrayıp, nabza göre şerbet vermeleri başarılarını kolaylaştırdı. Hitler Kavgam’da, “Propagandada sanat, düşünce gücünün çatıştığı hallerde, içgüdünün hakimiyeti altındaki büyük toplulukların uluşabileceği bir noktaya gelerek, psikolojik yönden uygun bir şekil alıp çevrenin kalbine girecek yolu bulmaktır”[8] demektedir.
Ancak mesele bu kadarla sınırlı değildir. Her siyasi akımın kendine göre bir propaganda ve örgütlenme anlayışı, kitlelerle ilişkilenme tarzı vardır. Gözden kaçırılan asıl nokta burasıdır.
Terörün stratejik işlevi
Terörü faşizmin olmazsa olmaz unsuru olarak gören Dimitrov, faşizmin hegemonyasını burjuva demokrasilerinde olduğu gibi rıza (“insani tercih”) ile sağladığına inanan liberal tarihçiler tarafından sıklıkla eleştirilmiştir. Böyleleri bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki egemenliğinin esas olarak zora dayandığını, rızanın örgütlenmesi anlamında kullanılan hegemonyanın burjuva demokrasilerinde dahi baskı ve zordan azade olmadığını görmezden gelirler. Kitlelerle ilişkinin faşist ve “burjuva demokratik” tarzları arasındaki fark var mıdır, yok mudur? Bizce vardır: Faşizmde kitlelerin muvafakati tali ve tabi, fiziksel ve psikolojik şiddet esastır.
Elbette faşist partiler de diğer tüm partiler gibi kitlelerin onayını almaya çalışırlar. Ama bunu mümkünse ikna ederek, değilse zorla yaparlar. İtalya ve Almanya’da süreklilik arz eden paramiliter eylemler (baskınlar, linçler, sokak savaşları) muhalifleri sindirmenin ötesinde bir muhtevaya sahiptir. Faşistler kitleleri örgütsel ve ideolojik bakımdan etkilemek için terör destekli propaganda yöntemini kullanırlar. Roger Bourderon bunu kısaca “Terörist güç gösterisi bir propaganda biçimi” idi ve “inandırma” işi “zorlamaya dayanıyordu” diye açıklar.[9] İdeolojik ve politik hegemonya aracı olarak propaganda etki gücünü, arkasına aldığı terör ve sindirme yöntemlerinden alır.
R. Eatwell ve R. Griffin gibi liberal yazarlar meselenin bu yanını görmedikleri için Michael Mann tarafından eleştirilmişlerdir:
Eatwell bile faşizmin sadece ‘bazen’ şiddete başvurduğunu söylerken, Griffin de onun apaçık gaddar şiddeti ve paramilitarizmine sessiz kalarak, faşizmi sterilize eder.[10]
Faşizm üzerine geniş araştırmalar yapmış G. L. Mosse, E. Gentile ve Z. Sternhell’i aynı noktadan eleştirenlerden biri de Enzo Traverso’dur. İdeolojiyi, temsilleri ve kültürü eksen alan Mosse ve Gentile’nin, İtalya ile ilgili çalışmalarında faşizmin zorbalığını gözden kaçırdıklarını belirtmiştir. Mosse, “Faşizmin terörle/korkutarak yönettiği yönündeki yaygın inancın bile değiştirilmesi gerektiği”ni, “Tam tersine toplumsal bir uzlaşı inşa ettiği”ni ileri sürer.[11] “Zorbalığı faşizmin kurucu öğelerinin dışında bırakan” Sternhell ise, şiddeti “ideolojiden kaynaklanan ikincil bir görüngü sayar.” Traverso, bu yazarlar hakkında şu hükme varır: “Aralarında hiçbiri, esasen zorbalığı faşizmin, kitlesel baskı, temerküzcü [toplama kampçı] sistem veya toplu imhacı biçimde sergilenen ayrılmaz bir özelliği olarak tarif etmez.” [12]
Togliatti, 1934’te, “Faşist diktatörlüğün yığınlarla ilişkilerinde en önemli özellik, işte bu kaba kuvvet ve terör yöntemlerini, yığınları faşistlerce yaratılmış bir örgüt içinde toplamaya yönelik daha az zorlayıcı yöntemlerle birleştirmektir” demiştir.[13]
Faşistler “kitle çalışması”nı sivil toplumcu tahayyüldeki gibi terörden arındırılmış bir “saf demokrasi” ortamında yürütüyor değildiler. “Cazibe”lerinin yarısı nabza göre şerbet vermekse, yarısı da zorbalık ve üretilmiş korkulardı. Zaten öyle olmasa onlara faşist değil liberal dememiz gerekecekti. Alman siyaset bilimci George Fülberth, Hitlercilerin iktidara gelmeden önce “proleter kesimlerin ele geçirilmesi ve karşıtların gözünü korkutmak için sokak terörünü” stratejik bir araç olarak kullandıklarını söylemektedir. “…SA ve SS saldırgan iç savaş ordularıydılar. SA, Berlin’de Goebbels’den işçilerin toplantılarına saldırma görevi aldı. Şu strateji tek tek kırsal işçi semtlerinde de uygulandı: Kışkırt, sonra ‘ortalığı toparla’. Mesele korku yayma yoluyla, şiddete dayanarak hegemonya kurmaktı.”[14]
T. Bora, kitabını çevirdiği V. Klemperer’in söylediklerini hatırlamalıydı:
“Hitler yükselişinden, yer aldığı toplantılardaki ilk büyük başarılarından bahsederken, en az kendi hatiplik meselesi kadar, buralarda tertibat alan adamlarının kavgacılığını metheder -o küçük gruptan çok geçmeden SA çıkmıştır. Görevleri yalın zorbalık olan, toplantı esnasında politik hasımlarının üzerine saldırmak ve onları salondan sürüp çıkarmakla görevli ‘kahverengi hücum kıtaları’: Halkın kalbini kazanma mücadelesinde onun esas yardımcıları onlardır, düşmanın üstün güçlerini alt eden kanlar içindeki muzafferler olarak, tarihsel salon muharebelerinin timsalleşmiş yiğitleri olarak tasvir ettiği ilk kahramanlar onlardır. Benzer tasvirlere, benzer zihniyete ve benzer kelime hazinesine Goebbels’in Berlin’i ele geçirme mücadelesini anlatışında da rastlarız. Muzaffer olan manevi güç değildir, hatta teorik araçlarıyla iğfal ederek de ulaşmamıştır yeni öğreti neticeye, SA’nın ilk adamlarının, ‘eski muhariplerin’ kahramanlıklarıyla ulaşmıştır.”(abç)[15]
Naziler iktidara halkın çoğunluğunun desteğiyle gelmediler. Weimar Cumhuriyeti’nin son günlerinde aldıkları oy toplam seçmenin üçte birinden biraz fazlaydı. Dönüm noktası Hitler’in şansölyeliğe gelmesiyle başlar. İktidara geldikten sonra kendileri dışındaki partileri, sendikaları, dernekleri kapattılar. Muhalif olanlar paramiliter güçlerin tehdit ve şiddetiyle susturulunca yasal muhalefet diye bir şey kalmadı. Artık provokasyonlar ve terörist caydırma yöntemleri daha etkindir, çünkü devlet eliyle yürütülmektedir:
Siyasi muhalifler kamuya açık yerlerde öldürüldüler. Komünistler, sosyal demokratlar ve Hitler’in diğer muhalifleri, ‘kahverengi evlerde’ ve faşist birliklerin toplandığı başka yerlerde maruz kaldıkları işkencelerin izlerini taşıyarak evlerine, işyerlerine ve fabrikalarına ibret olsun diye geri gönderildiler. Pek çok örnekte toplama kampları kentlerin ve sanayi bölgelerinin yakınlarında kurulmuştu, böylece bu kamplarda olup bitenler, daha sonra kurulan ve isimleri kötü bir ün kazanan toplama kamplarında yaşananlardan daha iyi bilinecekti. İlk Komünistler, Reichstag yangını davasından önce mahkeme tarafından ölüm cezasına çarptırılmışlardı.[16]
Demek ki, Dimitrov’un faşist rejimleri siyasal gangsterlik, provokasyon ve işkence sistemi diye tarif etmesinin, liberallerce “kitlesel cazibesi”ni gölgede bıraktığı gerekçesiyle eleştirilmesi haklı ve yerinde değildir.[17] Hitler ideolojik-siyasi kimliğinden arındırıldığında, geriye gerçekten de bir gangster taslağı, mafya babası kalır. Dahası, “hiçbir şeyle caydırılamayan ve hiçbir noktada durmayan acımasız bir kabadayı delikanlı tipi yetiştirmeyi planlamıştı”[18] Brecht’in, Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi’nde, Hitler’in iktidara yürüyüşü ile Al Capone’un öyküsü arasında paralellik kurması yerinde bir benzetmedir.[19] İkisinin de mantığı aynıdır:
Rauschning toplama kamplarında süren acımasızlıklara yönelik itirazları dile getirdi. Hitler’in yanıtı ise: ‘Vahşilik saygı görür… Sokaktaki sıradan adam yalnızca vahşi güce ve acımasızlığa saygı duyar… İnsanların yararlı bir korku durumunda tutulması gerekir. Bir şeyden korkmak isterler… Vahşilik karşısında yaygara koparmanın ve işkenceler karşısında öfkelenmenin ne anlamı var? Bunu kitleler istedi. Onlar kendilerine terör ürpertisi verecek bir şey istiyorlar.’[20]
Frankfurt Okulu düşünürleri sosyo-psikolojik süreçlere eğildiklerinde, o zamana kadar üzerinde fazla kafa yorulmamış “faşizmin cazibesi”nin arka planına ışık tutabilirlerdi. Ancak sosyo-psikolojik yönü sosyoekonomik, sosyopolitik bağlamından kopararak, faşizmi psikanalizle, içgüdüyle, cinsellikle açıklamaya kalkınca bu şanslarını kaybettiler.
E. Fromm, faşizmi burjuva ailesinin oluşturucu karakterine indirgerken, Adorno otoriter kişiliği öne çıkarır: “Hitler, geleneksel ‘seven baba’ rolünden uzak durmuş ve onun yerine tehdit edici otoritenin olumsuz bir örneğini koymuştur.”[21] Adorno ve arkadaşları, Alman sisteminin (aile ve okul) “emir alan” bireyler yetiştirerek faşizmin kitlesel temelinin oluşmasına hizmet ettiği düşüncesindeydiler. Onlara göre otoriter aile içindeki katı disiplin ve terbiye, ihtiyaçlarını ve duygularını ifade etmekten aciz, otoriteye boyun eğen çocuklar yetiştirerek faşizme zemin hazırlar. Adorno ve Horkheimer, Reich ve Fromm’dan çıkış yapmakla birlikte, faşizm meselesine tarih felsefesi açısından yaklaşırlar. Onlara göre faşizm teknik akılcılık ve barbarlığın bir arada bulunabileceği aydınlanma diyalektiğinin bir sonucudur. Adorno bunu “evrensel tarih[in] yabanilikten insanlığa doğru değil, sapandan megaton bombasına doğru” ilerlediği metaforuyla ifade eder.
H. Marcuse, sanayi toplumunun refah ve manipülasyon sayesinde kitlelerin uyuşturularak (“iradesizleştirilmiş, rüşdsüzleştirilmiş kitleler”) bireysel çıkışlar dışında her türlü karşı direniş imkanını ortadan kaldırdığını düşünür. W. Reich, faşizm karşısında kitlelerin siyasi köleliğini cinsel baskılara bağlar. Sözde Marx’ın materyalizmini Freud’un psikanaliziyle senteze sokar ve Nazizm’e bağlılığını Alman halkının cinsel baskı altında oluşu ve akli depresyonuyla açıklar. Çözüm yöntemleri arasında komünist partilerin programlarına genç proleterlerin sevişebilecekleri yurtlar açması maddesi bile vardır.
***
Faşizm denince bizim aklımıza önce finans kapital ve zorbalık gelir. Sonrası eklemlenme alanına girer.
Dipnotlar:
[1] Michael Mann, Faşistler, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s.15. Mosse şunu da der: “Faşizmin terörle/korkutarak yönettiği yönündeki yaygın inancın bile değiştirilmesi gerekmektedir. Tam tersine faşizm, ilk başta toplumsal bir uzlaşı inşa etmiştir.” (Constantın Iordachi, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s.111)
[2] R.O.Paxton, Faşizmin Anatomisi, İletişim Yayınları, İstanbul-2014, s. 341.
[3] A.ge., s.342.
[4] Tanıl Bora, “Faşizmin Halleri”, Birikim, Sayı: 133.
[5] Aktaran Roger Dadoun, Faşizmin Analizi içinde, “Wilhelm Reich’ın Çevresinde Faşizmin Gidip Gelmeleri ve Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı”, İnkılap Kitabevi, İstanbul-2016, s.321.
[6] Bkz: T. Bora, “Koyun gibi”, www.birikimdergisi.com
[7] Tanıl Bora, http://www.insanokur.org/fasizm-hakkinda-dort-kucuk-hatirlatma/
[8] A. Hitler, Kavgam, (https://www.academia.edu/8847061/Adolf_Hitler_Kavgam)
[9] Roger Bourderon, Faşizm, Onur Yayınları, 1989-Ankara, s.173-174
[10] Michael Mann, Faşistler, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s.29
[11] George L. Mosse, “Genel Bir Faşizm Teorisine Doğru”, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları içinde, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s.111.
[12] Enzo Traverso, Savaş Alanı Olarak Tarih, Ayrıntı Yayınları, 2013-İstanbul, s. 94.
[13] Aktaran J. Klugman, Giriş, Palmiro Togliatti, Faşizm Üzerine Dersler, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1979-Ankara, s.28.
[14] Georg Fülberth, İncelemeler, Yazılama Yayınevi, İstanbul-2017, s.106
[15] V. Klemperer, LTI Nasyonal Sosyalizmin Dili, İletişim Yayınları, İstanbul-2013, s. 11-12.
[16] A.g.e., s.176.
[17] Constantın Iordachi, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s.26.
[18] G. Lukacs, Aklın Yıkımı II, Payel Yayınları, İstanbul-2006, s. 138.
[19] Kapitalizm için, “egemen sınıfın düzenlediği meşru haraç rejimi” diyen Al Capone bile bunun farkındaydı..
[20] G. Lukacs, Aklın Yıkımı II, Payel Yayınları, İstanbul-2006, s. 349-350.
[21] T. Adorno, “Freudyen Teori ve Faşist Propagandanın Örüntüleri”, Ayrıntı Dergi, 1 Haziran 2017.
Hiç yorum yok