Gün Zileli’nin hatırat mütalaası hakkında
Mütalaasını savunmayla sınırlayacağımdan, kullandığı alt başlıkları ödünç alacağım.
“TİKB’nin kısa tarihçesi”
Kadim Aydınlık teorisyenleri arasında yer alan Gün Zileli’nin daha ilk alt başlıkta yanlış yapmaya başlamasını garipsemedim desem doğru olmaz. Kalemi kuvvetli bir yazar kıyasıya eleştirdiği bir tarihi kısaca anlatırken kaba yanlışlar yapmamaya dikkat etmelidir.
Zileli şöyle diyor: “Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) adlı Marksist-Leninist örgüt, daha bu adı almadan önce, 1971 yılında, Aydınlık Hareketi içinden doğmuştur.” Birinci olarak bizim “Aydınlık Hareketi”nden kopuşumuz 1971 değil, 1970 ortalarıdır. 1971, bizim 12 Mart darbesinden sonra yeraltına çekildiğimiz ve soygun hazırlıkları yaptığımız yıldır.
İkinci olarak Basın Yayın Komünü’nün ilk çekirdeği okul çerçevesinde oluşmuş “nevi şahsına münhasır” devrimci bir çevre iken, en ilerimiz Aktan İnce’nin de etkisiyle Aydınlık bölünmesinde, Beyaz Aydınlık safında yer almıştır. Dolayısıyla, Zileli’nin dediği gibi “Aydınlık Hareketi” içinden doğmamıştır. Yanında yer alırken ve kısa süren beraberliği sırasında zaten ayrılık tohumlarını içinde taşıyordu. Buna tabir caizse eklemlenme diyeceğim.
Basın Yayın Komünü’nün Beyaz Aydınlık ile aynı hamurdan yoğrulmadığını anlamamız uzun sürmedi. Beraber olduğumuz ilk aylardan itibaren aramızda kan uyuşmazlığı olduğu ortaya çıktı. İçimizden bir iki kişi dışındaki komün mensupları alt sınıflardan (öğretmen, esnaf, köylü, işçi vs. çocukları) geliyorlardı. Aydınlıkçıların kaymak tabakası ise üst sınıflardandı. Yönetim kademesi “teorici”, bizim taraf “pratikçi” idi. Yanlış bir “teori” ile ona zıt bir “pratik” uzun süre bir arada olamazdı, olmadı da zaten.
Biz orada burada dövüşürken, PDA üst kadrolarını çoğu zaman yanımızda göremezdik. Mao ve “uzun süreli halk savaşı” diyen bir grubun bu çelişkili durumu kafamızı karıştırıyordu. Çok uzun sürmeden ayrıldık zaten. Zileli’nin “Aydınlık Hareketi içinde herhangi bir ‘ideolojik mücadele’ vermeden, sessizce” ayrıldığımız sözü tam doğru değil. Bir yandan sözde illegal parti kurup, öte yandan sınıf mücadelesi gün günden sertleşirken ve darbe adım adım yaklaşırken legaliteye sıkı sıkı yapışmak bize doğru gelmiyordu. O günün deyişiyle “pasifizm”, “İşçi-Köylü eğitim komiteleri”, “Sosyalist Kurultay”, modern revizyonizm vurgusunu şeytanlaştırma derekesine vardırması, rahatsız edici biçimler alan Mustafa Kemal vurgusu vs. aklımıza yatmıyordu. Oral Çalışlar, Ömer Madra, Pars Esin’den oluşan İşçi-Köylü eğitim komitesinden Özkan Cerit’le birlikte ayrılırken, öteki Aktancılar gibi bunları karınca kararınca dile getirdiğimi hatırlıyorum.
Ciddi bir ideolojik mücadele yürüterek ayrılmadığımız doğru. Bunu, daha 1970 yılındaki bir konuşma esnasında bizim tarafımızdan ayrılmak gerektiği savına karşı, “daha zamanı değil” diyen İbrahim Kaypakkaya yaptı, çok da iyi yaptı.
Aktan İnce maya olarak Kaypakkaya’dan geri kalır biri değildi, onun Aşil topuğu “teori” idi, sonunu getiren de bu oldu.
“Aktan İnce”
Aktan İnce’yi olumlamasına bir şey demem. Aktan İnce’nin “birlikçi tutumu” gibi yanlış bir yönde aradığı olumlu özelliklerini kendisinden çok daha iyi bilirim ve daha sonraki yıllardaki ayrılıklarımıza rağmen hakkını teslim etmekten geri durmam. Aktan’ın payının büyük olduğu işkencede direnme, militanlık gibi Basın Yayın Komünü döneminde başlamış özelliklerini, TİKB kurulduğu 1979 yılından itibaren ve özellikle 12 Eylül faşizmi ortamında korumuş, geliştirmiş ve daha ileri bir noktaya taşımıştır.
Zileli, indirgemeci bir tutumla şöyle diyor:
Beyaz Aydınlık’tan (PDA) yana tavır almasına rağmen Kırmızı Aydınlıkçılar ona saygı gösterirlerdi. Çünkü bölünmeye rağmen birlikten yana bir gençti ve karşı tarafın militanlarıyla arkadaşça bağlarını hiçbir zaman kopartmamıştı.
Basın Yayın Komünü’nü Aktan’a indirgemesi ve “birlikçi tutumu”nu, “Kırmızı Aydınlık”çılardan bahisle, “karşı tarafın militanlarıyla arkadaşça bağlarını hiçbir zaman kopartmaması”na bağlaması hem yanlış hem eksiktir. Bu sadece Aktan İnce’nin değil, daha sonra Hukuk Fakültesi’nden ODTÜ’den katılımlarla genişleyen Basın Yayın Komünü militanlarının hepsi için geçerlidir.
Devrimci eylemlerde ve köy çalışmalarında Beyaz Aydınlıkçılardan daha çok Mahircilerle birlikte olurduk. FKF/Dev-Genç merkezi genellikle SBF’de eyleştiğinden, her eylem ve çatışma durumunda Basın Yayın ekipleri de çağrılırlardı. Örneğin Beyaz Aydınlık saflarında olmama rağmen Gün Zileli, Halil Berktay gibilerle birlikte yer almışlığım olmadığı halde, Hüseyin Cevahir, Sabahattin Kurt ve diğer Kırmızı Aydınlıkçılarla yakın arkadaşlığım olmuştur. Deniz Gezmiş ve bazı arkadaşlarıyla çok daha yakın bir ilişki içindeydik. Dolayısıyla, buradan Aktan “birlikçi tutum”dan yanaymış ama ötekiler değilmiş gibi bir sonuç çıkarmak doğru değildir.
Kendi adıma TİKB öncesi dönemde Aktan İnce’nin hata ve eksiklerinin çoğuna ortak olduğumu reddetmiyorum. Sonradan birlik anlayışını “ilkesiz ve siyasetsiz” bulduğum için eleştirmişimdir. Neden bir örgüt ve dergi adıyla değil de, 1979’a kadar “Aktancılar” diye anıldığımız, hepimizin payı olan ciddi bir kusurumuzdur. Bu bakımdan Zileli’nin, “Oysa bugünden ve sekt oluşturma mantığının dışında baktığımızda Aktan İnce’nin haklı ve doğru bir tutum içinde olduğunu görüyoruz” sözü yerli yerine oturmayan, sorunlu bir cümledir. Tıpkı, HK’den ayrılmamızda en önde yer alan iki kişiden biri olduğu halde, bir süre sonra iç bölünmelerde baş çekmekle kalmayıp, etrafındaki üç beş kişiyle birlikte ayrılan, sonra onlardan da ayrılan Muzaffer Doyum’u bile “birlikçi” göstermesinde olduğu gibi.
Biz THKO ile birleştikten sonra, Gün Zileli’nin de içinde olduğu Aydınlık yazarlarının o zamanlar “halkın sülalesi” diye tabir edilen hareketleri yutmak için icat ettikleri “Proleter Devrimcilerin Birliği” girişimlerini, Aktan’ın ve Aktancıların engellediği gerekçesiyle “Troçkist”, “Kıvılcımlıcı” gibi ağzına geleni söyledikleri günleri kendisi unutmuş olabilir ama biz unutmadık.
Dolayısıyla Zileli, Aktan İnce’yi şimdi değil esas o zamanlar, yani Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP) merkezindeyken sahiplenmeliydi. Kendisi Doğu Perinçek’le omuz omuzaydı ve müdahalesi kabul edilebilecek birisiydi. Dergilerinde Aktan’a veryansın ederlerken neden itiraz etmedi? Zileli, Aydınlık’ın 7 Mart 1980 tarihli baskısında “Erlerin katilleri Yoldaşcan ve Küçükertan”, ertesi gün “Aktancılar, kendilerini ispat için cinayet işliyorlar” diye iri puntolu başlıklar atıp, Osman Yaşar Yoldaşcan’ın sahte kimliğini deşifre ederek ihbar ettiğini bilmiyor olamaz. 1982 yılında Ankara Garı’nın girişinde karşı karşıya geldiğimizde, TİKP önderliğinde böyle bir potansiyel gördüğüm için, bu yüzden selamlaşmak üzere gülümseyen seni sıyırıp oradan hızla uzaklaştım.
“Aydınlık’a bakış”
Zileli şöyle diyor:
Ayaşlı… Aydınlık’a ilişkin tutum ve değerlendirmelerini de sekter buluyorum. Oysa bir hareket, bugünden değil, o günden bakılarak, tefrikçi bir bakış açısıyla doğru değerlendirilebilir. Aydınlık hareketinin bugün geldiği aşırı sağcılığı başından beri öyleymiş gibi ele almak yanlıştır.
Öncelikle, Aydınlık bugün neyse 1970’lerde de oymuş gibi bir görüşe sahip olmadığımı belirteyim. Zileli, beni, “Aydınlık’ı daha 1970’lerin başından itibaren bugünkü gibi bütünüyle olumsuz değerlendirmek” ve “belki biraz da bu harekete kenarından köşesinden bulaşmış olmanın verdiği bir komplekse” sahip olmakla suçlarken yanlış bir saptamada bulunuyor. 1971 öncesinde Mahir’den Deniz’e, İbrahim’e, Perinçek’e kadar herkes birlikteydi ve gerek Aydınlık gerekse İşçi-Köylü MDD’cilerin ortak yayın organlarıydı. Beyaz Aydınlık’la 6-7 ay birlikte hareket etmek neden kompleks yaratsın ki? Asıl komplekse kapılması gereken, Aydınlık’ın 1975’ten sonra adım adım gericileşerek ihbarcılık ve cunta destekçiliği aşamasına kadar gelmesine refakat etmekle kalmayıp, önderlik de eden Zileli’dir. Aydınlık’ın son halini eleştirmekle birlikte, takke düşüp kel göründükten sonra, yani bugün bile onda olumluluklar keşfeden Zileli, bunun üzerinde bir kere daha düşünmelidir.
Önderlik içinde yer alan ve 2000’lere gelinceye kadar bu harekete övgülerini eksik etmeyen Gün Zileli, Aydınlık’ın yaptıklarından ileri derecede sorumludur.
Yeraltında Beş Yıl’da, Zileli’nin “hatırat”ından şu alıntıyı yapmıştım:
1980’den sonra ağır darbe yemiş diğer sol örgütler ise, o sırada hâlâ can derdindeydiler… Aydınlık ise, önderlik düzeyinde yediği darbelere rağmen 12 Eylül’ü hafif sıyrıklarla atlatmış sol örgüt konumundaydı. (Gün Zileli, Sapak, iletişim Yayınlan, İstanbul-2003, s. 150.)
Bu sözleri şöyle cevaplamıştım: “Ayağınla teslim olmayı darbe yemek, 12 Eylül’ü desteklemeyi ise ‘mücadele’den sayarsak, yazar iddiasında haksız da sayılmaz hani…” diye cevaplamıştım (Yeraltında Beş Yıl, Yordam Kitap, 2011, s. 29) Zileli hazır eline kalemi almışken, TİKP’yi “12 Eylül’ü hafif sıyrıklarla atlatmış” tek sol örgüt konumunda gösterirken, neyi kastettiğini biraz açmalıydı.
Neyse, bu konuya girmeyeyim, işin içinden çıkamayız. Çünkü faşist cuntaya açık destek vermeler, ta Almanya’dan gelip teslim olmalar, Perinçek’in mahkemelerdeki ifadeleri, Çalışlar’ın canımıza kastedenlerle dostluk anıları (vb.) uzun tutar.
“Aydınlık Hareketi”ni “Kürt sorununda ve ulusların kaderlerini tayin hakkı konusunda Türkiye solunun tümünden ileri bir konumda olmuş ve bunu 1974 savunmasında net formüllerle ortaya koymuştur” diye övmektedir Zileli. Türkiye devrimci hareketinde en ileri anlayışı savunma onuru kendilerine değil, TİKP yönetiminin milliyetçiliğini eleştirerek doğru yolu bulan İbrahim Kaypakkaya’ya aittir.
İkincisi, “Kırmızı Aydınlık hareketine yönelttiği ‘fokocu’ ve ‘şehir gerillacısı’ eylemlerin yanlışlığı ve bunların yenilgiye götüreceği eleştirisi”ni tek Aydınlık yapmıyordu. Kendileri gibi sağa düşmeden biz de eleştiriyorduk, başkaları da. Deniz Gezmiş kendisiyle birlikte hareket ederek dağa çıkmamızı istediğinde bu nedenle karşı çıktık. Üçüncüsü, “1974 yılındaki Kıbrıs’ın işgaline ‘İşgale nihayet, Kıbrıs’a hürriyet’ sloganıyla net bir şekilde karşı çıkan tek sol grup olmuştur” sözü de doğru değildir. Ben bile o gelişmemiş halimle Viyana’dayken ordu Kıbrıs’a girdiğinde bunun işgal olduğu tespiti yapmıştım. Dönünce yoldaşlarımın da farklı bir düşüncede olmadıklarını gördüm. “Aydınlık hareketi, 1974 savunmasında Ermeni katliamını net bir şekilde formüle etmiştir” sözü de talihsizdir. Zileli’nin soykırım yerine “Ermeni katliamı” demesi bile eski Aydınlık’ın etkisinde olduğunun işaretidir. Kaldı ki, Türk devletinin bir numaralı avukatı durumundaki Perinçek’in bu noktaya gelmesinin tohumları daha 1970’lerde ekilmişti (Kemalizm vb.)
“Sol içi şiddet ve ihbarcılık”
Gün Zileli, Aydınlık’ın örgüt şemaları ve devrimcilerin isimlerini yayımlayarak ihbarcılık yaptığını kabul ediyor. Fakat kendisinin de karar mekanizması içinde olmasının verdiği suçluluk duygusuyla durumunu hafifletiyor: “Öte yandan, birçok sol örgütün tersine Aydınlık, sol içi şiddetten ve örgüt içi infazdan uzak duran bir hareket olmuştur.” Kaypakkaya gibi baş üstünde tutulması gereken bir değeri öldürme girişiminde bulunan ben değildim herhalde. Kaldı ki, bir hareket bazı devrimcileri ihbar ederse, kolluk güçleri önünde sonunda şiddet (infaz) kısmını yerine getirir. Üstelik, Aydınlık sadece “sol içi şiddet”ten değil, devrimciler katledilirken faşistlerle aktif mücadeleye de uzak durmuştur.
Gün Zileli, sözü Halkın Kurtuluşu ile TİKB arasındaki çatışmalara getiriyor. Öncelikle söyleyeyim ki, sol içi şiddetin yanlışlığı konusunda en ufak bir tereddüdüm yok ve geçmişte yaşananların bir daha tekerrür etmemesi için her türlü çabanın gösterilmesinden yanayım.
Belki herkesin kendine göre bir gerekçesi vardır diyecek, ama Zileli HK ile aramızdaki çatışmanın seyrini bilmeden yargıya varıyor.
Çatışmalar başlamadan önce TİKB dağılma noktasına gelmişti. 1979 Şubat’ında, yeniden dirilip militan bir çizgi izlemeye başladıktan sonra, HK bize gördüğü yerde saldırdı, kadrolarımızı linç etme, çalışmalarımızı engelleme (vb.) derken, bunu pusu kurup öldürme noktasına kadar vardırdı. Bunları durdurma çabalarımız fayda etmedi. Bize “Ya kapınıza kilit vurursunuz ya da hakkınızdan geliriz”den başka seçenek bırakmadılar. Araya kan sokarak tabanını konsolide etmek istiyordu ve bunda da başarılı oldu. Ne CIA/Kontrgerilla/MİT ajanlığımız, ne karşıdevrimciliğimiz/faşistliğimiz kaldı. Aradaki güç dengesizliğine güveniyordu. Bir kıyaslama yaparsak onlar tümen gücündeyse, biz tabur gücündeydik.
Zileli’nin HK ile çatışmamızdan hareketle, “ihbarcılıkta da sol gruplar Aydınlık’tan pek geri kalmamışlardır” tespiti son derece yüzeyseldir. Bizim aksimize Halkın Kurtuluşu gazetesi Aktan İnce ve Fatih Öktülmüş gibi isimler vererek ihbarcılık yaptı, bu doğru. Ancak gerek HK ve diğer çatışan bazı gruplar ile Aydınlık arasında kategorik bir fark vardır: Özünde devrimci bir yapılanma olan HK, bunu Aydınlık gibi herkese uyguladığı bir çizgi haline getirmemiştir.
“12 Eylül darbesi, halkın mücadelesinden ‘ürkmenin’ sonucu muydu?”
Yaşar Ayaşlı’nın, 12 Eylül darbesine yol açan sebeplerin içinde, ‘devrimcilerin ve halkın mücadelesinin egemen sınıfları ürkütür boyutlara ulaşması’nı görmesi’… Oysa yok böyle bir şey. Yani, darbeciler, devrimcilerden ya da ‘halkın mücadelesinden’ korktukları için darbe yapmış değiller.
Zileli, sıraladığım etkenleri atlayarak cımbızlama yöntemiyle dörtten teke indirgiyor. Oysa ben şöyle diyordum:
Çünkü darbenin tek bu nedenle (24 Ocak Kararları-YA) yapılmadığını, arkasında başka dış ve iç etkenlerin de olduğu tartışma götürmez. Dünya emperyalizminin Ortadoğu’daki çıkarları, siyasal-hukuksal yapıyı baştan sona yeniden düzenleme ihtiyacı, devrimcilerin ve halkın mücadelesinin egemen sınıfları ürkütür boyutlara ulaşması, bu etkenler arasında sayılabilir. Bütün bu etkenleri bir kenara bırakıp, darbeyi bir tek ekonomik etkene bağlamakla kalmayıp, karşımıza ‘komplo’ odaklı bir tarih yorumuyla çıkanlar da az değil. (Yeraltında Beş Yıl, s.20)
Benim birbirleriyle iç içe geçmiş dört etkenle açıkladığım 12 Eylül darbesini, “darbeciler, devrimcilerden ya da ‘halkın mücadelesinden’ korktukları için darbe yapmış değiller” diyerek tek etkene indirgiyor. Bu bir çarpıtma.
İkinci çarpıtma:
Darbenin nedeni, sistemin ve rejimin krize girmesiydi ve ‘halkın mücadelesi’ olarak nitelenen (yukarda gördüğümüz gibi) herkesin herkese silah sıktığı kaotik ortam bile darbenin nedeni değil, tersine darbecilerin iktidara el koymak için bahaneleriydi.
Zileli Marksizm-Leninizm’i hiçbir zaman kılavuz almadığı, şimdilerde de ona karşı cepheden hücuma geçen biri olduğu için, söylediklerini bir referansa dayandırma gereği duymuyor. “Sistemin ve rejimin krizi” ne demektir? Bunun yönetememe krizi, sermaye birikimi modelinin tıkanması, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi, “halkın mücadelesinin yükselmesi” ile bir ilişkisi yok mudur? Ekonomik ve siyasi bunalım, hegemonya krizi henüz zirvesine ulaşmamış olsa da devrimci bir bunalımın olgunlaşma yolunda olduğuna işaretti. Halkın mücadelesindeki örgütsüzlüğün, devrimci grupların bölünmüşlüğünün ve zaaflarının, dolayısıyla öznel etkenlerin geride kalmasının analizi ayrı bir konudur. TİKP, ezilenlerin ve sömürülenlerin mücadelesini küçümsediği, umudunu üst sınıflara bağladığı için sıkıyönetimi desteklemiştir.
Aydınlık o yıllarda Sovyet sosyal emperyalizminin Türkiye’de istikrarı bozup, kendisine hegemonya alanı açmak ve ABD’yi geriletmek için, işbirlikçilerinden ve “bireysel terörist”lerden oluşan “sahte sol”u kışkırttığını savunuyordu. Baş düşmana karşı “milli bağımsızlığı” korumak için NATO’dan ve Türk ordusundan yana olunmalıydı. TİKP de TKP gibi, askerler arasında yapay ayrılıklar icat ederek cuntanın faşist olmadığını kanıtlamaya çalıştı ve “sahte sol”un ve MHP’nin temsil ettiği “terör odakları” ile mücadele eden “komutanlar”ı destekledi.
Zileli’nin hala bu çizgiyi utangaçça ve örtük olarak savunduğu görülüyor: “12 Eylül öncesinde hâkim düzeni tehdit eden halkın mücadelesi değil, darbecilerin bizzat körüklediği kargaşalık ortamıydı.” Yani diyor ki, “hâkim düzeni” tehdit eden “darbeciler” idi. Bu, faşist darbeyi Demirel ile Genelkurmay arasında geçen bir iktidar (koltuk) kavgasından ibaret görmek demektir. Yeraltında Beş Yıl’da uzunca açıkladığım için uzatmadan söyleyeyim ki, bu Zileli’den önce Demirel tarafından savunuldu: “11 Eylül 1980 günü, Sıkıyönetim’e rağmen ülkenin her yerinde oluk oluk kan akıyordu, nasıl oldu da 24 saat sonra her tarafta silahlar sustu ve her yer süt liman oldu?” Demirel, liberal sol, sosyalist ve muhafazakâr yazarlar darbeyi, askerlerin “sağ-sol kavgası”nı körükleyip, iki tarafı da el altından silahlandırarak iktidara el koydukları bir olgu olarak tarif ettiler. Bu, MİT ve Kontrgerillanın MHP’yi de kullanarak ezilenlerin ve devrimcilerin mücadelelerini ana mecrasından saptırmak ve darbenin psikolojik ortamını oluşturmak için 1 Mayıs 1977’den Kahramanmaraş ve diğer katliamlara uzanan bir dizi komplo tezgahladıklarını görmemek anlamına gelmiyor. Ancak bunları sistemin temel çelişkisinden ve sınıf mücadelesinden kopararak egemen sınıf klikleri arasındaki çelişkiye indirgeyerek açıklamak, Demirel kaynaklı komplo teorisine yamanmaktan başka bir şey değildir.
Zileli’nin, “ölümle sonuçlanan MHP’li komando saldırılarının yoğunlaşmasıyla, bir yandan sol örgütlerin sağın silahlı düello çağrısını kabul etmesi” olarak gördüğü şey, bir oyuna gelme değil, yapılması zorunlu bir mücadeleydi. Eğer paramiliter güçlerden kaçılırsa, sokağı, fabrikaları, okulları, meydanları ellerine alır ve solu her yerden sürer çıkarırlar. 20’li yıllarda İtalya, 30’lu yıllarda Almanya deneyimlerinin gösterdiği budur.
Bu konuda Zileli’nin başka yorumları da var. Son geldiği noktada Aydınlık’ı ne kadar eleştirirse eleştirsin, onu bugüne getiren teorik üretim atölyesinde görev yaptığından eski görüşlerinden sıyrılamıyor.
“’12 Eylül Faşist Diktatörlüğü’ meselesi”
Bugüne kadar bütün sol gibi, Ayaşlı… da, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerini ezberden ‘faşist askeri diktatörlük’ olarak nitelemeyi sürdürmektedirler.
Faşizmin sillesini yemeyen ya da ufak tefek sıyrıklarla anlatan entelektüel takımı ya da tatlısu sosyalistleri askeri diktatörlüklere hep ılımlı bir gözle bakmışlar, faşizme faşizm demekten ısrarla kaçınmışlardır. Türkiye solunda öyle diyenlerle demeyenlerin bir listesini yaparsanız, siyaset coğrafyasındaki yerlerini ve militanlık derecelerini de öğrenmiş olursunuz.
Çoğunlukla bu tür darbeleri yapan cuntalar, doğal olarak muhafazakâr ve sağ bir ideolojiye sahip olmakla birlikte ezberden ‘faşist’ denecek bir ideolojiden yoksundurlar. Evet, faşistlere benzeyen birçok yanları vardır ama bunlar, Mussolini’den, Hitler’den ve bütün klasik faşistlerden farklı olarak sadece ve sadece halihazır devleti koruma güdüsüyle hareket ederler (Franko bile faşistten çok bu kategoriye girer bence). Yeni bir faşist devlet kurma projeleri yoktur.
Böylelerine göre faşizm sadece belli kalıpları olan (faşist kitle hareketi, milliyetçilik vb.) bir “ideoloji”dir. Emperyalizmin çıkarları, işçi hareketini ve devrimci örgütleri terör ve şiddetle ezme yöntemleri, militarizm gibi şeyler onları fazla enterese etmez. Bonapartizm, ideoloji ve paramilitarizm üzerine kılı kırk yaran top çevirmelere bayılırlar. Bunun teorisini yapanların başında Avro-komünistler, post-Marksistler, N. Poulantzas, E. Laclau gibi sosyal reformistler gelir. Onlara göre tarih İtalya ve Almanya olmak üzere yalnız iki faşist devlet tanımıştır. Franko diktatörlüğü bile faşist değildir (Poulantzas ve Laclau aynen böyle düşünür). Faşizmin eline geçince tir tir titremiş tipler, Dimitrov ve Komintern’i küçümserler; Bulgaristan ve Yugoslavya gibi ülkelerde faşizmin iktidara orduya dayanarak geldiğini de reddederler.
Bu, faşizmi klasik tipi İtalya ve Almanya’ya indirgemekten ve bu kalıplara uymayanları faşist saymamaktan ileri gelen bir tek yanlılıktır. Oysa ülkelerin sosyoekonomik, sosyopolitik gelişme düzeyleri, tarihsel, kültürel özellikleri ve sınıf mücadelesinin düzeyi faşizmin biçimlenmesini etkilemiş ve farklı türlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Tarihsel faşizm yalnız en azgınları olan Almanya ve İtalya’dan ibaret değildi. Onların dışında İspanya, Portekiz, Japonya, Bulgaristan gibi faşizm türleri de vardı. Bunlar farklılıklar kadar ortak yanlar da taşırlar.
Zileli, emperyalizm dönemi ile öncesi arasında hiçbir ayrım yapmıyor:
Aynı Fransa’daki 1830, 1848, 1871 devrimlerini bastıran generaller gibi (Goizot, Thiers vb) ‘görevlerini’ tamamladıktan, yani halkı kılıçtan geçirip düzeni teessüs ettikten sonra rejimi ‘gerçek sahiplerine’ teslim edip geri çekilirler. 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de de böyle olmuştur.
Ayrıca, dünyanın en kanlı askeri faşist diktatörlükleri arasında sayamayacağımız 12 Mart ve 12 Eylül rejimlerini fazla hafife alıyor:
Bu generaller, elbette ‘düzeni teessüs ederken’ terörün her türlüsünü uygularlar, zaten bunun için düzenin normal ‘hukuk’ kurallarını, parlamentosunu falan askıya almışlardır. Ne var ki, bu da sürekli değildir. Bu tür kurumlarda da bazı düzenlemeler yaptıktan sonra geri çekilirler. Oysa gerçek bir faşist diktatörlükten böyle bir geri çekiliş beklenemez. Mussolini ya da Hitler’in, kurdukları düzeni savaşsız veya ayaklanmasız düzenin normal kurumlarına, bilindik politikacılarına devredebileceğini hayal edebiliyor musunuz?
12 Eylül’cülerin icraatlarını “bazı düzenlemeler yapmak”la sınırlamak ne kadar doğrudur? Darbe yılları için, “O dönemde futbol dahil her şey yeni baştan inşa edildi” diyen futbolcu Metin Kurt bile Zileli’den daha dikkatli bir gözlemcidir. Bir rejimin faşist olup olmamasını geri çekilip çekilmemesine bağlamak basit bir yaklaşımdır.
Bana soracak olursanız, Şili’deki Pinochet ya da Arjantin’deki Videla rejimleri bile diktatörlükler olarak adlandırılamaz. Onlar da bir süre sonra, rejimi düzenin kurumlarına bırakıp çekilmek zorunda kalmışlardır.
Böyle söyleyebilmek için Şili’de faşist Pinochet’nin neler yaptıklarından, 1975’ten itibaren Devrimci Sol Hareketi’nin (MIR) ve 1983’te kurulan Manuel Rodriguez Yurtsever Cephesi’nin (PFMR) yürüttükleri etkili gerilla mücadelelerinden bihaber olmak gerekir. Katil, hırsız ve yalancı Pinochet kendiliğinden değil, halkın çoğunluğunun Pinochet rejimine karşı olmasının görülmesi üzerine riskli bir müttefik haline gelince ABD’nin empozesiyle istifa etmek zorunda kalmıştır. Şili gibi kanlı bir rejimin yürürlükte olduğu Arjantin’deyse ağırlaşan ekonomik kriz karşısında çaresiz kalan askeri klikler birbirlerine düşmüşlerdi. Son faşist General Galtieri “savaş kahramanı” unvanı elde ederek diktatörlüğü kurtarmak için Falkland’ı kendi kontrolüne almaya çalışmış, İngiliz askeri birliklerine yenilmesinin arkasından patlak veren kitlesel gösteriler sonucu devrilmiştir.
Peki, bizim sol bu ‘faşist askeri diktatörlük’ meselesini, askerler çekip gittikten sonra bile … neden hâlâ ‘faşist askerî diktatörlük’ demeye devam etmişlerdir. Bence bunun bir tek nedeni vardır, o da örgütlerin bu sayede ‘saflarını sıkı tutma’ çabalarıdır. Bu tür örgütler, ancak sıkı ‘savaş çağrılarıyla’ ayakta durabilir ve güç toplayabilir, üye ve taraftarlarını çevrelerinde ‘savaş düzeninde’ tutmaya devam edebilir.
Diyebiliriz ki, bu tür bütün küçük, dar örgütler faşizme fena halde ihtiyaç duyarlar!
Bu, devrimcileri aşağılamak için Aydınlık’(çılar)ın ağzından duymaya alıştığımız kirli ve çirkin bir iftiradır.
“Ülke dışına çıkma yasağı”
Zileli şunları söylüyor:
Küçük bir örgüt olan TİKB’nin yönetimi ise üyelerine ve yönetici kadrolarına “yurt dışına çıkma yasağı” koymayı bir direniş biçimi olarak gördü. Ayaşlı (s. 33, 221, 223, 300, 301, 303)… örgütün ülke dışına çıkma yasağını savunmaktadır…
Bu, görülmemiş ölçüde sekter bir karardır ve somut mücadeleye hiçbir yararı olmadığı gibi ülke dışına çıkarak kurtulabilecek bazı üye ve kadroların polisin eline düşmesine ve son tahlilde örgütün de zarar görmesine yol açmıştır.
Bu konuyu başka yerlerde de işlediğim için, postu deldirmemeyi her şeyin üstünde tutan Zileli’ye bunu uzun uzun anlatmaya çalışmayacağım. [Bkz. Sendika.Org, Mültecilik, illegalite, ricatçılık, kahramancılık (1)]
Faşistler üzerimize gelince “düello”ya girmemek adına dergi bürolarına sıvışırsak, devlet höt deyince veya darbe olunca yurtdışına kaçarsak bu düzenden nasıl kurtulacağız? Tarihsel TKP’nin ezeli hastalığı mülteciliktir. Önderleri ne zaman sıkışmışsa kapağı yurtdışına atmıştır. Ne yazık ki yiğitliklerinden kuşku duymadığımız H. Kıvılcımlı ve M. Belli bile böyle yapmışlardır. Mültecilik çemberini ilk kıranlar 71 İhtilalcileridir. Deniz, Mahir, Kaypakkaya ve yoldaşları yurtdışına çıkmayı reddetmişlerdir. Ararsak onlarda da bazı “sekterlik”ler bulabiliriz. Bu normaldir, çünkü devrimci gelenekler ilk adımlarında yeterince esnek değildirler. Zamanla yerli yerine otururlar. Bu kısmen TİKB için de geçerlidir.
Zileli, 12 Eylül dönemi TİKB yönetimine “direniş destanı yaratarak örgüte prestij sağlama güdüsü”yle hareket etmek gibi çirkef bir suçlamada daha bulunuyor:
Bu kararın arkasında bence, cuntaya direnişten çok, ülke dışına kaçan diğer sol örgütlere nispet, bir ‘direniş destanı’ yaratarak örgüte prestij sağlama güdüsü yatmaktadır. Bir bireyden çok daha bencil olan ‘kolektif birey’ (yani örgüt), üyelerinin güvenliğinden ve hayatta kalmasından çok, örgütün ‘şanı ve şerefini’ düşünmüş, işkencede ya da ölüm oruçlarında… ölen üye ve yöneticilerinin omuzlarına basarak yükselmeyi hedeflemiştir.
Mahir’e, İbrahim’e, Deniz’e deme cesaretini gösteremediğini TİKB’ye söylüyor. Osman, Fatih ve İsmail TİKB merkezinin üç asli üyesiydiler. Onlar öyle yapmaları gerektiğine inandıkları için ölümse ölüm demişlerdir. Gün Zileli gibiler hayatları boyunca gerçek devrimcilik yapmadıklarından canlarını kurtarmayı her şeyin üstünde tutarlar, aranmazken bile gider yurtdışına saklanırlar. Ona göre devrimler bile anlamsızdır, devrim için direnmek ve ölmek de yanlıştır. Ekim Devrimi’nden Küba ve Vietnam devrimlerine kadar bütün sosyalist devrimler boşunadır. Hatta Lenin, Stalin, Castro ya da Ho Şi Minh, halkın “omuzlarına basarak yükselmeyi hedeflemiş” liderlerdir.
Kendisi doğru tutumun ne olması gerektiği konusunda bir görüş belirtmiyor. Dediklerinden, ne biçim “anarşist”se, “sopa gördün mü sıvış” görüşünü savunduğu anlamı çıkıyor.
“İllegalite sorunu”
Zileli, TİKB’nin şahsında “illegalite”yi, “profesyonel devrimciliği”, “silahlı mücadele”yi eleştiriyor:
Açıkçası, illegal örgütlenme, gizlenilmeye çalışılan polisin çok işine gelen bir yöntemdir. Bunu sadece TİKB için değil, illegal çalışmaya yönelen bütün sol örgütler için söylüyorum.
‘Silahlı mücadele’ için de aynı şeyi söyleyeceğim…
Türkiye devrimci hareketinin 12 Eylül’e karşı direnememesindeki en büyük zaaflarının başında yasalcılık gelir. Zileli’nin dediğinin tam tersine siyasi polis devrimci örgütleri çökertirken en çok bundan yararlanmıştır.
TİKB, 12 Eylül gibi ağır koşullarda illegalitede ve profesyonel devrimcilikte ustalaşmış bir örgüttü. Buna rağmen itiraf ederim ki, bizler birçok şeyleri hakkını vererek yapamadık ve başaramadık. Bizlerdeki hata ve eksikleri yapmayacak, başaramadıklarımızı başararak daha iyisini yapacak kuşaklar mutlaka çıkacaktır.
Gün Zileli ne öneriyor? Hiçbir şey. Hiçbir şeye inanmıyor, erken döneminde yarım yamalak yaptığı devrimcilikten bile nefret ediyor. Devrimci olan her şeye bir kulp takıyor. Stalin’i Hitler’le bir tutmasından vazgeçtik, Lenin’e saldırıyor. O yüzden illegalite, profesyonel devrimcilik konularında Zileli’nin eleştirilerine cevap vermeyi lüzumsuz buluyorum. Bir zamanlar Deniz’lere, Mahir’lere Doğu Perinçek’le omuz omuza “Lenin”, “Stalin”, “Mao” sopası sallayan, İbrahim Kaypakkaya düşmanlığı yapan Gün Zileli’nin son geldiği yer burasıdır.
“İşkence karşısında tutum”
“Aydınlık Hareketi”nin işkencede direniş sicili genellikle kötüdür. “Ser verip sır vermeyen yiğit” İbrahim Kaypakkaya karşısında eziktirler ve hangi alanda olursa olsun direnenlere mutlaka bir kulp takarlar. Bu tür eleştirileri okuyunca, “acaba direnmekle hata mı ettik” diyesim geliyor.
Zileli önce TİKB’nin işkencede direniş tavrını olumluyor gibi görünüyor, sonra da sağından solundan kendince sıkıştırmaya kalkışıyor. Ve sonunda işkencede ifade vermemenin iyi bir şey olmadığını, itirafçılığa kapı aralayacağını ve “kalabalık bir ‘çözülenler’ kesimi yaratacağını” keşfediyor!
Bu olağanüstü direnci bütün ele geçen üyelerin gerçekleştirmesi mümkün değildir… Bir üye, bütünüyle çözülmese de kimliğini kabul ettiği ya da ifade vermeye başladığı veya polise küçük bir gerçek bilgi verdiği zaman kendini ‘ihanet etmiş’ biri olarak görecek, … çözülüp bayır aşağı yuvarlanacak, polisin karşısında hiçbir direniş gösteremeyecektir. Dolayısıyla örgütün ‘seçkin’ direnenlerin yanı sıra kalabalık bir ‘çözülenler’ kesimi ortaya çıkacak ve polis bundan büyük yarar sağlayacaktır.
G. Zileli’nin anlamadığı ve asla da anlayamayacağı şey, çıtayı yüksek tutmanın direnenleri azaltmayacağı, tersine çoğaltacağıdır. Yakalanmadan önce kendilerini ideolojik ve psikolojik olarak hazırlayan insanlar daha iyi direnirler. Türkiye solunda en çok çözülen hareketler, direnme diye bir gündemleri ve ölçüleri olmayanlar, kadrolarını bu yönde hazırlamayanlardır.
Sekter TİKB’liler darkafalı ya, güya 10 tane ifade vermeyen yaratmak için itirafçılara kapı aralamışlarmış, “kalabalık bir çözülenler” kitlesi yaratmışlarmış!.. Onun için “Aydınlık Hareketi”nde kendisine ve kendi adamlarına veremediği aklı bize veriyor:
Oysa yapılması gereken şuydu: Tamam, ifade vermeyi kabul etmeyin denebilir. Ama militana, eğer bunu başaramadıysa daha geri bir mevzide yeni bir savunma hattı kurma şansı tanınmalıydı. O zaman, işkence karşısında ilk mevzide tutunamayan militan, ‘ihanet’ psikolojisine girmeden bir geri mevzide yeni bir savunma hattı kuracak, örneğin polise yanlış bilgi verme ya da zaten ortaya çıkmış bilgilerle polisi oyalama vb. yoluna gidecektir. TİKB, bildiğim ve okuduklarımdan çıkardığım kadarıyla işkencede tutum konusunda bunu yapmamış…
Zileli’nin bildiğini sandığı şeyi bilmediğini, okuduğunu sandığı şeyi okumadığını, okuduysa anlama kabiliyetinin yüksek olmadığını söylersem bana kızmaz herhalde.
Adressiz Sorgular’ın giriş kısmındaki “İşkencede Direniş Üzerine Kısa Bazı Dersler” başlıklı yazıyı okusaydı bunları söyleyemeyecekti:
İşkencede direnmenin her somut duruma uygulanabilecek hazır reçeteleri yoktur. Direnme biçimi, somut duruma, kişinin yakalanma nedenine, örgütsel konumuna, çalışma alanına ve hatta yakalandığı yere ve zamana göre değişir, değişebilir. Örneğin legal alanda çalışan ve polisin hakkında fazla bir şey bilmediği bir kişinin direnişi ile ağır bir suçtan aranan ve hakkında çok şey bilinen bir başkasının direnişi bir ve aynı biçimde olamaz. Veya ifade vermeyi reddetmek bir kimse için örnek bir direniş olurken, kuşku üzerine alınmış bir başkasının aynı şeyi yapması zararlı sonuçlara yol açabilir. Burada asıl önemli olan, her somut durumu akıllıca değerlendirmek ve kuralları buna uygun bir yaratıcılıkla yaşama geçirmektir. Dolayısıyla, hiçbir devrimci direnme biçimlerini yerli yersiz uygulamaya kalkışmamalı, direnmenin de kendi ölçülerinde yaratıcılık isteyen bir sanat olduğunu unutmamalıdır.
İşkencede ideal direniş tavrı; sahte kimlik üzerinde direnmek, ifade vermeyi reddetmek, tutanakları imzalamamak ve yüzleştirmelerde kimseyi tanımamaktır… Elbette direnmenin bu biçimi, bütün kadro ve sempatizanların önüne mutlaka uygulanması gereken tek biçim, kesin bir ilke sorunu olarak getirilemez. Bunu, ancak durumları böyle bir direnişi gerektirenlerle, –çünkü durumun hafifliği, legal bir suçla gözaltına alınmak vs. bu biçimi gerektirmeyebilir– direngenlikleri ve kararlılıkları buna uygun olanlar ve gönüllüler yapmalıdır. Yoksa çok ileri hedeflerle başlayıp, ardından freni tutmayan bir otomobil gibi gerisin geri gitmek vahim bir çözülmeyle sonuçlanabilir. (Derleyen Yaşar Ayaşlı, Adressiz Sorgular, Yurt-Kitap Yayın, Üçüncü Baskı, s.14)
Ayrıca işkenceden geçenlerin direnenler/çözülenler şeklindeki kaba bir tasnifiyle yetinilmemesi, aksine bunların ideal direnme, direnme, sınırlı kabul, kısmi çözülme, önemli derecede çözülme, tam çözülme, pişmanlık, itirafçılık vs. gibi kapsamlı ve titiz bir kategorilendirilmesi de gerekmektedir… (s.22)
Sekter tavır; işkencede direnenler ve hafif çözülenler dışındakileri dıştalama, aşağılama ve bunların hatalarını düzeltmelerine yardımcı olmama biçiminde kendini gösteriyor. (s.22)
Zileli’nin 12 Eylül’le ilgili eksik bıraktığı bir nokta daha var: Dediği örgüt yalnız işkencede değil mahkemelerde ve cezaevlerinde de iyi direndi. Yani Aydınlıkçıların tam tersini yaptı.
Devrimci insan direnmeyi özendirir, çözülmeyi insanları örselemeden olumsuzlar. Zileli dışında olduğu için Türkiye solunun bu konudaki panoramasını bilmiyor. Aslında asıl mahkûm edilmesi gereken çözülüp yoldaşlarını ele vererek ölmelerine, sakat kalmalarına, ağır cezalar almalarına yol açanlarken, bu konulara hiç girmeyip, çözülenleri değil direnenleri sıkıştırmaya çalışıyor.
“Ölüm orucu”
Ölüm orucu konusunda Zileli’nin ne savunduğumu tam anladığını sanmıyorum. Açlık grevi ve ölüm orucu siyasi tutuklu ve hükümlülerin savunma araçlarıdır. Bazı somut durumlarla ilgili görüşlerimi yanlış anlamış olmalı ki, ölüm orucuna büsbütün karşı olduğum gibi bir izlenim yaratmaktadır. Oysa ben bıçak kemiğe dayandığında kullanılabilecek ölüm orucuna karşı değilim. Karşı çıktığım yerli yersiz, enflasyonist kullanımıdır. Bazı örgütler ölüm orucunu her derde deva bir araç olarak kullanarak etkisizleştirmişler, hatta kendilerine zarar veren bir bumeranga dönüştürmüşlerdir.
Cezaevlerindeki teslim alma, kişiliksizleştirme politikaları hakkında doğru dürüst bilgiye sahip olduğunu sanmıyorum. Zileli’nin cezaevi deneyimi, yanılmıyorsam, iki üç yıl ancak süren (1971-74) Mamak Cezaevi’yle sınırlıdır. Burada da iyi bir sınav verdiği söylenemez.
1971’den 2000’e kadar köprülerin altından çok sular aktığını dikkate almıyor. Devrimciler bu süreçte direniş geleneklerini geliştirdiler, ileri noktalara taşıdılar. Aradaki farkı yansıtmak için bir örnek vermek isterim.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin idam edilecekleri gece Mamak Cezaevi’nde konuldukları arka hücrelerden askerler tarafından çıkarılırlar. Koğuşlardakiler üçünün de zincire vuruluşlarını, Deniz’in idam sehpasına götürülürken “Hadi eyvallah!” diyen veda haykırışını duyarlar. Mamak anılarından öğrendiğime göre hiç kimse ne o gece ne gün ağardıktan sonra sesini çıkarmaz. Her yer derin bir suskunluğa gömülür.
Türkiye solunun önde gelen liderleri dahil, en ileri kesimleri Mamak’taydılar. Neden susuldu? En azından slogan atılabilir, devrimci marşlar söylenebilir, kapılar yumruklanabilir, mazgallara vurulabilir, yatak-yorgan yakılabilirdi. Kendisi ve yoldaşları da orada olan Gün Zileli’nin buna verebilecek bir cevabı var mı?
Demek istediğim, sonraki 9-10 yıl içinde çok şeyin değiştiğidir. 25 Ekim 1980 tarihinde henüz 22 yaşındaki Serdar Soyergin, Adana Sıkıyönetim Mahkemesi’ndeki tek celselik duruşmasında idam cezası aldı ve 21 gün sonra hücresinden alınıp darağacına götürülürken slogan attı. Ne mi oldu? Koğuşlarda isyan çıktı. Slogan atıldı, mazgallara vuruldu, barikatlar kuruldu, yataklar yakıldı. Üstelik Adana Cezaevi, İstanbul ve Ankara gibi en ileri kadroların yattıkları bir cezaevi de değildi.
“Bitirirken”
Zileli’nin, “Ayaşlı’nın kullandığı deyimler “yönetici dili” olmanın ötesinde aşağılayıcı ve yer yer “slang” bir dil” eleştirisine katılamıyorum. Hele “slang”dan argoyu kastediyorsa büsbütün yanlıştır. Asıl kendisi şahsıma ve bugün çoğu hayatta olmayan çok değer verdiğim yoldaşlarıma karşı terbiye sınırlarını aşan hakaretamiz bir dil kullanıyor. Kendisiyle bu konuda yarışmayacağım, hayatım boyunca belirli bir seviyenin altına inmedim, inenler karşısında da susmayı yeğledim.
Son olarak “…Mamak kadınlar koğuşunda serbest aşkı savunması ya da … ‘cinsel düşkünlüğü olumlaması” ile neyi anlatmak istediğimi de anlamamış. İsim vermeseydim belki daha iyi olurdu. Ancak cezaevleri gibi devletin teslim aldığı yerlerde bu çemberi nasıl yararız, askerin kumandayla yönelttiği robotu gibi hareket etmekten nasıl çıkarız, diye düşünmek dururken, böyle şeyleri öne çıkarmanın Kaypakkaya geleneğine yakışmamasının ötesinde, bunları yenilgi hastalığının dışa vuran semptomları olarak gördüğüm için yazdım.
Hiç yorum yok