Egemen sınıf içi çelişkiler
15 Aralık 2020 Sendika.org
Günümüzde sol adına Cumhur İttifakı’na karşı Millet İttifakı’nı, AKP’ye karşı Gelecek Partisi’ni ve DEVA Partisi’ni desteklemek, MÜSİAD’a karşı TÜSİAD’dan, ABD’ye karşı AB’den medet ummak gibi tavırlar liberal-ulusal solla sınırlı değildir. Bunun bir ucu da sosyalistlere uzanıyor.
Böyle mi davranmamız, yoksa bunun tersini mi yapmamız gerektiği, güncel siyasetin ilgisiz kalamayacağı bir konudur. Buna gelmeden önce yakın geçmişe ait birkaç örnek üzerinde durmalıyız.
***
Kendim de içinde olmak üzere, geçmişte egemen sınıf içi çelişkiler meselesine biraz yanlış, daha doğrusu soldan bakan bir kesim olduğunu biliyorum. Bunun ana sebebi, meseleye devrimci teori, strateji ve taktik ilkeler ışığında yaklaşmak yerine, tavrımızı revizyonist, reformist olarak gördüğümüz parti ve akımlara tepkiyle belirlememizdi.
12 Eylül günlerinde düşman ikizler eski TKP ve TİKP (bugünkü Aydınlık) faşist cuntayı, faşist/anti-faşist veya Amerikancı/yurtsever gibi yapay kanatlara ayırıyor, bir kesime karşı diğerini destekliyorlardı. Bu, faşist darbeyi doğrudan değil, dolaylı bir yoldan desteklemenin dolaylı bir yoluydu.
Sosyal demokrat, liberal köşe yazarları ise bunu farklı bir tarzda yapıyorlardı: Asker yapılması zorunlu şeyleri yaptıktan sonra, söz verdiği tarihte “demokrasiye geçiş takvimi”ne uyarak kışlasına çekilmeli, demekteydiler.
Söz konusu partilerin darbe öncesindeki politikaları da çok farklı değildi. TKP’nin 1977 Konferansı sonrasında ortaya attığı Ulusal Demokratik Cephe (UDC) programı, CHP’nin “sol kanadı”nı, “anti-emperyalist dinci akımı” ve “ülke ekonomisine katkı yapan sanayiciyi” müttefikler arasında sayıyordu. Faşizm, tekelci sermayeden, devletten soyutlanarak MHP’ye indirgeniyor, CHP elbirliğiyle iktidara getirilirse “faşist tırmanış”ın durdurulabileceği söyleniyordu.
Aydınlık ise umudunu faşist tehlikeye karşı, faşizmin diğer bir kaynağı olan “milli ordu”ya ve sıkıyönetime bağlamıştı. “Sovyet sosyal emperyalizmi”ne karşı ABD’yi, Sovyetler Birliği ve ABD’ye karşı Avrupa emperyalizmini destekleyerek, aynı yaklaşımı emperyalist sistem içindeki çelişkiler alanına taşıyordu. Aynı şeyi bugün Avrasyacılık, yani Türkiye’nin (AKP iktidarının) ABD’ye karşı Rusya-Çin ittifakında yer alması doğrultusunda sürdürüyor.
Başka örnekler de verilebilir. Bunlardan biri de “yetmez ama evet”çi liberal solun Türkiye burjuvazisini geleneksel bürokratik burjuvazi (TÜSİAD) ve “demokratik devrimci burjuvazi” ya da “otantik burjuvazi” (MÜSİAD) olarak ikiye ayırması ve ilkine karşı ikinci kanadı desteklemesidir.
Aslında, burjuvaziyi ve arkasındaki emperyalistleri “iyi” ve “kötü” gibi ayrımlara tabi tutup, bunun üzerinden siyaset geliştirilmesi ne günümüze ne de salt Türkiye’ye özgüdür. Sermayeyi ve sözcülerini, “iyi”/“kötü”, “üretici”/“asalak” diye ayrımlara tabi tutup, birinin kuyruğuna takılmak eski ve yaygın bir reformizm biçimidir.
Bunların hiçbiri egemen sınıf içi çelişkilerden yararlanmak değildir. Burada yararlanan biri varsa o devrimci sol güçler değil, karşı taraf ya da düşman kampıdır.
***
Buraya kadar verdiğimiz örneklerin devrimci harekete değil, egemen sınıflara yaradığı, onun da ötesinde düşman kampı güçlendirdiği sayısız defa kanıtlanmıştır. Bu bakımdan geçmişte egemen sınıf içi çelişkilere bel bağlayanları eleştirmekte haklıydık. Sadece tepkisel davranarak zıt kutba savrulmamak, doğru bakış açısından ayrılmamak gerekiyordu.
Öncelikle, tepedeki dövüşlere, yani egemen sınıflar içi çatışmalara kayıtsız kalmak, önemsememek doğru değildir. Solcu aşırılık, fayda değil zarar getirir. Umudu ona bağlamamak kaydıyla, egemen blok içindeki çatlaklar, kapışmalar, bölünmeler her devrimciyi, devrimci partileri ilgilendirir, ilgilendirmelidir.
Devrimci bir durumun belirtilerinden biri üst sınıflar içindeki birliğin bozulması, aralarındaki kapışmaların şiddetlenmesidir. Bu, artık eskisi gibi yönetemediklerini, güç kaybına uğradıklarını, yönetmekte zorlanacaklarını gösterir. Aynı zamanda yöneten sınıfın hegemonyasını yeniden üretememesi, başat durumdaki egemen sınıf bölüğünün müttefiklerine hükmedememesi demektir ki, bu aynı zamanda alt sınıflar üzerindeki hegemonyasının zayıflaması sonucunu getirir.
Dış cephede olsun iç cephede olsun, düşman kampındaki çelişkilerden yararlanma, Leninist strateji ve taktiklerin ihmal edilmemesi gereken bir alanıdır. Stalin, düşman kamptaki çelişkilerden yararlanmayı, proleter devrimin dolaylı yedek güçleri arasında sayar:
Önemleri her zaman açık olmayan ikinci kategorideki yedek güçlere gelince (dolaylı yedek güçler-YA), bunların bazen devrimin akışı için birinci derecede öneme sahip oldukları söylenmelidir. Örneğin, birinci devrim sırasında ve sonrasında küçük-burjuva demokrasisi (Sosyal-Devrimciler) ile liberal-monarşist burjuvazi (Kadetler) arasındaki, hiç şüphesiz köylülüğün burjuvazinin etkisinden çıkartılmasına yardım eden çatışmanın muazzam önemi asla yadsınamaz. Emperyalistlerin, birbirleriyle savaş içinde olduklarından dolayı, güçlerini genç Sovyet iktidarına karşı yoğunlaştırma olanaklarının olmadığı ve proletaryanın tam da bu yüzden kendi güçlerini örgütlemeyi doğrudan ele alma, kendi iktidarını sağlamlaştırma ve Kolçak ile Denikin’in yenilgilerini hazırlama olanağını elde ettiği, Ekim Devrimi sırasında başlıca emperyalist grupların birbirlerine karşı bir ölüm-kalım savaşı vermeleri olgusunun muazzam önemini yadsımak için daha da az neden vardır. Emperyalist gruplar arasındaki çelişkilerin gittikçe derinleştiği ve aralarında yeni bir savaşın kaçınılmaz hale geldiği şu sırada, bu türden yedek güçlerin proletarya için gittikçe daha büyük önem kazanacağı varsayılmalıdır. (J. Stalin, Seçme Eserler, Cilt VI, İnter Yayınları, s.149-150)
Stalin, son cümlesinde de görüldüğü gibi, 1924 gibi erken bir dönemde savaşın gelişini görmekle kalmamış, bu yaklaşımını Hitler’in başını çektiği faşist bloka karşı İngiltere ve ABD ile ittifak kurarak başarıyla uygulamıştır. Kimilerince iddia edildiği üzere, Sovyetler Birliği ittifak ettiği emperyalist devletlerin kuyruğuna takılmamıştır. Tam tersine, her biri kendi çıkarı öyle gerektirdiği için ittifak kurmuş, faşist blok yenilince de herkes kendi yoluna devam etmiştir. Nitekim hakiki düşmanının kim olduğunun gayet iyi farkında olan ABD, Hitler’in mirasına sahip çıkmakla ve yenik Almanya’yı ayakta tutmaya çalışmakla kalmayacak, emperyalist kampı ve dünya gericiliğini arkasına alarak vakit geçirmeden başını Sovyetler Birliği’nin çektiği sosyalist kampa karşı soğuk savaş başlatacaktır.
Rusya’da devrim başladığı sıra İsviçre’de bulunan Lenin’in, Almanya topraklarından zırhlı bir trenle geçmesine izin verilmesi de iki emperyalist rakip arasındaki çelişkiden yararlanmanın başka bir örneğidir.
Demek ki, devrimci strateji ve taktik ilkelere bağlı kalınarak ve uzlaşmacılığa düşmeden düşman güçler arasındaki çelişkilerden yararlanılabilir.
Enver Hoca bu konuda şunları söylüyor:
…devrimci güçler ve sosyalist ülkeler, düşmanlar arasındaki çelişkileri değerlendirmek ve bunlardan yararlanmak için, her durum ve koşulda bu çelişkileri ve onların keskinlik derecesini, belli bir dönem ve anda güçler oranını Marksist-Leninist çözümleme ile ele almalı ve hangi yolla, hangi biçimde, hangi araçlarla bu çelişkilerden yararlanılacağını belirlemelidirler. İlke, bu çelişmeleri devrimin yararına, halkların ve onların özgürlüklerinin yararına, sosyalizm davasının yararına kullanmaktır. Düşmanlar arasındaki çelişmelerden yararlanma devrim ve kurtuluş hareketinin gelişmesini ve güçlenmesini sağlamalı, zayıflamasına ve sönmesine yol açmamalıdır. Halklarda, düşmanlarına ilişkin en küçük hayal yaratılmamalı; devrimci güçler düşmanlara, özellikle baş düşmanlara karşı mücadeleye gittikçe daha etkili biçimde seferber edilmelidir. (Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim, Yıldız Yayınevi, İstanbul, 1979, s.198-199)***
Egemen sınıf içi çelişkiler analizini zorunlu kılan etkenlerden biri de düşman kampta esas darbenin kime indirileceğini belirleme gereksinimidir. İktidarı elinde tutan ve isabetli darbeler indirildiğinde sistemi çökertecek esas halkayı oluşturan kim ise, baş düşman odur. Baş düşmanı hedef almak demek, düşman kategorisinde yer alan öteki kesimleri ihmal etmek, onlarla uzlaşmak demek asla değildir. Baş düşmanı belirlemek, diğer kesimlerle veya düşmanlarla uzlaşmak için değil, mücadelenin ana doğrultusunu şaşırmamak için gereklidir. Geçmişte konjonktürel olarak 12 Eylül faşizmine karşı mücadele ederken Demirel kliğine karşı mücadeleyi öne çıkarmak nasıl yanlış olur idiyse, günümüzde de “Cumhur İttifakı” dururken “Millet İttifakı”na karşı mücadeleyi öne çıkarmak yanlış olur.
Bir başka örnek İkinci Dünya Savaşı’nın arkasından dünya halklarının baş düşmanı olarak ABD’nin tespit edilmesiydi. Bu doğru ve gerekliydi, çünkü emperyalist kampın her taşın altından çıkan elebaşısı ve jandarması oydu.
***
Gelgelelim, düşman kampı içindeki çelişkilerden yararlanmak, tek başına veya bir takım kurarak oynanacak bir savaş oyunu değildir. Onun da kendine göre koşulları ve kuralları vardır. Bu, asgari düzeyde politik bir güce, sınıf güçleri dengesinde hesaba katılır bir ağırlığa sahip olmakla mümkündür.
Çünkü politik mücadelede esas olan güçtür. Lenin’in dediği gibi, siyaset binlerle değil milyonlarla yürütülür. İşin içinde, küçük ölçekli güçlerle düşman kamptaki çelişkilerden yararlanmaya çalışırken, elinde sıkı sıkıya tuttuğu oltasına köpek balığı takılan adamın durumuna düşmek de vardır.
Hiç yorum yok