TKP Ayrışmasında İdeolojik İçerik Yok muydu?
Gelenek Sayı 133, Şubat 2017
Türkiye Komünist Partisi 2014 yılında iki parçaya bölünürken Atılım Kongresi’nde olay bir “ayrışma” olarak nitelendirildi. Diğer tarafın yaygın söylemine bakıldığında ise sorun örgütseldi. Bu yaklaşımın 2014 Temmuz’unda Haliç Kongresi’ne katılarak farklı bir siyasi yapıya yönelen parti hizbinin tamamı tarafından aynı şekilde ileri sürdürülmediğini biliyoruz.1
HTKP ile KP arasındaki mesafenin ideolojik ve politik içeriği ise zaten artık sol kamuoyuna mal olmuş olmalıdır.
TKP’den çıkmış 2014 kaynaklı bir diğer odaksa TKH olarak varlığını sürdürmektedir ve belirli bir mesafeden bakıldığında KP ile TKH arasındaki farkların değil benzerliklerin ağır bastığı izlenimi ağır basabilmektedir.2
TKP’nin siyasi yaşama geri dönüşünü anlamlandırmaya odaklanan bu Gelenek özel sayısında aşağıdaki yazıda süreç içinde ortaya çıkan aykırı tezleri, daha ilk günden itibaren Yunanistan Komünist Partisi’nden yoldaşlarımızın “oportünist” tanımını uygun gördükleri ayrık yaklaşımları gözden geçireceğiz.
Bu tezlerin bugün sahiplerinin olup olmadığı, zaman içinde nasıl değişim geçirdikleri gibi soruların üzerinde durmuyoruz. Daha doğrusu bunların bir önemi yoktur. Yazımız TKP’nin bir ideolojik-politik ayrışma yaşadığına dayanmaktadır.
Birlik’in bütün dillerde yaptığı pozitif çağrışım siyasete olduğu gibi taşınırsa bu bir demagoji oluyor. Öyle bir birlik olabilir ki, doğru devrimci sınıf çizgisinin üstünü örtmeye, adlı adınca tasfiye etmeye hizmet eder. Bazen de birlik, kimi dillerde yerleşmiş olduğu gibi “örgütlenmek” anlamında kullanılır. Örneğin sınıfın birliği tamlamasının hep olumlu bir tını vermesi, bir tür Mevlana tekkeciliğinin işçi sınıfına uydurulmasına aldanmaktan ileri gelmez. Kendisini birlik hissetmesi için işçi sınıfının örgütlü olması gerekir ve bu nedenle sınıfın birliği çok değerli bir hedef veya olgudur.
Birlikten yana mısın değil misin, sorusu ayrışan TKP’ye uyarlanmak istenmiş, farklılıkların çok da önemli olmadığı ima edilmiş veya açıkça iddia edilmiştir.
Bizim 2017 Şubat ayı itibariyle önemli bulduğumuz nokta TKP’de hiziplere kaynaklık eden, pratikte partinin kendi adını bir süre kullanamamasına yol açan sorunun ideolojik ve siyasal bir içeriğinin olduğunu ortaya koymaktır.
Bu arada bu bir polemik yazısı da değildir. Tartışma anlamını da içeren bu sözcük, amaç öyle olsun olmasın, izleyenlerde “tatlıya bağlanma” ihtimalini canlı tutmaya hizmet edebilir. TKP’de bir tarihsel hesaplaşma yaşanmış ve anlaşmazlıkların içeriği itibariyle konu bağlanmıştır. Konu bağlandıktan sonra Parti yoluna daha güçlü, daha iddialı, daha cesur devam eder. Bugün bulunduğumuz moment budur.
Anlatmaya çalıştığımız bu nedenlerle aşağıdaki yazıda kaynak belirtilerek alıntı yapılmamakta, herhangi bir taraf tartışmaya, yanıt vermeye, açıklama getirmeye davet de edilmemektedir.
Parti yoluna devam etmektedir ve ideolojik-politik müktesebatı kimin nerede ne zaman ne söyleyip yazdığıyla karşılaştırılamaz. Parti birliği bu müktesebatın çekiştirilmesi için değil, sahiplenilerek ilerletilmesi içindir.
Türkiye Komünist Partisi farklı düşünen, kafası karışan, yanlışlanan yoldaşlarını pazarlık masasını değil yoldaşlığı paylaşmaya çağırır. Bu yazı kimi eski yoldaşlarımız için artık geride bırakılmış olan başlıkları kurcalıyorsa, bunların geçmişte kalmış olması yalnızca “iyi” bir şey olur.
Giriş satırlarında bir de bilgiyi paylaşmak isteriz. Okuyacağınız yazı 2016’nın son aylarında TKP adının siyasete geri döndürülmesi çerçevesinde yürütülen temaslar sırasında Türkiye Komünist Hareketi yetkililerinin bilgisine sunulmuş notlardan hareketle ortaya çıkmıştır. Bir tür “bunları geride bıraktığımızı düşünüyoruz ve bundan emin olmak, geride bırakılmış olduğunu onaylatmak istiyoruz” sunumuyla verilen notların o sıra bir tür “burun sürtme” olarak algılanmış olduğu anlaşılıyor. Bu algı yanlıştır. İşçi sınıfı partileri, konu siyasetse, siyasetin içeriği ve hatta vurgularıysa, bunlara sonsuz ölçüde titizlenirler. Komünist partilerin “birliği” teknik bir prosedür değil, bir akıl ve davranış ortaklığıdır.
Artık o notlara vesile olan ilişki geride kalmış bulunuyor. Önümüzde Parti var. 2014’ün içeriği ise artık Partinin geleceğinin sağlam örülmesi için önem taşıyor.
ŞU ÖRGÜTSEL SORUN MESELESİ
Birinci evrede 2014’ün Haliç hizip(ler)inde “Sorunun kaynağı ve niteliği örgütseldir” saptaması egemen oldu. “TKP kötü yönetiliyor, yapıcı tartışmalara izin verilmiyor, katkılara kapılar kapatılıyor, insan harcanıyordu.” Harcananların kendilerine atfettikleri bir karakteristik özellik de genç olmalarıydı. TKP’nin kariyerist ve başarısız yönetimi “gençliğin önünü kesiyordu”. Oysa örgütsel olan herhangi bir şey asla sadece örgütsel değildir. Sağlıklı bir parti yapısında kişi bazlı yanlışlar yapısal değil fakat rastlantısal olgular olarak elbette bulunabilir. Ama bunlardan bir sistematik çıkması için politik bir platformda ille de politik bir arka plan söz konusu olmalıdır.
Yoksa konu Lenin’in betimlediği gibi midir? “Siyasal sorunlar örgütsel sorunlardan mekanik biçimde ayrılamaz. Siyaset belli kişilerce yapılır, ancak başka insanlar kararları kaleme alırlarsa, bundan hiçbir fayda gelmez.”3 TKP örneğinde uzun zaman parti siyaseti söz konusu olduğunda yalnızca uygulayıcı olmakla yetinen, siyasal meselelerde daha çok sonrasında “partiyi kendi malı zannetmekle” eleştirdikleri kadroya tabi olmayı tercih edenler, yönetici konumlarını giderek tapulu malları olarak algılamaya başlamışlardı aslında. Bu tuhaf algıdaki çarpıklığı kalıcılaştırmanın çaresi ise partinin siyaset üretimine ilişkin birinci dereceden rol talep edilmesi oldu. Bunun gerekçelendirilme ve meşrulaştırılma sürecinin partinin siyasal birikimine dönük bir “eleştirellik”, giderek bozgunculuk olması kaçınılmazdı.
Bu noktada ortaya çıkan sorun basbayağı politiktir ve artık “sadece” örgütsel değildir. Zira konumunu korumak adına aceleyle girişilen “derinleşme” çabalarının sonucu olarak TKP içinde söz konusu kesim Kürt sorunu, toplumsal hareketler, öncülük teorisi, kendiliğinden hareket, ittifaklara yaklaşım gibi bir dizi kritik başlıkta liberal etkilere açık hale gelmiştir.
TKP gibi ideolojik sağlamlığıyla ünlü bir yapıda nasıl olur, denilmemelidir. TKP geleneğinden farklı bir nüans arayışının dışarıda bütün şiddetiyle hüküm süren sol-liberal fırtına karşısında eğilmemesi gerçekten de güçtür.
Öncesi ve sonrasıyla TKP bir liberal tasfiye saldırısına uğramıştır.
“Sadece örgütsel”ciler siyaset-örgüt diyalektiğine tabidir ve duramadılar. Nasıl bir örgüt olması gerektiğini anlatmaya zorunlu olarak yöneldiler. Ve o noktada anti-Leninist bir tez ortaya çıktı. Merkeziyetçilik, bu çarpılmaya göre, parti örgütündeki görüşleri (yerine göre dinamikleri) dikkate alan bir koordinasyon faaliyetiydi nerdeyse. “Tabandan” gelen girdiler merkezde yoğurulup sentezleniyor ve yeniden örgütün bütününe iletiliyordu, merkeziyetçilik buydu ve bundan ibaretti! Komünist hareketin içindeki demokrasici sapmalarda bile rastlanmayacak bu tarife dayanarak partide birileri daha fazla etki sahibi olmaları gereğini gerekçelendirmiş oluyorlardı.
Kuşkusuz TKP kadroları bu liberal örgüt tezini kolay kolay baş tacı edemezdi. O noktada formülasyonun sahip ve destekçilerinin “önemsiz” olduğu söylenmeye başlandı. Ama Parti dar ve mutlak homojenlik arayan bir örgüt değildi. Parti dediğin kapsayıcı olmalıydı. Merkeziyetçiliğin bir sentezleme işlemi olduğunu iddia edenler de kapsanmalı, partinin merkez kurullarında yer almaları yadırganmamalıydı. Böyle denildi.
Peki kimdi merkeze girdilerde bulunacak olanlar? Bu sorunun yanıtının şu veya bu coğrafi örgüte işaret etmesi çok saçma olmaz mıydı? Bu kapıdan toplumsal dinamiklerin temsilciliğine atanmış birtakım örgütler veya önderlerin geçirilmesi kaçınılmaz olmuştur. Gençlerin sözcüleri vardır. Alevilerin temsilcileri vardır. Kadınlar da… Bu yaklaşımın Türkiye Komünist Partisi’nin, değişmesi talep bile edilemeyecek vasfına, bir sınıf partisi olma özelliğine saldırı olduğu açık olmalıdır.
2014’e girildiğinde Türkiye Komünist Partisi’nin sağlam bir dokuya sahip olduğunu söylemediğimiz açık. Ancak hizbin partinin birliğini, organik bütünlüğü olan konumlanış ve tezlerden hareketle hızla nasıl çözdüğünü kısaca sergilemiş olduğumuzu sanıyoruz. Ne de olsa, ya “örgütsel sorundan ibaret bir konu” sorun değildir; ya da örgütsel sorun asla “yalnızca” örgütsel değildir. İkincisi kısa sürede kanıtlanmıştır.
KÜRT LİBERAL SAPMASI
TKP’nin çok uzun süredir karşı karşıya kaldığı ve parti içinde ciddi ölçüde etkisizleştirilmiş olan bir liberal saldırı ögesi “Kürt hareketine karşı mesafelilik” konusundadır.
Burada liberal eleştiri, partinin “sterillik” ve apolitik bir “temiz kalma” kaygısıyla Kürt siyasetinden “uzak durma”ya koşullandığını öne sürer. Bu suçlamanın “kirlenmek gerekir” çocukluğunu bir yana bırakıp, Kürt hareketine marksist bir çözümlemeyle değil oportünist bir siyaset kavrayışıyla yaklaşmanın ürünü olduğunu belirtmeliyiz.4
Birincisi, Kürt hareketiyle sınıf partisi arasındaki mesafe siyasal fayda ya da siyaseten korunma gibi parametrelerle değil, bu hareketin sınıfsal niteliğine ilişkin saptamalarla belirlenir.
İkincisi, sınıfsal belirlenimlerini bir kenara bırakıp “Emperyalizmle uzlaşırlar mı, uzlaşmazlar mı?” kumarı oynamak bizim işimiz hiç olmadı. “Yani risk almayan, ‘ne olur ne olmaz’ diyerek Kürt meselesine oynamayan tarzını bırakması, devrimci şekilde risk alması” önerilen parti, tedbirli bir oyuncu değildi ki! TKP, bu kumar masasına hiç oturmadı. Biz hiç “iddaa” oynamadık.
Ayrışma sonrasında ortaya çıkan iki parti de, yani Haliç hiziplerinin oluşturduğu HTKP de, Atılım Kongresi ile TKP birikimini sırtlanan Komünist Parti de 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin boykot edilmesini savunmuşlardı. Ancak HTKP Selahattin Demirtaş’ın aldığı yüksek oyu hemen kutlama ihtiyacı duyacaktı. O dönem ve sonrasında Kürt başlığına yaklaşımda kabaca şunlar söylenmiştir:
Toplumsal dinamiklere öncülük ile siyasal dinamikleri etkileme ve ittifaklar birbirine karıştırılmamalıdır. Kürt hareketi sosyalist hareket açısından bir siyasal dinamiktir. Bu siyasal dinamiği devrimci sosyalist mücadeleye bağlayacak yollar bulunmalıdır. Sol Kürt dinamiğinin parçası olmamalıdır ama Kürt emekçi dinamiği ile Kürt siyasi dinamiği sola çekilmelidir.
Buna göre sol bir “ağırlık” oluşturarak Kürt dinamiğini çekebilir. Birleşik Haziran Hareketi, oportünistler tarafından bu çerçevede bir olanak olarak görülmüştür.
Kürt emekçilerinin, bir bölümüyle Türkiye işçi sınıfının eksiği doldurulmaz bir parçası olduğu da doğrudur; Türkiye devriminin bir Kürt dinamiğiyle bütünleşmesinin teorik gerekliliği de, Kürt sorununun, Kürt emekçilerinin eşitlik ve özgürlük arayışı bakımından Türkiye kapitalizmi içinde çözümsüzlüğü de.
Ancak Kürt siyaseti dendiğinde belirli bir sınıfsal aidiyet, en azından sınıfsal belirlenimler içinde oluşan bir yapıyı anlamak gerekir. Sınıf kavramı devreye girmediğinde temel sorun HDP’nin içindeki sağ ve sol kanatlara indirgenmiş, bu iki çizginin birbirine karışması bir sorun olarak tarif edilmiştir. Aldığı oylar nedeniyle kutlama mesajı yollanan Demirtaş’ın “AKP’ye güven olmazcılar” diye özetlenen sol çizgiyi ifade ettiği yazılıp çizilmiştir. Kürt siyaseti ve HDP andığımız sınıfsal aidiyetten bağımsızlaştırıldığında ortaya çıkan sol çizgi/sağ çizgi yanılsamaları ve bunlara oynayan bir siyasal manevra kaçınılmaz olmaktadır.
Kürt sorununa sınıfsal bir açıdan bakmayı savunan TKP müktesebatı oportünistler için artık “temiz siyaset adına hareketsizlik ve kibirlilik” olarak mahkûm edilebilecek bir statükodur!
Kürt siyasetinin tamamen politik manevralar, giderek pedagojik yöntemlerle sosyalist hareketin etkisi altına sokulacak bir siyasal dinamik olarak görülmesi, kolay kolay düşülebilecek bir “yanlışlık” değildir. Bu yaklaşımın ima ettiği, yolunu yaptığı “fayda” düşünülürse bir yanlışa düşülmediği de görülebilir. Solda çok sayıda kesim veya kişinin 2015’te HDP ile milletvekilliği pazarlığı yaptığını biliyoruz…
TKP ise hep mesafeli durduğu ulusal dinamiğe 2014’ün öncesinde burjuva milliyetçiliğinin egemen olduğunu tanımlamış ve politikalarında esas almıştır.
Burada bir de Kobane parantezi var.
IŞİD’in saldırısı ve Kobane’deki gerilla direnişiyle ilgili bölgesel ve küresel medyada oluşturulan görüntü sağlıklı bir görüş oluşturmayı güçleştirmiş olabilir. Yine de bir kısmı oldukça teorik gerekçelere sahip ama somut olgularla fazlasıyla desteklenen bir mesafelilik zorunluydu. Burada da, liberal saldırı bu mesafeliliği “steril ve saf sosyalist kimlikçilik”le yaftalarken, Rojava/Kobane efsaneleri Suriye gerçeğini de, bölgedeki Kürt milliyetçi fırsatçılığını da perdeliyordu.
Suriye’de Kürt nüfusun yapısı, konumlanışı, siyasal/toplumsal temsil mekanizmaları gibi unsurlar göz önüne alındığında Rojava konusunda özellikle Kobane kuşatması döneminde solda yaygınlaşan projeksiyonların gerçekçilikten çok uzak olduğu açıktır. Bunları merkeze koyan devrimci stratejiler veya dayanışma etkinlikleri de kapıdan kovulan liberalizme ve bölgesel fırsatçılığa bacadan yol göstermek anlamına geliyordu.
Bu noktada pratikte ortaya çıkan ikilemin Kobane halkı-IŞİD biçiminde resmedilmesi kendi başına çok büyük bir yanlış sayılmayabilir. Ancak sol siyasetin bu tür ikilemlerde hangi tarafın tutulması gerektiği üstünden belirlenmesi, solun kendisini özne olarak sunmasını olanaksızlaştırmak demektir. Bir yöntem düzeyinde düşünüldüğünde işçi sınıfının ve solun karşısına, kendisinin asla önemli olamayacağı ikilemler çıkartmak egemen güçler için hiç de zor değildir. Bu açmazı reddeden işçi sınıfı sosyalistlerinin “kibir” ile karalanması tasfiyecilik değilse nedir?
Zaten genel olarak bu tür bir “pratik zorunluluk” noktasında durulmamış ve Kobane’den “Stalingrad” benzetmelerine geçiverilmiştir. Solda bu baskılara sadece KP’nin direndiği açıktır. TKP’nin bölgesel bağlamında Kürt sorununu ele alırken “uzlaşacaklar/uzlaşmayacaklar” falı bakarak değil, gelişmelerin sınıfsal kaynaklarını değerlendirerek hareket etmesi doğruydu. KP bu geleneği yeniden üretmiş, TKP’den kopanlarsa soldaki ana akışın ya içine dalmışlar ya da ondan hiç ayırt edilememişlerdir.
Düzen muhalefetinin, burjuva siyasetindeki farklı aranış ve alternatif oluşturma çabalarının komünist hareket için ciddi tehditler oluşturduğu, aynı anlama gelmek üzere komünistlerin bu başlıklarda ciddi sınavlar verdiği bir dönemi geride bıraktık.
2015 Haziran seçimleri öncesinde yürütülen tartışmalarda düzenin restorasyonu ve yeni konfigürasyon arayışlarının nasıl dayatıldığını, Birleşik Haziran Hareketi’nin seçim politikaları tartışmalarında nasıl çok boyutlu bir manipülasyona maruz kaldığını birlikte gördük.
En hafif deyimle TKP’den artan hiziplerin hatası, bu manipülasyonlara dönük iyimser beklentiler oluşturulması ve bunlara hak etmedikleri bir “kendiliğinden dinamik” özelliği izafe edilmesiydi.
SYRİZA UMUDU
Komünistlere dönük liberal saldırının duraksamadan değerlendirdiği bir gelişme 2015 başlarında Yunanistan’da Syriza’nın parlatılmasıydı.
TKP’den uzak düşen akıllara göre Syriza Yunan halkı için radikalleşmenin bir ifadesiydi. KP’ye göre ise, tam tersine radikalleşememenin ifadesi veya radikalleşmenin önüne dikilen yeni bir barikat. Bu açıdan başka örneklerine de rastladığımız “Avrupa’da kitle hareketinin radikalleşmesinin ürünü olarak yükselen yeni sosyal demokrat hareketler” değerlendirmesi ciddi bir hatadır. Syriza, Yunanistan’da ortaya çıkan derin politik krizden çıkış için inandırıcı bir düzen alternatifinin oluşması olarak okunmalıdır.
Üstelik, Syriza’nın bizzat burjuvazi eliyle oluşturulmuş bir seçenek olduğu gerçeği de ihmal edilmiştir. Bunun daha 2008 yılında KKE’deki yoldaşlarımız tarafından anlatıldığını, Syriza’nın yeni seçilmiş genç başkanı hakkında parti yayınlarımıza da yansıtılan değerlendirmeler olduğunu hatırlatalım.5 Sanırız buraya, “Her şeye de üst akıl diyorsunuz. Gezi’ye de böyle demiştiniz. Toplumsal dinamikleri küçümsüyorsunuz” liberal suçlamalarının gölgesi düşmüştür. Ve nasılsa geleneksel komünist parti dediğimiz şey orada ve burada hep kibrin temsilcisi değil midir?
KP ve YKP devrimci bir olasılığı küçümsemekle suçlanırlarken, aslında Yunanistan’daki sınıf mücadeleleri birikimi küçümsenmiş, özel olarak Yunanistan Komünist Partisi’ne dönük liberal “yok sayma” saldırılarına teslim olunmuştur. “İşin pozitif yanına” bakılması bile öğütlenmiştir! En genel anlamının ötesinde kitlesel, devrimci ve sınıf temeli sağlam bir komünist partinin yok sayılabilmesi nasıl bir baskı altında olduğumuzu da gösteriyor.
Burada sorun “Yunanistan değerlendirmeleri” değil.
Düzenin sol hatta bazen radikal sol görünümlü truva atlarını toplumsal ve siyasal hareketin içine nasıl sürebildiğini hiç unutmamak zorundayız. Liberal hizip çizgisinin billurlaştığı nokta bunu reddetmek, bu konudaki uyanıklığı küçümsemektir.
2014 ayrışmasından sonra TKP’nin zengin uluslararası ilişkileri bir bütün olarak Komünist Parti tarafından sürdürülmüştür. KP, TKP’nin haklı olarak edindiği itibarı korumuş ve yükseltmiş, bir yıl sonra Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı İstanbul’da KP’nin evsahipliğiyle gerçekleşmiştir. Bu koşullarda TKP’nin uzağına düşen bir hizibin dünya komünistlerinin sıcak tartışmalarından uzak kalmaları anlaşılır. Öte yandan sola çekilen seti solun yükselişi olarak yorumlamak türünden büyük bir yanılgıyı da mazur göster(e)mez.
AB’nin sınıf mücadelesi deneyimi ve radikalleşme potansiyelleri açısından benzer yönleri olan üyelerinde ortaya çıkan yeni sosyal demokrat hareketler komünistler için ilk günden itibaren net tanımlara sahipti. Kapitalizmin krizi Yunanistan’da adlı adınca sınıf hareketinin ve komünist öncünün yükselişini koşullarken, İspanya’da daha çok bir toplumsal aranışı gündeme getirmiştir.
Yine de sonuç değişmemiştir: İspanya’da Podemos, Yunanistan’da Syriza kapitalist krizin yarattığı kitlesel uyanışın ifadesi olan radikal sol yükselişler değildir. Bunlar sıkışan düzen güçlerinin çok sistemli ve çok planlı bir biçimde şekillendirdikleri, önünü açtıkları alternatif umutlardır. Bunlara dönük kitlesel teveccüh ise kitle hareketinin düzeni aşma ufuk ve cesaretinin olgunlaşmamış olmasıyla ilgilidir. Radikalleşme değil, yeterince radikalleşememe…
Syriza, Türkiye’de Haziran 2015 seçimlerinde estirilmek istenen HDP rüzgarının besleyicilerinden biriydi.
Sonra devam etti yanılsamalar ve Yunanistan’da Syriza iktidarının AB ile girdiği tartışmaların abartılmasına sıra geldi. Buna göre Avrupa burjuvazisi Syriza ve Podemos’tan ürküyordu. TKP geçmişi yeni liberallerin ellerini ayaklarını bir ölçüde bağladığı için olsa gerek, aynı yazının içinde burjuvazinin korktuğu söylendikten hemen sonra “Burjuvazinin korkularından birinin de bu olduğu söylenebilir mi” diye sorulabilmiştir. Oysa KP yayınları birinci elden yorumlara ulaşmak ve doğru yanıtlar bulmak için işe yarayabilirdi!6
HAZİRAN’CILIK, DEVRİM DİNAMİKLERİ, TOPLUMSAL HAREKETÇİLİK
Toplumsal hareketçilik, sınıf dinamiklerinden bağımsız, giderek onlara yabancılaşan bir sosyolojik stratejidir. TKP’den böyle bir sapma çıkmasının nedeni kuşkusuz dönemin liberal basıncında aranmalıdır. Haziran Direnişi bu yönde çok istismar edilmiştir. Haziran Direnişi bir toplumsal hareketler buluşması olarak kavranmış ve bu özelliği komünist hareket ve işçi sınıfının biçim kazandırması gereken bir durum olarak değil, başlı başına bir olumluluk olarak kabul edilmiştir. Oysa gücünü sınıftan almayan, güç kaynaklarını kendi hedeflerine göre seçmeyen bir yaklaşım kaçınılmaz olarak “toplumsal hareketçi” bir stratejiye itilir.
Bu uğurda Ekim Devrimi ile Haziran Direnişi’nin karşılaştırılması yoluna bile gidilmiştir! Karşılaştırmada ikisinin de meşruiyetini “halktan” aldığının hatırlatılması ilginçtir…
Haziran Direnişi’nin Ekim Devrimi’yle karşılaştırılması ölçek, süre ve (olası) sonuçları açısından bakıldığında matematiksel bir hata gibi görünüyor. Fakat bunun ötesinde Ekim Devrimi’nin sınıf temellerini, öncü partinin ve öncü-sınıf ilişkilerinin ulaştığı olgunluğu, uluslararası devrim dinamikleriyle etkileşimi gibi unsurları bir kenara bırakmak yanlıştır. Burada da devrim dinamiklerine dönük “toplumsal hareketçi” çarpılmanın baskısı, öncü partinin tarihsel anlamda vurgulanan öncülük rolünün ve sınıf belirleniminin bir kenara konulup “siyasal fırsatçılığın” altının çizilmesiyle oluşan liberal-oportünist yaklaşımın izleri söz konusudur.
Toplumsal hareketçi çarpılmanın baskısının hissedildiği bir nokta da elbette gençlik hareketi beklentisinde oldu. “Haziran gençliği” hamasetinin de eşlik ettiği, Y Kuşağı hikayeleriyle bezenmiş liberal saldırı, öğrenci gençliğin demografik belirlenimli bir toplumsal dinamik olarak sivriltilmesini teşvik ediyordu. Bunun nasıl uç deformasyonlar yarattığını FKF’de hep birlikte gördük/görmeye devam ediyoruz.
Oportünist çözümlemelere göz attığımızda, Haziran Direnişi “üçüncü cumhuriyet’in kurulmasının olanak, gereklilik ve umudu” açısından bir veri sayılmaktadır. Üçüncü yani Sosyalist Cumhuriyet’ten söz ettiğimize göre bir sosyalist iktidar girişiminden söz ediyoruz. Haziran Direnişi’nin yana getirdiği, bildiğimiz toplumsal dinamikler başka şeylerle birlikte bu yönde bir devrimci sürecin taştığı alanlar olabilir. Öte yandan Türkiye’de Sosyalist Cumhuriyet’in taşıyıcı damarları olarak bunlar sıralanırken (gençlik başa yazılırken!) işçi sınıfının adının geçmemesi gibi bir durum ilginçtir. Kuşkusuz Aleviler, kadınlar, gençler, LGBT’ler, taraftarlar kendi imzalarını atarken işçi sınıfı böyle bir şey yapmamıştır. Sınıf analizinin terkedilmesi ve işçi sınıfının bir toplumsal hareket kadar bile etmemesi için bu yeterli midir?
Gelenek’in direnişi izleyen iki sayısının Haziran’a ayrıldığını hatırlatmak durumundayız. TKP’den kopanların Gelenek’i de unutmalarını yadırgamıyoruz…
SEÇİMLER, OYLAR
Seçimlerin bir meşruiyet sağlama aracı olarak ve daha fazlası komünistlerin toplumsallaşmasının öncelikli alanı olarak görülmesi TKP’nin 2011’de kendi tarihine gömmeyi başaramadığı bir yanlış olmuş, partinin en azından belli kesimlerinde bu yanlış başka yanlışları tetiklemiştir.
Örneğin 1999 ve 2002 seçim çalışmalarının SİP ve TKP’nin toplumsal örgütlenme açılımları yaptığı, siyasal etkinliğinde nitel bir sıçrama yaşadığı momentler olarak tanımlanması inanılmaz bir çarpılmadır. Şüphesiz bu momentler toplumsallaşma ve işçi sınıfını siyasete taşıma kararlılığının eşliğinde alınmıştır. Ancak her iki seçim çalışmasının da partiyi tanıtmak gibi bir anlamı olmuş, tam olarak “bayrak göstermeye” hizmet etmiştir. 1999 ve 2002’ye baktığımızda, ne seçim propaganda çalışmaları, ne de seçim sonuçları TKP’nin seçimli geçen 15 yılında kritik sıçrama noktaları olmamıştır.
TKP hizbi olunca parti tarihi unutulmaya başlanır!
“TKP’nin büyüdüğü ve yaygınlaştığı dönem” tanımını, sonraki deneyimler çok daha fazla hak eder. Bu yılların seçim deneyimlerine ilişkin olarak yapılan değerlendirmelerde “tepkinin oya dönüştürülmesi” TKP değerlendirmelerine göre fazla önemsenmektedir hizipler tarafından.
“Oya dönüştürme” gibi bir seçim stratejimiz olamaz. Hiç olmamıştır. TKP’nin pekiştirdiği, yer yer örgütlediği toplumsal direnci seçimlerden de geçirmek gibi bir çabadan söz etmek daha doğru olur. Seçimden “geçirmek” elbette yüksek oy almayı hedeflemeyi de içerir. Ama araba atların önüne konmamalıdır. Çünkü seçimlere ve seçim sonuçlarına toplumsallaşma, örgütlenme ve öncülük stratejimiz içinde temel bir yer vermek sadece bugün değil, tüm dönemler boyunca ve sadece ülkemizde değil tüm ülkelerde yanlıştır.
Solun seçim kazandığı söylenebilen yerel yönetim deneylerinde de durum farklı değildir. Örneğin Dikili’nin eski sosyalist/sosyal-demokrat Belediye Başkanı’nın bazı uygulamalarına sahip çıkmak, bu uygulamaları nedeniyle karşılaştığı baskılar karşısında dayanışma örgütlemek başkadır, Dikili Belediye Başkanlığını sosyalist stratejinin içinde görmek başka.
TKP’nin seçimlere yaklaşımını değerlendirirken, adı geçen demokrat “yerel yönetimlerin” varlığı bu tartışmada pek az yer tutabilir.
TKP’den gidenler, bir adım daha ileri giderek TKP’nin rakip olduğu partileri, hatta basbayağı solda tasfiyecilik rüzgarı olarak gördüğü kampanyaları “önemli” saymışlardır. 1997 restorasyon döneminin imalatı olan Ufuk Uras ÖDP’sinin aldığı oyların değerlendirilmesindeki gibi. ÖDP’nin 300 bine yakın oy aldığı bu seçimler “Yağma yok sosyalizm var” sloganıyla anılmış olan 1999 seçimleridir. Ve bu seçimlerde TKP (SİP) ÖDP’nin rakibidir. Ve bu rakiplik, bilinçli bir seçimdi. Yıllar sonra üstelik TKP’yi sahiplenmek adına, Ufuk Uras rüzgarının “seçimler ve TKP” gibi bir başlıkta ilham verici bir örnek olarak ele alınması ancak şaka olabilirdi.
Dahası seçimlere bir başlangıç değil sonuç olarak, motor güç olarak değil toplumsal-siyasal bir ayna (şüphesiz bükülmüş bir ayna) olarak bakan bir geleneği vardır TKP’nin.
Eski TKP’liler, yani 2014’ün Haliç hizipleri ise 2015 Haziran seçimlerinden sonra sosyalist hareketin makus talihini yenme müjdesi vererek yollarına devam etmiştir! Güçlerin birleştirilmesi gerekmektedir. Meclis’teki siyasete burun kıvrılmamalı, küçük örgütsel hedeflerden müteşekkil siyaset tarzından uzak durulmalıdır…
Bu yaklaşımlarıyla hizipçilerin kendi geçmişleriyle kavga ettikleri bellidir. TKP’ye küçük örgütsel hedeflerle yatıp kalkma karalaması belki de ilk kez bulaştırılmak istenmiştir. Hatırlanacağı gibi TKP 2011’de AKP’nin yaptığı sıçramanın kısa süre sonrasında kaç oy aldığıyla değil “Sosyalistlerin Meclisi”ni oluşturarak ilerici entelijansiyaya umut aşılamasıyla tanınmıştır. HDP’li büyük koalisyon laflarının edildiği 2015 Haziran’ında KP’nin aldığı 13 bin oy ise tarihe TKP’nin en önemli direnişi olarak geçebilir.
Haziran seçim sonuçlarının hemen ardından yapılmış (andığımız) oportünist değerlendirmelerde iki büyük sorun hemen görülüyor. Düzen güçlerinin farklı taraflarda yer alarak “hazırladıkları” bir sürecin sonucu alelacele bir “devrimci fırsat” tanımı içine sokulmuştur ve 2015 Haziran seçimleri “sosyalist hareketin makus talihini yeneceği bir döneme giriş” olarak tarif edilmiştir.
Oysa birkaç gün içinde sosyalist hareketin gözünü dikebileceği bütün toplumsal kesimlerde hayal kırıklığı boy atmaya başlamış, düzen projeleriyle serpilen muhalefet, toplumsal muhalefette belirgin bir yıkıma açılmıştır.
TKP NEDİR, TKP’YE NASIL GİDİLİR?
Bu Gelenek’te Mustafa Suphi’nin Doğu Halkları Kongresi’ne sunduğu bir rapora yer verdik. Bu kapsamlı belgenin bir noktasında Suphi mali konulara geldiğinde, yoldaşları kendisini uyarıyor ve bu konuda böyle bir geniş toplantıda detay vermemesi hatırlatılıyor!
Bir kere, geldiğimiz ve yeniden hayata döndürdüğümüz TKP böyle bir partidir. Bir işçi sınıfı partisinde, devrimci bir partide, mali şeffaflık, “ibra” gibi beklentilere bir daha izin verilmeyecektir.
Komünist ve üstelik sosyalist devrimci bir parti insanlığın kurtuluş yolunda işçi sınıfının iktidarını zorunlu bir uğrak olarak görür. Bizim partimizde, ülkenin Komünist Partisi halkın yegane umudu, ve asıl işçi sınıfının tarihsel öncüsüyken, onu “halkın” partisi ilan etmek bir daha kimsenin aklına gel(e)memeli, tabir popüler bir slogandaki sempatik ve güven veren yerinde bırakılmalıdır. Paranın, sermaye sınıfının boy boy partileri, polis teşkilatları, zabıtaları, bakanları, müsteşarları vardır, halkın ise komünistlerden başka kimsesi yoktur. Evet halkın bir TKP’si vardır, başka da umudu yoktur. Ama TKP bir işçi sınıfı partisidir, bir halk partisi değil! TKP sosyalist devrimcilerin, marksistlerin silahıdır. İşçi sınıfı devrimcilerinin partisidir, ona “halkın partisi” demek şiirsel bir güzellik olabilir, bilimsel değil.
TKP’nin programı, mücadelesi ve örgütlenmesiyle değil de “kime ait olduğu” gibi verilerle değerlendirilmesine bir daha asla izin vermeyeceğimiz açıktır.
YENİDEN KURUYORMUŞUZ!
2016’nın sonlarına gelindiğinde ise Haliç hiziplerinden olup da “Gelenek’e sahip çıkan” bazı kadrolar, 2014’ten beri hayat durmuşçasına bir “yeniden kuruluş” kongresi önerilebilmiştir. Buna göre “nasıl bir parti” sorusu, partiyi temelden kurmak için sorulmalı ve yanıtlanmalıydı. İddiaya göre 2014’te de sorun buradan çıkmıştı. Dolayısıyla bu soruya verilecek yanıt tartışarak oluşturulmalıydı.
TKP’nin tarihinde daha ciddi kesintilere rastlanabilmiştir. Örneğin TBKP’nin kapatılmasından sonra eski komünistlerin birtakım ara duraklardan geçerek ÖDP’ye kadar gittiklerine dayanan, dolayısıyla ÖDP’yi TKP’nin sadece bir ardılı değil, sürdürücüsü olarak tanımlayan bir süreklilik tezi de vardır memlekette ve ciddiye alınır yanı olmadığı açıktır.
TİP’ten ihraç edilen Sosyalist İktidar grubundan başlayıp Gelenek’le devam eden bir TKP sürekliliği iddiasında bulunmak ise tek kelimeyle abartmak olacaktır.
Sözü geçen aralıkta gerçekten de TKP yoktur!
Bu açıdan, Sosyalist İktidar Partisi için adını değiştirdiği kongre bir bakıma yeniden kuruluş anlamına gelmiştir. Bu prosedür 2001’in özgünlüğüne uygundur.
TKP’nin 2017’de sahnede yeniden boy göstermesinde ise iki meşruiyet kaynağı ve kriteri olabilirdi. Birincisi 2014 itibariyle TKP’ye üye olanlara dönük bir yoklamadır. Bunun sonucunun ne olabileceğini herkes biliyordu; sonuç olarak 2014 TKP’sinin yarıdan azı olan HTKP 2015’te ortadan ikiye bölünmüş değil miydi? 2014 Haliç hiziplerinin ürettiği tablo giderek bir “TKP’liler mezarlığı” olmamış mıydı?
Diğeri meşruiyet kriterinde elimizdekilerin bir bölümü yukarıdaki dökümdür. Komünist Parti, TKP geleneğinin sürdürülmesi misyonunu omuzlamış ve bunu layıkıyla yerine getirmiştir.
Gerisi ya TKP’nin geri dönmesini kendi liberal konumlanışlarına tehdit olarak görmektir, ya da kariyerizm, “ben ne olacağım”cılık… Hepsi birlikte aynı pakete girebilir bunların. Deneyimli yoldaşlarımızın, Yunan komünistlerinin çok çok haklı olarak, ve çok büyük bir keskin görüşlülükle, daha en başında altını çizerek işaret ettikleri gibi oportünizm paketine…
Örgütsel olanın aslında siyasal olması ya da örgütsel olanın sonunda siyasal sonuçlar vermesi gibi, kariyerizm kazındığında oportünizm ortaya çıkmakta, bazen dudak uçuklatan bir bencillikle kendini gösteren kariyerizmin bir oportünist bataklıkta sonlanması da aynı şekilde kaçınılmaz olmaktadır.
EK: OPORTÜNİZM ALINTILARI
“Sermaye düzeninin, düzen içi çözüm alternatiflerinin tükendiği durumlarda karşılaşılabilecek siyasal almaşıklara baktığımızda, üzerinde düşünmemiz gereken örneklerden birisi Yunanistan’daki Syriza örneği. Merkez sol parti olarak adlandırılabilecek PASOK’un boşalttığı alanın doldurulması ile oluşan radikal demokratik bir hareketin ortaya çıkması, en genel anlamıyla solun bir Avrupa Birliği ülkesinde bile gelişebilmesi değerlendirmeleri işin pozitif yanına, sermaye düzenini karşıya almayan ancak bu düzeni restore etme sınırlarına sahip bir hareketin ortaya çıkması bizler açısından, bu durumun negatif yanına işaret etmektedir. Sermaye düzeninin, düzen içi çözüm alternatiflerinin tükendiği durumlarda karşılaşılabilecek siyasal almaşıklara baktığımızda, üzerinde düşünmemiz gereken örneklerden birisi Yunanistan’daki Syriza örneği.”
“Kapitalizmin dünya ölçeğindeki krizi, Türkiye açısından da belirleyici bir faktör olacağından, emekçi sınıflara dönük yeni bir saldırı düzenin hedeflerinden biridir. İtalya, İspanya ve Yunanistan’da ortaya çıkan bu durum, radikal demokrat bir sol yükselişe neden olmuştur; Türkiye açısından da benzer bir emekçi dinamiği beklenmelidir.”
“Mecliste merkeze yerleşmiş bir CHP ve onun boşluğunu dolduran “radikal demokrat” bir HDP gerçeği olası bir tablo olarak gündeme gelebilir. Radikal demokratizmin düzene entegre olması ile bu sürecin sola alan açması iki ayrı veridir ve ikisi de mümkündür. Yunanistan’daki Syriza örneğinden temel farkı Türkiye’deki CHP varlığıdır. PASOK boşluğuna doğan radikal demokratizm Türkiye’de Kürt dinamiği üzerinden şekillenmiştir.”
“Düzen solu tükenmektedir. İtalya, Yunanistan ve İspanya’da düzen solunun ya da başka bir deyişle merkez solun alan yitirmesi gerçeği ortadır. Nasıl dolabileceği konusunda Syriza bir örnek olarak karşımızdadır.”
“Böylesi bir tablonun ülkemiz açısından da bir karşılığı olacağını düşünüyorsak ve ülkemiz dinamikleri ile Yunanistan dinamikleri arasında önemli farklar görüyorsak, ki vardır, yapılması gereken Yunanistan’daki Syriza örneğini somutlama arayışı değil, soyutlama çabası olmalıdır. Bu soyutlamanın yeniden somuta döndürülmesi bugün BHH’nin uygulaması gereken bir yöntem olarak değerlendirilmelidir.”
“Avrupa Birliği’nin geleceği açısından yapılan değerlendirmeler bu gündemin birinci noktasını oluşturuyor. Yunanistan’ın AB’den ayrılma olasılığı üzerinden Yunanistan ve İspanya ve benzeri ülkelerde yaşanacakların Avrupa Birliği sihrini çözücü bir etkide bulunup bulunmayacağı Avrupa burjuvazisinin önemli korkularından biridir.
Avrupa Birliği’nde yaşanan bu sorunun yoğunlaştığı ülkeler ise bellidir ve bu ülkelerde “radikal sol” hareketlerin ortaya çıkması da ikinci noktayı oluşturmaktadır. Avrupa burjuvazisinin korkularından birinin de bu olduğunu söyleyebilir miyiz?
Yunanistan’da Syriza ve İspanya’da Podemos örneklerinin sınırları üzerine yapılan tartışmaların tam da böyle bir anlamı var. Burjuvazi açısından neyi zorlamazlar, sosyalistler açısından ise nereye kadar gidebilirler soruları üzerinden yapılan tartışmaları izliyoruz hep birlikte.”
“Söz konusu Syriza olunca, biraz daha somut konuşmak gerekir. Syriza’nın, AB troykası ile yürüttüğü pazarlığı referanduma götürmesi ve hayır oyu istemesi ve sonrasında çıkan hayır sonucunda Syriza’ya beslenen umutları daha da artırmıştı. Syriza’ya mesafeli duran Yunan komünistleri bu süreçte eleştirilerden nasibini fazlasıyla almıştı.
Yunan komünistlerinin referandum politikalarını eleştirmek gerek. Referandumda boykot tutumu yerine hayır tutumu almaları doğru olandı. Bu “enternasyonalist eleştirimiz” ile Yunan komünistlerine yöneltilen alaycı eleştiri arasında bir fark olduğunu da belirtmek gerek.”
“Diğer taraftan Syriza’nın sınırlarına işaret eden komünistlerin yavaş yavaş haklı çıktığını görmek gerekiyor. Referandum sonrası Syriza’nın Euro Bölgesi’ne sunduğu son teklifin ayrıntıları yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Referandumda Yunan halkının hayır dediği teklife benzer maddeler bir bir gündeme geliyor.
(…)
Yunan komünistleri, hayır oyunu evet’e çevirecekler derken sanırız bunu kastetmişti. Sanırız yapılan referandum, masada elin güçlü olması içinmiş…”
“Bu açıdan toplumsal dinamiklere öncülük ile siyasal dinamikleri etkileme ve ittifaklar birbirlerine karıştırılmamalıdır. Kürt hareketi bugün farklı bir siyasal hareket ve sosyalist hareket açısından ise bir siyasal dinamiktir. Bu siyasal dinamiği de devrimci sosyalist mücadeleye bağlayacak yollar bulunmalıdır. Bunun yolu bu dinamiğin bir parçası olmaktan asla geçmemektedir. Ama mutlaka yüz döndürülmelidir.
“Tam da bu yüzden Kürt emekçi dinamiği ile Kürt siyasi dinamiği sola çekilmelidir. İçine girerek değil dışarıda ayrı bir ağırlık noktası yaratarak çekim alanı yaratılabilir. Sol bu açıdan bugün nicel değil nitel bir güçtür. Bu gücün etkili olabilmesi dayanışma ve eleştiriyle birlikte dik durmakla mümkün hale gelebilir. Birleşik Haziran Hareketi’nin bağımsız duruşu bu açıdan tarihsel önemdedir ve sola çekmenin yolunun başlangıcıdır.”
“Ancak bu durum bugün sosyalist hareketin öznel durumundan dolayı bizim dışımızda bir olgu olarak değerlendirilmelidir. Bugün temel sorun HDP’nin sağ ve sol çizgisinin karışmasıdır. Demirtaş’ta cisimleşen “AKP’ye güven olmazcılar” sol çizgiyi ifade ederken “AKP ile uzlaşmacılar” sağ çizgiyi temsil ediyor. Hangisinin ağırlık kazanacağı bu toplam vektörlerin belirleyiciliği altında geçecektir.
“Kürt siyaseti “vebalı” değildir. Türkiye sosyalist hareketinin bazı kesimlerinde görülen bu yaklaşımın terkedilmesi gerekiyor. Her siyasi gelişmede bu psikolojinin götüreceği yön ya temiz siyaset adına hareketsizlik ve kibir ya da karşıt bir söylemdir.”
“Kürt siyasi hareketi, bazılarına göre Esad’ı karşısına almadı. Örneğin Davutoğlu son dönemde bunu talep ediyor. Suriye konusunda meşru Suriye hükümetinin yanında yer alanlara göre ise Kürt siyasi hareketi emperyalizm tarafından beslenen dinci gericilere karşı sesini çıkarmadı.
Kürt siyasi hareketine göre ise 3. yoldu bu. Başka bir ifadeyle oluşan boşluğu doldurmak. Rojava, bu denklem içinde doğdu ve Kürt siyasi hareketinin etkili olduğu bir bölge haline geldi.
“Kobane düğümü çözülecek. IŞİD’in kazanması başka bir tablo, Kobane halkının kazanması başka bir tablo. Bu düğümün nasıl çözüleceğini de göreceğiz.”
“Sandığa gitmeyen, Ekmeleddin’e verilmeyen, Demirtaş’a kayan oyları, sosyalizmin güçlenebileceğine işaret olarak okuyabilirsiniz. Kürt dinamiğinin tarihsel ve sınıfsal temsiliyetini, uluslararası güçlerin ve bölge ülkelerinin tutumundan bağımsız ele alamayız. Ne elimizin tersiyle itmeli, ne de sorgusuz biat. Bugüne baktığımızda en önemli toplumsal dinamiğin gençlik olduğunu hilafsız yazabiliriz. Berkin Elvan cenazesinde ve Soma Katliamı sonrası gençliğin siyasal dinamizmi çok büyüktür. Sosyalizmin toplumsal tabanına dair onlarca şey söylenebilir, kısa keselim, taraftarların bile hükümet karşıtı olduğu bir dönem her zaman nasip olmaz.”
“1917 Şubat’ında Bolşeviklerin Petersburg’daki üye sayısını düşündüm. Sovyetlerin kurulmasını, sömürüden, yoksulluktan, savaştan çekmiş işçilerin, askerlerin ve köylülerin artık yeter demesini… Elbette çok özgün bir tarihsel koşulun ürünüydü Ekim Devrimi. Aynısını, benzerini, örneğini, devamını bekleyecek durumda değiliz. Dünya değişti, ülkemiz değişti, koşullar değişti, talepler değişti…
2013 yılında Taksim Gezi Parkı’nın adıyla anılan ülke tarihinin büyük direnişini düşündüm sonra. Milyonlarca insanın sokağa çıktığı, kora kar bir direnişin verildiği, 8 gencin yaşamını yitirdiği büyük bir direnişi hafife alabilir miyiz?
Abartmadan, fetişleştirmeden Ekim’den ders alarak bakalım…
Devrimi aramak meşrudur. Baktığımız yerlerde devrimi aramıyorsak, olanaklarına bakmıyorsak, heyecan duymuyorsak devrimcilik yapılmaz.
Ekim’den Haziran’a bakalım… Çok önemli bir halkadan tutalım; meşruiyet.
Çünkü halka dayanıyordu!”
“Öğrenci gençlik dinamiği her zaman vardır. Öğrenci gençlik hareketi ise her zaman çıkmaz. Toplumsal ve siyasal krizlerin kırılma noktalarında ortaya çıkma potansiyeli yüksektir öğrenci hareketinin. Ancak ister siyasallaşmanın yoğun yaşandığı ister geriye çekiliş dönemleri olsun öğrenci gençliğin her zaman bir dinamik olarak ayakta olacağını bilelim.
Yakın tarihimizde, AKP gericiliğine karşı toplumsal bir dizi kesimin direnç gösterdiğini hatırlayalım. Taraftar eylemlerini, kent ve çevre mücadelelerini, kadın eylemlerini, Alevi mitinglerini… Sınav yolsuzluğuna karşı ortaya çıkan liseli tepkisi ve ODTÜ eylemleri ise öğrenci gençliğin verdiği direnişler olarak kayıtlara geçti.
Genç bir toplumuz. Bu topluma biçilmek istenen düzen dar geliyor.
Harbiye açık hava tiyatrosunda liseli ve üniversiteli FKF’lilerin buluşması, yeni bir öğrenci gençlik hareketinin işaretlerini fazlasıyla veriyor.”
“Tam da buradan devam edebilirsek, 3. Cumhuriyetin kurulma olanak, gereklilik ve umudunu Haziran Direnişi göstermiştir. Bu ülkenin önemli birikime sahip olduğunu ve yeni bir cumhuriyetin hangi damarlar üzerine inşa edileceğini Haziran Direnişi göstermiştir. Gençliği en başa yazmak gerekiyor. Cumhuriyetçi kitleleri, Alevi toplumsallığını, kentli ve emekten yana Kürt dinamiğini ve özgürlük yanlısı kadınları not edelim.”
“Haziran Direnişi, AKP rejiminden korkan, ürken, memleketten umudunu yitirmiş ve yurt dışına çocuklarını göndermeyi planlayanları bile bırakın ülkemizde kalmaya ikna etmesini, mücadeleye soktuğu için tarihsel bir dönüm noktasıdır.
Emekçiler açısından ise bambaşka bir pencere açmıştır.
Haziran Direnişi’nin açtığı pencereden işçi sınıfının kendi geleceğine bakması için yapacaklarımız var. Kaldı ki Haziran Direnişi’nin en büyük eksiği de penceresi kapalı işçi sınıfının yokluğu değil miydi?”
“Türkiye Komünist Partisi, “Yağma yok, sosyalizm var” ve “Paranın saltanatı varsa Halkın TKP’si var” gibi örgütsel anlamda çok etkili, toplumsal açıdan ise ilgi çekici iki seçim sloganıyla kendini gösteren seçim çalışmaları yaptı. Bu dönem TKP’nin büyüdüğü ve yaygınlaştığı bir dönem olmuşken, sıkışan ve gerici dönüşümün gerilimlerinin arttığı dönemde ise toplumsal direncin ete kemiğe büründüğü bir zeminde TKP’nin siyasal niyeti ile siyasal etkisi arasında bir açı oluşmuştu.
“Ülkenin siyasal ve toplumsal anlamda gerici dönüşümü sırasında ortaya çıkan “direncin” siyasal örgütlenmesi ile bu tepkinin oya dönüşebileceği varsayımı arasındaki açıdır bu.”
“Tek başına tarihsel örnekler değil güncel örnekler de var yakın geçmişimizde. Hatay’da, Tunceli’de, Artvin, Nevşehir ve İzmir gibi illerin bazı ilçelerinde sosyalistlerin yerel belediyelerde seçimleri kazandığı örnekleri hatırlatmakla yetineceğim. Hopa’da kazanılan belediye AKP’ye kaptırıldığı gibi bugün Ovacık ve Mazgirt belediyelerinde ise sosyalist yönetim anlayışı fedakarca işler yapmaya çalışıyor.
1980 sonrasında Kürt siyasi hareketinin seçimlerde de etkili olduğu iller ve seçim sonuçları biliniyor. Bunun yanı sıra 1999 seçimlerinde ÖDP’nin yaklaşık %1 gibi bir oranla 300 bine yakın oyu sosyalist hareket ve seçimler söz konusu olduğunda mutlaka hatırlanmalıdır. ÖDP’nin sonraki süreci ve seçim politikaları ise biliniyor.”
“Bugün ülkemizde gerici ve emek düşmanı bir rejimde toplumsal sorunlar daha da birikiyor. Bu zemin üzerinden sosyalist hareketin toplumsal dinamikleri örgütleyecek bir perspektife ve yoğunlaşmaya ihtiyacı bulunuyor. Halkın taleplerinin temsiliyetini üstlenecek bir siyasal mücadele hattına omuz verilmesi ve bu hareketin yaratılması için güçlerin birleştirilmesi önceliklidir.”
“Hep söyledik, faşizm geliyor tartışmalarından solun önü kapalı umutsuzluğuna kadar söylediklerimiz bir bir ortaya çıkıyor. Türkiye’de sosyalist hareket makus talihini yenecek bir döneme giriyor diye…
(…)
Meclis’teki siyasete burun kıvırarak değil, düzen siyaseti bunların yaptığı bizi ilgilendirmez kolaycılığına düşmeden, küçük örgütsel hedeflerden müteşekkül siyaset tarzından uzak durarak…”
Dipnotlar
Yazıya çok hızlı ve basit bir hatırlatma notu ile girelim.
2014 yazında Türkiye Komünist Partisi içinde ortaya çıkan ayrışma iki paralel kongrenin yapılması ile bir hukuka bağlanmıştır. Bostancı’da yapılan Atılım Kongresi ve Haliç’te yapılan kongre bu ayrışmanın iki tarafıdır. Haliç Kongresi esasen o günlerde çok haklı olarak vurguladığımız ve Haliç, hiziplerinin uzun süre reddedip bir “algı yönetimi” olduğunu iddia ettikleri gibi bir “hizipler koalisyonu”nu esas almıştır. Haliç koalisyonu olarak anılmasında sakınca görmeyeceğimiz “ikinci tarafın” o günlerde kendisini 12. Kongre olarak duyurduğunu da ekleyelim. TKP’nin iki ayrı kongre yaparak bunlarda ortaya çıkacak temsile bağlı biçimde yoluna devam etmesi ortak kararına rağmen kendisini 12. Kongre olarak adlandıran oturumun, kendisine verdiği ismin tarihsel bir geçerliliği ise yoktur. Ekleyelim, Türkiye Komünist Partisi 12. Kongresi önümüzdeki aylarda gerçekleştirilecek.
Atılım Kongresi ile örgütlenen taraf Komünist Parti, Haliç koalisyonu ise HTKP olarak devam etmiş, HTKP bir yıl sonra ikiye ayrılmıştır.
Türkiye Komünist Hareketi (TKH) ayrı bir parti olarak kurulurken, bir yıl önce TKP’de yaşanan ayrışmada asıl sorunun örgütsel olduğunu iddia etmiş ve o zaman birlikte hareket ettiği ve artık HTKP’de kalan grup/grupları liberal sağ sapma olarak mahkûm etmiştir.
2014 yazında TKP içinde çoğunluğu oluşturan ve Atılım Kongresi’nde buluşmuş olanlarsa 2017 başında Türkiye Komünist Partisi’ni yeniden siyaset sahnesine döndürmüş, TKP üyelerinin iradesi ve Komünist Parti tarafından temsil edilen siyasal süreklilik bu adımın meşruluk temeli olmuştur.
Komünist Parti’nin TKH ile ilişki kurma nedeni de budur. Türkiye solunda iki partinin ayrı varlıklarının gözlemlenebilir siyasal ayrımlarla gerekçelendirilemiyor olması bir vakıaydı. Üstelik ayrılığın somut, bilinen, birikmiş gerekçelerinin test edilmesi, buna bağlı olarak bu gerekçelerin bir kez daha kesinleştirilmesi ya da ayrılığı da ortadan kaldıracak şekilde geride bırakılması hem politik hem de insani bir sorumluluktu.
V. İ. Lenin, “RKP (B)’nin 11. Kongresi”, Collected Works, vol. 33, Moskova: Progress Publishers, 1973, 316
Yazıda çok sık kullanıldığı halde ayrıca bir tanımlama/çözümleme yapma ihtiyacı duymadığımız oportünist terimi, Marksist siyasal yazında ve eleştiride önemli bir yer tutar. Türkiye solunda pek de iyi tanımlanamayan ayrılıkların sert ama içeriksiz polemikleri arasında kaynamış olduğu için “oportünistlik” bir eleştiriden çok bir küfürleşme olarak yerleşmiştir. Yine de, hem yazının bütününde çokça örneklendiği için, hem de okurlarımızın “gerçek” anlam ve tanımına ulaşmakta zorluk çekmeyeceklerini düşündüğümüzden oportünizm tanımına genişçe yer vermeye gerek duymuyoruz.
Sadece iki vurguyu not düşmemizde yarar olabilir: Doğa bilimlerinden siyasete çok çeşitli alanlarda kullanılan bu terimin Marksist eleştiri içinde bir nüans barındırdığı unutulmamalıdır. Kendi çıkarları için ilke ve değerlerini de bir kenara koyarak başkalarının çıkarlarını hiçe sayma anlamıyla Oportünizm siyasette genel olarak “ahlaki” bir olumsuzluğa işaret ederken, Marksistler bu boyutunu geri planda görürler. Tam olarak dar çıkarcılığın sınıf hareketinin tarihsel “kendi çıkarlarına” zarar vermesi nedeniyle.
Yani bizim “oportünistlik” eleştirimiz temelde ahlaki değil siyasidir, bu bir; ve aslında “ilkeleri bir kenara koyduktan sonra ulaşılacak sonucun değersiz olduğunu” değil “ilkeleri bir kenara koymanın bir sonuç getirmeyeceğini” ifade eder, bu iki.
http://haber.sol.org.tr/dunyadan/syriza-nedir-haberi-55068 Aytek Soner Alpan tarafından yazılan bu yazı, sonunda düşülen notta belirtildiği gibi 17 Mayıs 2012 tarihli Komünist dergisinde de yayınlanmıştır. Hatırlanacağı gibi Komünist TKP’nin yayın organıydı. TKP’de bu birikimin varlığına karşın 2015 yılında Syriza yükselişinin ve diğer örneklerin “düzen solunun tükenmesi” olarak yorumlanmasının TKP’den sapma oluşturduğu açıktır.
http://haber.sol.org.tr/dunya/komunist-partinin-guclenmesi-kke-icin-en-iyi-secim-sonucudur-118047 Yunanistan KP Genel sekreteri yalnızca KP’ye destek vermekle yetinmiyor, mücadelenin küresel bağlamına da işaret ediyordu. Syriza da HDP’ye destek veriyordu aynı sırada. İspanya ve Podemos için de şu çevirilere bakılabilir: “Yanılsamalara son! Yanılsamalar, yeni sosyal demokrasi ve “sol”daki kafa karışıklığı” – Raúl Martínez Turrero ve “Podemos’un eleştirisi için bazı anahtar noktalar” – Ástor García (Gelenek no: 128, Aralık 2015)
Hiç yorum yok