“Milli Mücadele”, Kemalistler ve Bolşevikler: Doğrular ve Yanlışlar
Garbis Altınoğlu
Bölüm I
14 Aralık 2017
“Atılım Teorisyeninin İttihatçılık ve Kemalizm Aşkı” başlık ve 28-30 Kasım 2017 tarihli yazım, yararlı bir tartışmanın kapısını araladı. Bir süredir devam edegelen bu tartışmada Daniel Gok bilinen görüşlerini yineledi ve Lenin'in Mustafa Kemal'i, ilerici ve anti-emperyalist gördüğünü ve “Milli Mücadele” döneminde Sovyetler'in Kemalistler'i desteklediğini söyledi. Bunun üzerine 10 Aralık'ta şöyle bir not yazdım:
[Burada Sovyetler'in “Milli Mücadele” döneminde Türkiye'ye askeri ve siyasal destek verip vermediğini tartışmıyoruz. Bu destek verildi elbet. Nedeni de açık: İç Savaş'tan yeni çıkmış, ekonomisi ve altyapısı yerle bir olmuş, iktidarını henüz pekiştirmemiş ve emperyalist abluka altında olan Sovyet Rusya, çevresinde dost ya da tarafsız olabilecek devletler arıyor. Kemalist Türkiye'yle Sovyet Rusya arasındaki dostça ilişkinin nedeni bu. Arada Mustafa Kemal'in demagojik ve süslü laflar etmesinin, Lenin'i ve Sovyetleri övmesinin özel bir anlamı yok. Tartışılan şu: Lenin, Stalin vb. Kemal'i ve Kemalist hareketi, -hatta birilerine göre İttihatçıları da- ilerici, devrimci, anti-emperyalist gördü mü, yoksa görmedi mi? Bu konuda olumlu düşünenlerin tek dayanağı, Hasan Ali Ediz'in Türkçeye çevirdiği Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları adlı kitap. Burada, o dönemde Sovyet Rusya'nın Türkiye elçisi olarak görev yapmış olan S. I. Aralov'un Lenin'le yaptığı bir sohbetten söz ediliyor. (1) Aralov'a göre burada Lenin, Mustafa Kemal'in ilerici olduğunu söylüyor. Hepsi bu. Benim bildiğim başka herhangi bir kaynakta böyle bir sav yok. (Ediz'in bu kitabı çevirirken ne denli dürüst ve objektif davrandığı da kuşkulu.)
Öte yandan Stalin'in 1927 yılında yazdığı bir makale var. (2) Stalin burada aynen şöyle diyor:
“Kemalist devrim, bir üst tabaka devrimidir, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir. Bu devrime, yabancı emperyalistlerle karşı mücadele içinde varıldı ve devrimin daha sonraki gelişmesi, esas olarak köylü ve işçilere karşı, evet toprak devrimi ihtimaline karşı yönelmekteydi.”
Kemalistlerin, Ege bölgesini işgal eden Yunan ordusuna karşı direnişi, “Milli Mücadele”nin herhalde tek ilerici yanı. 1919-22 döneminin içeriği hakkında yeterince yazıldı, çizildi. Zaten Kemalistler kendileri de bu mücadelenin Rumlar'a ve Ermeniler'e karşı verildiğini, emperyalistlere karşı olmadıklarını tekrar tekrar söylüyorlar. Kaldı ki, kimilerine göre 50,000, kimilerine göre ise 350,000 kişinin katledildiği Pontus jenosidi de bu dönemde gerçekleştirildi. Dahası Türk ordusu Ermenistan'ı da işgal etmeye girişti ve onbinlerce Ermeni'yi katletti. Kızıl Ordu yolunu kesmese idi, Kemalistler orada jenosidi tamamlamayı planlıyorlardı.]
Bu arada Hasan Oğuz 11 Aralık'ta tartışmaya şöyle bir katkı sundu:
“Daniel dostumuzun ileri sürdüğü düşünce, sol içinde Kemalist eğilimli düşüncenin, özellikle Mihri Belli ve o dönemdeki TKP kadrolarının etkisinin belirleyici olması bir nedendir. Kaldı ki ilerici demesi, ki o da kanımca şüphelidir, devrimci ve anti-emperyalist anlamına gelmez. İlericiliğin kriteri bellidir. Mesela kapitalist burjuvazinin feodalizmi tasfiyesinin ilericiliği gibi vs. Hepsi bu. Burada Lenin dahi olsa, o günün koşullarında yanlış bir analiz yapıyor olsalar bile (ki varsa bunu kanıtlamak gerekir), bunun eleştirilmez olacağı anlamına gelmez. Üstelik bizler ne Marx'ı, ne Lenin'i ne de Stalin'i eleştirilerden muaf görecek durumda değiliz. Onları eleştirilmez birer peygamberler olarak göremeyiz. Biz ML olmamızın tek nedeni bilimsel temellere dayanan ideoloji olmasıdır.”
Hemen ardından ise Erdoğan Ahmet dostum bana bazı eleştiriler yöneltti. Bu yazının konusu esas olarak onun dile getirdiği eleştiri ve değerlendirmeler olacak. Bu önemli konuda ona yanıt vermeden önce, hemen aşağıda kendisinin uzun notunu aktarıyorum. (Okurlara okuma kolaylığı sağlamak amacıyla bu uzun notta yer alan bazı yazım hatalarını düzelttim.)
E. Ahmet dostum, köşeli parantez ([]) içinde sunduğum uzun notunda şöyle diyor:
[Kusura bakma Garbis hoca, “alıntıları” sormasaydın, tartışmaya katılmaya niyetim yoktu, ama görülüyor ki kimsenin bu “değerlendirmelerden” haberi yok. Bir özetleme yapayım.
Bizler illa Lenin'in, Stalin'in “savaş anti emperyalist bir kurtuluş savaşı idi” gibi bir “cümlesini” mi aramamız gerekir yoksa onların konuyla ilgili değerlendirmelerinden bu sonuca ulaşmamız mı gerekir? Sanırım hepimiz yeteri kadar değerlendirmelerden sonuç çıkarabilecek teorik birikime sahibiz.
Birinci soru, Türkiye emperyalistler tarafından bir sömürgeye çevrilmiş miydi, değil miydi?
İkincisi buna karşı, hangi biçimde olursa olsun bir mücadele oluşturulmuş muydu? Ve bu mücadele sonucu feodal yapıdan kısıtlı da olsa kurtulunmuş muydu?
Lenin savaşa karşı Marksist tutumda, ulusal kurtuluş savaşını şöyle tanımlar ;
“Peki, bir savaşın 'özü'nü nasıl tanımlayabilir, nasıl ortaya koyabiliriz? Savaş siyasetin devamıdır. Öyleyse savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yolaçan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir. Bu siyaset emperyalist bir siyasete, yani mali sermayenin çıkarlarını güven altına almak, sömürgelerle yabancı ülkeleri soymak, ezmek amacını güdüyorsa, o zaman bu siyasetten doğan savaş emperyalisttir. Eğer güdülen siyaset ulusal kurtuluş siyasetiyse, yani ulusa zulmedilmesine karşı olan yığın hareketinin ifadesiyse, o zaman bu siyasetten doğan savaş, ulusal kurtuluş savaşıdır.”
Bu tanımlamayı hesaba katarsak, Lenin 28 Şubat 1921 Genel Kurul toplantısında;
“... gerçek şu ki son birkaç yıldır her iki ülke de emperyalist güçlerin elinde tarifsiz acılara katlanmak zorunda kaldı..., Türkiye, emperyalist hükümetler tarafından yağmaya karşı, onların en güçlü olanlarının bile ellerini çekmek zorunda bırakan bir canlılıkla direndi. İşte bu bizi Türkiye ile şimdiki müzakerelere çok büyük bir başarı olarak baktırır” diyor...
Lenin'in bu sözlerinden ne anlıyoruz?
Lenin Haziran 1920'de Komintern'de konuşmasında;
“Uluslar ya doğrudan doğruya sömürge bağımlılığı içindedirler, ya da örneğin İran, Türkiye ve Çin gibi yarı sömürge olan veya büyük bir emperyalist devletin saldırısına uğrayıp yenik düşerek barış andlaşmaları yoluyla o devletin egemenliği altına girmişlerdir” diyor...
Bu sözünden anladığımız nedir? Ve buna bağımlı olarak Stalin'in, ikinci dönem yazısında “Doğuda Kızıl Ordu'nun başarıları, örneğin Türkiye'de, İtilaf ve müttefikleri aleyhinde tamamen savaşa dönüştü” sözlerinden ne anlıyoruz?
Stalin'in uluslararası durum ve Çin üzerine yazısındaki şu sözlerini “yanlış” anlama olanağı var mı? Yoksa Stalin hatalı mı idi?
“Ankara ve Kanton emperyalizme karşı savaşırken bizim Çin de Kanton'a, Türkiye'de Ankara'ya yardım ederken haklı mıydık? Evet, haklıydık. Biz, haklıydık ve Lenin'in izinden gidiyorduk. Kanton ve Ankara yürüttüğü mücadele ile emperyalizmin güçlerini dağıtıyor, emperyalizmi zayıflatıyor ve itibarını düşürüyor ve böylece de dünya devriminin merkezinin gelişimini, SSCB'nin gelişimi kolaylaştırıyordu.”
Ya da Sun Yat-sen (Üniversitesi- G. A.) öğrencileri ile konuşmasında “Türkiyede emperyalizme karşı savaş Kemalistler tarafında anti-emperyalist bir savaşla kısıtlanmış olarak sonuçlanırken” derken savaşın niteliğini belirtmiyor mu ?
Ya da Dimitrov 'Balkanların Uluslarası Önemi' yazısında “savaştan önce olduğu gibi, Çanakkale artık emperyalistlerin kuklası olan, kokuşmuş Türk İmparatorluğu'nun elinde değil artık, (o) Sovyetlerin yardımı ile Avrupa Emperyalizminin boyunduruğundan kendini kurtaran Yeni Türkiye'nin elinde... ” derken ne demek istiyor?
Tabii ki Komintern'i “revizyonist” olarak görmüyorsak, 1922'de yayınlanan Manifestoda “Emperyalist ittifak devletleri,..... Şimdi de çıkarları gerektirirse, bu devletleri Türkiye halkının milli kurtuluş mücadelesini bastırmak, Türkiye'yi iktisadi ve siyasi boyunduruk zincirinde tutmak, Boğazlar'ı ele geçirerek Yakın Doğu'daki durumlarını güçlendirmek için böyle davranmak zorundalar” derken yanlış değerlendirme mi yapıyordu? Komintern'den aslında onlarca alıntı yapılabilir. Ama biz Stalin'e dönelim.
“Ulusal Sorun Konusunda Partinin İvedi Görevleri” yazısında; “ulusal sorunun genişlemesi, tüm yeryüzünü önce küçük kıvılcımlar, daha sonra kurtuluş hareketi aleviyle tutuşturan genel sömürge sorunu durumuna geliştiren ikinci etken de, emperyalist grupların Türkiye'yi paylaşma ve devlet olarak varlığına son verme girişimleridir. Müslüman halklar arasında, en gelişmiş devlet olan Türkiye, buna katlanamazdı; savaşım bayrağını kaldırdı ve emperyalizme karşı Doğu halklarını kendi yöresinde topladı.” Stalin bu “savaşım bayrağını kaldırdı” derken farklı bir şey mi söylüyor?
Gene Stalin, “Beklentiler” yazısında, “Üç yıl önce Doğunun ezilen ülkelerinde devrime ilgisizliği izledik, şimdi Doğu karışmaya başladı, ve emperyalizme, Antant'a karşı yönelen bir sürü kurtuluş hareketlerine şahit oluyoruz. Kemal Hükümeti şeklinde, Antant'a karşı silahlı mücadele sürdüren, Burjuva Devrimci bir Hükümet, devrimci bir çekirdeğimiz var” derken, burda bahsettiği “yürütülen silahlı mücadeleyi” hangi anlamda algılıyoruz?
Lenin, Stalin, Enver Hoca, Dimitrov, Togliatti, Roy, Bolgar, Zinoviev, Kabakçıyef vb gibi bütün 3üncü Enternasyonal'in “onaylanmış” bültenleri ve kayıtları savaşın anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı olduğunu belirtiyor.
Lenin, “bütün içten devrimci demokratlar ile sosyalistler, feodalizmin ve mutlakiyetçiliğin temellerini yıkan ya da en azından bu temelleri sarsan, ya da yabancıların baskısına karşı savaşım veren tarafa daima sevgi duymuşlardır” der..
Bunun nedenini de “Sınıf savaşımının ve sınıfları baskı altında tutmanın daha geniş, daha özgür, daha açık bir biçimi, proletaryanın genel olarak sınıfların ortadan kalkması için yürüttüğü savaşımı büyük ölçüde kolaylaştırır” olarak özetler.
Mustafa Kemal'e gelince, hiç bir birey sınıflar üstü bir niteliğe sahip değildir. Onun ilericiliği, onu destekleyen sınıfın “ilerici”liği ile orantılıdır. Temsil ettiği sınıfın tarihi ilerici rolü, Cumhuriyetin kurulmasıyla bitmiş, tarihi gerici niteliğini almıştır. Yani Mustafa Kemal'in de sınıfsal ilericiliği bitmiştir. Cumhuriyet dönemindeki reformlar, ne kadar ilerici olursa olsun, özünde, hakim sınıfın gereksinimleri ve çıkarları ile ilgili, ve/ ya da bu sınıflar arasındaki egemenlik mücadelesinin bir yansıması olmuştur.]
Bu tartışmayı doğru ve yararlı bir biçimde sürdürebilmek için öncelikle neyin tartışma konusu EDİLDİĞİ ve neyin tartışma konusu EDİLMEDİĞİ üzerinde bir düşünce birliği sağlamamız gerekiyor. Bence,
a) Osmanlı İmparatorluğu'nun, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ileri kapitalist ülkelere ekonomik, siyasal, askeri bakımlardan bağımlı hale geldiği ve bir yarı-sömürgeleşme süreci yaşadığı,
b) Osmanlı devletinin yıkılışından sonra Türkiye'nin -çok zayıf ta olsa- siyasal bağımsızlığını tümüyle yitirme ve sömürgeleşme tehlikesiyle karşı karşıya geldiği,
c) Kemal'in önderlik ettiği Türk “ulusal kurtuluş” savaşının, Sovyet desteğiyle bunu önlediği,
d) 15 Mayıs 1919'da başlayan Grek işgalinin haksız ve buna karşı direnişin haklı olduğu,
e) 1919-22 yılları arasında Kemalist Türkiye ile Sovyet Rusya arasında taktiksel bir bağlaşma kurulmasının doğru olduğu konularında bir anlaşmazlık yok.
Burada, daha fazla ilerlemeden önce E. Ahmet'in şu sorularını yanıtlamak gerekiyor:
“Birinci soru, Türkiye emperyalistler tarafından bir sömürgeye çevrilmiş miydi, değil miydi?
“İkincisi buna karşı, hangi biçimde olursa olsun bir mücadele oluşturulmuş muydu? Ve bu mücadele sonucu feodal yapıdan kısıtlı da olsa kurtulunmuş muydu?”
Evet, Osmanlı'nın 1914-18 savaşından yenik çıktığı ve 30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkesi'ni imzalamak zorunda kaldığı koşullarda Türkiye bir sömürgeleşme tehlikesiyle yüz yüzeydi. Ama yok denecek kadar küçük ve önemsiz bir tehlikeydi bu. Kemalist yazar Sabahattin Selek şöyle diyordu:
“Kuzeydoğu sınır bölgesinden İngilizler çekilmişler ve yerlerini Ermeni kuvvetlerine bırakmışlardı. Bu cephede yalnız Ermeniler ile dövüşmek sözkonusu idi. Güneyde ise İngilizler Antep, Maraş, Urfa gibi birkaç yeri işgal etmişler ve sonra yerlerini Fransızlara terk etmişlerdi. İtalyanlar büyük bir istilâcı kuvvet olarak görünmüyorlardı. Antalya ve Konya'da bulundurdukları küçük müfrezeler fazla endişeyi mucip olamazdı. İngiliz, Fransız ve İtalyanların Anadolu'nun muhtelif yerlerinde bulundurdukları kontrol subayları ve Samsun ve Ankara gibi bazı yerlerdeki küçük işgal müfrezeleri bu devlet[ler- G. A.]in Türkiye ile yeni bir harbe girişmiyeceğini gösteriyordu. Zaten harb sonrası, durumları icabı İngiltere'nin, İtalya'nın, hattâ Fransa'nın yeni bir harbi göze almıyacakları belli olmuştu.” (Anadolu İhtilali, İstanbul, Cem, 1976, s. 233) 1914-18 savaşının getirdiği savaş yorgunluğu, Ekim Devrimi'nin de etkisiyle ordu içinde ve halk arasında gelişen devrimci ve savaş-karşıtı ajitasyon ve eğilim, Avrupa burjuvazisini yeni büyük-ölçekli maceralara girmekten kesinlikle alıkoyuyordu. Zaten, “Milli Mücadele”nin Mustafa Kemal kadar önemli bir figürü sayılması gereken 15. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir de Batılı emperyalistlerin Türkiye'de yeni bir savaşı göze alabilecek durumda olmadıklarını şöyle dile getirmişti:
“Karşımızda Rum, Ermeni'den başka kimseyi görmeyeceğiz. İstanbul'da İtilâf kuvvetleri bostan korkuluğundan başka bir şey değildir.” (K. Karabekir'in İstiklâl Harbimiz adlı kitabından aktaran F. Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul, Doz, 1991, s. 33-34)
Öte yandan E. Ahmet, Stalin'in -alıntıladığı- bir konuşmasında,
“Türkiyede emperyalizme karşı savaş Kemalistler tarafında anti-emperyalist bir savaşla kısıtlanmış olarak sonuçlanırken... ” dediğini belirtiyor. O böylelikle bu sözlerin “Milli Mücadele”nin anti-emperyalist niteliğini gösterdiğini ima ediyor.
Stalin bu sözleri 1927'de, Sun Yat-sen Üniversitesi öğrencilerinin, kendisine sordukları bir soruyu, “Kemalist bir devrim Çin'de mümkün müdür?” sorusunu yanıtlarken söylüyordu. Eğer E. Ahmet dostum, yanıtını daha geniş bir biçimde aktarsaydı, Stalin'in söylediklerinin, kendisinin konumunu pek de doğrulamadığını görecekti. Stalin'in burada söylediklerini biraz daha geniş bir biçimde aktarıyorum:
“Kemalist devrim, bir üst tabaka devrimidir; yabancı emperyalistlere karşı mücadele süreci içinde varılan ve daha sonraki gelişmesi içinde aslında köylü ve işçilere karşı, evet bir tarım devrimi imkanlarına karşı yönelen, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir...
“Kemalistler'in partisi ve Vuhan'daki sol Kuomintang'ın partisi aynı kefeye konamaz, tıpkı Türkiye ve Çin'in aynı kefeye konamayacağı gibi... Ankara Vuhan'la boy ölçüşemez, aynı şekilde Kemalistler'in partisi de sol Kuomintang'la boy ölçüşemez...
“... Türkiye şimdi 10-12 milyon nüfuslu küçük bir devlet boyutuna indirgenmiştir. Emperyalizm için ne ciddi bir pazar, ne de önemli bir yatırım alanı oluşturmaktadır...
“Orada, Türkiyede emperyalizme karşı mücadele, Kemalistlerin güdük bir anti-emperyalist devrimiyle son bulabilirken, bu yüzden Çin'de emperyalizme karşı mücadele, gerçek bir halk karakteri, belgin bir ulusal karakter almak, adım adım derinleşmek, emperyalizme karşı amansız savaşlara yol açarak bütün dünyada bizzat emperyalizmin temellerini sarsmak zorundadır.” (J. V. Stalin, Eserler, Cilt 9, İnter, İstanbul, 1991, s. 205-06)
Stalin'in, Türkiye'nin önemine ve özellikle de Türk “ulusal kurtuluş” savaşının içeriğine ilişkin sözleri, Hristiyan halklarının kıyımına değinmediği için bu savaşın gerçek içeriğini yeterince ve tam olarak yansıtmaktan uzak. Ancak onun sözleri, bu savaşın niteliğine ve ona önderlik eden güçlerin sınıfsal karakterine ilişkin Kemalist önyargılarından tam olarak kurtulamamış olan Türkiyeli devrimcilerin saptamalarından daha ileri. (Bu konuya aşağıda yeniden döneceğim.)
E. Ahmet'in, “Milli Mücadele” sonucunda “feodal yapıdan kısıtlı da olsa kurtulun”duğu savı da pek doğru sayılamaz. Evet, kapitalizmin daha özgür bir tarzda gelişimi için din, eğitim, hukuk, günlük yaşam, kadın hakları alanlarında yapılan çeşitli reformların anti-feodal bir yan da taşıdığını söyleyebiliriz. Ama Türk -ve Kürt- toprak ağaları, Türk “ulusal kurtuluş” savaşını yöneten blokun çok önemli bir öğesi idiler ve savaştan sonra da öyle kalmaya devam ettiler. “Milli Mücadele”nin zaferle sonuçlanmasından sonra toprak ağalarına ve feodal kalıntılara karşı herhangi bir tutum alınmadı. Kemalist rejimin tanınmış isimlerinden Şükrü Kaya 1937 yılında Meclis'te yaptığı bir konuşmada şöyle diyecekti:
“Arkadaşlar, 18 milyon Türk'ün 15 milyonu çiftçidir. Bu 15 milyonun birçoğu kendi topraklarında çalışmaz. Çiftçiyi, Türk çiftçisini toprak sahibi yapmak demek, Türk çiftçisini, yani Türk çoğunluğunu kendi ekonomik kaderine sahip kılarak, bu memleket için hayırlı ve aktif bir unsur yapmak demektir. Bu büyük kitleden, eğer büyük bir çıkar bekliyorsak, ötekinin berikinin toprağında çalışmaktan kurtarmalı, kendisini, kendinin olacak topraklara egemen kılmalıyız.” (Aktaran Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, Dördüncü Kitap, İstanbul, Tekin, 1991, s. 1408)
Herhalde -Şefik Hüsnü Değimer'in yaptığı gibi- Padişahlığın ve Hilafetin kaldırılmasını anti-feodal bir önlem sayamayız. Kaldı ki TBMM Hükümeti bu savaşı aynı zamanda Saltanatı ve Hilafeti koruma adına yaptığını ileri sürüyordu. Örneğin Mustafa Kemal, 14 Eylül 1919'da padişah-halifeye, ona olan “sarsılmaz bağlılığı”nı belirttiği uzun bir mektup gönderecekti. O bu mektubunda, ülkede koşulların kötüleşmesinden, Mondros Ateşkesi'nden sonra silâh görev başına gelen hükümetlerin ve özellikle de Damat Ferit Paşa hükümetinin sorumlu olduğunu ileri sürecek ve bu mektubunu şöyle bitirecekti:
“Her ahvalde emri ferman sevgili padişahımız efendimiz hazretlerinindir.” (Aktaran S. Selek, Anadolu İhtilali, s. 297)
E. Ahmet dostum Mustafa Kemal'ın ilericiliğinden söz ederken şöyle demişti:
“Temsil ettiği sınıfın tarihi ilerici rolü, Cumhuriyetin kurulmasıyla bitmiş, tarihi gerici niteliğini almıştır.” Eğer Cumhuriyeti kuran sınıfın ya da katmanın, Osmanlı askeri ve sivil bürokrasisinin üst kademelerindeki kişiler, eşraf ve toprak ağalarından oluştuğu konusunda anlaşıyorsak, bu kadronun neresinde ilericilik olduğunu sormak zorundayız. Bu sınıfın ya da katmanın Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte gerici bir nitelik kazandığı savı da çok mantıklı değil. 1923'e kadar ilerici bir rol taşıdığı ileri sürülen Kemalist hareket, ne olmuştur da bu tarihten sonra gerici hale gelmiştir? Kısıtlı da olsa ilerici bir nitelik taşıyan bir burjuva hareketi ya da iktidarı, ancak kendisini tehdit edecek boyutta bir devrimci hareketle ya da kitle hareketiyle karşı karşıya gelirse gericileşebilir. 1923 ve bunu izleyen yıllarda böyle bir gelişme olmadığı biliniyor.
O halde tartışmayı, ekseninden uzaklaştırmaksızın ayrı düşündüğümüz konular üzerinde yoğunlaştırmamız gerekiyor. Peki bu tartışmanın ekseni nedir ve ne olmalıdır? Bu tartışmanın ekseni iki ana noktayı kapsar. Bunlardan birincisi, 1919-22 yıllarında yaşanan Türk “ulusal kurtuluş” savaşının ya da “Milli Mücadele”nin içeriği ve ona önderlik eden sınıfın ve/ ya da katmanın niteliğidir. Bununla bağlantılı olan ikincisi ise, Lenin ve Stalin gibi önderlerin özellikle bu savaşa ve bir ölçüde de onun sonrasına ilişkin abartılı, subjektif ve görece hatalı değerlendirmeleri.
Aslında ben, birinci konu üzerinde yeterince, hatta fazlasıyla yazdım. Bu konuyu, en azından, “Apoizmin tatsız meyveleri” (24-25 Nisan 2105), “Türk devletine ilişkin önyargıların kökenleri üzerine” (6 Ağustos 2015), “Mihraç Ural-Rıza Aydın tartışmasına katkı” (15 Aralık 2016), “Laiklik ve Kemalizm tartışmasına katkı” (5 Şubat 2017) ve “Atay'ın tanıklığıyla İzmir felaketi” (11 Eylül 2017) başlıklı yazılarımda ve en son olarak da “Atılım teorisyeninin İttihatçılık ve Kemalizm Aşkı” (28-30 Kasım 2017) başlıklı yazılarımda ele aldım. Dahası, Kasım 2016'da yayımlanan Osmanlı ve Türkiye Tarihine Bakışlar başlıklı kitabımın bazı bölümlerinde, ama özellikle de bu kitabın “Mustafa Kemal, anti-emperyalizm ve 'ulusal kurtuluş' savaşı” başlıklı VII. bölümünde bu konuyu daha da geniş bir biçimde işledim. Dolayısıyla, E. Ahmet dostumun bu konuda sunduğu verilerin ve gündeme getirdiği savların yanıtları çoktandır verilmiş bulunuyor. Bir kez daha özetleyeyim: Türk “ulusal kurtuluş” savaşının esas içeriği, çöken ve yüzyıllar boyunca başka halkları boyunduruk altında tutan Osmanlı-Türk egemen sınıflarının ana gövdesinin, yani İttihat ve Terakki kökenli kadroların, eşrafın ve toprak ağalarının, 1914-22 yıllarında sürülen ve kıyılan Anadolu Hristiyanlarının kalıntılarının, kovuldukları ülkelerine ve topraklarına geri dönmelerinin önlenmesi ve onların zorla el konan maddi zenginliklerinin geri verilmemesi/ muhafaza edilmesi kavgasıdır. Dahası bu dönem, Pontus Rumlarına ve Ermenistan'a karşı yürütülen saldırılarda yüzbinlerce yeni kurbanın can vermesine tanık olmuştur. Evet, “Milli Mücadele” diye de anılan bu kavganın ikincil ve çok daha zayıf olan bir anti-emperyalist yanı da var. Bu kavgaya zayıf bir anti-emperyalist içerik kazandıran, onun Grek işgaline karşı yürütülen haklı direniş ve emperyalist saldırının odağında bulunan Sovyet Rusya ile işbirliği ve dayanışmadır.
NOTLAR
(1) Aralov, Türkiye'ye gitmesinden önce Lenin'le yaptığı görüşmeyi şöyle aktarıyor:
“Mustafa Kemal Paşa, doğal ki sosyalist değildir, diyordu Lenin. Ama, görülüyor ki iyi bir teşkilatçı... Kabiliyetli bir lider, ulusal burjuva devrimini idare ediyor. İlerici, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizi anlamış olup, Sovyet Rusya'ya karşı olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor.” (Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları, Ankara, Birey ve Toplum, 1985, s. 29)
(2) Aslında Stalin bunu bir makalede değil de Sun Yat-sen Üniversitesi öğrencilerinin sorularına yanıt verirken söylüyor. O anda bu sözlerin geçtiği kitabı bulamadığım için “makale” ibaresini kullandım. Bu sözler Stalin'in bazı yazılarının bir araya getirildiği Milli Demokratik Devrim adlı kitabın 78-79. sayfalarında geçiyor.)
“Milli Mücadele”, Kemalistler ve Bolşevikler: Doğrular ve Yanlışlar - Garbis Hocanın Yorumu üzerine
“Milli Mücadele”, Kemalistler ve Bolşevikler: Doğrular ve Yanlışlar - Garbis Hocanın Yorumu üzerine
Hiç yorum yok