Afganistan´da emperyalizm ve Sovyet düşmanlığı
Kaan Kangal
Ardımızda bıraktığımız yüzyıl içinde Çarlık Rusyası’nda gerçekleşen sosyalist devrimden 1991’e kadar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dünya politikasında birincil derecede söz sahibi oldu. Stalin sonrasında Liberman reformları doğrultusunda kapitalist restorasyon dinamiklerinin hızlandırılması ve dış politika alanında Kruşçov’un başına buyruk tutumu aracılığıyla Lenin’in öngördüğü -Sovyetler’in uluslararası sosyalist mücadelede merkez konumda bulunması gerektiği prensibi çiğnendi.
Ekim Devrimi’nden sonra 1920’lerden başlayarak Afganistan’ın jeo-stratejik önemi, bölge halkının içinde bulunan etnik renklilik, İngilizlerin Hindistan ve Pakistan’da başlattıkları sömürge zincirine Afganistan’ı eklemek istemeleri ve Hindistan Komünist Partisi’nin Sovyet topraklarında ilk defa kuruluşu, Afganistan’ı Bolşevik Rusya açısından önemli bir konuma getiriyordu.
Buradaki halkçı hareketlerin ve emperyalist kolonilerin varlığından haberdar olan Bolşevik Rusya, bölgeyle ilk diplomatik ilişkilerinin temelini, beyaz orduya karşı Orta Asya’da başlattığı savaşla attı. 1920’lerden itibaren güney komşusu ile ilişkilerini güçlendirerek, doğu ve kuzey doğuya doğru Orta Asya’da bulunan beyaz ordu birliklerini kıskaca almak istiyordu.
1925-26’dan itibaren İngilizlerin bölgedeki etkisine karşı etkin mücadeleye girişti ve Stalin önderliği altında Sovyetler, bölgede İngiliz sömürgecilerinin umurunda olmayan halkın yaşam koşulları konusunda pratik ve önemli adımlar attılar.
1930’lardan itibaren bölgeye Almanya’nın da talip olmasıyla paylaşılmak istenmeyen ve kendi içinde güçlü bir çizgi çizemeyen Afgan hükümeti, ilerleyen seneler boyunca sömürgeci batı hükümetlerine yakın durarak Afgan halkının çıkarlarına karşı cephe almayı tercih etti. Afgan kraliyet yönetimi Sovyetler’in halkın sempatisini kazanan tutumundan çekindiği halde, ekonomik ve sosyal kıtlık karşısında, 40 ve 50’lere kadar bölgede en güçlü pozisyonda bulunan Sovyetler’den yardım istemekten geri duramadı.
50’lerde bölgeye Amerika’nın talip oluşu kuşkusuz Afganistan’da daha sonra yaşanacak felaketler zincirinin başlangıcına işaretti. Bölgede egemenlik kurmak için Sovyet etkisine karşı mücadeleye girişen Amerika, Sovyet karşıtı politikasından ve bölgenin jeo-stratejik öneminden dolayı burada Pakistan ve Hindistan’ı kullanarak gücünü arttırmaya çalıştı. Pakistan’ı kuklalaştırarak, onu Hindistan’la savaşa sürükledi, savaşlar sonucu Afganistan-Hindistan sınırları daraltıldı ve buradaki dinci cemiyetler desteklendi.
70’lerde halk hareketlerinin yükselişi, bir darbeyle amerikancı Tahir Şah’ı tahttan indirilmesine yolu açtı ve 1978’de Sovyet destekli bir askeri darbeyle Afganistan Halkçı Demokratik Partisi yönetime getirildi. Devrimden sonra bölgede halkın yaşam standartları hiç olmadığı kadar arttı, dinci ve gerici grupların etkisi 1986’ya kadar kontrol altında tutuldu.
1979’dan 1986’ya kadar devlet başkanlığı görevini yürütmüş Babrak Karmal’ın, -uyguladığı “barışçıl” politikayla bütün bir Sovyet coğrafyasını toplumsal çöküşe ve Orta Doğu’yu iç savaşa sürüklemesiyle bugün övünmekte olan- Gorbaçov’un başında olduğu SBKP yönetimi tarafından görevinden alınması sağlandı ve yerine 1996’da Taliban tarafından öldürülecek olan Muhammed Necibullah getirildi.
1917-1953
Arap yarımadasına yakınlığından dolayı Afganistan 1920´li yıllardan beri önemli bir konuma sahip oldu. O zamanlarda İngiliz sömürgesiydi. 1919 Anglo-Afgan savaşı sonlandı, Afganlar İngiltere´den bağımsızlıklarını istiyorlardı, ancak bu talepleri reddedildi. (08.08.1919-Ravalpindi anlaşması)
1920´de Kızıl Ordu’nun Azerbaycan üzerinden İran´ın kuzeyinde, Azerbaycan sınırındaki Gilan bölgesine girmesi üzerine İngilizler Ravalpindi antlaşmasında ileri sürdükleri koşullardan vazgeçerek burada İngiliz yanlısı ulusalcı bir yönetim kurdular. Yönetimin başındaki Emir Amanullah (kadınların çarşafla kapatılması ve tam bir kapitalist ekonomi politikasının yönetim çizgisini oluşturması gibi batıya ve doğuya özgü görülen iki ayrı etmeni birleştirmeyi hedefledi) İngilizler´in direktiflerini uygulayarak, Afgan sınırlarında herhangi bir askeri çatışma yaşanmamasını sağlamak amacıyla 1919´da Moskova´ya gitti.
Afganistan´daki ilk Sovyetler Birliği büyükelçisi Mihail Bravin, Amanullah´la yapılan görüşmelerde Afganistan´ı Soyvetler´e karşı çekmek, Orta Asya´da Beyaz Ordu’ya karşı yürütülen mücadelede Sovyetler’i desteklemek ve bunun karşılığında Afganistan´ı İngiliz sömürgeciliğine karşı silah, erzak ve para yardımı yapmak karşılığında ikna etmeye çalıştı. Branvin´in öne sürdüğü anlaşma şartlarının İngilizler´in işine gelmeyeceğini bilen Amanullah’ a sonuç olarak Sovyetler´den talepleri doğrultusunda pozitif herhangi bir cevap verilmedi. Yapılan tek anlaşma, Lenin´in önerisi doğrultusunda Sovyet-Afgan dostluk antlaşması ve Sovyetlerin Afganistan´a İngiliz sömürgeciliğine karşı yardım yapması oldu.
1920´de yapılan Mansuri Anlaşması’nda Sovyetler´e yakınlığı pekişen Afganistan, jeostratejik özelliği dışında, Kızıl Ordu´nun Polonya´ya girmesiyle politik bağlamda aracı olarak da önem kazandı. 1919´da Kabil´de yaşayan Hintli göçmenler Raca Mahendra Pratap ve Maulana Barakatullah önderliğinde İngiliz sömürgecilerine karşı gözle görülür ve ciddi bir politik blok kuruldu. Bu organizasyon Sovyetler´den Afganistan´daki Sovyet yanlısı devrimci militanlara aktarılmasında, Afganistan içinde İngiliz emperyalizmine karşı propaganda yapılması dışında asla yönetimde söz sahibi olmasına izin verilmedi.
Komintern, Sokolnikov, Safarov ve -Lenin tarafindan “doğulu Marx” olarak adlandırılan- Hintli devrimci Manabendra Roy önderliğinde yönetim merkezleri Taşkent ve Kabil olmak üzere 1920´de Orta Asya çapında bürolar kurarak, bölge çapında ve dolaylı olarak Afganistan üzerinde İngiliz sömürgeci varlığını tehdit eder biçimde organize olmaya başladı. Bunun yanında Roy yine Orta Asya´da özellikle Hintli yoldaşlar başta olmak üzere bir Askeri Eğitim Merkezi´nin kurulmasına öncülük etti. Burada eğitim görecek olan Bolşevik yoldaşların daha büyük bir kısmı Orta Asya Sovyet devletlerine, bir kısmı Afganistan´a ve bir kısmı da Hint Komünist Partisi´nin (1920) kurucuları olarak Hindistan´a gidecekti (Hindistan Komünist Partisi resmi olarak 1925 yılında Afganistan’da kuruldu).
Komintern´in öngördüğü plan İngilizler´in Afganistan üzerinden bölge devletlerine müdahale etmesini engellemek dışında, Hindistan´da olası bir devrim veya devrim girişimi durumda kontrolü elde tutmak doğrultusunda Afganistan´ı arkasına almaktı. Başka bir deyişle Hindistan´daki sosyalist devrimin kalıcılığıyla Afganistan´daki Sovyet desteği arasında çok yakından bir bağ vardı ve bundan dolayı da Afganistan Sovyetler için önemli bir konumdaydı. 28 Şubat 1921´de Moskova´da Sovyetler´den Afganistan´a yapılacak yardımın haberini alan İngilizler´in yeni Sovyet düşmanı askeri ve siyasi stratejiler üretmekten kaçınmayacağını bilen Lenin, devrim koşullarının Sovyetler´de sabitlik kazanmasını hedefleyerek İngiltere´yle 16 Mart 1921´de bir saldırmazlık paktı imzaladı. Amanullah her anlaşma sonucunda olduğu gibi bu saldırmazlık paktında da ikili oynayarak İngilizler´e Kandahar´da ve Gazne´de yeni Sovyet konsolosluklarının açılmayacağına dair güvence verdi. Sovyet etkisinin Güney Doğu Asya´ya ulaşması demek, oradaki İngiliz emperyalist hakimiyetinin sonu demek olduğundan Sovyetler´in Tacikistan üzerinden Afganistan´a ve Pakistan´a sınırı olması İngilizler açısından tehdit unsuru teşkil ediyordu.
Sovyetler´e karşı bölgede gücünü yitirmek istemeyen İngilizler Afgan hükümetine 20.000 tabanca, 200 makineli tüfek, 6 adet savaş uçağı ve bunların yanında Kandahar üzerinden Kabil´i Herat´a bağlayabilecek kadar telgraf hattı için gerekli materyal önerdiler ve bunun karşılığında Afganistan´ın kontrolünü de kendilerine devretmelerini talep ettiler, ancak bu Afganlar tarafından reddedildi.
1923 yılına gelindiğinde İngilizler için durum iki nedenden ötürü iyice zorlaşmıştı: 1- 1916´da resmi olarak aktif olmuş ve önce Rus Çarlık yönetimine ve ardından İngiliz emperyalistlere karşı mücadele vermiş olan Basmacı hareketi, İslamcı kökenlerine rağmen, politik gücünün doruklarına ulaşabildiği bu senelerde dahi İngilizlerce Sovyetler´e karşı kışkırtılamadı. 2- Olası bir askeri müdahaleyi de hesaba katan İngiliz sömürgeciler, böyle bir harekatın Sovyet yanlısı bir karşı devrimle ters tepeceğinden korkuyorlardı.
Sömürgeci İngilizler´in önemsemediği endüstriyel gelişim Stalin´in direktifiyle 1924-1929 yılları arasında Sovyetler, Afgan hükümetine ve devrimci Bolşevik gruplara yaklaşık olarak senelik 1 milyon ruble parasal yardım yollamasıyla başladı. Sovyetler, İngilizler´in daha önce benzer biçimde tasarladıkları ancak uygulamadıkları telgraf hattı projesini Kuşka´dan Kabil´e Herat ve Kandahar üzerinden ülke sınırları içinde bir daire çizecek biçimde inşa ettiler. Bu proje için ve bunun yanında ülkeye teknisyen, bilim adamı ve mühendis yolladılar. Kabil´de 1920´de bir radyo istasyonunun, adı geçen telgraf hattı dışında 1920´de Kabil-Taşkent arasındaki bağlantıyı sağlayacak başka bir telgraf hattının daha, 1924-1928 yılları arasında yine Stalin´in endüstrileştirme ve modernizasyon planları dahilinde Herat´ta ilk elektrik santralinin, 1924´de Herat´ta bir kereste fabrikasının ve Afganistan´da o zamana dek ilk olacak olan Kabil-Moskova arasında ilk uçak hattının kurulması ve ülke içi ve uluslararası posta ve yolculuk hizmetinin verilişinin başlangıcı Lenin ve Stalin dönemlerinin devrimci Sovyet hükümetleri sayesinde hayat buldu.
Sadece bürokratik açıdan değil, aynı zamanda askeri açıdan da zayıf olan Afgan ordusunun, bütün bu yapılan yardımlara ve desteğe rağmen Kost şehrinde dinci ayaklanmacılara karşı hiçbir şekilde güvenliği sağlayamadığı görüldü. İngilizler´in Afgan hükümetini bir anda kendi kaderine bırakması ise onların iki yüzlülüğünü ve çıkarcılığını göstermiş oldu. Düzenli bir ordusu dahi olmayan Amanullah yönetimi, sırtını İngilizler´e dayama taraftarı, Sovyetler´den gelen yardımı maddi olanaksızlıktan geri çevirmeyen ve bütün bunlara ek olarak bir de İngilizler´in ikili din oyunu karşısında dinci ayaklanmacılara karşı sözde laikliği savunan bir kukla rolünü üstlenmeye çalıştı. Sonuç olarak Afganistan´da Amanullah yönetimi ne Afgan halkının ezilen sınıflarını savunabilecek bir politikayı izleyebilecek, ne köylü halka kendi aristokratik egemenliğini ve ezici gücünü uzun vadede kabul ettirebilecek bir güce sahip değildi; ve tabi ki bu da İngilizler´in bölgede kendi varlıklarını meşrulaştırmasına olanak sağlıyordu. Bu bağlamda Afganistan gerek Sovyetler karşısındaki tutumuyla, gerek din politikasındaki kararsızlığıyla ve gerekse de İngiliz sömürgecilerinin çıkarlarına uygun davranarak tam olarak geri bıraktırılan ve dışarı bağımlaştırılan bir ülke profili çiziyordu.
Eğitimde ise Amanullah hükümeti, ordu pilotlarının eğitimi dışında Sovyetler´in eğitim politikasından uzak durmaya çalıştı. Bu doğrultuda, Türkiye´yi kendisine örnek alarak Afganistan´da Alman, Fransız ve İngiliz okulları açtı. Sivil eğitimde olduğu gibi hava kuvvetleri dışında askeri eğitimde tamamen batı sömürgecilerinden destek alınmaya gayret edildi. Alman ordu görevlileri 1925-26 yılları başlarında askeri eğitim kitaplarının çeviri işini üstlendi ve 1927´de Türkiye eğitim konusunda resmen Almanya´nın yanında olmak üzere, Kabil´de rol aldı.
Bu yıllarda Sovyetler´in sağladığı hava ulaşım ağı dışında başka alternatifi olmayan Afganistan, Lufthansa´nın Afganistan´ı bu sefer hava yolu ulaşımı alanında da batıya bağlayacak olan bir yapılandırma projesini destekleyecekti. Bu projede Lufthansa Kabil´i İran ve Türkiye üzerinden Almanya´ya ve buradan da Pekin´e kadar uzanarak bağlayacak bir hava yolu hattı tasarlamaktaydı.
Kendince Mustafa Kemal´i taklit eden Amanullah, gündeme getirmeye çalıştığı modernizasyon ve laiklik söylemleriyle kraliyet ailesi ve dinci grupların düşmanlığı üzerinde topladı. 1929 yılının ocak ayında Kabil´de çıkan geniş bir dinci ve gerici ayaklanmaya ön ayak olan Habibullah Kalakani, düzenli ve güçlü bir orduya sahip olmayan Amanullah hükümetini devirdi, ancak yönetimde aynı senenin Ekim ayına kadar kalabildi. Ekim ayında kraliyet ailesinden Amanullah´ın kuzeni prens Muhammed Nadir Han tarafından İngilizler´in desteğiyle öldürüldü ve yönetim yeniden İngiltere´nin istediği gibi kraliyet ailesinin eline geçti. Yönetimi devralmasından 4 sene geçmişti ki bu sefer Nadir Han 1933 yılında Kabilli bir öğrenci tarafından öldürüldü. Bunun üzerine tahta Nadir Han´in 19 yaşındaki oğlu Tahir Han geçti.
1920´lerin başlarından beri Sovyetler´in Afgan şehirlerinin çeşitli kentlerine kurulan Sovyet elçilik ve konsolosluklarının özellikle Afgan-Hindistan sınırında yoğunlaşması Hindistan´ı sömürgeleştirme emeli güden İngilitere’yi rahatsız ediyordu. 1920´lerin başlarında birkaç yüz kilometrelik bir Hindistan sınırına sahip olan Afganistan’da, Hint-Pakistan yönetimlerinin İngilizlerce diplomatik ilişkileri bozulması sayesinde Afgan-Hint sınırı 1920ler´den bugüne değin Pakistan tarafından işgal edilebildi, ta ki Hindistan´ın Afganistan´a sınırı kalmayıncaya kadar. Özetle bugünün Pakistan´ının siyasi sınırlarının güney batıdan kuzey doğuya Afganistan´la Hindistan´ı ayıracak biçimde uzanması, İngilizler´in Sovyetler´in bölgede Hindistan sınırından Hindistan´daki olası bir halkçı devrimi maddi olarak desteklemesini engelleme çabalarından kaynaklanmıştır. 1933´te başa gelen yeni kral ise bu Sovyet konsolosluklarının yerini İngiliz ordu kışla ve diplomatik bilgilendirme merkezleriyle değiştirmek istemekteydi.
1933´te Almanya´da Hitler´in başa gelmesiyle Alman hükümetinin emperyalist çıkarları doğrultusunda hükümetin politikası radikal ve fanatik yönelimler almaya başladı. Öncelikle Avrupa kıtasının ele geçirilmesi üzerine yoğunlaşan faşist iktidar, ardından hem Sovyetler´i güneyden vurmak, hem İngilizler´in sömürge kaynaklarını keserek, onların güçlerini zayıflatmak, hem de kendi faşist sömürgeci ve insanlık dışı tasarılarını gerçekleştirmek için Afganistan´a 1939 yılında 55 milyon Reichsmark yardım yapacaktı.
Sözde anti emperyalist olan Kemalist Türk yönetimi de, Anadolu coğrafyasındaki panİslamik cemiyetlerin ve geleneklerin varlığından dolayı İran-Pakistan hattının son ucu ilan edilerek, Alman Nazi faşistleri tarafından bu emperyalizm oyununa bir halka olarak eklendi.
Stalin hükümeti, İngilizler´in tersine Afgan halkının çıkarlarına uygun siyasi ve ekonomik adımları atmaktan çekinmedi. 1936´da Afgan Milli Bankası´yla Sovyetler kalıcı bir ticaret anlaşması imzaladılar. Devlet yönetiminden bihaber olan İngiliz destekçisi kral Tahir Han, sözde kadınlar için eğitimi, endüstriyel gelişimi ve laik yönetimi desteklerken, Sovyetler´in halkçı politikasına karşı İngiltere´nin kuklası olarak, kısmen olumlu ve büyük ölçüde olumsuz bir tavır takınıyordu. 1950´lere kadar yolların %90´ına yakını Sovyetler tarafından, ve geriye kalan kısmı İngilizler tarafından inşa edilmişti. 1946´da yönetimden ayrılırken kendince Sovyet yardımları haricinde ülkeye getirebildiği tek maddi katkı 50 kilometrelik asfalt yoldu. Tahir Han´ın halk karşıtı olarak ün kazanmasında, kıtlıktan kırılan köylünün durumuna aldırmamasının ve İngilizler´den gelen paralarla İtalya´da ve Afganistan´da villa ve şatolar inşa etmesinin büyük payı vardır.
İkinci Dünya Savaşı´nda herhangi bir rol almamış Afganistan, savaşın ardından da, savaşa katılmış ülkelerin hedefi olmuştu. 1948´de ilk defa Amerika Afgan topraklarına gözünü dikmiş, gerek İngiltere, gerek Sovyetler´in bölgede güçlenmesini engellemek ve gerekse de güneye ve güney doğuya inerek Asya´da bir imparatorluk kurmayı tasarlıyordu. 1942´de Kabil´de ilk kez resmi olarak kurulan Amerikan temsilciliği Haziran 1948´de resmi bir elçiliğe dönüştürüldü.
Savaşta 26 milyon kayıp vermiş olan Sovyetler Birliği’nin bölgede stabil bir politika talebinde bulunması üzerine Molotov´la Afgan hükümetini temsilen Moskova´daki Afgan büyük elçisi Sultan Ahmed Han arasında Tacikistan-Afganistan sınırının Amu-Derya paraleli boyunca olması kararlaştırıldı. Savaşın sonuçlarının Sovyetlerin bölgedeki etkisi açısından dezavantajları, Sovyetler´in bölge üzerinde ekonomik ve dolayısıyla politik gücünün zayıflaması ve savaşta yeterince tahribat yaşamış Almanya ve İngiltere yerine, savaşı en az kayıpla bitirmiş Amerika´nın bölge üzerindeki etkisinin güçlenmesi oldu.
Afganistan´da kendi gücünü meşrulaştırıp Sovyetler´i bölgeden uzaklaştırmanın en iyi yolunu Amerika, Afganistan, Pakistan ve kısmen de Hindistan´da etnik çoğunluğunu oluşturan Afganlar veya Peştular´ı bölgede egemen konumdaki İngiliz destekçisi Afgan hükümetine ve Sovyetler´e karşı kışkırtmak olarak belirledi ve bu doğrultuda Pakistan-Afganistan sınırında Peştunistan adlı bir ülke kurulması için Afganlar´ı ayaklanmaya zorladı.
1940´lerin sonlarında Sovyetler´le Afgan hükümeti arasında karşılıklı elçi değişimi konusu gündeme getirildi, yaklaşık 120.000 tonluk tahıl yardımı yapıldı ve tam da Hindistan ulusal kongresi başkanı Nehru´nun Amerika´yı ziyaret etmesi gündemdeyken Afgan başkanı Liyakat Ali Han, Stalin tarafından Moskova´ya görüşmek üzere bir davet aldı. Görüşmelerde, Kore savaşında da batı yanlısı bir tavır sergileyen Pakistan´ın muhtemel gözüken Afganistan´ın içişlerine karışması ve Afganistan´ın geleceği konuşuldu. 1946´da Pakistan, Hindistan ve Çin arasında ilki gerçekleşen Kaşmir savaşında İngilizler tarafından yeniden kaderine terk edilmesi üzerine, savaşın Afgan topraklarına sıçrayacağından endişe eden Afgan hükümeti Sovyetler´den yardım istemişti.
Sovyetler´in korkusu, Hindistan´a dahi sarkabilmiş amerikancı ve İngiltere yanlısı yöneticilerin, Kaşmir savaşı bahanesiyle Afganistan´ı zaten batı yanlısı olan Pakistan´ın üzerinden işgal ederek, Orta ve Güney Asya coğrafyasında tek hakimiyetin Amerika ve İngiltere´ye bırakılması olasılığıydı. Nitekim Peştunistan kışkırtması da Afganistan´ı işgal etmek yerine Afganistan´ı bölerek Pakistan´a eklemek veya onu bölgede Pakistan destekli bir Amerikan uydu devleti haline getirmek demek olduğundan, bu ikinci strateji de Sovyetler´i tehdit ediyordu.
Afganistan´ın Pakistan´a olan ticari bağımlılığını zayıflatmak için 17 Haziran 1950´de Sovyetler´le Afgan hükümetinin başka bir ticari anlaşma imzalamasıyla, Pakistan´ın Sovyetler´e karşı Afganistan´da uyguladığı ekonomik ambargo kısmen zayıflatıldı. Ancak buna karşılık Amerika Afganistan-Pakistan arasındaki gerginlikte Türkiye ve İran´ı kullanarak Afganistan´ın Amerika tarafına çekilebileceği fikrini ortaya attı.
Aynı sene içerisinde ABD o zamana değin hiç olmadığı kadar Afganistan´la ilgili politikasında yoğunlaştı ve ilk ve son kez olmak üzere Amerika, Afganistan´a modern silah aktarımı yaptı. Amerika´nın bu atağı, özünde Sovyet düşmanı ve kapitalizm kuklası olan Afgan başkanı Şah Mahmud´un da işine geliyordu. Nitekim Amerika, savaştan silah ticareti konusunda da çok kar sağlıyordu. İran´a 1948´de 25 milyon dolarlık silah satımında olduğu gibi, bu sefer Afganistan için ortada 118 milyon dolarlık bir anlaşma söz konusuydu ama silah satımı kredi olarak verildi. Amerika yine iki yüzlülükle ticaret “ahlakının” ardına saklanarak Afganistan´la yapılan anlaşmanın ülkenin amerikan emperyalizminin bölgedeki siyasetinin bir aracı olarak uydulaştırılması amacını güden bir girişim olarak değil de, “sıradan” bir silah ticareti olarak medyaya yansıttı. Bugün de Irak ve olası İran savaşlarında kullanılan ikiyüzlü emperyalist “demokrasi”, “medeniyet” ve “ticaret” söylemlerinin, ellili yıllarda Amerika´nın Asya´da başlattığı ve üzerinden büyük karlar elde ettiği emperyalist girişimlerinin bir propaganda aracı olarak ilk olarak burada devreye sokulmuş olduğunu da görüyoruz.
Afgan ve Amerikan hükümetlerinin hep reddettikleri bu silah aktarımı, silahların uydu devlet Pakistan üzerinden, Kabil´deki Amerikan büyük elçisi George Merill´in direktifleri doğrultusunda, ilk aşamada 25 milyon dolarlık değerde bir parti olarak Afganistan´a sokulmasıyla başladı. Kalanı ise sonraki haftalar içinde yine aynı yolla, Afgan sınırında herhangi bir zorlukla karşılaşmadan Kabil´e iletildi.
1953-1978
Amerika´nın bölgede Afgan yönetimine meşruluğunu yutturabildiği kendi çıkarcı politikaları, Afgan hükümetinin bir yandan kısmen işine gelirken, diğer taraftan da gücünü ve itibarını büsbütün yitirdiğinden çıkarlarına ters düşüyordu. Amerika´nın, anılan silah aktarımından sonra Afganistan´ı iyice kuklalaştırdığını yeni anlayabilen Mahmud Han, çözümü yeniden Sovyetler´de aradı. Tam da bu dönem 1953´te Stalin´in ölümü ve son derece tutucu bir iki partili burjuva diktatörlüğü şeklinde yönetilen Amerika´da Truman´ın yerine Eisenhower´in başkanlığa geçirilişi, Afganistan´da politik temelde bir dönüşüme neden oldu. Tutucu rejimin savunucusu ve sosyalizm düşmanı Eisenhower, doğaldır ki kendisinden önceki veya sonraki Amerikan başkanlarından farklı bir politika izlemedi.
Afganistan’da gözlemlenen bu politik dönüşüm, Stalin´in ölümünün ardından Kruşçov´un temsil ettiği revizyonizm dalgası sonucunda gerçekleşme imkanı buldu. Stalin dönemi Bolşevik hükümetin izlediği dış politika, Lenin´in de ulusal ve milletler sorunları üzerine yazılarında getirdiği bakış açısına uygun olarak Sovyetler´in merkez noktada bulunduğu bir eksende çiziliyordu. Afganistan veya Hindistan´da öngörülen veya gerçekleşmesi umulan devrimler, Sovyetler´in dünya politikasından bağımsız olmamalıydı. Bu görüş, sadece Orta Asya veya Orta Doğu devletleri için değil, 1949´da Mao önderliğinde Devrimi´ni gerçekleştirmiş olan Çin için de geçerliydi. Stalin´in karşı çıkmasına rağmen Mahmud Han´ın Ağustos 1952´de NATO uzmanlarının ülkede araştırma yapmasına olanak tanıması, Kruşçov zamanında yerini bu sorunlarda ilgisizliğe bıraktı.
İlerleyen senelerde, Stalin’i parti içi, dışı ve uluslararası dengeyi zedelemekle suçlayacak olan Kruşçov, egemenlik hırsı ve parti içi kolektif çalışmayı hiçe sayarak Molotov, Beriya ve Kaganoviç gibi eski Bolşevikleri partiden atarak Leninist prensipleri çiğnedi ve parti içi itirazlara kulak asmayarak kendi politik tasarılarını gerçekleştirebildi. Üçüncü dünya ülkelerindeki devrimci mücadelelerin desteklenmesini boşladı. 1955´t
e bu kopuşu Sovyetler önce Afganistan´da ve ardından Hint Komünist Parti´siyle yaşadı. Kruşçov´un yönetimi altında Sovyetler´in geriletilmesi sürecinin dış politika bağlamında temellerini atışı, Afganistan ve Hindistan çatışmalarına denk gelmiştir.
Bu gelişmeler sürerken Peştunistan sorununa henüz bir çözüm bulunamamıştı ve çaresizlik içindeki Şah Tahir çareyi Eisenhower, Kraliçe Elisabeth ve hatta Celal Bayar´dan yardım dilenmekte aradı. Sovyet tarafında 1956´da Kruşçov ve Bulganin, Kabil´e giderek Sovyetler´in bölgede gücünü azaltacak ve Amerika´yı etkin bir konuma getirecek olan “Sovyetler´in Afganistan´in içişlerine karışmamasına dair” bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşma sonucu Mahmud Han, Sovyetler´e Afganistan´dan herhangi bir askeri saldırı olmayacağı konusunda “güvence verdi”, ve Sovyet tarafı Afgan hükümetine 100 milyon dolarlık kredi verileceğini bildirdi.
1960’ların başlarından itibaren Sovyetler’ in revizyonist dış politikası, Afgan topraklarının Amerikan ordusunca “meşru” bir şekilde işgal edilmesi ve Amerikan emperyalizminin bölgede güç kazanmasına olanak sağladı. Pakistan ve Hindistan arasında yaşanan siyasi gerginliğin Peştunistan sorusunu gündemde bırakıyor oluşu karşısında revizyonist Sovyet yönetimi daha da ilgisiz bir tavır sergiliyordu. Bu durumdan faydalanan Amerikan emperyalizmi Pakistan’ı Hindistan’a karşı ağırlıklı olarak destekleyerek, Sovyetler’in Afganistan üzerinden Hindistan’a olan sınırlarını kuzey doğuya doğru daralttılar.
Bütün bu yaşanan gelişmeler karşısında arada kalarak ezilen Afgan halkı arasında daha sonra ‘mücahit’ ve ‘cemiyet-i İslami’ isimlerini alacak olan dinci-gerici gruplar ve çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu entelektüel ve aydınlanmacı illegal organizasyonlar şeklindeki ilk hareketlenmeler, revizyonist kopuşun yaşanmasından bir kaç sene sonra baş gösterecekti.
1950’lerde Stalin yönetimince kısmen de olsa ülkede sınırlı bir kesimde yankı getirebilen Bolşevik hareket ilk defa aydın kesimce okullarda ve sokaklarda sosyal reformcu çağrılar olarak ve ardından kendini yazarları arasında Taraki ve Abdül Raif Binali’nin de bulunduğu ilk haftalık illegal ilerici gazete “Kabil”e taşıdı.
Herhangi bir gelişmiş ekonomi ve endüstriye sahip olmayan Afganistan’ da fabrika işçilerinden ziyade feodal toprak düzenine bağlı olarak köleleştirilmiş ve ırgatlaştırılmış köylü sınıfı ve burjuva sınıfından ziyade toprak ağaları bulunuyordu. Bu durum sosyal devrimci hareketin sağlam bir sınıfsal dayanak bulamamasına neden oluyordu.
1950’de Babrak Karmal’ın da içinde bulunduğu “Aydın Gençlik” adında ilk rejim karşıtı öğrenci grubu Kabil Üniversitesi’nde kuruldu ve kendi siyasi duruşunu tanımlayan bir manifesto yayımladı. Örgüt “Kabil”dergisi dışında “Angar”, “Vatan, “Volus”, “Nida-i Halk” ve “Peyam-i Afgan” haftalık gazetelerini de ilerleyen senelerde yayınlayacaktı.
Grubun muhalif tutumundan haberdar olan üniversite yönetimi ve kraliyet hükümeti grubun siyasi faaliyetini aynı sene içinde yasakladı. Bu olayın, Angar’ da protesto edilmesi üzerine derginin yatını durduruldu. Taraki ve Binali Sovyetler’ e sürüldüler, Karmal ve Bin Akbar Haybar ise hapis cezasına çarptırıldılar.
Afgan topraklarındaki ilk devrimci parti, Kabil dergisi yazılarının, eski devrim yanlısı ve cezaya çarptırılmış olan öğrencilerin yeniden bir araya gelerek 1965’te kurdukları Afganistan Halk Demokratik Partisi (AHDP) oldu. Bütün bu çabalara rağmen daha önce de belirttiğim gibi Afganistan’ da işçi ve burjuva sınıflarının gelişmemiş oluşu, partinin ihtiyaç duyduğu sınıfsal dayanağı zayıf kılıyordu. 1953-63 yılların arasında prens Mahmud Davud Han’ın despotik egemenliğinde feodal düzenin destekleyicisi toprak ağaları çıkarlarına uyan politik bir dayanak bulabildi. 40.000 kadar sıradan köylünün elinde bulunan toprak miktarı tüm ülkenin sadece %2’sine denk geliyordu. Ülke topraklarının %70’i ise toprak ağalarının ve kraliyet ailesinin elindeydi. 1970’lerde ağır bir gıda kıtlığı yaşayan Afgan halkı, toprak ağalarına karşı ayaklanarak 1973 yılında Muhammed Tahir Şah’ı devirecektir.
1920’lerde Amanullah yönetiminin getirdiği okula gitme zorunluluğu, laik hukuk ve eğitim sistemi ve desteklenen kadın hakları reformları, Amanullah’ın yönetimden uzaklaştırılmasının ardından yerine gelen Amanullah’ın savaş bakanı Nadir Han’ın yönetimi devralması üzerine tamamen kaldırılmış, Amanullah’ın yaptığı tüm ilerici reformlar dinci Mollaların eline bırakılmış, laik eğitim sistemi yerini, Mullahlar’ın elinde bulundurduğu medrese sistemine bırakmıştır ve bu durum kral Muhammed Tahir Şah (1933-71) zamanında da değişmemiştir. Devlet mekanizmasında atılabilmiş tek adım, 30lu yıllarda kurulan ve sadece kraliyet ailesinin üyesi olabildiği bir parlamento olmuştur.
Demokrasisinin yokluğu, sendikaların yasak oluşu gibi faktörler AHDP muhalefetinin çıkış noktalarını teşkil ediyordu. Tahir Şah’ın devrilmesi üzerine başa prens Muhammed Davud Han geçirildi. 1973 Ağustos’unda yaptığı bir konuşmada sosyal reform vaadinde bulunmasına rağmen sözünü tutmayan Davud Han’ın yapabildiği tek sosyo-ekonomik hamle bankaların ulusallaştırılması oldu.
Davud Han’ın iki yüzlülüğünü eleştiren AHDP 1974’te kraliyet parlamentosuna 5 ana maddeden oluşan bir siyasi program sundu. AHDP’nin gündeme getirdiği reform tasarıları şunlardı: 1- Halkın çıkarlarını savunan bir devletin ön plana çıkarılması ve bu doğrultuda etkin olan diğer organizasyonların siyasi varlıklarının güvence altına alınması. 2- Amerikancı ve İngiltere yanlısı bir devlet politikasının ortadan kaldırılması. 3- 1973 yazında Davud Han tarafından vaat edilen reformların hayata geçirilmesi. 4- Davud Han’ın öngördüğü sosyal devrim karşıtı yasama ve yargı sisteminin ortadan kaldırılması ve özünde Ahdi’nin çizgisi doğrultusunda yeni bir yasama, yargı ve yürütme sisteminin yürürlüğe konması. 5- Sovyetler’in bölge içi etkinliğinin arttırılmasına destek verilmesi.
Tarihsel kaynaklarda Sovyetler’in AHDP ile ilişkisinin tam olarak nasıl olduğu konusunda bazı önemli boşluklar olsa da, Afganistan’ ı Peştunistan teziyle bölmek ve Pakistan ve Hindistan’ a Afganistan’ ı içerden ele geçirerek hakim olmak isteyen Amerika’nın Sovyetler tarafından yakından takip edildiği kuşku götürmez. Bir yandan Pakistan hükümetince Afganistan’ da desteklenen dinci gruplar, öbür yandan Hindistan ve Pakistan arasında devam eden askeri çatışma ve bütün bunların dışında revizyonist Kruşçov hükümetinin mirası olarak 70’li yılların sonlarında Sovyetler’ in Orta Asya’da zayıflayan konumu, 1978’de AHDP’ de yaşanan olumsuzluklarla birleşerek Sovyetler’i Afganistan’da halkçı partinin askeri bir darbe gerçekleştirmesi doğrultusunda yardım yapmaya ve desteklemeye itti.
1978 Devrimi ve AHDP
17 Nisan 1978’de AHDP liderlerinden Nur Akbar Haydar, Davud Han’ın İran yanlısı içişleri bakanı Abdul Nuristani’nin organize ettiği bir suikasta kurban gitti. Askeri müdahale için uygun zamanı bekleyen Sovyet birlikleri Haybar’ın öldürülmesinden birkaç gün sonra, ciddi bir direniş gösteremeyen Afgan ordusunu devre dışı bırakarak ana hareket noktası olarak Kabil Hava Limanı’nı seçerek Kabil’ i 27 Nisan’ da ele geçirdi, 28 Nisan’da Davud Han öldürüldü ve aynı gün devrimci ve halkçı rejim ilan edildi (28 Nisan 1978).
Taraki, Amin ve Karmal yönetimindeki AHDP o güne kadar arkasına alabildiği 60.000’lik bir kitleyi, getirdiği sosyal reformlar sayesinde genişletti. Durumdan rahatsız olan Amerika, Sovyetler’i “an
ti-demokratik” olmakla suçlarken, CIA’ in ve Amerikan ordusunun ülkedeki gücünü kapsamlı ölçüde zayıflatacak olan AHDP, Amerika’nın Sovyet karşıtı anti-komünist propagandasını dinlemeyerek ortaya koyduğu politik projeleri birer birer gerçekleştirdi.
1978 başlarında 600 yeni okul açıldı. Afgan tarihinde bir ilk olarak hükümet, Afgan topraklarında yaşayan azınlıkların kendi dillerinde basın yayın organlarında ifade özgürlüğüne kavuşmasını sağladı. Yargı, yasama ve yürütme disiplinleri altında farklı etnik kökene sahip Afgan vatandaşları eşit haklar elde ettiler. Aynı senenin Eylül ayında radyo ve televizyon programları, edebiyat, eğitimsel ve politik yayın organları Farsça dışında Özbekçe, Türkmence, Beluçice ve Nuristani dillerinde yayınlanmaya başlandı. Taraki 1979 yılında okuma-yazma sorununa başlattığı eğitim kampanyasıyla kalıcı çözümler getirdi. 5000 profesyonel ve 20.000 gönüllü katılımcıyla 925.000 Afgan vatandaşına okuma-yazma öğretildi. İlköğretim öğrencilerine anadillerinde eğitim görme olanağı sağlandı. Halka ilk defa politik ve kültürel organizasyon, sendikal örgütlenme hakkı ve sosyal güvence verildi. Mayıs 1978’de ilk sendikalar kuruldu ve 1979 sonuna kadar toplam 270.000 endüstri işçisinden 120.000’i ve hizmet sektöründen 60.000’i sendika üyesi oldu. Kraliyet ailesi ve toprak ağalarının elinde bulunan araziler köylüye ve çiftçiye dağıtıldı. İlk olarak Kabil’in iki büyük işletmesinden 1200 çalışanı bulunan makine fabrikası Cangalak’ta ve yapı makinesi üreten 2000 çalışanın bulunduğu başka bir fabrika’da çalışma saatleri 7 saate indirildi ve işçilerin ücretleri 2500 Afgani’ye yükseltildi (oransal olarak %6-7). Bunun dışında ücretsiz öğle yemeği verilmeye, işçilerin politize olması için düzenli olarak eğitim seminerleri ve toplantılar yapılmaya başlandı. 1979’da yapılan sayıma göre bu iki fabrikada bu seminerlere düzenli olarak katılan 300’e yakın işçi vardı. Sendikalar da açtıkları kütüphaneler, yaptırdıkları toplu konutlar, tiyatro ve sinemalarla bu projede önemli bir rol üstlendiler. Sağlık hizmeti ücretsiz hale getirildi, ev kirası ve gıda fiyatları düşürüldü, içme suyu ve acil yardım hizmeti sağlandı; köylere yol ve elektrik getirildi.
Ülkenin devrimci hükümetin yönetiminde kalkınmaya başladığını görmekten rahatsız olan ABD devlet başkanı Jimmy Carter, Sovyetler’i ve AHDP’yi “demokratik olmamakla” suçlayarak başında Ziya Ül-Hak’ın bulunduğu Pakistan üzerinden, ülkeyi bölmek ve Sovyetler’i bölgeden çıkartabilmek için radikal İslamcı mücahitlere ve Cemiyet-i İslami gruplarına 2 milyon dolarlık bir para aktarımı sağladı. Açıkça Afganistan’da, Pakistan’da ve Orta Asya’daki Sovyet devletlerinde savaşı destekleyecek Amerikan başkanı Carter, yaptığı bu “barışçıl” girişimlere “sayesinde” 2002 yılında Nobel Barış Ödülüne layık görülmüştür.
Pakistan’ın başında bulunan eski ordu generali Ül-Hak, Amerika tarafından 1977’de yapılan askeri bir darbeyle başa geçirilerek Pakistan içinde güçlenen ve Afganistan’la birleşen halkçı eğilimleri baskı altına alındı. Sendikalar kapatıldı, Afganistan’daki Sovyet yönetimini destekleyen partiler kapatıldı. CIA tarafından eğitilmiş Amerikancı Muyabar Rahman Pakistan Gizli Servisi’nin başına getirildi. Cemiyet-i İslami’nin eski üyelerinden olan Ül-Hak, Amerika tarafından İslamcı geçmişinden dolayı Sovyetler’e karşı kullanılmak için başa getirilmişti. Afganistan’da ve genel olarak Orta Asya ve Orta Doğu’da İslamcı gerillaların, terör organizasyonlarının bugüne değin bu kadar güç kazanmasına, Amerika’nın bu bölgelerde sergilediği sömürgeci, emperyalist, despotik ve Sovyet düşmanlığını körükleyecek tutumu neden olmuştur. Nitekim bu siyasetin en bilindik pratik sonucu, bugün Amerika’nın “düşman” olarak ilan ettiği terör örgütü Taliban’ın ortaya çıkışı olacaktır.
Cemiyet-i İslami’nin başında bulunan teoloji profesörü Burhanuddin Rabbani, illegal olan ve başında Gulbuddin Hikmetyar’ın bulunduğu Afganistan İslam partisi Hizb-i İslam, ve Afgan tarihi boyunca varlığını hep korumuş mücahitler, Amerika’nın direktifleri üzerine Pakistan tarafından maddi olarak desteklenmeye basılandı. Afganistan’da sayısı sınırlı bulunan radikal İslamcılar, Afganistan’a kaçak giren Pakistanlılarca destekleniyordu. O zamanda ve bugün de bu gerici grupların içinde gerçek Afganlar her zaman sadece bir azınlığı teşkil etmiştir.
1973’ten beri Pakistan hükümetince, İslamist grupları desteklemek için sistematik olarak uyuşturucu ticareti başlatıldı ve Avrupa’da satılan uyuşturucu sonucu elde edilen parayla Afganistan içindeki cemiyetlere silah ve para yardımı yapıldı, Afgan topraklarında veya başka ülkelerde gerçekleştirilen gerilla eğitiminin masrafları yine bu parayla finanse edildi. 1973’ten 1979’a kadar Pakistan devletinin uyuşturucudan elde ettiği gelir senelik 20-30 milyon dolar civarındaydı. İslam dini, uyuşturucunun kullanılmasını ve başkasının kullanmasına yardım etmeyi yasaklamasına rağmen, bütün bir Orta Asya ve Orta Doğu’da radikal İslamcı grupların ana parasal kaynağının uyuşturucu ticareti oluşu hiç kimseyi rahatsız etmiyordu.
Sınır denetimini güçlendiren Afgan devrimci hükümeti bu İslamcı grupların faaliyetinin yasaklamış ve herhangi bir politik ortamda baş göstermelerini engellemek için her türlü önlemi almıştı. 1979’da yapılan ve çiftçinin toprak ağasına olan ekonomik bağımlılığını ortadan kaldıracak olan toprak reformu, diğer her türlü halkçı reformda olduğu gibi İslamist ayaklanmacıların direnişiyle karşı karşıya kaldı. Gericilerin çıkarttıkları çatışmalarda çoğu gerici İslamist öldürülmüş veya hapse atılmışlardır.
ABD’deki ki partili sistem içinde yapılan seçimleri kazanan Carter, seçimin ardından, dünya çapında sürdürülen CIA operasyonlarının azaltılacağını vaat etmişti, ancak 70’lerin sonlarında 1974-75 Angola operasyonundan bu yana hiç olmadığı kadar büyük bir başka operasyonu Afganistan’da başlatmak için talimat verildi. CIA Pakistan Gizli Servisi’yle işbirliği yaparak, Pakistan’da, Mısır’da ve Hindistan’da eğittiği İslamcı gerillaları Afganistan’a kaçak olarak sokmak, emperyalistlerce “Komünist”, “Kızıl” diye anılan Çin Halk Cumhuriyeti ve Mısır’dan yollanan silahları İslamcı gruplara yollamak ve operasyonun bir diğer finansmanı olan Suudi Arabistan’dan para aktarmak için operasyon başlattı.
Bütün bu gelişmeler Sovyetler’e fazlasıyla maddi yük ve enerji israfına neden oldu. İçeride giderek artan ve çoğunu Pakistanlı İslamistlerin oluşturduğu gerici kitle, devrimin yapıldığı 1978’den Sovyetler’in dağıtılmasından bir sene sonrasına kadar Afgan devrimci hükümeti için her geçen gün büyüyen bir tehdit halini aldı. Dışarıdan desteklenen tehdit dışında, AHDP’de iç sorunlar da yaşanıyordu. Sovyetler’in dağıtılışına kadar geçen zaman zarfında parti içi ve ülkelerarası dinci kışkırtma Afgan halkını ve devrimci Afgan hükümetini felakete sürükledi.
Parti İçi Sorunlar
AHDP’de parti içi yaşanan sorunların kaynağı Amerika’nın Afganistan operasyonlarından öncesine dayanıyor. Parti 1965 yılında kurulduğunda partiyi “Halk” ve “Bayrak” adlı iki kanat oluşturuyordu. Partinin askeri işlerinden sorumlu Hafizullah Emin Bayrak fraksiyonunun, partinin teorik ve yönetimsel beynini oluşturan Nur Muhammed Taraki ise Halk fraksiyonunun başındaydı. İki kanadın birleşmesi ve partisel kararların ortaklaşa alınmasının organizyonu işi ise, bu iki kanadın parti kurulurken de başında olan Babrak Karmal tarafından idare ediliyordu.
Taraki ve Emin arasında yaşanan görüş ayrılıkları ufak çapta da olsa, 60lar’ın ortalarında basılan haftalık Vatan gazetesinin yasaklanması üzerine baş göstermiştir. Taraki yayını illegal olarak devam ettirmeyi önerirken, Emin yeni bir gazetede biraz daha ılımlı bir kimlikle yayına devam etmek gerektiğini savunuyordu. Ancak Babra Karmal’ın aktardığına göre Emin’in başına buyruk tavırları, özellikle devrim sonrası askeri konularda Taraki ve Karmal’a danışmadan karar alması, Emin’i Taraki karşısında karşıt bir konuma itti. Taraki’nin Eylül 1979’da suikaste uğraması, suikastın ardından partinin başına Emin’in geçişi ve onun da 1979 Aralık ayında öldürülmesi ve ardından yerine Karmal’ın geçişi, Emin’in, Taraki ve Karmal’a düşman bir tavır sergilemiş oluşu ve hatta Taraki suikastını organize etmiş olabileceği tezini destekler niteliktedir.
1979’dan 1986’ya kadar kısmen revizyonist Sovyet hükümetinin istekleri doğrultusunda ve ağırlıklı olarak kendi gücüyle yönetimi elinde bulunduran Karmal, dinci, gerici ve radikal İslamist gruplara karşı başarılı bir savunma politikası uygulayarak radikal İslamlın, Amerikan emperyalizminin her türlü desteğine rağmen Afgan topraklarında güçlenmesini belli bir düzeye kadar önlemeyi başardı.
Halkın sosyal ve ekonomik standartlarını Afgan tarihinde görülmemiş düzeyde arttıran Babrak Karmal, Sovyetler’in dağıtılmasına neden olan Gorbaçov’un tasfiyeci dış politikasından dolayı Mayıs 1986’da görevden uzaklaştırıldı ve yerine Gorbaçov’un “özgürlükçü” politikasının Afganistan’daki kuklası olarak Muhammed Necibullah getirildi.
Necibullah’ın 1986’dan 1992’ye kadar uyguladığı siyaset, Babrak Karmal’ın yaptığının tam aksi yönde oldu: Radikal İslamist suçluları hapishanelerden salmak, Afgan-Pakistan sınır denetimini, İslamist gerilla akışının ve para ve silah aktarımı kontrolünün gevşetilmesi, Amerika’nın bölgede güçlenmesine tepkisiz kalmak.
Dağıtılma Sürecinden Sonra
Bu teslimiyetçi tutumun, Sovyetler’in, Yeltsin ve Gorbaçov tarafından dağıtılmasının diğer sonuçlarıyla birleşmesi, AHDP hükümetinin sonunu getirmiştir. Necibullah’ın düşürülmesinden sonra gerçek bir terör yuvası haline getirilen Afganistan’da, 1920’lerde kökleri bulunan, 50’lerde ve daha yüksek dozda 70’lerin sonlarında desteklenen dinci gruplar kendi terörist yönetimlerini kurabilecek boş alanı bulabildiler. Bu dinci grubun adı ise, artık mücahitler veya Cemiyet-i İslami değil, Taliban’dı.
Taliban ilk silahlı saldırısını 1994de Kandahar’da Afganistan üzerinden geçecek olan Pakistanlı bir sağlık konvoyuna yaptı. 30 arabalık ve tamamı ilaçla dolu bu konvoy, iyi korunuyor olmasına karşın, Taliban’ın adamlarına karşı direnemedi. Bu saldırıdan büyük ganimet elde eden Taliban saldırıdan hemen sonra Kandahar’da egemenliğini ilan etti. Bu tür bir saldırıyı Taliban’dan beklemeyen Pakistan hükümeti, Afganistan’a olan sınırını kapattı ve yaptığı maddi yardımı kesti.
1994’ten 1996’ya kadar Afganistan’daki tüm afyon üretim alanlarının %95’ini ele geçiren Taliban, maddi kaynağını Afgan topraklarında kendi ürettiği afyon üzerinden sağlamaya başladı. Kandahar’ın ardından iki sene içinde Kabil civarında birkaç şehir daha ele geçirdikten sonra Eylül 1996’da Kabil’e girdi.
On sene önce yeri Necibullah’la değiştirilen Babrak Karmal, yönetim değişikliğinden sonra kendi kişisel güvenliği için Moskova’ya gitti ve Taliban’ın Kabil’e girdiği gün Necibullah’ı öldürülüşünü görecek kadar da yaşadı. Aynı gün içinde radikal İslamist Taliban, Afganistan’da kendini merkezi güç olarak ilan etti ve 2001 yılında Amerikan ordusunun müdahalesine kadar da bu durum böyle kaldı.
Halen politik ve terörist etkinliğini sürdüren Taliban, 50’lerden beri Amerika ve Pakistan tarafından Sovyet düşmanlığı çizgisinde desteklendi ve büyültülmüştür. Sovyetler’in dağıtılmasından sonra amacına ulaştığını düşünen Amerika ve Pakistan, Taliban’la 1992 yılında bağımsız bir güç olarak karşılaştılar. Pakistan’ın Taliban’a aldığı olumsuz tutum başta Pakistanlı ve genel olarak dünyadaki diğer İslamistlerce protesto edildi ve Taliban bu dönemden itibaren, devlete sempati duymayan halk kesimlerinden ve radikal İslamcılardan destek buldu. Bugün dört bir yanında NATO askerlerinin güvenliğini sağlamaya çalıştığı Afganistan, 1- Sovyetler’i dağıttığı için 1990’da Nobel Barış Ödülü verilebilen Gorbaçov’un duyarsız direktifleri sayesinde ve 2- zamanında Amerika’nın desteklediği Sovyet düşmanı güçlerin büyütülmesi politikalarının sonucunda top yekün bir toplumsal felakete ve iç savaşa sürüklendi. Sonuç olarak, Amerikan emperyalizminin Sovyetler’i dağıttırarak Orta Doğu ve Orta Asya’ya “demokrasi” getirme çabaları, bütün Orta Doğu halkları için milyonlarca cana mal olmuştur ve olmaya da devam ediyor.
Hiç yorum yok