Türkiye’de 1908 Devrimi ve Arap Devrimleri
Vladimir Borisovich Lutsky
1908 Temmuzunda Türkiye’de, 1894 yılında kurulan İttihat ve Terakkinin örgütlediği silahlı bir ayaklanma patlak vermişti. Bu komitenin üyeleri, Türk burjuvazisinin çıkarlarını temsil eden ve Osmanlı İmparatorluğunu burjuva-anayasal bir devlete dönüştürmek isteyen ilerici aydın ve subaylardan oluşuyordu. En temel talepleri anayasanın yeniden yürürlüğe girmesiydi. Başlangıçta eylemlerini komplo taktikleriyle sınırlandırıyorlardı fakat sonrasında provokatörler Abdülhamid’in hafiyelerinin Jön Türk yer altı örgütlenmesini açığa çıkarmasına ve liderlerinin tutuklanmasına yardımcı olmuştu. Komite üyelerinin yargılanması 1897’den 1899’a kadar sürmüş ve bu süreçte birçok komite destekçisi göç etmek zorunda kalmıştı.
1908 Temmuzunda Türkiye’de, 1894 yılında kurulan İttihat ve Terakkinin örgütlediği silahlı bir ayaklanma patlak vermişti. Bu komitenin üyeleri, Türk burjuvazisinin çıkarlarını temsil eden ve Osmanlı İmparatorluğunu burjuva-anayasal bir devlete dönüştürmek isteyen ilerici aydın ve subaylardan oluşuyordu. En temel talepleri anayasanın yeniden yürürlüğe girmesiydi. Başlangıçta eylemlerini komplo taktikleriyle sınırlandırıyorlardı fakat sonrasında provokatörler Abdülhamid’in hafiyelerinin Jön Türk yer altı örgütlenmesini açığa çıkarmasına ve liderlerinin tutuklanmasına yardımcı olmuştu. Komite üyelerinin yargılanması 1897’den 1899’a kadar sürmüş ve bu süreçte birçok komite destekçisi göç etmek zorunda kalmıştı.
Yurtdışında Jön Türk hareketinde bir ayrışma meydana gelmişti. 1902’de İttihat ve Terakki Paris Kongresinde, bir grup Osmanlı liberali Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyetini kuran. Prens Sabahattin önderliğinde ön plana çıkmıştı. Sabahattin kendisini bir anarşist ve P. Kropotkin ve E. Reclus’un takipçisi olarak addediyordu. Anarşist teoriyi, Türk tarihine uygulama çabasıyla bireysel inisiyatifin geliştirilmesini savunuyordu. Ona göre, tüm bu musibetlerin kökenleri Türkiye’n in Orta Çağ ekonomisinde ve bireysel teşebbüsün yokluğunda yatmaktaydı. İmparatorluktaki bir diğer musibet kaynağı olarak da baskı altına alınan ulusların yarattığı karışıklık ve kargaşaları ve imparatorluğun çok uluslu yapısını görüyordu. Selahattin ve destekçileri, Türk devrimcilerin dikkatini ulusal meseleye çekiyor ve ilk kez azınlıkların politik örgütleriyle ilişki kurmaya çalışıyorlardı. Fakat tam bu meselede Jön Türkler arasında ihtilaflar bulunuyordu. Prens Sabahattin ve Teşebbüs-i Şahsi ve Adern-i Merkeziyet Cemiyeti ulusal meseleleri Ademimerkeziyetçi bir temelde özerk bölgeler kurarak çözme taraftarıydı. Bu eğilim, Yunan ve Ermeni burjuvazisi ve diğer ulusların -Araplar ve bazı durum larda Arnavutlar- feodalleri tarafında da faal olarak destek buluyordu. Oysa ulusal bölgeler için genel özerklik savunuculuğu yapan Sabahattin’in jön Türk hareketi içinde hiçbir zaman belirgin bir ağırlığı olmamıştı, nitekim sonrasında siyasetten de tamam en çekildiği görülecekti.
Ayrı bir parti kuran destekçileri ise daha sonra Jön Türklere muhalefet yapmış ve sonunda da karşı-devrimci tarafa sapmışlardı. İttihat ve Terakki partisinin çevresinde toplanan Türk devrimcilerinin büyük çoğunluğu merkezi ve tek bir Türk devleti kurma taraftarıydı. Türklerin ülkedeki baskın milliyet olduğu varsayımından yola çıkıyorlardı. Fakat birincil amaçları Hamidiye Zulüm rejimini devirmek olduğundan beri, diğer ulusal azınlık örgütleriyle, bu görevin icrası esnasında, bir blok oluşturulabileceğini düşünüyorlardı.
1905-07 Rus Devrimi Türkiye’deki devrimci hareketi de canlandırmıştı. Zira Türk entelektüelleri ve devrimci zihniyetti subaylar arasında oldukça geniş bir etki yaratmıştı. 1906 yılında bir grup Türk subayı, 1905 Sivastopol isyanının başında bulunan Lietuenant Schmidt’in yakınlarına, “mukaddes sivil özgürlük” ve “insan gibi yaşamak” için savaşacaklarına dair yemin ettikleri bir mektup göndermişti.
İttihat Terakki Partisi 1906’da merkezini Selanik’e kaydırmış ve büyük bir devrimci örgütlenme ağı kurma çalışmalarına başlamıştı. Jön Türkler Makedonya’yı hareketlerinin merkezi olduğu gibi feodalizm karşıtı mücadelenin sürekli bir deney sahası olarak da seçmişlerdi. Aynı zamanda bu bölgedeki tüm devrimci güçleri birleştirme kararı almışlardı. Bu amaçla 1907 sonunda Osmanlı İm paratorluğunun tüm muhalif parti ve gruplarını Paris’te toplantıya çağırmışlardı. Bu toplantıya İttihatçıların yanı sıra, Prens Sabahattin’in Cemiyeti, Makedonya Devrimci Örgütü, Ermeni Taşnaksutyun Partisi ve Arap milliyetçilerinin temsilcileri iştirak etmişti. Paris Kongresinde, ortak ve acil hedefler temelinde ulusal-devrimci güçlerin birleşik bir cephesi oluşturuldu. Jön Türkler ve ulusal azınlıkların temsilcileri ortak bir karara varmıştı. Jön Türkler politik ve kültürel özerklik (self determinasyon) prensibini kabul ederken, ulusal azınlıkların temsilcileri de Osmanlı İmparatorluğunun sınırları dâhilinde bir özerklikte karar kılmıştı.
Kongrede yer alan katılımcılar, ordudaki yemini reddetme, sivil halk arasında provokasyonla karmaşa çıkarma, devlet aygıtını işlevsiz kılacak subay ve polislerin greve gitmesi, vergi ödememe, otoritelere karşı silahlı direniş gösterme ve silahlı ayaklanma başlatma gibi çok çeşitli mücadele biçimlerinin hesabını yapıyordu. Fakat nihayetinde kongreden çıkan sonuç isyanın esas olarak silahlı güç ler tarafından yürütülmesi olmuştu. İsyan tarihi için de 1908 Ekiminde karar kılınmıştı. Uluslararası olayların seyri isyanın patlak vermesini teşvik etmişti. 3 Temmuz 1908’de Makedonya’daki Resna orm anının komutanı Niyazi bir isyana önayak olmuş ve kendisine sonradan Enver, Mustafa Kemal, Cemal ve diğerlerinin birlikleriyle birlikte katılacağı dağlara çıkmıştı. Devrimci birlikler kısa bir süre sonra Birinci Ordu’nun merkezinin bulunduğu Manastır’ı (Bitolj) ele geçirmiş ve İstanbul’a doğru ilerleme tehdidi doğurmuştu. Başkent ve Anadolu’daki askeri kıtaların da Jön Türklerin tarafında olduğunu hisseden Sultan II. Abdülhamid uzlaşma kararı vermişti. 24 Temmuz 1908’de anayasayı yeniden yürürlüğe sokmuş ve seçimlere gitme kararı almıştı. Daha sonra ifade ve basın özgürlüğünün ve toplantı hakkının önünü açan kararnameler yayınlamıştı. Ayrıca sansürü kaldırarak, politik tutukluları da atfetmişti. Jön Türk Devrimi başarılı olmuştu. Fakat bu yalnızca kısmi bir zaferdi. Jön Türkler kitlelerin devrimci inisiyatifinden korkmuş ve önceki hükümetle bir anlaşmaya varmıştı. Yeni bir kabine oluşturmak yerine, yalnızca en uzlaşmaz üyeleri ihraç ederek, iktidarın Sultanın ve kabinesinin elinde kalmasına izin vermişti. “Bu yalnızca yarım kalmış bir zaferdi” diye yazmaktaydı Lenin “hatta yarım dan da az, Türkiye’nin II. Nicholas’ı meşhur Türk anayasasını yeniden yürürlüğe koyma sözü vererek şimdiye dek yakasını kurtarmayı başarmıştı” (Lenin Toplu Eserler. Vol 15 s. 183)
Araplar ve Jön Türk Devrimi
Devrimin başarıya ulaştığı ve anayasanın yeniden yürürlüğe girdiği haberi İmparatorluğun Arap bölgelerinde coşkuyla karşılanmıştı. Hatta Araplar, Devrime kendi öz zaferleri gibi sevinmişler ve her tarafta kutlamalar ve şenlikler başlatmışlardı. Dönemin tanıklarından biri bu olayların tüm Suriye çapında büyük bir coşku yarattığını yazmıştı. Hıristiyanlar ve Müslümanlar, hatta papazlar ve mollalar kutlamalarda birbirlerine yarenlik etmişlerdi. Yazıcılar yeni bir özgürlük, eşitlik ve dostluk çağını selamlıyordu. Dönemin diğer bir tanığı halkların coşkusunu tanımlamak imkânsızdı diye yazmaktaydı. “Tüm engeller çabucak düşmüş ve çağ lardır süren dinsel düşmanlık yok olmuştu. İnsanlar sokaklarda birbirlerine yarenlik ediyordu. Daha düne kadar kalabalıklara yabancı olan gençler temsili kürsülere çıkıp halkı ateşli konuşmalarıyla coşturuyordu. Cesaretleri engel tanımıyordu...”
Devrim tüm dikkatleri kitlelerin aldığı inisiyatifin üzerine toplamıştı. Halk zalimlere karşı ayak diriyordu. Beyrut’ta, Beyrut ve Bekaa Vadisi’ni özerk Lübnan topraklarına katmak için makamı Beyteddin’de (dağlık Lübnan’ın merkezi) bulunan mutasarrıfa karşı kitlesel bir hareket başlamıştı. Bu hareketin başında oldukça iyi eğitimli ve soylu kökenli olan ve insanın sahip olabileceği en büyük tutkunun kendi ülkesinin iyi bir köylüsü olmak olabileceği sözünü düstur edinen Selim Ammun bulunuyordu. Ammun Eylül 1908’de İdari Konsey’in başkanlığına getirilmiş, birçok reform gerçekleştirmiş ve Demokratik Birliği kurmuştu. Fakat 1909’da, İstanbul’dan Nisan darbesi (coup d ’état) haberinin gelmesinden sonra hayatını kaybetti ve Lübnan demokratik hareketi de yenilgiye uğradı.
1909 yılında başka bir bölgede bir köylü hareketi patlak vermiş ve Dürzi köylüler bir kez daha ayaklanmıştı. Hareketin merkezi Havran’dı. İsyancılar Busra kentini kuşatarak ele geçirmiş ve Bekaa Vadisi’ne girmişti. Savaş hali iki yıl boyunca gerilla mücadelesi şeklinde sürmüş ve asiler bu sürede nakliyelere el koymuş ve trenleri, küçük garnizonları ve Türk askerî kıtalarını pusuya düşürmüştü. Bu mücadeleler esnasında isyan bastırılana dek 6.000 Dürzi, Dürzi Tepeleri’ndeki nüfusun yaklaşık onda biri, öldürülmüştü.
Irak’taki köylü hareketi imparatorluğun diğer bölgelerine göre geç başlamıştı. Hareket, 1913-14 yılları arasında, Türk otoritelerinin devlet topraklarını yabancılara satması ile bağlantılı olarak ehemmiyetli bir boyut kazanmıştı. Köylülerin vergi ödemeyi reddetmesi hali sıklaşmış ve otoriteler taşradaki karışıklıkları bastırmak için cezalandırıcı birlikler göndermek zorunda kalmıştı. Arap ülkelerindeki demokratik hareketlerin zayıflığının temel sebebi köylü isyanlarıyla, kent nüfusunun faaliyetleri arasında hiçbir bağlantının kurulamamasıydı. Köylüler genellikle feodal beylerin ya da kabile şeyhlerinin liderliğinde hareket ediyordu. Öte taraftan, kentlerde (özellikle Suriye ve Lübnan’da) ortaya çıkan küçük demokratik gruplar da hâlâ köylülerle ortak bir iletişim dili bulamıyor; halk kitlelerine dayanamıyor ve ulusal burjuvazi ve feodallerin ulusal bağımsızlık hareketindeki liderliğinden yararlanamıyordu.
“Arap-Osmanlı Kardeşliği Cemiyeti” Devrimin ilk günlerinde Arap ulusal burjuvazisinin büyük kısmı radikal reformların yapılma ve yenilenmiş bir Türkiye’n in sınırları dâhilinde Arapların ulusal özgürleşmesi ihtimali illüzyonuna kapılmıştı. Arap milliyetçileri, Jön Türklerin işbirliğine bel bağlamış ve Arap ülkelerinin sorunlarını onların yardımıyla çözmeyi umut etmişti. Devrimden sonra, ulusal hareketin merkezi sürgün yerlerinden Arap halkı subayları, öğrencileri ve memurlarının en faal öğelerinin yoğunlaştığı İstanbul’a kaymıştı. İstanbul’da 2 Eylül 1908’de düzenlenen Arap halkı toplantısında İha-El Arabi-El-Osmani (Osmanlı Arap Kardeşliği Cemiyeti) adlı iyi kötü ilk kitlesel örgütü kurmuşlardı. Cemiyet kendi broşürlerini basmaya ve imparatorluğun neredeyse tüm Arap bölgelerinde şubeler açmaya başlamıştı. Arap-Osmanlı Kardeşliği Cemiyeti, Jön Türklerin tavırlarını benimsemişti. Öyle ki Cemiyet’in Kurucu Meclisine, İttihat Terakki Partisinin üyeleri de katılmıştı. Cemiyet liderleri Pan-Osmanlıcı teoriyi devam ettiriyor ve Osmanlı ulusunun varlığını kabul ediyorlardı. Osmanlı ulusunun birçok millete bölündüğünü ve imparatorluk halklarının en önemli öğelerinden biri olan Arapların da bu milletlerden biri olduğunu ifade ediyorlardı. Programlarında ayrı bir Arap ulusuna istinaden tek bir kelime dahi yoktu. Sadece bağımsızlık ifadesinden değil, daha da ilginci, Arapların self-determinasyon ve özerk kurum lar oluşturma hakkından bile dem vurulmamıştı. Aksine Arap-Osmanlı Kardeşlik Cemiyeti esas görevi olarak İttihat ve Terakki Partisi ne yardımcı olmayı belirlemişti. Programlarındaki yegâne ulusal vurgu, ulusal eşitlik talebi, Arapça eğitim dili ve Arap geleneklerinin icrası üzerineydi. Cemiyetin liderleri aynı zamanda Jön Türklerin partisine de üyeydi. Hatta Cemiyetin başkanı Sadık Paşa El-Azm İttihat ve Terakki Partisinin örgütleyicilerinden, Türk Genelkurmayının eski subaylarından ve diplomatlarından biriydi. Sürgünde yaşadığı sırada bir Jön Türk gazetesini Arapça olarak yayına hazırlıyordu. 1908 Devrim i’nden sonra İstanbul’a dönmüş ve Jön Türk hareketinin liderlerinden biri haline gelmişti. Parlamentoya Arap Temsilci. Jön Türklerin Uluslar Politikası Türk Meclisi için seçimler ve 1908 sonbaharında ilan edilen ve daha önceki tüm program larından ve vaatlerinden daha ılımlı olan Jön Türk programı, Arap milliyetçilerinin düştüğü Jön Türk yanılgısına ciddi bir rüzgâr taşıyacaktı. “Jön Türkler ılımlılıklarından ve itidallerinden ötürü övülüyordu” diye yazmaktaydı Lenin Ekim 1908’de “yani Türk devrimi övülüyordu, çünkü kitleleri gerçek bağımsız bir eylem için uyandıramamıştı; çünkü Osmanlı İmparatorluğunda başlayan proleter mücadeleye düşmandı” (Lenin, Toplu Eserler, Cilt 15 s. 222). Bu “ılımlılığın” ve “itidalin” bir örneği de iki aşam ada gerçekleştirilen parlamento seçimleriydi. Gerçek halk temsilcileri sancaklardaki seçmen mitinglerine katılmamıştı. Bütün seçim mekanizması adayları belirleyen ve parlamentoya girmelerini sağlayan İttihat ve Terakki Partisi’nin komitelerinin elindeydi.
Sonuç, Araplar için tam bir hayal kırıklığıydı. Toplam 245 vekilin, 150’si Türk ve yalnızca 60’ı Arap’tı, oysa 22.000.000 toplam nüfuslu Osmanlı İmparatorluğunda 10.500.000 Arap ve 7.500.000 Türk bulunuyordu. Arap heyeti Parlamento’da herhangi bir inisiyatif sergileyememiş, Jön Türklerin yanında ve destekçisi olmuşlardı. Fakat Arap nüfusun büyük çoğunluğu memnuniyetsizdi.
1908 sonu itibariyle birçok Arap feodali ve hatta milliyetçisi, Liberal Partiyi (Hizbul Ahrar) kurma taraftarıydı. Feodal komprador çevrelerin çıkarlarını vurgulayan bu parti, gerici bir duruş sergilemiş olsa da ulusal meselelerde Prens Sabahattin’in Teşebbüs-i Şahsi ve Ademi-i Merkeziyet Cemiyeti geleneğini devralmıştı. Bu partinin, Müslüman din adamlarının, medrese öğrencilerinin ve Muhafızlarının yardımıyla, Sultan II. Abdülhamid bir darbe tasarlamıştı. 13 Nisan 1909’da isyancılar birçok devlet binasını ele geçirmiş ve Jön Türkleri baskı altına almıştı. Arap hareketinin öne çıkan isimlerinden biri olan Muhammed Arslan da çıkan olaylarda öldürülenlerin arasındaydı. Jön Türkler nihayetinde çabucak bir geri püskürtme gerçekleş tirebilmişlerdi. Mahmut Şevket Paşa ve Mustafa Kemal komutasındaki “Hareket Ordusu” sokaklarda süren şiddetli çarpışmalardan sonra isyancıları bastırmayı başarmıştı.
27 Nisan 1909’da II. A bdülhamid tahttan indirilecekti. Jön Türkler onun yerine, kardeşi 64 yaşındaki Mehmet Reşat’ı tahta çıkarmıştı. Ayaklanma bastırıldıktan sonra Jön Türkler, kendilerini devlet aygıtını kontrol etmek ve bizzat kendileri için bir hükümet kurmakla sınırlamaktan vazgeçmişti. İktidarı ele geçirmekteki başarıları üzerine Jön Türkler tamamen yozlaşmış ve kitlelerden kopmuştu. Türkiye’deki şovenist çevrelere karşı uzlaşıcı davranmış ve devrimci harekete karşı açıktan bir mücadele başlatmışlardı. Yurt içinde feodal toprak imtiyazını muhafaza etmiş, köylülerin lehine olan vergi reformundan vazgeçmiş ve başta 1910 grev yasası olmak üzere işçilere karşı birçok tedbir almışlardı. Uluslararası sahada ise ülkeyi her türlü yabancı etkiden kurtarmayı reddetmiş ve Alman emperyalistler ile anlaşmışlardı. Abdülhamid’in Alman eğilimine yönelmiş ve tüm ülkeyi Alman Kaiser’in varsıllığına dönüştürmüşlerdi. Alman diplomatlar, Britanya, Fransa ve Rusya’ya karşı mücadelelerinde, Jön Türklerin Panislamizm ve Pantürkizm esaslarına duydukları tutkuyu ve Türkçe konuşan herkesi tek bir ulus olarak gören maceracı teorilerini akıllıca kullanmıştı. Jön Türk ulusal politikası esasında gericiydi. Öyle ki, 1907 Paris Kongresinde ulusal azınlıklar adına verdikleri sözlerden geri dönmüşlerdi. Ermeni pogromu II. Abdülhamid’in dönemindeki gibi devam etmiş, Arap, Arnavut ve diğer gayri-Türk dernekler kapatılmıştı.
1909 Nisanında Arap-Osmanlı Kardeşlik Cemiyeti de bu rüzgârdan nasibini almış ve yasaklanmıştı. Jön TürkJer kendilerini Pan-Osmanlıcılığm doktrininin Türk yorumuyla donatmış ve Türk olmayan ulusların zorla Türkleştirilmesi politikasını izlemeye başlamıştı. Ulusal okullar kapatılmış ve Türkçe imparatorluğun yegâne resmî dili yapılmıştı.
Edebiyatçılar Kulübü ve Kahtaniye
Jön Türk hükümet politikaları ulusal azınlıklar arasında muhalefet dalgası yaratmıştı ve Arap ulusunu da bu rejime karşı durmak için zorluyordu. Arap-Osmanlı balayı sona ermiş ve hareket aşikâr bir Türk karşıtı karaktere bürünmüştü. Yasal örgütlerin yasaklanması Arap hareketinin liderlerini taktik değiştirmek zorunda bırakmıştı. Yasal mücadeleyi yer altı çalışmalarıyla birleştirmeye ve yurt dışında faaliyetler tertiplemeye başlamışlardı. 1909 senesi yazında yasaklanan Arap-Osmanlı Kardeşlik Cemiyetinin yerine İstanbul’da, Edebiyatçılar Kulübünü (El-Muntada El-Arabi) kurdular. Kulübün resmiyetteki amaçları alenen politik değildi ve bu yüzden Jön Türkler buna, kültürel ve eğitimsel bir örgüt olarak tolerans gösterdi. Edebiyatçılar Kulübü’nün sosyal temeli önceki cemiyetle aynıydı fakat liderleri bütünüyle değişmişti. Bunlar, kendilerini büsbütün Türk boyunduruğuna karşı savaşmaya adamış kişilerdi. Kulüp Komitesinin altı üyesi I. Dünya Savaşı sırasında Türkler tarafından asılacaktı. Kulübün birkaç bin üyesi vardı ve bunların büyük çoğunluğu öğrenciydi. Aynı şekilde birçok Irak ve Suriye kentinde kolları vardı. Bu şubeler ilerici Arap entelektüellerinin bir araya geldiği bir merkeze dönüşmüştü. İllegal yazınlar Mısır’dan ve Amerika Birleşik Devletlerinden kaçak olarak geliyordu. En önemlisi Kulüp, Arap milliyetçilerinin illegal örgütlerinin üzerini örtüyordu. 1909 sonunda Kulüp’ün başkanı Kerim el-Halil yasal örgütlenmeye paralel olarak gizli bir politik dernek de kurmuştu. Bu gizli derneğin adı, Arapların efsanevi atalarından biri olan Kahtan’dan sonra, El-Kalıtaniye olmuştu. Dernek temel olarak Türk ordusunda hizmet eden ve Aziz Ali El-Mısri’nin liderliğindeki Arap subaylardan müteşekkildi. Mısır doğumlu olan Mısri, Türk ordusunda hizmet etmiş ve Jön Türk Devrimi’nde yer almıştı. 1909’da bu Türk karşıtı derneğe girmiş ve tüm gidişatı kontrolü altına almıştı. Kahtaniye’nin görevleri oldukça müphem sözlerle ifade edilmişti: “Hakikatin esaslarını, gayretlerini kazanmak ve saflarını birleştirmek istediğimiz halkın evlatları arasında yaymak” gibi ifadeler. Derneğin üyeleri Arap Osmanlı Kardeşlik Cemiyetinin Pan-Osmanlıcı esaslarını reddediyor ve Arapları ayrı bir ulus olarak kabul ediyordu. Amaçlan Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden düzenlemek ve Avusturya-Macaristan çizgisinde bir Arap-Türk Devleti kurmaktı. Türk Padişahı aynı zamanda Arapların da Kralı olacaktı. Arap bölgeleri bu imparatorluk içinde ayrı bir krallık oluşturacak ve kendi parlamentosu, yerel hükümeti ve resmî dili Arapça olacaktı. Gizli derneğin merkezi İstanbul’daydı ve diğer beş kentte daha kolları vardı. Bu coşkulu başlangıca rağmen hiçbir zaman etkin işlere giri- şememişlerdi. İçlerinden hainler çıkmış ve polis müdahalesinden evvel dağıtılma kararı alınmıştı.
Genç Araplar Derneği
Eğitimlerine Fransa’da devam eden Edebiyatçılar Kulübü üyesi bir grup öğrenci 1911’de, Paris’te Arap ulusal bağımsızlık hareketinde önemli bir rol oynayacak olan gizli bir Genç Araplar Derneği (El Camiya El-Arabiya FT-Fatat) kurdular. Derneğin üyelerinin çoğu I. Dünya Savaşı esnasında Türk cellâtların ellerinde mahvolacaktı. Geriye kalanlar Arap ülkelerinin önde gelen politikacı ve devlet adamları (Cemil Mardam, Rüstem Haydar, Avni Abdul Hadi) haline gelecekti. Derneğin kurucuları kendilerini somut bir amaca kilitlemişti. Jön Türkler, Türkiye’de ne ise o olmak istiyorlardı. Sonrasında yavaş yavaş Arap bağımsızlığı temelinde daha somut bir program ortaya çıkacaktı. Genç Araplar başlangıçta Arap halkalarının Rönesans’ı hakkında genel ifadelerle konuşuyor ve Osmanlı İmparatorluğunun Ademimerkezileşmesini tercih ediyorlardı. Fakat sonra Arap ülkeleri için bağımsızlık talep edip, Arapların bağımsızlığı için Türklerle ve diğer tüm yabancı otoritelerle mücadele etmeye başlayacaklardı. Genç Araplar Derneği tam anlamıyla komplocuydu. Üyeleri üç guruba ayrılıyordu: 1) altı liderli yönetici bir grup 2) bir izleme dönem inden geçen üyelerden oluşturulan faal bir grup; 3) deneme ve ispat evresinde olan ve diğerlerinin kimliğinden bihaber adaylar gurubu. Genç Araplar belgelerinde her türlü şifrelemeyi ve sembolü kullanıyordu. Birbirlerine “kardeşim” diye hitap ediyor, gün batımı ve gün doğumu hakkında, aşk ve iman hakkında yazıyor ve Masonik terminolojiyi kullanıyorlardı. Tüm bunlar komplocııluktan ötesi değildi. Anavatanlarına döndüklerinde gizli derneğin üyeleri politik mücadelede aktif bir rol üstlenmişti. 1913 yılında tüm Arap partilerini ve örgütlerini birleştirme eylemine girişmişti.
Ademimerkeziyetçi Parti
1912-13 yılları arasında uluslararası konjonktür Arap milliyetçilerinin lehine bir gelişim göstermişti. Yemen ve Arnavutluk’taki isyanlar, Türklerin İtalyanlara karşı yenilgisi (1911-1912) ve Balkan devletlerinin koalisyonu (1912-13) Osmanlı İmparatorluğu’nu zayıflatmış ve Balkan Yunanlarının ve Slav nüfusunun Türk boyunduruğundan kurtulması nın yolunu açmıştı. 1912’de Arnavutluk kendi bağımsızlığını kazanmıştı. Bu olayların her birinin halkların özgürlük mücadelesinde müstesna bir önemi vardı. Lenin, Balkan savaşlarına “Asya ve Doğu Avrupa’daki Orta Çağ’a ait gidişatın çöküşünü simgeleyen küresel olay zincirinin bir halkası” olarak bakıyordu” (Lenin Toplu Fserler, Cilt 19, s. 39). Jön Türklerin yurt dışındaki yenilgileri, ulusal meseleler üzerine gerici politikaları ve halkın çıkarlarına karşı duydukları katıksız umursamazlık Türkiye’de Sağ ve Sol kanat arasında beliren derin bir hoşnutsuzluğa neden olmuştu. Türk feodal-komprador sınıfın çıkarlarını savunan ve Jön Türklerin tersine dış politikada İtilaf Devletlerine göz kırpan Sağ kanat muhalefeti 1911 de, Hürriyet ve İtilaf Partisinde birleşmişti. Ulusal meselelerde ise Sabahattin’in geleneğini devralıp ilerici bir tutum sergiliyorlardı. Bunun yanı sıra Hürriyet ve İtilaf Partisi imparatorluğun Ademimerkezileşmesi taraftarıydı. Hatta îtilafçı1ar “Balkan ülkeleri Balkan halklarına”, “Arap ülkeleri Araplara”, “Ermenistan Ermenilere” ve “Kürdistan Kürtlere” sloganlarını bile benimsemişler ve Osmanlı İmparatorluğu içinde bu bölgelere özerklik talebinde bulunmuşlardı. Temmuz 1912’de İtilafçılar bir devlet darbesiyle iktidara gelmişlerdi.
Fakat Türkiye’nin sıkışmış iç ve dış problemlerini çözmekte yetersiz kalmış ve kendileri de bir darbenin kurbanı olmuşlardı. 23 Ocak 1913’te Jön Türkler tekrardan iktidarı ele geçirmişti. Devletin dizginleri aslında, ülkeyi Alman emperyalizminin verasetine dönüştüren üçlü otorite Enver, Talat ve Cemal’in ellerindeydi. Almanlar, Osmanlı İmparatorluğuna şaka yollu “Enver ülkesi” ismiyle hitap ediyordu. Türklerin askerî olarak yenilgisi, Balkan halkalarının özgürlüğü, Hürriyet ve İtilaf Partisinin iktidara çıkışı ve ayrıca Batılı güçlerin baskıları gibi olaylar 1912-14 yılları arasında Arap ülkelerinde ulusal harekette bir yükselişe neden olmuştu. Tüm bu gelişmeler Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmanın eşiğinde olduğunu gösteriyordu. Bilhassa hükümet darbeleri dizisi Türkiye’nin içinde bulunduğu üst düzey krizin bir işretiydi. Devrimci ruh, Arap bölgeleri arasında yayılmaya devam ediyordu. Birbiri ardına yeni politik ve devrimci birlikler meydana çı kıyordu. Ulusal talepler halkların günlük yaşamının bir parçası haline geliyordu. Arap milliyetçileri 1912 yılında, I. Balkan Savaşı esnasında, Kahire’de Osmanlı İdari Ademimerkeziyetçi Partisini (Hizbul Lamarkaziya El- İdariya ei-Osmanî) kurmuşlardı. Bu parti Türk partisi olan H ürriyet ve İtilaf ile yakın ilişkiler geliştirmiş ve ortak birçok noktaya işaret etmişti.
Ademimerkeziyetçi Parti tahminen 10.000 civarı üyeye sahipti ve Suriye ve Filistin’in neredeyse tüm kasabalarında kolları vardı. Parti yirmi kişilik bir merkez komite ve altı kişilik bir yürütme kurulu ta rafından yönetiliyordu. Parti’nin Başkanı ise seçkin bir Arap gazetecisi, sosyolog, filozof ve Kavakebi’nin Kahire camiasından olan Refik elAzm’dı. Başkan Yardımcısı olan Şeyh el-Zehravi de Hama şehrinden meşhur bir gazeteci ve Türk Parlamentosu vekili olan Kavakebi’nin bir diğer öğrencisiydi. Parti, imparatorluğun idari kadrolarında, senatoda ve parlamentoda en yüksek Arap katılımını sağlamak adına baskı yapıyordu. Arapçanın resmî dil olarak kabul edilmesini ve okullarda zorunlu bir ders olarak okutulmasını talep ediyorlardı. Aynı şekilde Ademimerkeziyetçi parti, Arap vilayetlerinin yerel hüküm etler ve il meclisleriyle özel bir özerk bölge olarak ayrılması lehinde propaganda yapıyordu. Özerk bölgelerde, kendi takdir yetkilerini kullanarak yabancı danışmanlar çağırmak, dış kredi anlaşmaları yapmak ve imtiyazlar vermek gibi geniş hakların tanınması teminat altına alınmalıydı. Ademimerkeziyetçi Parti bu umutlarını gerçekleştirmek için süper güçlerin müdahalesine bel bağlamıştı. Hatta bu sebeple Suriye ve Lübnan’da Fransız kontrolü, Irak ve Filistin’in büyük bir bölüm ünde de Britanya kontrolü kurulması hususunda hem fikir olmuşlar ve coşkulu bir seferberlik başlatmışlardı. Broşürler bastırmış, mitingler ve gösteriler düzenlemiş, şarkı ve şiirler yaymışlardı. Edebiyatçılar Kulübü’yle, Suriye ve Iraklı reformcu topluluklar başta olmak üzere diğer Arap ulusal dernekleriyle yakın ilişkiler kurmuşlardı.
Ademimerkeziyetçi Parti tahminen 10.000 civarı üyeye sahipti ve Suriye ve Filistin’in neredeyse tüm kasabalarında kolları vardı. Parti yirmi kişilik bir merkez komite ve altı kişilik bir yürütme kurulu ta rafından yönetiliyordu. Parti’nin Başkanı ise seçkin bir Arap gazetecisi, sosyolog, filozof ve Kavakebi’nin Kahire camiasından olan Refik elAzm’dı. Başkan Yardımcısı olan Şeyh el-Zehravi de Hama şehrinden meşhur bir gazeteci ve Türk Parlamentosu vekili olan Kavakebi’nin bir diğer öğrencisiydi. Parti, imparatorluğun idari kadrolarında, senatoda ve parlamentoda en yüksek Arap katılımını sağlamak adına baskı yapıyordu. Arapçanın resmî dil olarak kabul edilmesini ve okullarda zorunlu bir ders olarak okutulmasını talep ediyorlardı. Aynı şekilde Ademimerkeziyetçi parti, Arap vilayetlerinin yerel hüküm etler ve il meclisleriyle özel bir özerk bölge olarak ayrılması lehinde propaganda yapıyordu. Özerk bölgelerde, kendi takdir yetkilerini kullanarak yabancı danışmanlar çağırmak, dış kredi anlaşmaları yapmak ve imtiyazlar vermek gibi geniş hakların tanınması teminat altına alınmalıydı. Ademimerkeziyetçi Parti bu umutlarını gerçekleştirmek için süper güçlerin müdahalesine bel bağlamıştı. Hatta bu sebeple Suriye ve Lübnan’da Fransız kontrolü, Irak ve Filistin’in büyük bir bölüm ünde de Britanya kontrolü kurulması hususunda hem fikir olmuşlar ve coşkulu bir seferberlik başlatmışlardı. Broşürler bastırmış, mitingler ve gösteriler düzenlemiş, şarkı ve şiirler yaymışlardı. Edebiyatçılar Kulübü’yle, Suriye ve Iraklı reformcu topluluklar başta olmak üzere diğer Arap ulusal dernekleriyle yakın ilişkiler kurmuşlardı.
Osmanlı İmparatorluğunun çatısı altında yapılacak olan reformların tarafını tutan ve Ademimerkeziyetçi Partinin öne sürdüğü özerklik esaslarını temel alan yasal dernek ve komitelerin sayısı Suriye, Lübnan ve Irak’ta artış göstermişti. Bunların en önemlileri Beyrut Reform Komitesi (El Camiya El-İslahiye), Lübnan Uyanış Derneği (Nagda el-Lubnaniya), Bağdat Ulusal Bilim Kulübü (An Nadi El-Vatani El-İlmi), Basra Reform Derneği (El-Camiya El-İslahiye) ve Beyrut Reform Derneğinin Basra şubesiydi. Suriye ve Lübnan burjuva komprador öğelerinin güçlü etkisi kendisini Suriye reform derneklerinde, özellikle de Lübnan Uyanış Derneğinde, hissettiriyordu. Beyrut Reform Komitesi ve Lübnan Uyanış Derneği Mısır, ABD ve Fransa’daki göçmen merkezleriyle daimi bir irtibat kurmuş ve Fransız konsolosluğuyla sıkı bir işbirliği içine girmişlerdi. Hatta 1913 yılında Fransız Devleti’ne, Suriye ve Lübnan’ı ele geçirmesi ve bu ülkelerde hamilik kurması için bir mektup yazmışlardı.
Suriyelilerin aksine feodal-komprador öğelerden daha çok etkilenmiş olan İraklı reform cular başlama işaretlerini Britanya’dan almışlardı. Irak reformistlerinin liderlerinden biri olan Seyyid Talip, Britanya’nın reformları denetlemesinin ve hatta bir hamilik kurması nın savunuculuğunu yapıyordu. Bu toplulukların reform programları bir şekilde benzerlik ihtiva ediyordu. İçlerinde en etkin program olan Beyrut Reform Komitesinin programı aynı şekilde en çok önemi teşkil ediyordu. Öyle ki, bu programa göre yerel yönetimlerle ilgili her türlü meselenin Beyrut vilayeti özerk hükümetine devredilmesi gerekliliği vurgulanıyordu. Merkezi hükümet sadece savunma, dış ilişkiler, emperyal iletişim güzergâhları ve devlet mâliyesi gibi hususları kontrol etmeliydi. Bir vilayetten askere alma anlar başka bir vilayete hizmet için gönderilemezdi. Arapça resmî dil olarak tanınmalı ve parlamento ve resmî belgelerde Türkçeyle eşit ağırlıkta kullanılmalıydı.Komite reform planın Şubat 1913’te yayınlayacaktı. Program Şam, Halep, Akka, Nablus, Bağdat ve Basra’da kitlesel gösterilerle desteklendi. Fakat Ocak 1913’te, İtilafçıların hakkından gelen Jön Türkler, Arap milliyetçilerine karşı tamamen farklı bir tutum sergileyecekti. Beyrut reform cularının taleplerini kesinlikle reddetmiş ve 8 Nisan 1913’te Reform Komitesini yasaklamış ve liderlerini tutuklamışlardı. Bu tedbirler Beyrut’ta oldukça büyük kargaşalara sebebiyet vermişti. Beyrut halkı milliyetçilerin genel protesto grevine cevap vererek pazarları, dükkânları ve zanaatçı tezgâhlarını kapatmış ve Arapça gazeteler siyah çerçevelerle bastırılmıştı. Karışıklıklar kısa süre içinde Suriye’nin diğer kentlerine de sıçramış ve dayanışma mitingleri düzenlenmiş ti. Bu kızgınlık dalgası Jön Türkleri ödün vermek zorunda bırakmıştı. Tutuklanan komite liderlerini serbest bırakmış ve vilayet yönetimlerinin reformlarını sürdürme sözü vermişti. 5 Mayıs 1913’te Jön Türk hükümeti, önceki vilayet konseylerine daha fazla yetkiler veren fakat reformcuların ve Ademimerkeziyetçi Partinin taleplerini karşılamakta yetersiz kalacak olan Yeni Vilayetler Kanununu resmî olarak duyurmuştu. Ne var ki bu kanun birçokları tarafından Osmanlı İmparatorluğunun merkezileşmesinin örtük bir adımı olarak görülmüştü. Vilayetler Kanunu, vilayet idareleri reformu için geniş seferberliklerin zaten başlamış olduğu birçok Suriye ve Irak kentinde yeni bir gösteri ve protesto mitingleri dalgasını uyandırmıştı.
Suriyelilerin aksine feodal-komprador öğelerden daha çok etkilenmiş olan İraklı reform cular başlama işaretlerini Britanya’dan almışlardı. Irak reformistlerinin liderlerinden biri olan Seyyid Talip, Britanya’nın reformları denetlemesinin ve hatta bir hamilik kurması nın savunuculuğunu yapıyordu. Bu toplulukların reform programları bir şekilde benzerlik ihtiva ediyordu. İçlerinde en etkin program olan Beyrut Reform Komitesinin programı aynı şekilde en çok önemi teşkil ediyordu. Öyle ki, bu programa göre yerel yönetimlerle ilgili her türlü meselenin Beyrut vilayeti özerk hükümetine devredilmesi gerekliliği vurgulanıyordu. Merkezi hükümet sadece savunma, dış ilişkiler, emperyal iletişim güzergâhları ve devlet mâliyesi gibi hususları kontrol etmeliydi. Bir vilayetten askere alma anlar başka bir vilayete hizmet için gönderilemezdi. Arapça resmî dil olarak tanınmalı ve parlamento ve resmî belgelerde Türkçeyle eşit ağırlıkta kullanılmalıydı.Komite reform planın Şubat 1913’te yayınlayacaktı. Program Şam, Halep, Akka, Nablus, Bağdat ve Basra’da kitlesel gösterilerle desteklendi. Fakat Ocak 1913’te, İtilafçıların hakkından gelen Jön Türkler, Arap milliyetçilerine karşı tamamen farklı bir tutum sergileyecekti. Beyrut reform cularının taleplerini kesinlikle reddetmiş ve 8 Nisan 1913’te Reform Komitesini yasaklamış ve liderlerini tutuklamışlardı. Bu tedbirler Beyrut’ta oldukça büyük kargaşalara sebebiyet vermişti. Beyrut halkı milliyetçilerin genel protesto grevine cevap vererek pazarları, dükkânları ve zanaatçı tezgâhlarını kapatmış ve Arapça gazeteler siyah çerçevelerle bastırılmıştı. Karışıklıklar kısa süre içinde Suriye’nin diğer kentlerine de sıçramış ve dayanışma mitingleri düzenlenmiş ti. Bu kızgınlık dalgası Jön Türkleri ödün vermek zorunda bırakmıştı. Tutuklanan komite liderlerini serbest bırakmış ve vilayet yönetimlerinin reformlarını sürdürme sözü vermişti. 5 Mayıs 1913’te Jön Türk hükümeti, önceki vilayet konseylerine daha fazla yetkiler veren fakat reformcuların ve Ademimerkeziyetçi Partinin taleplerini karşılamakta yetersiz kalacak olan Yeni Vilayetler Kanununu resmî olarak duyurmuştu. Ne var ki bu kanun birçokları tarafından Osmanlı İmparatorluğunun merkezileşmesinin örtük bir adımı olarak görülmüştü. Vilayetler Kanunu, vilayet idareleri reformu için geniş seferberliklerin zaten başlamış olduğu birçok Suriye ve Irak kentinde yeni bir gösteri ve protesto mitingleri dalgasını uyandırmıştı.
Birinci Arap Kongresi Bu olaylar vuku bulduğu esnada, Paris’te bulunan bir grup Arap öğrenci (Genç Araplar Derneğinin liderleri olarak kendilerini komplocu olarak addeden) tüm ulusal güçlerin, Türk Devletine baskıda bulunma maksadıyla birleştirilmesi için bir hamlede bulunmuştu. 4 Nisan 1913’te bu grup, Paris’te Birinci Arap Kongresini toplamak için Ademimerkeziyetçi Parti’ye başvuruda bulunmuştu.Fransız Devleti, kendi talepleriyle çakıştığı ve Suriye ve Lübnan’a daha kolay müdahale edebilme şansı yaratacağı için bir kongre toplama fikrine oldukça sıcak bakmıştı. Bu yüzden Arap milliyetçilerine kongre için bina sağlamış ve belgelerini basma fırsatı tanımıştı. Hükümetin yarı-resmî organı Temps gazetesi kongrenin detaylarını vermiş ve delegelerin konuşmalarını sütunlarına taşımıştı. Kongre sekreteri olan Arap gazeteci Hayrullah, Temps gazetesiyle doğrudan bir temas kurmuş ve bir katılımcısı olarak kongre belgelerini yayınlatmıştı. Kongre nihayet 1913 Haziranında gerçekleştirilmiş ve resmî oturum lar ise 15-23 Haziran arasında yapılmıştı.
Kongrede yirmi dört delege (Lübnan ve Suriye’den on dokuz, Irak ’tan iki ve üç de ABD Arap topluluklarından) ve 200’den fazla konuk yer almıştı. Çözüm önerileri, Ademimerkeziyetçi Parti ve Beyrut Reform Komitesinin programları çerçevesinde sunulmuştu. Kongre Arap ulusal haklarının tanınması çağrısında bulunmuş ve ilkin Osmanlı İmparatorluğunun merkezi hükümetinde daha çok yer almak ikinci olarak da Arap bölgelerine özerklik sağlamak adına taleplerini dile getirmişti. Nihayetinde de kongrenin önerileri Fransız Dışişleri Bakanlığına, süper güçlerin konsolosluklarına ve Türk Hükümetine gönderilecekti. Bu sırada bir kredi olasılığı üzerine Türklerle görüşmeler yürüten Fransa, Türkiye üzerinde çok güçlü bir baskı oluşturuyor ve İttihat ve Terakki Partisinin Sekreteri Mithat Bey’i Paris’e davet ediyordu. Mithat Bey Jön Türk Partisi adına, Birinci Arap Kongresi oturum başkanı ElZehravi ile bir anlaşma neticelendirmişti. Bu anlaşma ile Jön Türkler kongrenin belirlediği tüm çözüm önerilerini uygulama taahhüdü veriyordu. Bu arada 1913 yazında Fransa ve Türkiye arasında, bir dizi demiryolu ve liman imtiyazı için bir anlaşma yapılmıştı. Fakat ne birinci ne de ikinci anlaşma uygulanmayacaktı. Jön Türkler, Arap-Türk anlaşmasını baltalamak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. İki aylığına bir tiyatro oyunu tasarladılar. 15 Ağustos 1913’te İstanbul’a gelen kongre delegasyonuna bir hoş geldin merasimi düzenlemişlerdi. “Arap-Türk Yeniden yakınlaşm asının” işareti olarak Jön Türk bakanlarının da katılımıyla bir dizi toplantı ayarlanmıştı. 18 Ağustos 1913’te Jön Türkler, Arap hakları üzerine, Arapları memnun etmekten oldukça uzak ve bir üçkâğıt olarak yorumlanan bir kararname yayınladılar. Kaçınılmaz sonu erteleme çabası olarak Türkler çeşitli Arap şahıslarına rütbe ve nişan dağıtmaya başladı. Aynı şekilde, ElZehravi hariç tamamı büyük feodal ve tüccar olan ve ulusal hareketle alakası olmayan beş Arap senatör atadılar. Ne “Arap-Türk yeniden yakınlaşmasının iki yüzlü görünüşü ne de zaten hiç uygulanmayacak olan yetersiz reformlar elle tutulur bir sonuç doğurmamış ve durum eskisi gibi kalmıştı.
Kongrede yirmi dört delege (Lübnan ve Suriye’den on dokuz, Irak ’tan iki ve üç de ABD Arap topluluklarından) ve 200’den fazla konuk yer almıştı. Çözüm önerileri, Ademimerkeziyetçi Parti ve Beyrut Reform Komitesinin programları çerçevesinde sunulmuştu. Kongre Arap ulusal haklarının tanınması çağrısında bulunmuş ve ilkin Osmanlı İmparatorluğunun merkezi hükümetinde daha çok yer almak ikinci olarak da Arap bölgelerine özerklik sağlamak adına taleplerini dile getirmişti. Nihayetinde de kongrenin önerileri Fransız Dışişleri Bakanlığına, süper güçlerin konsolosluklarına ve Türk Hükümetine gönderilecekti. Bu sırada bir kredi olasılığı üzerine Türklerle görüşmeler yürüten Fransa, Türkiye üzerinde çok güçlü bir baskı oluşturuyor ve İttihat ve Terakki Partisinin Sekreteri Mithat Bey’i Paris’e davet ediyordu. Mithat Bey Jön Türk Partisi adına, Birinci Arap Kongresi oturum başkanı ElZehravi ile bir anlaşma neticelendirmişti. Bu anlaşma ile Jön Türkler kongrenin belirlediği tüm çözüm önerilerini uygulama taahhüdü veriyordu. Bu arada 1913 yazında Fransa ve Türkiye arasında, bir dizi demiryolu ve liman imtiyazı için bir anlaşma yapılmıştı. Fakat ne birinci ne de ikinci anlaşma uygulanmayacaktı. Jön Türkler, Arap-Türk anlaşmasını baltalamak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. İki aylığına bir tiyatro oyunu tasarladılar. 15 Ağustos 1913’te İstanbul’a gelen kongre delegasyonuna bir hoş geldin merasimi düzenlemişlerdi. “Arap-Türk Yeniden yakınlaşm asının” işareti olarak Jön Türk bakanlarının da katılımıyla bir dizi toplantı ayarlanmıştı. 18 Ağustos 1913’te Jön Türkler, Arap hakları üzerine, Arapları memnun etmekten oldukça uzak ve bir üçkâğıt olarak yorumlanan bir kararname yayınladılar. Kaçınılmaz sonu erteleme çabası olarak Türkler çeşitli Arap şahıslarına rütbe ve nişan dağıtmaya başladı. Aynı şekilde, ElZehravi hariç tamamı büyük feodal ve tüccar olan ve ulusal hareketle alakası olmayan beş Arap senatör atadılar. Ne “Arap-Türk yeniden yakınlaşmasının iki yüzlü görünüşü ne de zaten hiç uygulanmayacak olan yetersiz reformlar elle tutulur bir sonuç doğurmamış ve durum eskisi gibi kalmıştı.
El-Ahd (Yemin). Bir Arap İsyanı İçin Hazırlıklar 1913 yazında Arap-Türk temaslarının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından milliyetçiler, Jön Türklerle bir anlaşmaya varabilme ümitlerini tüm den yitirdiler. Bazılarının görüşmeleri yeniden başlatma çabalarının olduğu doğruydu fakat geriye kalanların büyük çoğunluğu bu guruba hain gözüyle bakıyordu. Edebiyatçılar Kulübünün genç üyeleri bile Şeyh el-Zehravi’nin senatörlük görevine kabul edilmesini protestolarla karşılamıştı.
1913 yılının Ağustos ve Eylül ayları geçtikten sonra Arap milliyetçiler Türklerle bir anlaşmaya varabilme girişimlerini ciddi olarak sonlandırıp silahlı bir ayaklanma hazırlıklarına başlamışlardı.28 Ekim 1913’te Binbaşı Aziz el-Mısri İstanbul’da, El-Ahd (Yemin) adlı gizli bir dernek kuracaktı. El-Ahd bir diğer gizli cemiyet olan ElKahtaniye’yle aynı temeller üzerine kurulmuş, yapı ve amaç benzerliği sergilemişti. Fakat Kahtaniye’nin aksine bu, başta Iraklı feodal ailelerden gelenler olmak üzere Türk ordusundaki Arap subayları kucaklayan tam am en askerî bir cemiyetti. Bu yeni derneğin yaklaşık 4.000 üyesi vardıve Bağdat, Musul, Şam ve Halep’te birçok şubeleri açılmıştı. N uri asSaid ve Cemil Madfai gibi şahsiyetlerin de bu dernekle bağlantıları vardı. El-Ahd’in, Aziz Ali el-Mısri de dâhil, üyelerinin Britanya İstihbaratı ile bağlantıları vardı ve işaretleri oradan alıyorlardı.
1913 yılının Ağustos ve Eylül ayları geçtikten sonra Arap milliyetçiler Türklerle bir anlaşmaya varabilme girişimlerini ciddi olarak sonlandırıp silahlı bir ayaklanma hazırlıklarına başlamışlardı.28 Ekim 1913’te Binbaşı Aziz el-Mısri İstanbul’da, El-Ahd (Yemin) adlı gizli bir dernek kuracaktı. El-Ahd bir diğer gizli cemiyet olan ElKahtaniye’yle aynı temeller üzerine kurulmuş, yapı ve amaç benzerliği sergilemişti. Fakat Kahtaniye’nin aksine bu, başta Iraklı feodal ailelerden gelenler olmak üzere Türk ordusundaki Arap subayları kucaklayan tam am en askerî bir cemiyetti. Bu yeni derneğin yaklaşık 4.000 üyesi vardıve Bağdat, Musul, Şam ve Halep’te birçok şubeleri açılmıştı. N uri asSaid ve Cemil Madfai gibi şahsiyetlerin de bu dernekle bağlantıları vardı. El-Ahd’in, Aziz Ali el-Mısri de dâhil, üyelerinin Britanya İstihbaratı ile bağlantıları vardı ve işaretleri oradan alıyorlardı.
El-Ahd, Jön Türklerle bir anlaşma ve barışçıl bir oluşum umutları nı tümden yitirmişti. Türk hâkimiyetini zorla defetme çağrıları yapıyorve Irak merkezli bir ayaklanmanın hazırlıklarını sürdürüyordu. 1914 başlarında Türk otoriteleri de askerî entrika rüzgârına kapılıp Aziz Ali el-Mısri’yi tutuklayıp, vatana ihanetle suçlamıştı. Bu tutuklama 1914 Martında, başta Mısır olmak üzere tüm Arap ülkelerinde bir protesto dalgasına neden olmuştu. Mahkeme Aziz Ali’yi ölüm cezasına mahkûm etmiş ve Britanya sefaretinin müdahalesi sayesinde infaz engellenmişti. 21 Nisan 1914’te Aziz Ali serbest bırakılmış ve Mısır’a gönderilmişti.
Amaçları Türklere karşı silahlı bir mücadele örgütlemek olan diğer bir dizi küçük cemiyetin etkinliğinde de El-Ahd’a paralel bir artış gözlemlenmişti. Bayrak Cemiyeti (Cemiyet el-Alanı) M usul’da ve Arap Devrimi Cemiyeti (Cemiyet El-Thwra El-Arabiya) de Kahire’de kurulmuştu. Arap Devrimi Cemiyeti, Arap ülkelerinin tam bağımsızlığının ve doğrudan doğruya Türk karşıtı silahlı bir isyanın savunuculuğunu yapıyordu. 1914 itibariyle politik Arap örgütlerinin ve gizli cemiyetlerinin büyük çoğunluğu uzlaştırıcı reform taktiklerinden vazgeçmiş ve silahlı bir ayaklanma hazırlığına başlamıştı. Jön Türklerin şovenist politikalarıherhangi bir uzlaşma olasılığı yanılsamasını da dağıtmıştı. Araplar arasındaki ayrılıkçı eğilimlerden dehşete kapılan Jön Türkler O cak 1914’te, tüm politik Arap örgütlerini kapatma ve Arap subayları farklı garnizon ve askerî birliklere dağıtma kararı vermişti. Bu kararın yegâne sonucu, somut bir eylem için propaganda yapmayı yasakladığı müddetçe devrimci zihniyetli insanların görüşlerini güçlendirmek olmuştu. Arap milliyetçiler isyana hazırlanmak için Batılı sefirlerin temsilcileriyle ve Britanya, Fransa istihbaratlarıyla irtibatlar kurmuştu.
1914 başlangıcında Ademimerkeziyetçi parti adına Şefik el-Müeyyed, Arap isyanında tinansal ve politik destek sağlaması için Fransız sefiri Bompard ile görüşmeler başlatmıştı. I. Dünya Savaşının patlak vermesinden kısa bir süre önce, Ademimerkeziyetçi Parti, Fransa ile 20.000 tüfek ve eğitmenlerin tedariki ve benzeri şeyler için bir anlaşma imzalamıştı. Benzeri irtibatlar Britanya’yla da sağlanmıştı. 1914 Nisanında Abdullah el-Haşimi, Mısır Başkonsolosu Kitchener ve diğer İngiliz yetkililer ile görüşmüştü. Abdullah, İngilizlerden makineli tüfekler ve Hicaz’daki isyan sırasında destek talebinde bulunmuştu. Böylece I. Dünya Savaşı eşiğinde Arap hareketinde birbirine muhalif iki temel eğilim gözleniyordu. Arap milliyetçilerinin çoğu Türk karşıtı bir ayaklanmadan yana tavır almış ve bu, onları İtilaf Devletleri’yle birleşmeye kadar götürmüştü. Diğerleri ise hâlâ Türklerle bir uzlaşı arayışı içindeydiler. Başlatılacak bir isyanın, Arap ülkelerinin Britanya ve Fransa tarafından işgalinin yolunu açacağı için daha tehlikeli olduğunu düşünüyorlardı.
Amaçları Türklere karşı silahlı bir mücadele örgütlemek olan diğer bir dizi küçük cemiyetin etkinliğinde de El-Ahd’a paralel bir artış gözlemlenmişti. Bayrak Cemiyeti (Cemiyet el-Alanı) M usul’da ve Arap Devrimi Cemiyeti (Cemiyet El-Thwra El-Arabiya) de Kahire’de kurulmuştu. Arap Devrimi Cemiyeti, Arap ülkelerinin tam bağımsızlığının ve doğrudan doğruya Türk karşıtı silahlı bir isyanın savunuculuğunu yapıyordu. 1914 itibariyle politik Arap örgütlerinin ve gizli cemiyetlerinin büyük çoğunluğu uzlaştırıcı reform taktiklerinden vazgeçmiş ve silahlı bir ayaklanma hazırlığına başlamıştı. Jön Türklerin şovenist politikalarıherhangi bir uzlaşma olasılığı yanılsamasını da dağıtmıştı. Araplar arasındaki ayrılıkçı eğilimlerden dehşete kapılan Jön Türkler O cak 1914’te, tüm politik Arap örgütlerini kapatma ve Arap subayları farklı garnizon ve askerî birliklere dağıtma kararı vermişti. Bu kararın yegâne sonucu, somut bir eylem için propaganda yapmayı yasakladığı müddetçe devrimci zihniyetli insanların görüşlerini güçlendirmek olmuştu. Arap milliyetçiler isyana hazırlanmak için Batılı sefirlerin temsilcileriyle ve Britanya, Fransa istihbaratlarıyla irtibatlar kurmuştu.
1914 başlangıcında Ademimerkeziyetçi parti adına Şefik el-Müeyyed, Arap isyanında tinansal ve politik destek sağlaması için Fransız sefiri Bompard ile görüşmeler başlatmıştı. I. Dünya Savaşının patlak vermesinden kısa bir süre önce, Ademimerkeziyetçi Parti, Fransa ile 20.000 tüfek ve eğitmenlerin tedariki ve benzeri şeyler için bir anlaşma imzalamıştı. Benzeri irtibatlar Britanya’yla da sağlanmıştı. 1914 Nisanında Abdullah el-Haşimi, Mısır Başkonsolosu Kitchener ve diğer İngiliz yetkililer ile görüşmüştü. Abdullah, İngilizlerden makineli tüfekler ve Hicaz’daki isyan sırasında destek talebinde bulunmuştu. Böylece I. Dünya Savaşı eşiğinde Arap hareketinde birbirine muhalif iki temel eğilim gözleniyordu. Arap milliyetçilerinin çoğu Türk karşıtı bir ayaklanmadan yana tavır almış ve bu, onları İtilaf Devletleri’yle birleşmeye kadar götürmüştü. Diğerleri ise hâlâ Türklerle bir uzlaşı arayışı içindeydiler. Başlatılacak bir isyanın, Arap ülkelerinin Britanya ve Fransa tarafından işgalinin yolunu açacağı için daha tehlikeli olduğunu düşünüyorlardı.
Türkiye’nin Askerî Çöküşü ve Arap Ülkelerinde İngiliz-Fransız İşgali İngiliz diplomasisinin ayak oyunları sayesinde Araplar savaş bitene dek İtilaf Devletlerinin tarafında kaldılar ve savaşın son aşamasında önemli bir rol oynadılar. 1918’e gelindiğinde Türkler yıkılmak üzereydiler. Ne Cemal Paşanın Aralık 1917’de görevden alınması, ne de tüm askerî ve siyasi gücün doğrudan Alman kontrolüne geçmesi hiçbir şeyi değiştirmeye yetmedi. Türklerin cephe gerisi param parça olmuştu. Arap gerilla birlikleri her yerde etkiliydi. Türk birliklerini Havran, Huta ve Baalbek bölgesinde pusuya düşürmüşlerdi. 1917 yazında Suriye’nin ve Ürdün ’ün neredeyse bütün aşiretleri Türklere karşı ayaklanmıştı. Arap askerleri Türk ordusundan firar edip topluluklar halinde gerillalara katılıyorlardı. Irak’ta Arap ve Kürt düzensiz birlikleri cepheyi terk edip silahlarını Türklere doğrultuyorlardı. Orta ve Yukarı Fırat civarındaki aşiretler Türklerin iletişim araçlarına kesintisiz saldırılarda bulunuyorlardı. Ülkede açlık ve yıkım kol geziyordu. Hâlâ cepheyi tutmaya çalışan Türk ordusu kelimenin tam anlamıyla çıplak ve yalınayak durumdaydı.İkmal organizasyonu işe yaramaz haldeydi. İngiliz tarihçi Liddell Hart, Allenby’ın elini kaldırmasının bile Türk ordusunun olgun bir meyve gibi ayaklarının önüne düşmesine yeteceğini yazıyordu.
1918 ortalarında, Lawrence ve Faysal’ın ordusu Ma’an ’ı ele geçirdi. Faysal harekâtları Suriye’ye çekerek orada genel bir isyanı teşvik etmek üzereydi. Ama Arapların kendi ülkelerini kendi elleriyle özgürleştirmelerinden ölesiye korkan İngilizler tereddütsüz biçimde karşısına dikildi. Sonuç olarak isyanın Dürzi Dağında, İngiliz birliklerinin Suriye’ye girişiyle birleştirilmesine karar verildi. Faysal’ın temsilcisi Bahri ve önde gelen Dürzi şeyhlerinden Sultan el-Atraş aylardır isyan için hazırlık yapıyorlardı. Eylül 1918’de başlayan isyan, Selanik ve Filistin cephelerinde başlatılan ve tüm İtilaf güçlerinin katıldığı genel taarruzla aynı zamana denk geldi.
Filistin’de Türkler üç orduya ve Alman Asya kolordusuna bağlı birimlere sahipti. 8. Ordu cephenin batı bölümünü tutarken, Mustafa Kemal’in kumandasındaki 7. Ordu merkezde, 4. Ordu ise Ürdün’de konuşlanmış durumdaydı. Alman General Liman von Sanders, tüm faaliyetlerin başı durumdaydı. Alman-Türk kuvvetlerine, süvari ve hava destekli iki İngiliz kolordusu ve Faysal’ın başında bulunduğu Ürdün’deki Arap ordusu tarafından karşı koyuldu. Güç dengelerinde, İtilaf kuvvetlerinin bire üç oranında üstünlüğü söz konusuydu. Bununla yetinmeyen Allenby, cephenin belirleyici nitelikteki batı kanadına azami gücü yığdı ve Türk güçlerinin bir kısm ının Ürdün’e yönelmesini sağlayarak, belirleyici bölümde 5’e l ’lik bir avantaj sağlamayı başardı. 19 Eylül 1918’de saldırıya geçen İngilizler cepheyi Nablus’un güneyinde yardı. 24 saat sonra Alman-Türk kurmayının karargâhı Nasıra’ya giren İngiliz öncü birlikleri neredeyse Liman von Sanders’i esir alıyordu. Türk birimleri kuzeye doğru düzensiz bir biçimde geri çekilmeye başladılar. Amman ve Şam arasında yer alan Dera bölgesinde ortaya çıkan Faysala bağlı birlikler, Türklerin 4. O rdusunun geri çekilişini baltaladılar. Yerleşim düzeni darmadağın olan Türk birimlerinin etrafı çevrildi. İngilizler 72.000 Türk ve yaklaşık 4.000 Alman’ı esir aldı. Küçük birlikler ve münferit Türk grupları,kuzeye doğru kaçmaya çalıştıkları sırada İngiliz hava kuvvetleri ve Arap gerillalar tarafından imha edildiler.İngiliz ve Arap birlikleri, bozguna uğrayan Türklerin peşinden süratle kuzeye doğru ilerledi. Faysala bağlı birlikler, İngilizlerden bir gün önce, 30 Eylül 1918’de Şam’a girmişti. 8 Ekim’de Beyrut’u, 18 Ekim’de Tripoliyi işgal altına alan İngiliz güçleri, 26 Ekim 1918’de Kuzey Suriye’nin en büyük şehri olan Halep’e girdi.
1918 ortalarında, Lawrence ve Faysal’ın ordusu Ma’an ’ı ele geçirdi. Faysal harekâtları Suriye’ye çekerek orada genel bir isyanı teşvik etmek üzereydi. Ama Arapların kendi ülkelerini kendi elleriyle özgürleştirmelerinden ölesiye korkan İngilizler tereddütsüz biçimde karşısına dikildi. Sonuç olarak isyanın Dürzi Dağında, İngiliz birliklerinin Suriye’ye girişiyle birleştirilmesine karar verildi. Faysal’ın temsilcisi Bahri ve önde gelen Dürzi şeyhlerinden Sultan el-Atraş aylardır isyan için hazırlık yapıyorlardı. Eylül 1918’de başlayan isyan, Selanik ve Filistin cephelerinde başlatılan ve tüm İtilaf güçlerinin katıldığı genel taarruzla aynı zamana denk geldi.
Filistin’de Türkler üç orduya ve Alman Asya kolordusuna bağlı birimlere sahipti. 8. Ordu cephenin batı bölümünü tutarken, Mustafa Kemal’in kumandasındaki 7. Ordu merkezde, 4. Ordu ise Ürdün’de konuşlanmış durumdaydı. Alman General Liman von Sanders, tüm faaliyetlerin başı durumdaydı. Alman-Türk kuvvetlerine, süvari ve hava destekli iki İngiliz kolordusu ve Faysal’ın başında bulunduğu Ürdün’deki Arap ordusu tarafından karşı koyuldu. Güç dengelerinde, İtilaf kuvvetlerinin bire üç oranında üstünlüğü söz konusuydu. Bununla yetinmeyen Allenby, cephenin belirleyici nitelikteki batı kanadına azami gücü yığdı ve Türk güçlerinin bir kısm ının Ürdün’e yönelmesini sağlayarak, belirleyici bölümde 5’e l ’lik bir avantaj sağlamayı başardı. 19 Eylül 1918’de saldırıya geçen İngilizler cepheyi Nablus’un güneyinde yardı. 24 saat sonra Alman-Türk kurmayının karargâhı Nasıra’ya giren İngiliz öncü birlikleri neredeyse Liman von Sanders’i esir alıyordu. Türk birimleri kuzeye doğru düzensiz bir biçimde geri çekilmeye başladılar. Amman ve Şam arasında yer alan Dera bölgesinde ortaya çıkan Faysala bağlı birlikler, Türklerin 4. O rdusunun geri çekilişini baltaladılar. Yerleşim düzeni darmadağın olan Türk birimlerinin etrafı çevrildi. İngilizler 72.000 Türk ve yaklaşık 4.000 Alman’ı esir aldı. Küçük birlikler ve münferit Türk grupları,kuzeye doğru kaçmaya çalıştıkları sırada İngiliz hava kuvvetleri ve Arap gerillalar tarafından imha edildiler.İngiliz ve Arap birlikleri, bozguna uğrayan Türklerin peşinden süratle kuzeye doğru ilerledi. Faysala bağlı birlikler, İngilizlerden bir gün önce, 30 Eylül 1918’de Şam’a girmişti. 8 Ekim’de Beyrut’u, 18 Ekim’de Tripoliyi işgal altına alan İngiliz güçleri, 26 Ekim 1918’de Kuzey Suriye’nin en büyük şehri olan Halep’e girdi.
30 Ekim 1918’de Ege’deki Linini Adası kıyısındaki Mondros Limanında demirlemiş bulunan İngiliz savaş gemisi Agememnon’a giden Babıali temsilcileri, bir İngiliz amirali tarafından dikte edilen mü tarekeyi imzalamışlardı. Mondros Mütarekesinin 16. maddesinde, tüm Türk güçlerinin İtilaf kuvvetlerine teslim olması ve Lübnan, Suriye, Filistin, Irak, Hicaz, Asir ve Yemen’de Türk egemenliğinin ortadan kaldırılması karara bağlanıyordu. Arap ülkelerinde 400 yıldır süren Türk hegemonyası son buluyordu.Ancak, Arapların gücü zaferin meyvelerini toplamaya yetmiyordu. Arap birliklerinin Şam’a girdiği 30 Eylül 1918 tarihinde, Londra’da, İngilizlerle Fransızlar arasında Arap topraklarında bir işgal rejimi kurulmasını öngören bir antlaşma imzalanacaktı.
Mareşal Allenby, İngiliz sıkıyönetim hukukunun bir barış antlaşması yapılana kadar yürürlükte kalacağı işgal altındaki Arap toprakları üzerindeki en yüksek yetkili konumuna getirilmiş ve işgal bölgelerinin mülki idaresi İtilaf kuvvetleri arasında bölüşülmüştü. Sykes-Picot Antlaşmasında Mavi Bölge olarak geçen Lübnan ve Batı Suriye’de ise Fransız yüksek komiseri Picot başa geçmişti. Aynı antlaşm adaki A ve B bölgelerini oluşturan Doğu Suriye ve Ürdün, Kral Hüseyin’in temsilcisi olarak hareket eden Emir Faysal’m denetimine geçecekti. Kahverengi Bölge olarak nitelenen Filistin’in de dâhil olduğu geriye kalan topraklar İngilizlere bırakılmıştı. Hicaz ise Hüseyin’in kontrolünde kaldı.
Araplar hoşnutsuzdu. Özellikle de kendi denetimlerine geçen bölgelerde bütün Arap bayraklarını indiren, Beyrut’taki Arap valiyi kovan ve Arap birliklerinin ele geçirdiği Lazkiye ve Suriye’nin kuzeybatı bölgelerinde Arapları buraları terk etmeye zorlayan Fransızlara karşı öfke duyuyorlardı. Araplar, henüz zaferin ilk anlarında, İtilaf devletlerinin McMahon-Hüseyin Antlaşmasındaki yükümlülüklerin yerine getirilmesine ya da birleşik bir Arap devleti kurulmasına dair bir niyet taşı madıklarını anladılar. Sonunda Türk boyunduruğundan kurtulmuş olmalarına rağmen, uzun süre bekledikleri bağımsızlıktan hileler sonucunda mahrum kalarak İngiliz ve Fransız sömürgecilerinin etkisi altına girdiler.
I. Dünya Savaşının son bulmasıyla Arap halkının tarihinde yeni bir dönem başladı: Arap ülkelerinin mutlak ulusal özgürlüğü için İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı mücadele dönemi.
Mareşal Allenby, İngiliz sıkıyönetim hukukunun bir barış antlaşması yapılana kadar yürürlükte kalacağı işgal altındaki Arap toprakları üzerindeki en yüksek yetkili konumuna getirilmiş ve işgal bölgelerinin mülki idaresi İtilaf kuvvetleri arasında bölüşülmüştü. Sykes-Picot Antlaşmasında Mavi Bölge olarak geçen Lübnan ve Batı Suriye’de ise Fransız yüksek komiseri Picot başa geçmişti. Aynı antlaşm adaki A ve B bölgelerini oluşturan Doğu Suriye ve Ürdün, Kral Hüseyin’in temsilcisi olarak hareket eden Emir Faysal’m denetimine geçecekti. Kahverengi Bölge olarak nitelenen Filistin’in de dâhil olduğu geriye kalan topraklar İngilizlere bırakılmıştı. Hicaz ise Hüseyin’in kontrolünde kaldı.
Araplar hoşnutsuzdu. Özellikle de kendi denetimlerine geçen bölgelerde bütün Arap bayraklarını indiren, Beyrut’taki Arap valiyi kovan ve Arap birliklerinin ele geçirdiği Lazkiye ve Suriye’nin kuzeybatı bölgelerinde Arapları buraları terk etmeye zorlayan Fransızlara karşı öfke duyuyorlardı. Araplar, henüz zaferin ilk anlarında, İtilaf devletlerinin McMahon-Hüseyin Antlaşmasındaki yükümlülüklerin yerine getirilmesine ya da birleşik bir Arap devleti kurulmasına dair bir niyet taşı madıklarını anladılar. Sonunda Türk boyunduruğundan kurtulmuş olmalarına rağmen, uzun süre bekledikleri bağımsızlıktan hileler sonucunda mahrum kalarak İngiliz ve Fransız sömürgecilerinin etkisi altına girdiler.
I. Dünya Savaşının son bulmasıyla Arap halkının tarihinde yeni bir dönem başladı: Arap ülkelerinin mutlak ulusal özgürlüğü için İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı mücadele dönemi.
Hiç yorum yok