Anarşizm ve Marksizm Leninizm üzerine alıntılar
Kitle savaşımının hazırlanması ve gelişmesi koşulları konusunda hesapsız bazı kimseler, Avrupa'daki kapitalizme karşı kesin savaşımın uzun bir gecikmeye uğramasıyla, umutsuzluğa ve anarşizme itilmişlerdi. Şimdi biz bu anarşist umutsuzluğun ne denli dargörüşlü ve yüreksizce olduğunu görebiliyoruz.
Lenin Anarşistlerle Polemik
Marks, anarşistlerle ve onların siyaseti yadsımalarıyla alay ederek, şöyle yazıyordu: "... Eğer işçi sınıfının siyasal savaşımı devrimci biçimlere bürünürse, eğer burjuvazinin diktatoryası yerine, işçiler kendi devrimci diktatoryalarını kurarlarsa, ilkelere karşı korkunç bir suç işlemiş olurlar; çünkü, silahları bırakmak ve devleti ortadan kaldırmak yerine, günlük sefil ve kaba gereksinimlerini karşılamak ve burjuvazinin direncini kırmak için, devlete devrimci ve geçici bir biçim verirler..." (Neue Zeit, 1913-1914, 32. yıl, c. 1, s. 40).
Marks, anarşistleri çürüttüğü zaman, yalnızca devletin bu "o biçim ortadan kaldırılması"na karşı çıkıyordu! Devletin sınıflara birlikte kaybolacağı ya da sınıfların ortadan kalkmasıyla ortadan kalkacağı düşününe değil, işçiler adına silah kullanmanın, örgütlenmiş zordan, yani "burjuvazinin direncini kırmaya" yarayacak devlet'ten yararlanmanın olası bir yadsınmasına karşı çıkıyordu.
Marks, anarşizme karsı savaşımının gerçek anlamının çarpıtılmaması için, proletarya için zorunlu olan devletin "devrimci ve geçici biçimi"ni kesin olarak belirtir. Proletaryanın, yalnızca bir zaman için devlete gereksinimi vardır. Nihai amaç olarak devletin ortadan kalkması konusunda anarşistlerle en küçük bir uzlaşmazlık içinde değiliz. Biz, bu amaca erişmek için, sömürücülere karşı, devlet iktidarı aletlerinin, devlet gücü araçlarının, devlet iktidarı yöntemlerinin geçici olarak kullanılmasının zorunlu olduğunu söylüyoruz; tıpkı, sınıfları ortadan kaldırmak için, ezilen sınıfın geçici diktatoryasını kurmanın kaçınılmaz bir şey olduğunu söylediğimiz gibi. Marks, sorunun anarşistlere karşı koymanın en kesin, en açık biçimini seçer: kapitalistlerin boyunduruğundan kurtulduktan sonra, işçilerin "silahları bırakmaları" mı gerekir, yoksa kapitalistlerin dirençlerini kırmak için bu silahları onlara karşı kullanmaları mı? Öyle olunca, eğer bir sınıf bir başka sınıfa karşı sistemli olarak silahlarını kullanırsa, bu, devletin "geçici bir biçimi" değildir de nedir?
Engels, aynı düşünleri, çok daha ayrıntılı ve daha da popüler bir biçimde açıklar. Her seyden önce kendikendilerine "anti-otoriter" ünvanını veren, yani her tür otoriteyi, her tür astlık-üstlük (hiyerarşi) ilişkisini, her tür iktidarı yadsıyan prudonculardaki düşün karışıklığını alaya alır. Bir fabrikayı, bir demiryolunu, açık denizdeki bir gemiyi alınız, der Engels; belirli bir astlık-üstlük ilişkisi, yani belirli bir otorite ya da iktidar olmaksızın, makinelerin kullanılmasına ve birçok insanın yöntemli olarak işbirliğine dayanan bu karmaşık teknik yapılardan hiçbirinin işlemesine olanak olmadığı apaçık ortada değil midir?
Ve şöyle yazar: "... En aşırı anti-otoriterlerin karşısına bu kanıtlarla çıksam, şu tek yanıtın arkasına sığınırlar: 'Ah! doğru- ama burada bizim, delegelerimize vereceğimiz bir otorite sözkonusu değildir, biz onlara yalnızca belirli bir görev veriyoruz...' Bu adamlar, bir şeyin adını değiştirerek, o şeyin kendisini de değiştirebileceklerini sanıyorlar..."
Anarşistlerde, devletin ortadan kalkması düşünü, karışık ve devrimci olmayan bir durumdadır: İşte Engels sorunu böyle koyuyordu. Açıkçası, anarşistlerin görmek istemedikleri şey devrimdir; devrimin doğuşu ve gelişmesi, zorla, otoriteyle ve devlet gücüyle ilgili özgül görevleridir.
Engels, Bebel'e, Gotha program taslağını eleştirmek için yazıyordu (aynı programı, Bracke'ye yazdığı ünlü mektubunda, Marks da eleştirdi). Özellikle devlet sorunundan sözederek, Engels, şöyle diyordu: "... Özgür halk devleti özgür bir devlet olmuş. Özgür bir devlet, bu sözlerin dilbilimsel anlamına göre yurttaşları karşısında özgür bir devlet, yani despotik hükümetli bir devlettir. Devlet üzerindeki bütün bu gevezelikleri, özellikle, gerçek anlamda artık bir devlet olmayan Komün'den sonra, bırakmak yerinde olurdu. Her ne kadar daha önce Marks'ın Proudhon'a karşı yazdığı kitap daha sonra Komünist Manifesto, sosyalist toplumsal rejimin kurulmasıyla, devletin, kendiliğinden dağılıp ortadan kalkacağını açıkça söylemişlerse de, anarşistler halk devleti'ni yeterince kafamıza kaktılar. Devlet, proletaryanın, düşmanlarına karşı kuvvete dayanarak baskıyı örgütlemek için, savaşımda, devrimde kullanmak zorunda bulunduğu geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür bir halk devletinden sözetmek adamakıllı saçma bir şeydir: proletarya devrimden sonra da devlete gereksinim duyacaksa, bunu özgürlük adına değil, düşmanlarını baskı altında tutmak için duyacaktır. Ve, özgürlükten sözetmenin olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak varolmaktan çıkar. Bundan dolayı, devlet sözcüğünün yerine, biz her yerde, Fransızca "komün" sözcüğünü çok iyi karşılayan o nefis eski Almanca sözcüğün, "ortaklık" sözcüğünün konmasını önerirdik"
PARİS KOMÜNÜ DENEYİMİ (1871) MARKS'IN ÇÖZÜMLEMESİ
Marks, Proudhon ile şu anlamda uzlaşır ki, her ikisi de güncel devlet makinesinin "yıkılma"sından yanadırlar.
Biz ütopyacı değiliz. Tüm yönetim makinesinden, bütün devlet basamaklarından bir anda vazgeçmeyi "hayal" etmiyoruz; proletarya diktatorasına düşen görevlerin anlaşılmamasına dayanan bu anarşistçe düşler, marksizme adamakıllı yabancıdır; ve gerçekte, sosyalist devrimi insanların değişecekleri güne dek ertelemekten başka bir işe yaramaz. Bize gelince, biz, sosyalist devrimi, astın üste bağımlılığından, denetimden, "gözetimci ve muhasebecilerden" vazgeçmeyecek olan bugünkü insanlarla yapmak istiyoruz.
FREDERICK ENGELS
("Apropos of Working-Class Political Action," a reporter’s record of a speech delivered on Sept. 21, 1871, at the London conference of the International Workingmen’s Association.)
SİYASAL sorunlar karşısında mutlak bir tarafsızlık içinde bulunmak olanaksızdır. "Tarafsız" basın da her gün siyaset yapıyor. Buradaki sorun, bunun nasıl yapıldığı ve bunun ne türden bir siyaset olduğudur. Bunun dışında, tarafsızlık bize göre olanaksızdır. İşçi sınıfı partisi, siyasal bir parti olarak, şu anda ülkelerin çoğunda faaliyet göstermektedir, ve biz tarafsızlık vaazederek onu mahvedecek kişiler değiliz. Pratik yaşamın deneyimi, mevcut hükümetlerin siyasal baskıları, sevsinler sevmesinler, ve bu ister siyasal ister toplumsal amaçlarla olsun, işçileri siyasetle uğraşmaya zorlamaktadır. Onlara tarafsızlık vaazetmek, onlan burjuva siyasetinin kucağına atmak demektir. Proleter siyasal eylemi gündeme getirmiş olan Paris Komününün hemen ardından, tarafsızlık diye bir şey hele hiç sözkonusu değildir.
Biz, sınıfların ortadan kaldırılmasını istiyoruz. Bunu gerçekleştirmenin yolu nedir? Bunun tek yolu Proletaryanın siyasal egemenliğidir. Bunun herkesçe kabul ediliyor olmasına karşın, gene de, siyasete karışmamamız söyleniyor! Tarafsızlıkçılar, kendilerinin devrimci olduklarını söylüyorlar, büyük devrimci (havasında) olanlar bile. Ama devrim en yüce siyasal eylemdir, ve devrim isteyen kişi onu gerçekleştirme aracını da, yani devrimi hazırlayan ve işçilerin devrimci bir eğitimden geçmelerini sağlayan -ki bu olmaksızın, işçilerin, savaşın hemen ertesi günü Favre'ların ve Pyat'ların ağına düşecekleri kesindir- siyasal eylemi de istemek zorundadır. Ama bizim siyasetimiz işçi sınıfı siyaseti olmalıdır. İşçi partisi hiç bir zaman herhangi bir burjuva partisinin kuyruğu olmamalıdır; kendi hedefine, kendi siyasetine sahip bağımsız bir parti oluşturmalıdır.
Siyasal özgürlükler, toplanma ve örgütlenme hakkı, basın özgürlüğü - bizim silahlarımız işte bunlardır. Bunlar bizim elimizden alınmaya kalkışılırken kollarımızı kavuşturup tarafsızmı kalacağız? Siyasete karışmanın mevcut durumu kabullenmek anlamına geldiği söyleniyor. Tersine, mevcut durum bize ona karşı çıkma olanağı verdiği sürece, bu olanağı kullanmamız hiç de mevcut durumu kabuIlenmek demek değildir.
(From a letter to T. Cuno in Milan, Italy, Jan. 24, 1872.)
Bakunin'in prudonculukla komünizm karışımı, kendine özgü bir teorisi vardır. Birincisine ilişkin bellibaşlı nokta, kaldırılması gereken ana kötülük olarak sermayeyi, yani toplumsal gelişmeden doğmuş olan kapitalistlerle ücretli emekçiler arasındaki sınıf karşıtlığını değil, devleti görmesidir.
Sosyal-demokrat işçilerin büyük çoğunluğu, devlet gücünün egemen sınıfların -toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin- kendi toplumsal ayrıcalıklarını korumak için kendilerine sağladıkları örgütten başka bir şey olmadığı konusunda bizimle görüş birliği içinde oldukları halde, Bakunin, sermayeyi yaratanın devlet olduğunu, kapitalistin kendi sermayesine ancak devletin bir lütfu olarak sahip olduğunu iddia ediyor. Dolayısıyla baş kötülük devlettir, ortadan kaldırılması gereken şey, her şeyden çok devlettir ve o zaman kapitalizm kendiliğinden cehennem olup gidecektir. Biz ise, tersine, şunu diyoruz: sermayeye, her türlü üretim araçlarının birkaç elde toplanmasına son verin, o zaman devlet kendiliğinden yokolacaktır. Aradaki fark özdedir: Önce bir toplumsal devrim olmadan devletin kaldırılması saçmadır; sermayenin kaldırılması işte bu toplumsal devrimdir ve tüm üretim tarzında bir değişikliği gerektirir.
Mademki Bakunin için ana kötülük devlettir, o zaman devleti -bu devlet ister bir cumhuriyet, ister bir monarşi ya da herhangi bir başka şey olsun- canlı tutacak hiç bir şey yapılmamalıdır. Dolayısıyla her türlü politikadan tamamen uzak durulmalıdır. Siyasal bir eylemde bulunmak, özellikle seçimlere katılmak, bu ilkenin çiğnenmesi olur. Yapılacak şey propaganda yapmak, devlete hakaretler yağdırmak, örgütlenmek, ve bütün işçiler, dolayısıyla çoğunluk kazanılınca da, bütün otoriteleri defetmek, devleti kaldırmak ve onun yerine Enternasyonalin örgütünü koymaktır. Kıyametten önceki bin yıllık dönemi başlatacak olan bu büyük eylemin adı da toplumsal tasfiyedir.
Bütün bunlar kulağa son derece radikal geliyor ve o kadar basit ki, beş dakikada ezberlenebilir; Bakunin'in teorisinin İtalya ve İspanya'da da genç avukatlar, doktorlar ve öteki doktrinerler arasında bu kadar çabuk yandaş bulmasının nedeni budur. Ama işçi yığınları kendi ülkelerinde halkı ilgilendiren şeylerin kendilerini de ilgilendirmediğine hiç bir zaman inandırılamayacaklardır; onlar doğal olarak siyasidirler ve her kim ki onları siyaseti bir yana bırakmaları gerektiğine inandırmaya çalışır, sonunda kendisi bir yana atılır. İşçilere her türlü koşul altında siyasetten uzak durmaları gerektiğini vaazetmek, onları papazların ya da burjuva cumhuriyetçilerin kucağına atmak demektir.
(From "On Authority," an article published in December 1873.)
Anti-otoriterciler niçin siyasal otoriteye, devlete karşı çıkmakla yetinmiyorlar? Siyasal devletin, ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yokolacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal riiteliklerini yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistler paylaşmaktadırlar. Ama anti-otoriterciler, otoriter siyasal devletin, bir çırpıda, hatta onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yokolmazdan önce, ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Bunlar, toplumsal devrimin ilk işinin otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istiyorlar.
Bu baylar hiç bir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla —akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla— dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan yeterince serbest bir biçimde yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?
Bu baylar hiç bir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla —akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla— dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan yeterince serbest bir biçimde yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?
O halde, şu iki şeyden birisi: anti-otoriterciler ya neden sözettiklerini bilmiyorlar, ki bu durumda kafa karışıklığından başka bir şey yaratmış olmuyorlar; ya da bunu biliyorlar, ki bu durumda da proletaryanın hareketine ihanet ediyorlar. Her iki durumda da gericiliğe hizmet etmiş oluyorlar
Hiç yorum yok