Sivil Toplum Kavramı Ve Gramsci
Aydın Çubukçu
Bu yazı, BİLAR'da sürmekte olan "sivil toplum" tartışmaları sırasında, Aydın Çubukçu'nun sunduğu görüşlerin genişletilmiş halidir. Konuşma, esas olarak, Gramsci ve sivil toplum kavramını, hegemonya ve devrimci strateji açısından ele almakla sınırlıyken, burada, sivil toplum kavramının Hegel ve Marx'ta taşıdıkları anlam ve dünyada ve Türkiye'de kavramın güncelleşmesinin nedenleri ve sonuçları da incelenmektedir.
MARX'TA SİVİL TOPLUM KAVRAMI
(Bu bölümde Marx’ın görüşlerinin özetlenmesi için, esas olarak, Gülnur Savran’ın BİLAR toplantısındaki konuşmasından ve yazarın “Sivil Toplum ve Ötesi, Rousseau, Hegel, Marx” adlı kitabından yararlanılmıştır.)
Marx, daha önce, özellikle "doğal hukuk" kavramı ekseninde bir tartışmanın unsuru olarak J. J. Rousseau ve Hegel tarafından kullanılmış olan "sivil toplum" kavramını, "çağdaş toplum gerçekliğinin mutlaklaştırılması" için bir araç halinde görür ve bu bakımdan eleştirir. Özellikle Hegel, sivil toplum ve devlet arasında bir kopukluk ve karşıtlık bulunduğunu ileri sürerek, sivil toplumun olduğu gibi kabul edilmesiyle bu çelişkilerin aşılabileceğini iddia etmektedir. Buna karşılık Marx, sivil toplum ve siyasal toplum (devlet) kavramları arasındaki ilişkinin, sivil toplum kavramının belirleyici olduğu, içsel bir bağıntı olduğunu saptamıştır. Böylece Hegel'den farklı olarak Marx, sorunun, sivil toplumun köklü bir biçimde dönüştürülmesiyle ortadan kaldırılabileceği sonucuna ulaşır. Daha sonraki çalışmalarında Marx, sivil toplumun incelenmesinin, ekonomi politiğin incelenmesi anlamına geldiğini gösterir: Sivil toplumun anatomisinin "mülkiyet ve mülksüzlük' kavramları çerçevesinde çözümlenebileceğine ilişkin görüşünü, mülksüzlük mülkiyet kavramlarının emek-sermaye çelişmesi olarak anlaşılmadıkça gerçekleştirilemeyeceği biçiminde geliştirir. "Mülksüzlük ile mülkiyet antitezi, emek ve sermaye antitezi olarak kavranmadıkça, etkin bağıntısı, içsel ilişkisi ile anlaşılmamış, belirlenmemiş bir antitez olarak kalır - bir çelişki olduğu henüz anlaşılmamış bir antitez." (Marx, "1844 Elyazmaları", çev. Murat Belge, Payel Yayınları 1969. s. 99- Aktaran Gülnur Savran age. s. 182)
Marx'ın sivil toplumu kapitalizmin temel çelişkileri (en başta emek-sermaye çelişkisi) temelinde açıklamasının ulaşabileceği kaçınılmaz sonuç, bu çelişkilerin çözülebilmesi için, sivil toplumun ötesine geçmek olacaktır. Hegel'de olduğu gibi, "sivil toplumun olduğu gibi korunması" değil. "Burada, daha sonra göreceğimiz gibi, Hegel'den ve daha sonra aşağı yukarı onun bakış açısını tekrarlayacak olan Gramsci'den farklı olarak Marx, sivil toplumu, burjuvaziyle proletarya arasında bir tarafsız alan olarak değil de burjuvazinin kendine özgü hegemonyasını kurduğu, kapitalist sömürüyü gizleyen ve dolayımlayan eşitlik ve özgürlük alanı olarak tanımlamaktadır. Öyleyse, özellikle "hegemonya" söz konusu olduğunda, işçi sınıfının karşı hegemonyasını oluşturmak için sivil topluma özgü ilişki biçimlerinin dışına çıkmak zorunda kalacaktır. Kuşkusuz bu sonuca ulaşmasında, Marx'in emek kavramını eksen alan bir toplumsal dönüştürme projesine sahip olması belirleyicidir.
Bu devrimci bakış açısı, kavramın kapsamını, sınıflar dışı, ya da daha doğrusu sınıf çatışmalarının dışında gören Marx öncesi ve sonrası düşünürlerin kullandığı kapsamdan farklı bir biçimde doldurur. Marx ve Engels'in ortak imzalarını taşıyan "Alman ideolojisi" başlığı altında toplanmış notlarda, sivil toplum, maddi üretim ve ticaret alanını da kapsayan bir kavram olarak tanımlanır: "Sivil toplum, üretici güçlerin belli bir gelişmişlik aşamasında, bireyler arasındaki maddi ilişkilerin tümünü içerir. Verilmiş bir aşamadaki tüm ticari ve sınaî yaşamını içerir." (Marx, Engels, "Alman İdeolojisi",. Sol yayınlan, 1976, s. 127) Aynı paragrafın devamında, bu tanım genişletilerek yeniden verilmektedir: "Sivil toplum sözcüğü, 18. yüzyılda, mülkiyet ilişkileri eski çağın ve ortaçağ komünal toplumundan ayrıldıktan sonra ortaya çıkmıştır. Bizatihi sivil toplum, ancak burjuvaziyle birlikte oluşur; ancak, doğrudan doğruya üretim ve ticaretin sonucu olan toplumsal örgütlenme ... her zaman bu adla anılmıştır." (Marx, Engels, age. 128)
Fakat Marx'ta "sivil toplum" kavramı, üretimin ve ticaretin (kısaca ekonominin) bir ifadesi değildir. Aynı zamanda, üstyapıyı da içerir. Marx'ın sivil toplum eleştirisi, yalnızca kapitalizmin maddi unsurlarının oluşturduğu bir altyapı eleştirisi olarak kalmaz, aynı zamanda, bunun üzerinde yükselen ideolojinin de eleştirisidir.
GRAMSCİ'Yİ NASIL ANLAMALI?
Sivil toplum kavramı, bir dönem, Türkiye'de sosyalizmin güncel ve teorik sorunlarının tartışıldığı her konuda eksen haline getirildi ve sanki bu kavram olmaksızın, ya da Gramsci'ye başvurulmaksızın, hiçbir sorun tartışılamaz, doğru bir sonuca ulaştırılamaz gibi bir hava yaratıldı.
Bu, Gramsci'nin ihmal edilmiş teorik öneminin yeni keşfedilmiş olmasından ya da düşüncelerinin bir anda eski tartışmaların tümünü geçersiz kılacak bir içerik taşımasından kaynaklanmıyordu. Bunda, genel olarak SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan krizin, 12 Eylül sonrası yenilgi atmosferinin ve bütün bunlardan Marksizm-Leninizm’i sorumlu tutan bir anlayışın belirleyici olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu, yeni bir eğilim de değildir. Sosyalizmin genel bir yenilgi içinde bulunduğuna inanılan her durumda, Türkiye'de her darbe sonrasında, yalnızca geçmiş pratiğin reddedilmesi için değil, teorinin de genel bir revizyondan geçirilmesi için fırsat doğduğuna inanılır ve bu, çoğu kez, devrimci bir eleştiriyle değil, genel bir liberalleşme ile sonuçlanır. 12 Eylül darbesinin sonuçlarını ve geçmiş pratiğin değerlendirilmesini, bir yenilgi psikozu içinde gerçekleştirme sürecinde Gramsci, sağcı sonuçların elde edilmesinde bir araç rolü üstlendi.
Bu sonuçtan Gramsci'nin bizzat kendi söyledikleri ne kadar sorumludur? Gramsci yalnızca çarpıtılarak revizyonizm ve reformizmin teorik dayanağı haline mi getirilmektedir, yoksa, zaten onun yazıları, bu eğilimlere yol açacak bir içerik mi taşımaktadır?
Tartışmaya konu olan belli başlı eserlerinin tümünü, on bir yıllık hapishane yaşamı içinde vermiş olan Gramsci'nin, sıkı cezaevi denetimini aşmak için kullandığı dil özellikleri, çalışma koşullarının ortaya çıkardığı genel sistemsizlik, yazılarının anlaşılmasını güçleştirmektedir. Bu oldukça karmaşık ve belirsiz malzeme, Gramsci'yi revizyonist ve reformist tezler bakımından bir kaynak olarak kullanmak isteyenler için olduğu kadar, onu devrimci bir geleneğin temsilcisi ve görüşleriyle devrimci mücadelenin kimi sorunlarına ciddi çözüm olanakları sunmuş bir teorisyen olarak kendi cephaneliklerinin bir unsuru halinde değerlendirmek isteyenler için de aynı derecede önemli olanaklar sunmaktadır.
Bu açıdan, Gramsci'yi değerlendirmek için bir bütünlük kavramına ihtiyaç vardır. Bunun nasıl sağlanabileceği de, ayrı bir problemdir. Onu, İtalya'daki sınıf mücadelesinin değişik evrelerinde savunduğu görüşlerin bütünlüğü içinde ele almak, yani örneğin "İtalya'da İşçi Konseyleri Deneyimi" başlığı altında derlenen yazılarında savunduğu görüşleri esas alarak yorumlamak, onun sivil toplum ve hegemonya kavramlarına verdiği anlamın, belli bir devrim stratejisinin unsurları olarak anlaşılabileceği sonucuna götürür.
Öte yandan, sivil toplum ve hegemonya kavramlarını, Doğu ve Batı toplumları arasında bu bakımdan yaptığı kategorik ayrım ve buna uygun olarak önerdiği stratejiler açısından değerlendirirsek, onun mekanik politika anlayışına ve reformist sonuçlara ulaşabilecek genel bir kavramlar sistematiğine sahip olduğu sonucuna ulaşılabilir.
Böylece, acaba, Gramsci, kendi teorik bütünlüğü içinde, reformist-evrimci ve devrimci görüşlerin bir eklektik bileşimi olarak değerlendirilebilir mi?
Farklı dönemler bakımından, Gramsci'nin böyle bir salınımı gösterdiği kabul edilebilir. Fakat bundan daha önemli olan, Gramsci'nin teorik veriminin devrimci içeriğinin bir bütünlük içinde, bugün de yararlı açılımlar sağlayabileceğidir. Bir başka deyişle, onun eserinin tümü, devrimci bir açıdan eleştiriye tabi tutulmalı ve bu birikimin içinde, bugüne ve geleceğe ilişkin olarak devrimci ne varsa sahiplenilmelidir.
Bu noktada, Gamsci'yi, onun özellikle Avrupa Komünizmi açısından yeniden yorumlayan reformist akımların tasallutundan kurtarmak, Gramsci hakkında kasıtlı olarak yaygınlaştırılmak istenen gerici yorumu reddetmek önem kazanmaktadır. Gramsci'nin doğrudan doğruya kendi teorisinden kaynaklanan ve onun mekanik mücadele anlayışını yansıtan zayıflıklarıyla, bunun sistemli bir uzlaşma politikasının temeli halinde yorumlanması arasında bir fark gözetilmelidir. Bu bakımdan denilebilir ki, Gramsci'nin, gerek büyük devrimci kişiliği ve pratiği ile gerekse zengin ve canlı birçok unsur içeren teorik birikimiyle, devrimci komünist gelenekte tuttuğu yer titizlikle korunmalı ve değerlendirilmelidir. Bir başka deyişle, Gramsci, onun reformist yorumcularıyla aynı yerde görülmemeli, onun teorisindeki hata ve zayıflıklar, bundan ayrı olarak ele alınmalıdır.
SİVİL TOPLUM KAVRAMININ VE GRAMSCİ'NİN GÜNCELLEŞMESİNİN KOŞULLARI, REFORMİST VE REVİZYONİST YORUMUN KAYNAKLARI
Gramsci literatürünün temel kavramlarından birisi olan "sivil toplum" kavramının Avrupa'da gündeme gelişi, Avrupa Komünizmi akımının doğuşu ve kendine özgü liberal-reformcu, anti-komünist çizgisini Marksist gelenek içinde bir yerlere dayandırma çabasının önem taşıdığı bir sırada oldu.
"Avrupa Komünizmi", İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'nın belli başlı Komünist partileri tarafından girilmiş olan reformist ve uzlaşmacı yolun, özellikle SSCB-KP'nin 1956'da gerçekleşen XX. Kongresi'nden sonra Stalin'e saldırı ortamında gelişmesini ve tamamlanmasını ifade eden bir terim olarak ortaya çıktı. Bu özellik önemlidir; çünkü sivil toplum kavramının bu kullanılış biçimine karşı çıkan bazı Troçkist çevreler, Avrupa Komünizminin bu yöneliminin kaynağında, "Stalinizmin" bulunduğunu ileri sürmektedir. Oysa gerçek bunun tam tersidir: Söz konusu yozlaşma, "Stalinizmin" bir devamı değil, aksine, Stalin'in eleştirilmesinin bir sonucu olarak netleşmiştir. Bu andan itibaren, İtalya, Fransa ve İspanya Komünist partilerinin geleneksel ve biçimsel olarak sürmekte olan SSCB-KP'ye bağımlılık özelliği açık bir biçimde son bulurken, çok önceden başlamış bulunan Marksizm-Leninizm'den bağımsızlaşma sürecinde de daha ileri gidildi. Uluslararası tek bir devrimci merkez fikrinin açıkça reddedilmesi tutumu, Batı demokrasilerinin "sosyalist yönetimin temeli" olarak kabul edilmesiyle ve siyasal ayaklanma fikrinin tümüyle ve bir olasılık olarak dahi terk edilmesiyle tamamlandı. Bu yeni çehre, Gramsci'nin tezlerinde kendisini savunabileceği bir temel bulmaya yöneldi.
Avrupa Komünizminin tezlerinde, sosyalist devrimin gerekliliğinin ve koşullarının bulunmadığı ileri sürülüyor, bir demokratikleşme planı çerçevesinde, devletin etki alanını mümkün olduğu kadar daraltarak, devletle sivil toplum kurumlarını geliştirmek suretiyle, sosyalizme giden yolun, kapitalizm koşullarında, tedrici olarak geliştirileceği savunuluyordu. Sosyalist geleceğin toplumsal kurumları, burjuvazinin ekonomik ve siyasi egemenliğinin sürdüğü bir ortamda, sivil toplum olanaklarıyla inşa edilecekti. Bu görüşe göre; bireylerin kendi yaşamlarını yönlendirmelerini ve kendilerini doğrudan ilgilendiren her alanda kararlara katılmalarını sağlayabilecek mekanizmalar ve ilişkiler geliştirmek ve bunu sosyalist toplumun temeli halinde kapitalizmin egemenlik koşullarında kurmak için, sivil toplum, önemli bir potansiyeldi. Bir başka deyişle, burjuva toplumsal kuruluşu içinde, devletin denetimi ve yönlendirilmesi dışında kaldığı kabul edilen bir alan olarak "sivil toplum", sosyalist katılımcı bir demokrasinin başlangıç unsurlarına dönüştürülmesinin olanağı olabilirdi.
Gramsci'nin sivil toplum ve hegemonya kavramları arasında kurduğu bağlantının, özellikle Batı toplumları için önerildiği biçiminin yorumundan hareketle, Avrupa-Komünizmi, sivil toplum kavramını reformist ve tarihsel uzlaşma kavramına bağlı olarak kullanılabilecek bir kavram haline getirdi. Bu yoruma göre, Batıda sosyalizmi kurmanın yolu, artık, sosyalistlerin sivil toplumun çeşitli kurumlarını dönüştürmelerinden ve böylece sivil toplumda kendi ideolojik hegemonyalarını kurmalarından geçiyordu. Nihai hedef, devletin giderek genişleyen bu sivil toplum içinde erimesini sağlamaktı. Bu, batıda gerekliydi, çünkü Batı toplumlarında, (Doğu toplumlarından farklı olarak), sivil toplum kurumları güçlü ve gelişkindi. Dolayısıyla, sivil toplum görmezlikten gelinerek herhangi bir başarı sağlanamazdı.
Bu görüşlerin yaygın bir etki kazandığı dönem, aynı zamanda, ekonomik politikalar bakımından, Avrupa burjuvazisinin de, "Refah devleti" kavramının geçerli görüldüğü koşullardan kurtulduğu, her türlü devlet müdahalesinden özgürleşmiş bir piyasa savunusunu, genel geçerli bir görüş haline getirdiği bir dönemdi. Bir bakıma, yalnızca Avrupa Komünizmi teorisi değil, burjuva liberal siyaset ve ekonomi çevreleri de, piyasa mekanizmasının ve bireysel özgürlüğün ayrılmaz bir bütün oluşturduğu yolundaki görüşlere ağırlık vermeye başlamışlardı ve "sivil toplum" kavramı, bu çevrelerde de önem kazanmıştı. Sosyalizm ve Marksizm-Leninizm karşısındaki tutumunu gittikçe daha net hale getiren söz konusu partilerle, burjuva-liberal çevreler arasında kavramın bu ortaklaşa kullanılışı, Avrupa Komünizminin de, "sivil toplum"u, "sosyalizm için bir yol" olarak yorumlamaktan vazgeçerek, kapitalizmin daha iyi, rasyonel işlemesi için gerekli yolların araştırılması çerçevesine oturtması sonucunu doğurdu. Gramsci, işte bu noktada, önce İtalyan Komünist Partisi'nin yeni teorik açılımının malzemesi haline geldi, sonra da, bütün Avrupa'da, günün modası olarak yayıldı.
Kuşkusuz bu yaygınlaşmada, özellikle 1968 kalkışmasının geliştirdiği canlı pratiğin ve bu pratiğe cevap verecek bir teorik çerçeve araştırmasının da rolü oldu. Öğrenci ve işçi hareketinin yüksek kitlesel boyutu ve yarattığı derin toplumsal etki, Sovyet revizyonizmi tarafından temsil edilen ve yanlış olarak "resmi komünizm" olarak adlandırılan tutucu ve devrim karşıtı teori ve politikaların da köklü bir eleştirisi ihtiyacını beraberinde getirmişti. Tıpkı Latin Amerika devrimci akımlarının, Che Guevara'nın ve onun versiyonlarının, Maoculuğun vb. bu eleştiri sürecinde önem kazanması gibi, Gramsci de, bu eleştiri ve arayış sürecinde bir yenilik olarak yer aldı. Fakat onun etkisi, daha çok, devrimci kitle hareketinin tümüyle dışında kalmış bulunan Avrupa Komünizmi partilerinin içinde ve onların reformizmini haklı çıkarmak üzere kullanılmasında görüldü.
TÜRKİYE'DE SİVİL TOPLUMCULUK
"Sivil toplum" kavramının Türkiye'ye ithali, 12 Eylül darbesinden sonraki gelişmeler içinde gerçekleşti ve bu koşullar, kavramın Türkiye'ye özgü bir içerik kazanmasına yol açtı. Yaygın olarak, önce, ağırlıklı kadrosunu Birikim dergisi yazarlarının oluşturduğu "Yeni Gündem" sonra da "Zemin" dergilerinde, sivil toplum kavramı, askeri diktatörlüğe karşı olan ya da ondan zarar gördüğü düşünülen herkesi kapsayan bir siyasi bloklaşma eğiliminin temeli olarak propaganda edildi. Sivil toplum kavramı, ağırlıklı olarak, "sivil" sözcüğünün genel gündelik kullanılışında olduğu gibi, "asker olmayan" anlamına sıkıştırıldı ve buna "askeri yönetime karşı olmak" gibi bir anlam yüklendi. Demokratlığı ve cumhuriyetçiliği keşfedilen Süleyman Demirel'den, belediye teorisyenlerine ve "marjinal gruplar" olarak payelendirilén eşcinsellere, şeriatçı akımlara kadar uzanan ve örneğin işçileri ya da emekçi sınıf ve tabakaları ancak bunlarla birlikte ve bunların belirlediği bir çerçevede düşünülen zemine dahil eden bir anlayış gelişmeye başladı. Sosyal bileşimi böyle geniş tutulan "sivil toplum"un siyasal hedefleri de, son derece bulanık bir liberalizasyon olarak belirlendi. Turgut Özal öncülüğünde, piyasa mekanizmalarıyla "temel özgürlükler" kavramı arasında dolaysız olarak kurulan bağlantı, Türkiye'ye özgü "sivil toplumculuk" akımının teorik ve taktik açılımını daha da "zenginleştirdi". Yalnızca askeri yönetime karşı değil, aynı zamanda, yakın geçmişte görülüp yaşanmış kimi yanlışlıkların da, abartılıp aşağılanarak öne çıkarılmasıyla, devrimci örgütlenme fikrine karşı da, bireysel özgürlükleri savunan bir kapsama ulaşıldı. Teorik olarak, Türkiye'de sivil toplumun gelişmemiş olması ile sık sık askeri darbeyle karşılaşılması arasında bir bağlantı olduğu ileri sürülüyor ve diktatörlüğe karşı mücadele ile sivil toplumun kurulması projesi iç içe geçmiş bulunuyordu. Sivil topluma yüklenen bu olumlu işlev, siyasal perspektifi gelişmiş kapitalist ülkelerdeki olgun sivil toplum düzeyine erişmekle sınırlıyordu. Bu, bir bakıma, Türkiye'nin geleneksel "kalkınma davası" tartışmasının yeni bir versiyonu olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Ancak şimdi, bu "solcu" aydınlar tarafından, devletçilik fikri terk edilmiş ve eğilim piyasa ilişkileriyle belirlenmiş ve demokratik kapitalizme yönelmiş bulunuyordu. Belki bir başka yenilik olarak, bireyin devlet karşısındaki özgürlük alanlarının genişletilmesi tezi sayılabilirdi.
Bugün, özel olarak eski "Devrimci Yol" çevresinde, bitmez tükenmez "tartışma süreçleri"nin özel öneme sahip kavramı olarak sivil toplum, "hemen şimdi" sloganında ifadesini bulan, gene "kapitalizm koşullarında sosyalist toplumun ön biçimlerini yaratmak" düşüncesini temsil ediyor. Bir yandan bugünkü mücadele bu eksene oturtulmak üzere teori geliştirilirken, diğer yandan geçmiş pratik (özellikle Fatsa Belediye Deneyi, Öğrenci Temsilcileri Konseyi, Direniş Komiteleri gibi çok özel koşulların ürünü olan örgütlenme biçimleri), bu kavram açısından yeniden ele alınıyor ve yeni reformizme tarihsel bir kök bulunmaya çalışılıyor.
Gramsci'nin kullandığı anlamda "sivil toplum" kavramı, mantıksal olarak bu sonuçlara götürülebilir miydi? Bunu, biraz sonra inceleyeceğiz. Ne var ki, Türkiye'deki bu kullanılış biçimi, araştırma ve tartışma olanaklarının son derece sınırlı olduğu bir ortamda, kavramın içeriğinin bundan ibaret olduğu izlenimini yerleştirdi. Bir yandan, bu içeriği kendi geçmiş devrimci mücadele pratikleri bakımından anlamlandırmaya çalışan gruplar ortaya çıkarken, diğer yandan, Gramsci'nin bütün devrimci teori ve pratiğini bu kavrama indirgeyerek onu tümüyle reddeden bir darlaşma da görüldü.
GRAMSCİ: DEVRİMCİ Mİ, REFORMCU MU?
Gramsci'nin, "sivil toplum" kavramıyla ileri sürdüğü şeyin, "kapitalizmin olanakları içinde sosyalist toplumun inşası" olduğunu söylemek, yani bir bakıma onu devrim perspektifinden yoksun bir iyileştirmeci, bir reformist haline getirmek, eserinin bütünü göz önüne alındığın-' da olanaksızdır. Gramsci'yi, İtalyan devrimci işçi hareketinin geliştirdiği mücadele ve örgüt biçimlerinden ve özellikle de bütün bunlar içinde kendi görüşlerinin ve rolünün bir belirleyeni halinde ortaya koyduğu, parti düşüncesinden ayrı düşünmek mümkün değildir.
"Organik aydın" kavramı, bir yanıyla, işçi sınıfının partisine ve bu örgütün gelişimine organik olarak bağlı aydın anlamına geliyorsa, sivil toplum ve bu kavramla ilişkili olarak işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele biçimleri hakkındaki anlayışı da, sınıf partisinin fonksiyonlarına sıkı sıkıya bağlıdır. O işçi sınıfının organik aydınını, "Tarihe bakmasını bilen ve onu değiştirmeye çalışan aydın..." biçiminde tanımlıyordu. Gene onun açısından, sivil toplum da, devrimci oluş süreçlerinde, bir tarihsel öğedir ve toplumsal değişimin bir öznesi haline gelebilmesi için, öncü sınıfın, proletaryanın organik bir devamı olarak ortaya çıkmalıdır.
Bu anlamda o, örneğin, 1919 yılında yazdığı "işçiler ve Köylüler" başlıklı makalesinde, "sosyalizmin üzerinde yükseleceği toplumsal örgütlenme biçimleri" fikrini bir devrim kavramına bağlı olarak işler. "Komünist devrim, temelde bir örgütlenme ve disiplin sorunudur, İtalyan toplumunun günümüzdeki nesnel koşulları göz önüne alındığında, devrimin başoyuncuları, sıkı sıkıya düzenli ve türdeş fabrika işçisi kitleleriyle sanayi kentleri olacaktır. Bu nedenle, sınıf mücadelesinin yeni biçiminin, fabrika ve üretim süreci içinde ortaya koyduğu yeni yaşama, mümkün olan en yüksek dikkati vermeliyiz. Ne var ki yalnızca fabrika işçilerinin güçleriyle devrim, kendini sağlam ve geniş bir temele oturtamayacaktır. Kentler, kırlarla kaynaştırılmalıdır; kırlarda yoksul köylü kurumları oluşturulmalıdır; sosyalist devlet, bu kurumlara dayanarak kurulacak ve gelişecektir." (Gramsci, "İtalya’da İşçi Konseyleri Deneyimi", Türkçesi, Yusuf Alp. Belge yayınlan, 1989- s.38)
Bu paragrafın yer aldığı yazısında Gramsci, Rusya'daki Sovyet Deneyini, işçi ve emekçilerin birlik bilincinin bir ifadesi olarak değerlendirir ve yerel konseyleri, "Rus halkının kendi devletini korumak için sahip olduğu temel organlar" olarak tanımlar.
Gene aynı yıl kaleme aldığı "Devrimin Gelişimi" başlıklı yazısında, "Devrim bir büyücülük işi değil, bir diyalektik tarihsel gelişim sürecidir. Çalışma birimi çevresinde ortaya çıkan her sanayi ya da tarım işçileri konseyi bu gelişim için bir kalkış noktasıdır: Komünizme giden yolda atılan bir adımdır." der.
Bütün bu tespitler, gerek 1917 Sovyet Devrimi'nin deneylerine ve onun Leninist teorisine uygundur. Yalnızca İtalya’nın önündeki devrime} adımın genel özelliklerini göstermekle kalmaz, aynı zamanda devrimci mücadelenin güncel taktiklerini de tanımlar. Merkezinde işçi sınıfının bulunduğu bir ittifaklar politikası (işçi-köylü ittifakı) ve bunun bürünebileceği somut örgüt biçimleri, konseyler, köy kurumları, önerilir.
Gramsci, bu tür örgütlerde, işçi sınıfının yalnızca çekirdek güç olarak yer almasını değil, aynı zamanda bütün bu örgüt biçimlerinde ve mücadele süreçlerinde "hegemonya sahibi güç" olarak da etkili konumda bulunması gerektiğini söyler.
"Proletarya devrimi,-devrimci olduğunu ileri süren bir örgütün, ya da devrimci olduklarını ilan eden bir örgütler sisteminin keyfi eylemi değildir." Gramsci, bu sözlerle başladığı "Fabrika Konseyi" başlığını taşıyan makalesinde, daha sonra şu önemli saptamayı yapar: "Burjuva sınıfın ekonomik ve siyasal bakımdan egemen olduğu dönem boyunca, devrimci sürecin gerçek gelişimi, fabrikanın gölgesinde ve kapitalizmin kendi yasalarına bağımlı, kıldığı sayısız kişilerin bilincinin gölgesinde, yeraltında gerçekleşir; öyleyse ne önceden görülebilir, ne de denetlenebilir. Gelecekte onu oluşturan öğeler (duygular, istekler, alışkanlıklar, inisiyatif ve yeni göreneklerin tohumları) toplumun evrimi ile, işçi sınıfının üretim alanında alacağı yerin artan önemi ile geliştiklerinde ve saflaştıklarında önceden görülebilir ve denetlenebilir olacaklardır. Devrimci örgütler, (siyasal partiler ve sendikalar) genel olarak özgürlüğün ve demokrasinin olumlu ifadesi ve gelişmesi olarak ve yurttaşlar arası ilişkilerin hâlâ var olduğu yerde, siyasal özgürlük ve burjuva demokrasisi alanında ortaya çıktılar. Devrimci süreç, ilişkilerin ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen arasındaki ilişkiler olduğu için, işçi için özgürlüğün olmadığı, demokrasinin var olmadığı yerde, fabrikada, üretim alanında gerçekleşir. Devrimci süreç, işçinin hiçbir şey olduğu ama her şey olmayı amaçladığı (istediği), mülk sahibinin iktidarının sınırsız olduğu yerde, mülk sahibinin hem işçinin, hem de karısıyla çocuklarının yaşamı ve ölümü üzerinde iktidar sahibi olduğu yerde gerçekleşir." (Gramsci, "İtalya’da işçi Konseyleri Deneyimi", s. 106)
Bu paragraf, Gramsci'nin sivil toplum kavramını, sınıf çatışmasının ve burjuvazinin hegemonyasının gerçekleştiği alan olarak anladığı bir dönemin işareti olarak kabul edilebilir. 1920'de kaleme alınan bu yazının dikkat edilmesi gereken bir diğer özelliği, bütün bu söylenenlerin, devrimin gündemde olduğu bir dönemde söylenmiş olmasıdır. "Ve bugünkü durumun devrimci olduğunu söylüyorsak, bunun nedeni; bütün dünyada işçi sınıfının temsil ettiği kimliğe sahip ve bir sınaî temelde kurulmuş yeni tip işçi sınıfı kurumları yaratmaya tüm gücüyle başladığını görmemizdir. Bugünkü dönemin devrimci olduğunu söylüyorsak, bunun nedeni, işçi sınıfının bütün güçleri ve tüm iradesiyle kendi devletini kurmaya yönelmesidir. Fabrika işçi konseylerinin doğuşunun çok büyük bir tarihsel olay olduğunu, insan soyunun tarihinde yeni bir çağın başlangıcı olduğunu söylememizin nedeni işte budur." (Gramsci, "İtalya’da işçi Konseyleri Deneyimi", s.106-107)
Bütün bu metinlerde "sivil toplum" terimine rastlanmaz. Hapishane Defterleri'nde kullanılmaya başlanacak olan bu terim, Gramsci'nin devrimci mücadele alanından taşıdığı başlıca iki özelliği içerecektir: Birincisi, işçi sınıfının yeni ortaya çıkarmaya başladığı toplumsal ilişkilerin ve kurumların gerçekleştiği, devlet dışı alan olma özelliği; ikincisi, burjuvazinin hegemonyasını gerçekleştirdiği toplumsal düzey.
Gramsci, fabrika konseyleri deneyinin bu iki özelliği netleştirdiğini düşünmektedir. "Burjuva sınıfın ekonomik ve siyasal bakımdan egemen olduğu dönem boyunca, devrimci sürecin gerçek gelişimi" için bir potansiyel olarak, fabrika eksenli toplumsal etkileşme ve bağlanma düzeyini gösterirken, daha sonra geliştireceği hegemonya ve sivil toplum kavramları arasındaki bağıntı konusuna, devrimci tarzda bir giriş yapmaktadır. Onun burada söyledikleriyle, genel olarak Lenin'in, işçi sınıfının devrimdeki hegemonya sorunu hakkında söyledikleri arasında bir fark yoktur. Gramsci, İtalya’daki durumu büyük ölçüde Sovyet deneyi ışığında yorumlamakta ve fabrika konseylerini, işçi sınıfının devletinin çekirdekleri olarak görmektedir. Tıpkı, Lenin'in Sovyet örgütlenmesi hakkında söylediği gibi.
Burjuvazinin hegemonyasının, gündelik hayat biçimleri içinde, işçinin ailesine, ekmeğine, giyeceğine kadar uzanan bir etki taşıdığını söylemek, zorunlu olarak işçi sınıfı mücadelesinin buna karşı bir hegemonya geliştirmesi fikriyle tamamlanacaktır. Diğer yandan, Gramsci, işçi sınıfının yalnızca kendisi için değil, bütün emekçi sınıflar ve nihayet bütün insanlık için mücadele ettiği gerçeğinden, ayrıca devrimin yalnızca işçi sınıfının değil özellikle başta yoksul köylülük olmak üzere geniş bir çalışan halk kitlesinin eseri olması gerekliliğinden hareketle, işçi sınıfı hegemonyasının kapsamını da belirler. Bu düşünce de, gerek içerdiği unsurlar bakımından, gerekse ifade tarzı bakımından Lenin'le uyumludur. Lenin, işçi sınıfının ezilen her sınıfın kurtuluşu için mücadele etmesini, siyasal sosyalist bilincin bir gereği olarak göstermişti. 1905 Devriminin yenilgisinden sonra, Menşevikleri, proletaryanın hegemonyası fikrini terk ettikleri için şiddetle eleştirirken şunları söyler: "Böyle bir durumdan hareketle, proletaryanın görevi, şaşmaz şekilde bellidir. Çağdaş toplumun tek tutarlı devrimci sınıfı olarak, bütün çalışıp sömürülenlerin, ezenlere ve sömürenlere karşı tam demokratik devrim için mücadelesinde bütün halka önder olmalıdır. Proletarya, kendi hegemonyası fikrinin bilincinde olduğu ve onu uyguladığı ölçüde devrimcidir."
Burada, bir özelliğe dikkat edilmelidir: Lenin'de işçi sınıfının hegemonyası, daha sonra Gramsci'nin elinde netlik kazanacağı gibi, yalnızca "sivil toplum üzerinde bir hegemonya" anlamıyla sınırlı değildir. Lenin'in kullandığı bir diğer kavram, onun "hegemonya" kavramıyla ifade ettiklerini, açıklayıcıdır. "İşçi sınıfının öncülüğü" kavramı, hegemonya kavramından daha kapsamlı ve açıklayıcıdır. İşçi sınıfının kendisini, toplumun -ya da ulusun- sözcüsü durumuna getirmesi, kendi taleplerini genel olarak bütün emekçi sınıf ve tabakaların talebi halinde formüle, edebilmesi ve bunu, diğerlerinin de sözcülüğünü yaptığı kanaatini sağlamlaştırabilecek biçimde genelleştirilmesi, hegemonyanın -öncülüğün- özüdür. Ayrıca Lenin, "proletaryanın temel mücadele biçimleri" kavramını ortaya atarken de, aynı perspektifle hareket eder. Proletarya, yalnızca ekonomik bakımdan burjuvaziye karşı mücadele etmemeli, aynı zamanda teorik ve politik bakımdan da mücadele etmelidir. Burada, politik ve teorik mücadele kavramları, proletaryanın burjuvaziye karşı kendi bilincini edinmesinin araçları değildir; bundan daha önemli olarak, toplumun en ileri sınıfı olduğunu ortaya koyabilmesinin koşuludur. Burjuvazinin felsefi ve ideolojik etkisine karşı durmak, aynı zamanda bütün ezilen sınıflar üzerinde, burjuvazininkine karşı bir ideolojik ve teorik kavrayışın hâkim hale gelmesi için de mücadeledir. Görülebileceği gibi, ideolojik mücadele, felsefi ve teorik mücadele olarak tanımlandığında, dolaysız olarak kültürün bütün alanlarında mücadele anlamına gelmektedir. Daha sonra Komintern belgelerinde, hegemonya kavramı, Lenin'de kullanıldığı biçimiyle açıklanıp kullanıldı. "Proletarya, bütün çalışıp sömürülen nüfusa kılavuz olarak toplum hayatının her alanı ve tezahüründe faaliyet gösterdiği ölçüde devrimci olur. Eğer sanayi proletaryası, kendini özel mesleki çıkarları ile ve burjuva toplumundaki durumunu iyileştirme çabalarıyla sınırlandırırsa, insanlığı kapitalizmin boyunduruğundan kurtarma anlamındaki dünya çapındaki devrimci görevini yerine getiremez."
Eğer "sivil toplum"u, Gramsci gibi, burjuvazinin hegemonyasının gerçekleştiği alan olarak tanımlarsak, Lenin'in ideolojik mücadeleye verdiği önemde, Gramsci'nin onunla kesiştiği bir yan buluruz. Basitçe, ezilen emekçi sınıfları burjuvazinin hegemonyasından kurtarmak demek, burjuvaziye karşı proletaryanın çok yönlü mücadele etmesi demektir. Bu, açıkça bir sınıf mücadelesidir. Proletaryanın hegemonyası, kendi taleplerini ve hedeflerini, ezilen ve sömürülen bütün insanlığın talepleri ve hedefleri olarak formüle etmesi olarak da açıklanabilir. Gerçekten bu, burjuvazinin, kendi hak ve çıkarlarını, bütün insanlığın hak ve çıkarları olarak formüle edip kabul ettirmesinde olduğu gibidir. Burjuvazi, yalnızca tarihsel olarak değil, somut her durumda da, kendi sınıf çıkarlarını, kendi düşüncesini ve kültürünü, bütün insanlığın ve bütün ulusun çıkarlarının ifadesi, ulusun düşüncesi, ulusun kültür ve sanatı olarak gösterebilmektedir ve devletin zora başvurarak sağladığı egemenliği, ideolojik özümseme mekanizmalarıyla pekiştirmektedir. Aslında burjuvazinin toplumsal alandaki hegemonyası, genellikle sanıldığı kadar kısa bir süre içinde ve kısa bir süre için olmamıştır. Bir tarihsel süreçte ve sonraki bütün zamanları kapsayacak yaygınlıkta gerçekleşmiştir, işçi sınıfı bakımından bu türden bir hegemonyanın tarihsel koşulları vardır, işçi sınıfı, yalnızca ezilen sınıflar adına değil, bütün bir insanlık adına ve yalnızca bir dönem için değil, gelecek bütün tarih için aynı iddiayı ileri sürebilecek koşullara sahiptir, Bu açıdan bakıldığında, özellikle İtalyan işçi konseyleri deneyiminin ışığında ortaya atılmış bir kavram olarak anlaşıldığında, Gramsci'nin sivil toplum kavramında, tartışılmaz bir devrimci içerik vardır. Özetleyecek olursak, bu şu koşullara bağlıdır: Her şeyden önce, "sivil toplum" kavramının, kapitalist ilişkiler sistemi içinde, sınıf mücadelesinin bir alanı olarak kavranması gerekmektedir. Bu, sivil toplumun, altyapıyı da içeren bir kavram olarak kullanılmasıyla da bağlıdır. Böylece sivil toplum, kendiliğinden devlete karşı özel ve ayrı bir düzey olarak değil, kendi içinde çatışmalar taşıyan ve sınıflara bölünmüş bir alan olarak görünür. Buna bağlı olarak da, hegemonya kavramı, renksiz ve şekilsiz bir alana (sivil topluma) biçim vermenin aracı olmaktan çıkarak, bu alan üzerinde cereyan eden sınıf mücadelesinin bir sonucu halini alır.
Fakat yine de, Gramsci metinlerinin, İtalyan pratiği ile ilintisi içinde yorumlanmasına dayanarak, farklı bir sonuç elde etmek de mümkündür. Burada önemli olan, sivil toplumu esas almak yerine, Marx gibi, sivil toplum / devlet ikiliğini, her iki alanı da köklü bir biçimde dönüştürerek aşma perspektifine sahip olmaktır. Bu açıdan bakılınca, geleceğin tohumlarının, ancak sivil toplum kurumlarının yerine geçen yepyeni kurumlar aracılığıyla oluşturulacağı görülebilir. Çünkü "sivil toplumun kendisi, kapitalist ilişkilerin ve parlamenter devletin belirlediği bir ilişkiler bütünüdür." (P. Anderson)
Bu bölümle ilgili olarak söylenebilecek son bir söz vardır: Lenin, mücadelenin ve örgütlenmenin alabileceği değişik biçimlere birçok kez dikkat çekmiştir. Özellikle devrim sürecinde, sosyalist ya da demokratik devrim bağlamında da, işçi sınıfının öncülüğünü pekiştirmek için başvurulacak yollar ve yöntemler söz konusu olduğunda, "hegemonya" kavramı, büyük önem kazanmaktadır. Ne var ki, burada, Gramsci'nin aşağıda inceleyeceğimiz gibi, bir "uzlaşma ve ittifak" içeriğiyle sınırladığı biçimde değil, diğer sınıflan işçi sınıfının dünya görüşüne, mücadele ve örgütlenme anlayışına yaklaştırmak, onunla birlikte hareket etmelerini ve sosyalizmin kuruluşuna katılmalarını kolaylaştıracak bir ilişki anlaşılmalıdır. Ayrıca Leninist tarzda anlaşıldığında, hegemonyanın ideolojik ve kültürel boyutları da içermesi, ekonomik yapıyı dönüştürmenin ya da siyasal iktidarı ele geçirmiş olmanın tek başına yeterli olmadığı, ideolojik-kültürel dönüşümlerin kendi içlerinde önemli olduğu uyarısını taşır.
HEGEMONYA, DOĞU BATI SORUNU VE STRATEJİ
(Bu bölümde kullanılan Gramsci metinleri ve diğer başlıca veriler, Perry Anderson'un, "Gramsci, Hegemonya, Doğu/ Batı Sorunu ve Strateji" adıyla Türkçeye çevrilen kitabından alınmıştır. Alan Yayıncılık, 1988)
Gramsci'de sivil toplum ve hegemonya kavramları, Hapishane Defterleri'nde giderek sınıf mücadelesi perspektifinden kopan bir içerik kazanmıştır. Hegemonya, Lenin ve Komintern belgelerindeki içeriğinden izler taşımakla beraber, esas olarak bir ittifak ve uzlaşma programını ifade etmeye başlar, "proletaryanın hegemonyası" fikrinden uzaklaşır: "Hegemonya fikri; hegemonya uygulanacak kesimlerin çıkar ve eğilimlerini dikkate almayı ve belirli bir uzlaşma dengesinin kurulmasını gerektirir; yani önder grup, ekonomik, korporatif türden bir fedakârlıkta bulunmalıdır." (Aktaran, P. Anderson, age. s. 37)
Gramsci'nin "sivil toplum" ve hegemonya kavramları arasında kurduğu dolaysız ilişki, her iki kavramın anlamlı olabileceği tek ortak zemin olan siyasal mücadele kavramı ekseninde ele alınmalıdır. Gramsci'nin bir "üstyapılar teorisyeni", ya da toplumsal yapı analizleri için yeni kavramsal araçlar geliştiren bir teorisyen olarak değil de, devrimin sorunları üzerine kafa yoran bir devrimci politika adamı olarak yorumlanmasının gereğidir bu. Dolayısıyla, onun kavramlarının çözümleneceği, eleştirilebileceği ya da geliştirilebileceği tek yer, politik savaş alanıdır. Gerçekten de, soyut kavramlar olarak ele alındıklarında, netleştirilmeleri ve anlaşılmaları güç olan bu kavramlar, sosyal pratik bakımından karşılıkları bulunduğunda açıklık kazanmaktadır.
Onun literatüründeki diğer önemli kavramlar, tarihsel blok, organik aydınlar, dominio, consenso vb. gibi kavramlar da, gene bu bağlamda anlamlıdır ve tek başlarına ya da yalnızca teorik olarak anlaşılabilecek kavramlar değillerdir.
Hegemonya kavramının reformist bir içerikle yeniden yorumlanmasının açığa çıkartabileceği yer, Gramsci'nin Doğu ve Batı toplumları için farklı devrim stratejileri önermesinde bu kavramla sivil toplum kavramı arasında kurduğu ilişkidir.
Gramsci, Batı Avrupa ve Rusya'da (ve genel olarak Doğu toplumlarında), devletle sivil toplum arasındaki ilişkileri kıyaslayarak şöyle bir sonuca ulaşır: "Doğu'da devlet her şey olup toplum daha filiz halinde ve peltemsiydi; Batı'da devletle sivil toplum arasında kendine has bir ilişki vardı ve devlet sarsıldığında sivil toplumun sağlam yapısı derhal ortaya çıkardı. Devlet, arkasında güçlü bir istihkâm ve tabya sisteminin bulunduğu bir dış hendekti sadece: Ülkeler arasındaki farkların her ülke için titiz bir keşif gerektirdiği açıktı, öte yandan." (P. Anderson, age. s.23)
Bu genelleme, devrimin stratejisi bakımından şu sonuca bağlanır: Doğu toplumlarında, "manevra savaşı" stratejisi, süratli bir tempoyla yükselen mücadele; Batı'da ise, "mevzi savaş" stratejisi, ölçülü ve dereceli bir mücadele temposuyla uygulanacaktır.
Burada, bazı terimleri açıklamakta yarar var: Manevra savaşı, sürekli hücum taktiklerinin uygulandığı bir imha savaşıdır. Mevzi savaş, ya da pozisyon savaşı ise, .genel olarak imhaya değil, yıpratmaya yöneliktir ve savaşın tedrici olarak geliştirilmesini, ölçülü bir tempoyla ilerletilmesini esas alır.
Böylece, Gramsci, askerlikle politika arasında öteden beri yapılan benzeştirme ilişkisine dayanarak, gene öteden beri yapıla-geldiği gibi, politik mücadele alanına askerlik biliminden kavram transferi yapmaktadır. Askerlik biliminin taktik, strateji, muharebe, kuşatma, yarma, siper, mevzi, manevra vs. bazı kavramları, politikaya bazen basit mecazlar gibi de geçebilmiştir; ama çoğunlukla, bir basitleştirme ve model kurma ihtiyacıyla, politika, askerliği kendi araçlarını ve hareket tarzını açıklayabilecek bir araç olarak görmüştür. Söz konusu olan, daha karmaşık ve çok yönlü bir yapıyı, daha yalın ve basit bir yapıyla karşılaştırmaktır. Bir bakıma, formalizasyon (biçimselleştirme) işlemidir bu. Dolayısıyla bu işlemi bilimsel tarzda yapan herkes, karşılaştırılan yapıların, gerçekte özdeş olmadığını, modelin, esas yapıyı tüm özellikleri ile değil, belli bir soyutlama düzeyinde ancak temel ve genelleştirilebilir bazı özellikleriyle yansıttığını bilir. Bunun kötü örneklerinden biri, Losovsky'nin "Sendikalar Üzerine - Muharebe Olarak Grev" adıyla yayınlanan kitabıdır. (İnter Yayınları, Eylül 1988) Losovsky, grevle muharebe arasındaki benzeştirme ilişkisini, bir soyutlama ve genelleştirme düzeyinde kavramsal ve mantıksal bir çözümleme halinde değil, basit karşılaştırma düzeyinde yapmaktadır. Önce düzenli ordu ile "grev ordusunu karşılaştırır, basit analojiler kurar ve savaşın ve orduların biçimsel özellikleriyle grevin ve işçi sınıfının biçimsel özellikleri arasında kurduğu bağlantı üzerinden, sınıf mücadelesini tam bir askeri savaş gibi yorumlar. Bu mekanik karşılaştırma sonucunda, bir grevin yürütülmesi sırasında uyulması gerektiğini ileri sürdüğü yedi ilke tespit eder. İlkelerin tümü, askeri deyimlerle dile getirilir ve işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin kendine özgü özellikleri tümüyle silinerek, mücadele, askeri mücadeleye indirgenir.
Stalin de, askerlik ile politika arasında bağıntılar kurar. Fakat onun yaptığı, Losovsky'ninkinden tamamen farklıdır. "Rus Komünistlerinin Siyasal Strateji Ve Taktiği Üzerine- Bir Broşüre Taslak" başlığını taşıyan Temmuz 1921 tarihli yazısında da, aynı taslağın geliştirilmiş hali olarak kaleme aldığı ve 1924'te yayınlanan, "Leninizm’in İlkeleri" broşürünün bir bölümü olarak yayınlanan "Strateji ve Taktik"te de, strateji ve taktik terimleri, tümüyle sosyal ve politik bir içerikle yeniden kurulmuş, askerlik biliminin kullandığı taktik ve strateji terimleriyle içerik bakımından tamamen farklılaştırılmış olarak kullanılır. Bu yazılarda, örnek vermek dışında, askerlikle politika arasında, askeri savaşla sınıf mücadelesi arasında hiçbir özdeşleme yapılmaz. Aksine, örnekleme yaptığı yerlerde, Stalin, her iki alanın farklılıklarının göz önünde tutulması gereğini özenle vurgular. Terimlerin açıklanması için başvurduğu örnekleri ise, politik mücadele ve toplumsal hareket alanından seçer. Bu, herhangi bir kavramın geçerli olabilmesi için, kendine özgü hareket biçimleri içinde tanımlanabilmesi ve nesnel karşılığıyla çakıştırılması gereği bakımından önemlidir. Bu kurala, sosyal hareket biçimleri ile örneğin fiziksel ya da biyolojik hareket biçimleri arasında benzerlikler kurularak yapılan açıklama veya teorileştirme çabalarında da uyulması belirleyici bir önem taşımaktadır.
Politik mücadelenin gerçekleştiği alanın karmaşık ve denetlenemez pek çok unsuru içermesi, askeri savaşın ise, özellikle düzenli ordular arasında cereyan ettiği biçimiyle, baştan sona, esas olarak karşılıklı hesaplanabilir, denetlenebilir ve rastlantı unsuruna yer bırakmayan, adeta mekanik tarzda birbirine bağlanmış unsurlardan oluşması, bu benzeştirmenin, ancak sınırları belli bir soyutlama olarak geçerli olabileceğini gösterir. Kavram transferinin, en azından model kurmak bakımından geçerli olabilmesi için, iki alanın temel özellikleri dikkate alınmalıdır. Böyle bir karşılaştırma, en azından şu sonucu verecektir: Politik mücadelenin gerçekleştiği alan, toplumsal mücadele alanı, emir-komuta ilişkisi içinde düzenli hareket ettirilecek insanlar topluluğunu değil, her birinin belli bir hedef doğrultusunda seferber edilmesi ve düzenli güç oluşturması çok özel koşullara bağlı olan unsurları kapsar. Sınıflar, bu bakımdan kıyaslandığında, düzenli ordu kıtaları gibi homojen değildir, kendilerine iletilen mesajı -direktifi- tartışmasız uygulayacak bir özellik de göstermezler. Öncü ile sınıfın hareketi arasında, ilişkiyi dolayımlayan, etkileyen ve değiştiren pek çok etken vardır ve bunların denetlenebilmesi her zaman mümkün olamayacaktır; bunların sınıf mücadelesi alanının özelliklerini ve mücadelenin biçimini ve gidişini belirlemesi ise, tümüyle irade dışıdır. Askerlik biliminde, rastlantısal unsurlar genellikle hava koşulları, coğrafi-doğal etkenler gibi dış; ve baskın, şaşırtma manevraları, savaş hileleri gibi iç unsurlar olarak sayılırlar. Kurmay heyeti, bütün bunları tümüyle etkisiz kılabilecek önlemler geliştirebilmek için, meteorolojinin, doğa bilimlerinin, ya da istihbarat teşkilatlarının yardımını kullanabilirler, planlarını bu etkenlerdeki değişikliklere göre yeniden düzenleyebilir ve bunları asgariye indirebilirler. Oysa politik mücadelenin kurmayı, kendi alanına "dış" unsur olarak katılabilecek etkenleri sınıflandırmakta bile güçlüklerle karşı karşıyadır. Bu yüzden, askeri savaşın kurmay heyeti gibi, aşağı yukarı kesin veriler üzerinden değil, sürekli değişme özelliği gösteren, akışkan ve hareketli unsurların olası durumları üzerinden hesap yapmaya çalışır.
Bu noktada, Gramsci'nin temel hatasının, Doğu ve Batı ayırımını kategorik (kesin) bir ayırım olarak görmesi ve strateji önerisinde herhangi bir esneklik payı bırakmaması olduğunu söyleyebiliriz. Karşılaştırma mekaniktir ve politik mücadelenin, askeri savaştan nitelikçe farklı bileşenlerini göz ardı etmektedir. Dolayısıyla, toplumsal ve politik alanın hareketli değişken yapısı yerine, askeri savaşın görece düzenli ve denetlenebilir özellikleri,.analize temel alınmıştır.
"Troçki'nin hareketin sürekli olduğu şeklindeki ünlü teorisinin ulusal hayatın yapılarının 'siper' veya 'istihkâm' olamayacak kadar embriyonik ve gevşek olduğu bir ülkenin genel ve ekonomik-sosyal-kültürel şartlarının... siyasi bir yansıması olup olmadığı tespit edilmelidir. 'Batılı' gözüken Troçki, aslında kozmopolit, yani yüzeysel bir batılı veya Avrupalıydı. Buna karşılık Lenin, son derece ulusal ve son derece Avrupalıydı... Bana öyle geliyor ki, Lenin 1917'de Doğu'da zaferle uygulanmış hareket savaşından, Batı'da tek mümkün biçim olan mevzi savaşına geçmenin zaruri olduğunu anlamıştır." (P. Anderson, "Gramsci, Doğu/Batı Sorunu, Hegemonya ve Strateji", Alan Yayıncılık, 1988. S.22)
Özetle, Troçki'nin, Batı'ya özgü sivil toplum özelliklerini görmediği için "sürekli devrim" kuramını ileri sürdüğünü, Lenin'in ise, Rusya'da "manevra-hareket savaşı"nı uygulamışken, Batı'da, mevzi savaşlarının geçerli olduğunu görerek, Troçki'ye karşı çıktığını söylüyor. Bir başka deyişle, Lenin, Doğu ülkeleri (Rusya) için, "sürekli devrim" ya da "imha savaşı, manevra savaşı" stratejilerini öngörürken Batı için, evrimci bir gelişme yoluyla yetiniyordu!
Bunların Lenin'in bütün teorisi ve pratiği bakımından yanlış olduğu, ayrıca kanıtlanmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Lenin açısından, devrim stratejisinin hangi esaslara bağlı olarak saptanacağı, hangi taktiğin ne zaman ve hangi koşullarda kullanılacağı, tümüyle "somut şartların somut tahlili" ilkesine göre belirlenir. Ayrıca, farklı taktiklerin özel durumlarda iç içe geçebileceği, birinden diğerine sıçrama olanaklarının parti tarafından sürekli denetlenmesi gerektiği yolundaki uyarıları bilinir.
Dolayısıyla, Gramsci'nin askerlik biliminden politikaya geçerken ihmal ettiği tüm özellikler, Lenin tarafından belirleyici ve göz ardı edilmesi halinde yenilgiyi kaçınılmaz kılan özellikler olarak değer kazanmaktadır. Lenin, genel tarihsel durumlarla, devrimin strateji ve taktiğinin kategorik olarak ve bire bir eşlenmesinin mekanizmden başka bir şey olmadığını öğreten bir diyalektikçiydi.
Kaldı ki, salt askeri alanda kalındığında bile, diyalektikçi için, stratejilerin mutlaklaştırılması ve mekanik eşlemelerin konusu yapılması yanlıştır.
Mao Zedung, devrimci halk savaşının önde gelen dahi komutanlarından ve teorisyenlerinden biri olarak, askerlik bilimi tarihine, değişik savaş taktik ve stratejilerinin sırayla, ya da iç içe ve birlikte kullanılabilmesinin örneklerini vererek girmiştir. Bu konuda bir örnek olsun diye, yalnızca "Japonya'ya Karşı Gerilla Savaşında Strateji Sorunları" başlıklı makalesinin, dördüncü bölüm başlığına bakmak yeterlidir: "Savunma içinde Taarruzlara Girişirken, Uzun Süreli Savaş içinde Çabuk Sonuçlu Çarpışmalara Girişirken, İç Hat Harekâtları içinde Dış Hat Harekâtlarını Yürütürken, İnisiyatif, Esneklik Ve Planlama".
Mao Zedung, özellikle, klasik askerlik biliminde birbirinden kesinlikle ayrı ve sıralı bir stratejiler dizisi olarak görülen "iç hatlar manevrası" ile "dış hatlar manevrası"nı, birlikte uygulanabilir taktikler olarak görüp uygulamasıyla önemli bir yer tutmuştur.
Gramsci ise, her komünist eylemcide bulunması gereken bu esneklik ve hareketlilik özelliğinden yoksundur. O, her şeyden önce, Batı toplumlarında sivil toplum kurumlarının gelişmiş olmasını, devletin görece zayıflığı ve sınırlılığını doğuran kesin bir etken olarak yorumlamaktadır. Burada, hemen hemen, her iki yapının sabit bir niceliğin iki yanı olarak bulunduğu ileri sürülmektedir. Birinin nicelikçe artması, diğerinin aynı oranda gerilemesi anlamına gelecektir. Diğer yandan Gramsci, devlet (politik toplum) ile sivil toplum arasında, nitelikçe de bir karşıtlık bulunduğunu iddia etmektedir. Daha önce gördüğümüz gibi, Marx açısından her iki alan arasında, özsel bir birlik vardır: Her ikisi de, kapitalist toplumun kurumlarıdır ve özellikle Marx'ta sivil toplum kavramı, ekonomiyi de içeren bir unsur olarak kullanılmış olduğu için, kapitalizmin sistematik kuruluşunun dışında değildir. Burada, Lenin'in sermayeyi "bir toplumsal ilişki" olarak tanımladığını hatırlayalım. Sermaye, genellikle yalnızca bankalar, borsa, kapitalist işletmenin maddi unsurları olarak, ya da daha ilkel bir biçimde sadece para olarak düşünülürken, Lenin, çok önemli bir belirlemeyle, bu dar yorumun, özellikle sınıf mücadelesinin değişik biçimleri ve boyutları bakımından elverişsiz olduğunu görür. Sermayeyi bir "toplumsal ilişki" olarak tanımlamak, kapitalist toplumun değişik kurum ve unsurlarının bir bütün oluşturmasını açıklar, ideolojik, siyasal ve ekonomik bakımdan, kapitalist toplumun egemen yapısı homojen bir nitelik gösterir. Bunu yalnızca işçi sınıfının politik mücadelesi parçalayabilir, çelişkilerini doğurur ya da su yüzüne çıkarır. Bunun ötesinde, sermayenin üretilmesi, dolaşımı, merkezileşmezi süreçlerinde, tüm toplumsal ilişkiler ve kurumlar, bu eksen etrafında belirlenir. Gramsci, sivil toplumla devlet arasındaki çelişmeyi, bir uzlaşmaz karşıtlık gibi yorumlamakla, kapitalizmin bütünleştirici etkisini göz ardı etmiştir.
Batı toplumlarında, her devrim sürecinin, egemen sınıf olma yolundaki sınıfın siyasal iktidarı ele geçirmesinden önce sivil toplumda hegemonya kurması (mevzi savaşı) biçiminde gelişeceği yolundaki tez, bu toplumların sanayi alanındaki gelişmeleriyle ve toplumsal örgütlenme yapılarıyla birlikte düşünülür. Buna göre, bu toplumlarda, "sadece siperleri değil, alandaki ordunun gerisindeki arazide olan bütün sanayi ve örgütler sistemi de önemli bir rol oynar. Toplar, makineli tüfeklerin hızlı ateş gücü, belirli bir noktada yoğunlaştırılabilecek silahlı kuvvet ve düşman saldırısı veya ricat sırasında doğan malzeme kaybının süratle telafisini mümkün kılan yedek malzeme bolluğu dayatır mevzi savaşını. "Bütün bu benzetmeler, artık yalnızca Batı toplumları için, emperyalist sistem tarafından birleştirilmiş ve genel özelliklerle donatılmış bütün toplumlar için geçerli olarak düşünülebilir. Her devrimci atılım, birleşik bir burjuva enternasyonal cephesinin "siper gerisi" olarak karşı olanaklar taşıdığı bir biçimde gelişmektedir. Bu, bizi, dünya çapında bir mevzi savaşı yürütülmesi sonucuna mı götürmelidir? Yoksa tıpkı Mao Zedung'un halk savaşının taktiklerinde gösterdiği gibi, her tarihsel duruma ve toplumsal ilişkiler düzeyine göre esnek, değişken ve birbirinin yerini alabilecek strateji ve taktikler uygulamaya mı? Aynı şey, "manevra savaşı" önerilen Doğu toplumları için de geçerlidir. Neden bu tip toplumlarda, Leninist anlamıyla söyleyecek olursak, "evrimci mücadele biçimleri, parlamenter taktikler" tümüyle ve mutlak olarak reddedilsin?
SONUÇ
Gramsci, bütün hayatı boyunca kapitalizme ve faşizme karşı savaşmış büyük bir komünist örgütçü ve teorisyendi. Hapishane koşullarının' yanı sıra, mücadeleyi yıllarca geriye atan, işçi sınıfını bütün örgütleriyle yenilgiye uğratan faşizmin egemenliği koşullarında da, geçmiş dönemin kavramlarını yeniden gözden geçirme ihtiyacını duymuş ve dünyanın o koşullarında daha evrimci ve reformlara ağırlık veren bir anlayışa doğru kaymıştır. Diğer yandan, eserlerindeki denetimden kurtulma endişesinin yol açtığı belirsizlikler, onun tümüyle devrimci içerik taşıyan eleştiri ve tespitlerinin de genel belirsizlik içinde kaybolmasına yol açmıştır.
Avrupa Komünizmi, bu belirsizlikleri ve evrimci reformist taktiklere yönelişini, son sınırına kadar kötüye kullanmıştır. Buna bakarak, Gramsci'yi gerici revizyonizmin bir unsuru saymak yanlıştır. Onda, canlı, devrimci pek çok unsur vardır ve komünist teorik birikimin cephaneliği içinde' değerlendirilmeyi beklemektedir.
Mart 1994
Aydın Çubukçu
Hiç yorum yok