Header Ads

Header ADS

Kapitalizm ve Savaş

Aydın Çubukçu 

Kapitalist ekonomiyle emperyalist politikalar ve özellikle savaş politikaları arasında dolaysız bağlar bulunduğu geçen yüzyılın başlarından itibaren bilinen ve teorik olarak açıklanan bir gerçektir. Ne var ki, II. Emperyalist Savaş’tan sonra, yani 1940’lı yılların ortasından bu yana, o çapta yeni bir savaşın olmaması bu teorinin yanlış olduğu propagandasına güç verdi. Yeni bir dünya savaşının imkânsız olduğu görüşü yaygınlaştı ve buna bağlı birçok yeni teori ileri sürüldü. “Savaşsız ortam” görünümü, emperyalizmin “küreselleşme çağının” olumlu bir özelliği olarak onaylandı.

Emperyalizmin savaşsız da yaşabileceği, “nükleer dehşet dengesinin” bir barış unsuru olduğu, buna bağlı olarak savaşı belirleyici etken olarak gören devrim teorilerinin eskidiği, sosyalizmle kapitalizm arasında uzlaşmaz çelişkinin ortadan kalkarak yerini barış içinde yarışa bıraktığı gibi görüşler, özellikle 1960’lı yıllarda çetin tartışmalara yol açtı.

Bir yandan Asya, Afrika, Latin Amerika savaşlar ve devrimlerle yıkılıp yeniden kurulurken, aynı anda “Dünya Savaşı” üzerine yapılan tartışmaların bu kadar önemsenmesinin SSCB ile ABD arasındaki bir savaştan başkasını savaş olarak kabul etmemek, savaş alanı olarak da yalnızca Avrupa’yı görmek gibi bir yanılgıdan kaynaklandığını söylemek mümkündür.

Ne var ki, savaş sanayisiyle emperyalist politikalar ve dolaysız olarak kapitalist ekonomi arasındaki ilişkiler açısından bakılınca, savaşın bir ihtiyaç olarak öneminin devam ettiğini ve bu ihtiyacın dünyanın tümüne yayılmış bölgesel savaşlarla da karşılanabildiğini görüyoruz. Bununla birlikte, doğrudan doğruya emperyalistler arası bir savaş da tümüyle imkânsız hale gelmemiştir.

Bugün savaş sanayisi, birçok ülkede alışılmış ölçülerle bakıldığında yadırganacak bir gelişme gösteriyor, birçok ülke geleneksel tehditlere maruz olmadıkları halde, silah ve mühimmat alım satımları ticaretlerinin büyük bir bölümünü teşkil edebiliyor, yatırımlarının büyük bölümünü savaş araçları üreten tesislere yapabiliyor. Başlıca emperyalistlerin savaş sanayilerini geliştirmek için sınaî ve teknik yatırımları giderek artıyor. Bütün ülkeler, biyolojik, kimyasal ve nükleer silah depolamak, üretmek, alıp satmak için bütün potansiyellerini seferber ediyor.

Savaş sanayisine yönelik bu büyük ilginin sebebi nedir? Sebep, yalnızca tehdit altında olmak ya da yayılma emelleri beslemek olarak görüldüğünde, bu özellikleri taşımayan ülkelerin tutumları nasıl açıklanabilir?

İstatistikler, bugün bütçesinin önemli bir bölümünü savaş sanayisine ayıran ülkeler sıralamasında şaşırtıcı bir görünüş sergiliyor.

Askeri alanda en çok harcama yapan ilk beş ülke, sırasıyla ABD, Çin, İngiltere, Fransa ve Rusya…
Fakat bu ülkelerin askeri harcamalarının GSYH’ye oranları bakımından sıralamaları pek çok yoksul ülkenin altında kalıyor. Dünya birincisi ABD, bu sıralamada 27., Çin 96., Fransa 61., Almanya 111. sırada yer alıyor.

Aynı ölçü bakımından birinci olan ülke Umman! Onu, Katar, Suudi Arabistan, Ürdün, İsrail, Yemen, Ermenistan, Eritre, Makedonya gibi ülkeler izliyor. Türkiye bu listede 17. sırada yer alıyor. (2009 yılı itibariyle)

Basitçe, ileri emperyalist ülkeler genel refah düzeyini tahrip edici biçimde etkilemeyen bir harcama düzeyinde kalırken, görece geri ve emperyalizme bağımlı ülkeler silahlanma ve genel olarak savaş yatırımları yapma uğruna ağır bedeller ödemeyi göze alıyorlar. Bu yalnızca “caydırıcı güç olma” kavramıyla ifade edilen ve “savaşı önlemeye yönelik” olduğu iddia edilen masum bir silahlanma değildir. Elbette emperyalist-kapitalist ilişkiler sistemi, bütün ülkeleri birbirinin muhtemel tehdidi haline getiriyor, herkesi “komşusundan korkmaya” ya da komşusunun kaynaklarını ele geçirmek için sinsi hesaplar yapmaya zorluyor. Kimse kendini güven içinde görmüyor, kimse olası sorunların barış içinde halledilebileceğine inanmıyor. Fakat bunun yanında, savaş savaşın bizzat kendisine bir “yatırım ve kâr alanı” olarak bakmanın temelinde neler var?

Bu olgu, bir yandan genel olarak devletlerarası savaşların mümkün ve muhtemel olduğunu, koşullar gerektirdiğinde savaşmak üzere herkesin hazırlık yaptığını gösteriyor, diğer yandan kapitalizmle savaş arasında canlı, yararlı bir ilişkinin bulunduğunu…

Pek çok bölgede süregelen savaşların biçimsel özelliklerine bakıldığında alışılmış tipte bir devletlerarası savaşa pek rastlanmıyor. Bugün yeryüzünün pek çok bölgesinde işgal, iç savaş, etnik çatışma, gerilla savaşı biçimlerinde çatışmalar sürerken, geçen yüzyılda son örnekleri görülen tipte savaşlar görülmüyor. Bazı yorumcular, son büyük savaşta ölen insan sayısından daha fazlasının sürmekte olan çatışmalarda öldüğüne, çatışma sayısına ve kullanılan silah ve mühimmat miktarına bakarak bu durumu gizli III. Dünya Savaşı olarak adlandırabiliyor. Kuşkusuz böyle adlandırabilmek için her iki savaş tipinin sonuçlarına ve etkilerine göre de karşılaştırılması gerekir. Büyük ölçüde dünyanın tüm siyasal ve toplumsal görünümünü değiştiren, devletleri yıkan ve sınırları değiştiren, devrimleri tetikleyen I. ve II. Dünya Savaşlarıyla bugün yaşanmakta olanlar arasında çok büyük nitel farklılıklar vardır. Ama yaşadığımız zaman içinde, dünyanın büyük bir bölümünde milyonlarca insanı etkileyen bir savaş ortamının bulunduğu da açık bir gerçektir. 

SAVAŞLARIN BİÇİM DEĞİŞTİRMESİ 

Özellikle 1980 yılından itibaren yaşanan savaşların gerçekleştiği alanlar, “az gelişmiş ülkeler” olarak adlandırılan ülkelerde gerçekleşmiştir. Afrika, Asya, Latin Amerika, Ortadoğu başlıca savaş alanlarıdır. Tüm savaşların yalnızca %17’si Avrupa’da (Yugoslavya’nın parçalanması) olmuş, geri kalan %83’ü diğer kıtalarda cereyan etmiştir. Bütün bu savaşların hemen hemen tümünde “büyük güçlerden” en az biri dolaylı ya da doğrudan taraf olarak yer almış, ya da yardım veya destek biçiminde müdahalede bulunmuştur. 

I. Dünya Savaşı’nda ölenlerin sadece % 5’i sivil iken, II. Dünya Savaşı’nda hayatını kaybedenlerin içinde sivillerin oranı % 66’ya yükselmiştir. 20. yüzyılın sonuna doğru ise, savaşlarda ölenlerin % 80’i sivil halktan oluşmaktadır. Bu korkunç rakam, dünyamızın genel durumu hakkında geçmişteki büyük savaşlarla kıyaslanabilecek bir görüntü sunmaktadır. Sivillerin ölümünde görülen bu büyük artışın nedeni, esas olarak savaşın zaman ve mekân bakımından geleneksel sınırlarının dışına taşınması, saldırıların ağır kayıp verme riskinden kurtaran ileri teknoloji ürünü silahlarla harekete geçen küçük çaplı birliklerce yapılması ve söz konusu silahların sivil-asker ayrımı yapmaması olarak açıklanmaktadır. Bu dönemde savaşlarda cephe ortadan kalkmış, büyük çaplı meydan muharebelerine rastlanmamış, askeri güçler birbirlerine saldırmaksızın güçlerini idareli kullanarak şiddeti sivil halka yöneltmişlerdir. Böylelikle 20. yüzyılın son büyük savaşları, “topyekûn” olarak tanımlanırken, günümüz savaşlarında, özellikle “orantısız güç kullanımı” ve “gayri meşru yöntemler” kullanılan ve sivil halkın daha fazla zarar görmesine yol açan savaş biçimi “asimetrik savaş” olarak adlandırılmaktadır. Bu da, günümüz savaşlarının temel özelliğinin halklara karşı saldırı olduğunu göstermektedir. Bunun nedenleri ve egemen sınıfların bundan sağladıkları yararlar üzerinde ayrıca durulabilir.

Ülkeler arası savaşların yerini ağırlıklı olarak iç savaşların ve bölgesel çatışmaların aldığı günümüzde artık düzenli ordular karşı karşıya nadiren gelmektedir. Savaşlarda kullanılan hafif silahlar uzun bir askeri eğitim sürecini de gereksiz kılmıştır. Bugün çoğu zaman ücretleri uyuşturucu ile ödenen mahkûmların ve çocukların ateşe sürüldüğünü, savaş zenginlerinin otoritesinde ve bireysel özel çıkarın gerçekleştirilmesi için savaşan grupların başrolde olduğu savaşlar görebiliyoruz. Emperyalist ordular ise, görece küçük profesyonel operasyon birlikleri aracılıyla savaşa katılmakta, bunu çoğunlukla “özel güvenlik şirketleri” aracılığıyla yapmaktadır. Bu durum, önceki savaşlarla kıyaslandığında, daha ahlaksız, daha vahşi, daha insanlık dışı yöntemlerin kullanıldığını göstermektedir. 

Savaşın Özelleştirilmesi 

Bizde özel şirketlerin, lüks sitelerin, bankaların vs. korunmasında görev alanlara “özel güvenlik”, bunları kiralayan şirketlere de “özel güvenlik şirketi” deniyor. Dünyada ise, bundan farklı olarak “özel güvenlik şirketleri” denildiğinde özel askeri hizmetler, lojistik ve tüm silahlı güvenlik hizmetleri dâhil yüklenebilen firmalar anlaşılmaktadır. Dolayısıyla yapılan iş, “özel askerlik hizmetleri” olarak tanımlanmaktadır. Bu şirketlerin yaptığı iş; kimi zaman paralı askerlik olarak anılsa da, uluslararası hukuk açısından bu tanım, şimdiki şirketler için uygun görülmemektedir. Özel güvenlik şirketleri, aslında uluslararası hukukun açıklarından faydalanarak faaliyetlerini sürdürmektedirler. Onları rahatlıkla kullanan büyük devletlerin ise, uygun ve yeni bir hukuki düzenleme yapma derdi elbette yoktur. 

Kamuoyu, ilk kez Irak savaşı ve Ebu Garip cezaevindeki işkence görüntüleri dolayısıyla Blackwater ve benzeri şirketlerin varlığından haberdar olmuştu. Dünyanın en büyük özel güvenlik şirketleri Aegis Defence, Xe, DynCorp International, Fluor, KBR gibi firmalardır. Blackwater, büyük şirketler arasında yıllık 485 Milyon Amerikan Dolarlık geliriyle ancak on ikinci sırada yer almaktadır. Gerisini düşünmek bile akla zarar!

Bu firmalar güvenlik hizmetlerinden çok öte bir hizmet servisi sunmaktadır. Aegis Defence ve DynCorp’un hizmet listesinde lojistik, enformasyon ve saldırı helikopterleri dahi bulunmaktadır. Aynı şekilde Dyncorp’un envanterinde askeri nakliye gemileri, yüksek teknolojiye dayanan istihbarat, “cyber savaş” hizmetleri yer almaktadır. İsteyen ülke bedelini ödeyebildiği sürece bu hizmetlerden faydalanmakta ve adeta kiralık bir ordu hizmeti satın alınmaktadır. İşte bunun içindir ki uluslararası literatürde özel güvenlik şirketleri isim olarak “özel askeri şirketler” olarak geçmektedir. Fakat hukuki boşluklardan ötürü hiçbir zaman “savaşan taraflardan biri” olarak değerlendirilememektedirler. Dolayısıyla hiçbir hukuki ve yasal sorumluluk taşımamaktadırlar. 

20. yüzyılın sonlarında savaşın özel şirketler eliyle sürdürülmeye başlaması neoliberal politikaların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemde devletler geleneksel faaliyetlerini (posta hizmetleri, hapishane, polis ve hatta silahlı kuvvetler vb.) kâr amaçlı özel şirketlere devretmişler ve ordunun oluşturulması da piyasanın doğrudan etkisine bırakılmıştır. Ayrıca ordularda yüksek ücret talep eden profesyonellerin varlığı ve biyolojik-nükleer silahların yayılmasıyla savaş alanlarının dönüşmesi robot askerlere (örneğin insansız uçaklara) ihtiyacı da artırmaktadır. 2001 yılında dünya genelinde silahlı kuvvetlerde 1985 yılıyla karsılaştırıldığında % 30 oranında bir azalma yaşanmıştır. Gelişmiş ülkelerde savaşın sermaye yoğun özelliği öne çıkmakta iken; düşük gelirli, düşük gelişmişlik düzeyindeki ülkeler genelde silahlı kuvvetlerini artırmaktadır. 

Savaşta mıyız, Barışta mı?

Günümüzün en önemli sorunlarından bir diğeri, savaş ve barış arasındaki belirgin ayrımın ortadan kalkmış olmasıdır. Açık çizgilerle savaş ve barış ortamı birbirinden ayrılabilirken, bugün nasıl bir dünyada, savaşın mı yoksa barışın mı egemen olduğu bir ortamda yaşadığımızın cevabı yoktur. Savaş uzak topraklara sürülmüş, büyük kapitalist ülkelerin halkları kendilerini barış içinde zannederken, yoksul ülkelerde kan gövdeyi götürmektedir. Böylece savaşın yıkıcı etkilerinden uzak bir kâr mekanizması içinde “barışın hâkim olduğu bir dünya” imajı yaratılabilmektedir. 

Savaşın Çok Yönlü Faydaları

Kapitalizm ve savaş arasındaki ekonomik ilişkinin özellikleri ve savaşın kapitalizmin sorunlarına çözüm getiren etkileri, kimi özel koşullara ve kaynaklarının ve gelişme koşullarının farklılıkları açısından değişik biçimlerde yorumlansa da, birkaç noktada ortak özellikler olarak özetlenebilmektedir. 

Bu özellikler tarihsel koşullara, uluslararası ilişkilere, sermayenin dönemsel hareket tarzlarına bağlı olarak farklılıklar gösterse de en genel çerçevede kapitalizm ile savaş arasındaki ilişkinin içeriğini göstermektedir. Ancak burada dikkate alınması gereken bir özellik vardır: Savaş ve kapitalizm arasındaki ilişkileri ele alan farklı teoriler, krizi açıklamada temel olarak farklı alanları incelediğinden, askeri harcamalar, savaş sanayi ve savaş konularının iktisadi etkileri üzerindeki görüşler de değişiklik göstermektedir. Yine de esas olarak kapitalizm ve savaş arasındaki ilişkinin temel özellikleri konusunda büyük farklılıklar yoktur. 

Kısa başlıklar altında bunları özetleyebiliriz. 

Askeri harcamalar ve savaş sanayisinin, sermaye birikimine kapitalizm açısından olumlu etki yaptığı kuşkusuzdur. 

Bu çerçevede askeri harcamalar, savaş sanayisinin ve savaşın neden oldukları iktisadi etkiler aracılığıyla krizin görünür kıldığı sorunlara geçici çözümler de sunabilmektedir. 

Kapitalist sistemin krizinin sermayenin organik bileşiminin yükselme eğilimine bağlı olduğu varsayımından hareket edildiğinde, savaş, askeri harcamalar ve savaş sanayinin kâr oranını belirleyen faktörlere etkilerine göre krizin ötelenebilmesinde rol oynayabilmektedir. 

Krizin nedenini, artan ücretler dolayısıyla kârın milli gelirden aldığı payın sıkışması olarak kabul eden görüş açısından savaşın, askeri harcamaların ve savaş sanayisinin ücretler üzerindeki etkisi önem taşımaktadır. Söz konusu çerçevede savaş dönemlerindeki ve savaşın hemen sonrasındaki toplumsal mücadeleler (sendikalaşma, grev, çalışma saatleri vb.) sonucunda ücretlerin artırılmasına veya düşürülmesine yol açan durumlar gözlenebilmektedir.

Krizin nedenini eksik tüketimde gören teori açısından savaş, askeri harcamalar ve savaş sanayi efektif talebi artırıcı bir etkiye sahiplerse krizi öteleyebilmektedir.

Özetle hangi açıdan ve hangi veriler kullanılarak bakılırsa bakılsın, savaşın kapitalizmin krizini öteleyebilen özellikleri vardır. 

Bazı koşullarda, askeri harcamaların yükseltilmesi, kapitalist sistemin devamlılığı için yarar sağlayabilmekte ve askeri harcamalar, devletin iktisadi canlanmayı finanse etme yollarından biri haline gelmektedir. 

Bu kapsamda öncelikle kapitalist sistemde devlet, sistemin sürekliliğini sağlamak amacıyla askeri harcamaları artırabilmektedir. İkinci olarak bir devletin diğer devletler üzerinde emperyalist hegemonya kurabilmesi, büyük ölçüde askeri harcamalarına bağlıdır. 

Bunlara ek olarak, artı-değerin gerçekleşmesi için ihtiyaç duyulan dış pazarların elde edilmesinde askeri harcamaların önemli rolü bulunmaktadır; savaş sanayisindeki yerli sermayedar, yabancı sermayedarla rekabetinde devletçe korunabilme imkânına sahiptir. Askeri sanayinin burjuvaları, bir bakıma imtiyazlı burjuvalardır. Askeri harcamalar, devletin ekonomiye müdahalesini istemeyenlerce bile, “ulusal güvenliğin sağlanması veya terörizmle mücadele” kapsamında kabul görmektedir. Böyle bir çerçevede askeri harcamaların, diğer kamu harcamalarının aksine, ücretleri artırmadan krize çözüm oluşturabildiği ifade edilmektedir. 

Askeri harcamalarla desteklenen savaş sanayisi, kendi başına bir sermaye birikimi alanı olabilmektedir. Bu kapsamda savaş sanayisinde sistemin devamlılığını koruyan ordunun ihtiyaçları karşılanır ve sermaye daha fazla birikim olanağı elde ettiği bir alandan yararlanır. 

Silah üretiminin gerçekleştiği ve orduya malzeme sağlayan büyük sanayilere yönelik, hükümetlerin iktisadi dalgalanmalardan uzak ve düzenli siparişlerinin karşılanması, artı-değer üretimi ve sermaye birikimi için uygun şartlar sunmaktadır. Yüksek üretkenlikte çalışan savaş sanayisi belli koşullar altında sermaye birikimini hızlandırmaktadır. Bu koşullar, savaş sanayisinin rekabetçi bir piyasaya sahip olmaması; issizliğin azaltılmasında etkili olabilecek denli ekonomide büyük paya sahip olması; sivil üretim alanlarında ücret artışına neden olmaması; tüketim malları ile ara malların üretimini artırmaması olarak sıralanabilir. Bu kapsamdaki koşulları sağlayan askeri harcamaların ve savaş sanayisinin sermaye birikimi krizini ötelemede etkili oldukları ifade edilmektedir.

Askeri harcamaların ve savaş sanayisinin sadece tekil sermayedarlar acısından olumlu olduğunu ifade eden görüşe göre, savaş sanayisinde artan teknoloji çalışmaları, düşük teknolojiye sahip ucuz silah satışından elde edilen kârla yetinmeyen silah üreticilerinin aralarındaki rekabetten kaynaklanmaktadır ve başta savaşlar olmak üzere, kâr elde etmenin maliyeti de sivil halka ödettirilmektedir. 

Kapitalizm, belirli koşullarda istihdam yaratma olanağı sağladığı için ve sektördeki kapitalistler için kâr oluşturma imkânı nedeniyle savaş sanayisine ihtiyaç duymaktadır. Ancak savaş sanayisinde israf edilen kaynaklar göz önüne alındığında savaş, sermaye birikimini artırmamakta, sadece daha önce üretilmiş olan artı-değerin yeniden bölüşümünü sağlamaktadır.

Dolayısıyla tüketilmeyen kârın tümü, yatırıma ayrılmaksızın silah üretimine aktarılırsa, sermaye birikimi duraklar; üretim sistemi genişlemez. Ne var ki, orta ya da uzun vadede karşılaşılabilecek olan bu durum, kısa vadede elde edilen çıkarlar yüzünden görmezden gelinebilmektedir. 

Bu yüzden, farklı sektörlerdeki burjuva kesimler arasında çelişkiler doğabilmektedir. 

Kapitalist, kâr elde etme ve sermaye biriktirme amacı taşıdığı için, silah ekonomisinin varlığı, eğer kâr oranlarında düşmeye neden oluyorsa, savaş sanayisinin gelişimi diğer sektörler tarafından direnişle karşılanabilmektedir. Zira silah sektöründe artı-değeri az sayıda şirket elde edebilmektedir. Bu nedenle savaş sanayisinin genişlemesi kapitalist sınıf içinde siyasal ve toplumsal gerilimlerin şiddetlenmesine neden olabilmektedir. 

Hepsi özel koşullara bağlı olarak gözlenebilen diğer etkileri de şöylece özetleyebiliriz:

Askeri harcamalar savaş sanayisinin kâr oranlarını artırmada önemli bir rol oynamaktadır. 

Eğer savaş sanayi, toplumsal hâsılanın büyük bir kısmını oluşturuyorsa, tüketim malları üretilen kesimde yüksek üretkenlik mevcutsa ve söz konusu üretkenlik tüm isçilerin değil sadece savaş sanayisinde istihdam edilen isçilerin ücretlerinin düşük tutulmasına imkân veriyorsa, üçüncü kesimde (savaş sanayisinde) artı-değer oranı yükselmektedir. 

Savaş sanayisinde faaliyet gösteren şirketler, genellikle düşük vergi uygulamalarından yararlanmakta ve bu da kâr oranını yükseltmektedir. 

Askeri harcamalar bir yandan sermayenin merkezileşmesini artırırken, diğer yandan askeri harcamalar aracılığıyla sürdürülen savaş sanayisindeki planlı üretim sureci, aşırı üretim sorununun çözümüne katkı sağlayabilmektedir. 

Daimi silah ekonomisi çerçevesinde konuyu ele alan görüşlere göre, aşırı üretim tehdidi altında, savaş sonrasında da sürdürülen askeri harcamalar, sivil ekonomiden artı-değeri çekerek devlet ihaleleriyle çalışan savaş sanayisinde yatırımda kullanmakta ve kapitalizmi istikrara kavuşturabilmektedir.
 
Kapitalist üretim sistemini aşırı üretim ve işsizlik sorunlarından koruyan askeri harcamalardaki yüksek seviyede sürekliliktir. Öyle ki daimi silah ekonomisinde kapitalizmdeki aşırı üretimin emilmesinde ve dolayısıyla da krizin ertelenmesi surecinde askeri harcamaların önemli rolü bulunmaktadır. 

Savaş sanayisi, yatırımları teşvik ederek, istihdam yaratarak, teknolojik gelişmelere olanak vererek ve ticareti artırarak genel bir durgunluğa girişi de engellemekte ya da en azından geciktirmektedir. 

Askeri harcamaların söz konusu işlevlerini de içeren militarizm, iktisadi artık sorununu çözen bir mekanizma olarak görülmektedir. 

Savaşın ve savaş sanayisinin kapitalist sermaye birikimi ve kapitalizmin krizleri üzerindeki etkisinin kaynakları ve sonuçları üzerinde değişik açılardan tartışmalar yapılmış olsa da, genel olarak savaş ve savaş sanayisinin kapitalizmin sorunlarını çözmek, sermaye birikimini ve merkezileşmesini hızlandırmak açısından “olumlu” etkileri olduğu gerçeği kabul görmektedir. 

Askeri harcamalar, savaş sanayi ve savaş da krizi oluşturan yani krize neden olan etkenler değil; krizin görünür kıldığı sorunların çözümlenmesinde rol oynayan etkenlerdir. 

Askeri harcamalar ve savaş sanayisi sermaye birikimi, kâr oranları, aşırı üretim-aşırı birikim ve talep yaratma gibi alanlardaki etkileri bakımından kapitalizmin çeşitli sorunlarına çözüm olabilmektedir. 
Savaş sadece cephelerdeki askeri kuvvetler arasında gecen bir olay değildir. Savaşın etkisinin tüm ekonomiyi, üretim ilişkilerini, sınıfsal ilişkileri etkileyecek denli geniş bir alana yayılmıştır. Bu yüzden savaş ve savaş sanayisi, toplumsal denetim mekanizmalarını güçlendirmekte, yönetici sınıfların siyasi ve ekonomik iktidarını sağlamlaştırmakta etkili olmaktadır.

Bombalamalar ya da savaşın diğer yıkıcı etkileri sonucunda yıkılan kentlerin, ulaşım ve haberleşme ağlarının, tarımsal üretimin yeniden inşası, yeni yatırım ve kâr alanları açmaktadır. Savaş sırasında yaşanan tahribatın etkisi, savaş sonrasında uluslararası tekelci sermayenin daha çok merkezileşmesini sağlamakta, aşırı birikmiş sermaye için yeni olanaklar sunmakta, yeni pazarlar açmaktadır. 

Sırf bu yüzden bile savaş, dünya kapitalizminin gıdası olma özelliğini göstermektedir. 

Ayrıca, kapitalist sistem içinde askeri güç ve militarist değerlerin ideolojik kullanımıyla ülke içerisindeki sistem için tehlike yaratabilecek unsurlar baskı altında tutulabilmektedir. Öyleyse savaş, egemen sınıflar için ideolojik hegemonyanın pekiştirilmesi bakımından da güçlü bir araçtır. Milliyetçiliğin, dinsel ideolojilerin, diğer halklara ve ırklara karşı düşmanlığı güçlendiren faşist teorilerin yayılması ve toplumsal etki gücü kazanması, savaş ortamında daha da kolaylaşmaktadır. Bunu yanı sıra, özellikle savaş sanayisinde çalışan işçiler üzerinde ücret, sendikalaşma, her türden örgütlenme serbestliği, özgür tartışma ve düşünme gibi konularda da ağır baskı koşullarına gerekçe yapılabilmektedir. Basın-yayın kurumları üzerindeki baskıya ve yönlendirmeye imkân tanıyan, gerici ve faşist propagandaya meşruiyet kazandıran özellikleriyle de, genel olarak toplumun baskı altında tutulmasına yol açmaktadır. 

II. Emperyalist Savaş sonrasında faşizmin yenilmesine karşın, faşist ideolojinin birçok temel tezi savaşın olumlanması için kullanılmıştır. Savaşın, bilim ve teknolojinin gelişmesine katkıda bulunduğu, artan dünya nüfusunu dengeleyen bir rol oynadığı, “geri ülkelere uygarlın taşınmasına” hizmet ettiği gibi görüşler bugün de rahatlıkla savunulabilmektedir. 

Kimi “sol” çevrelerde ise, savaşın devrimlere yol açan olumlu bir etken olduğu düşünülmekte, devrim umudu bir savaş beklentisiyle birlikte yaşayabilmektedir.
 
Bütün bunlara karşı, savaşın esas olarak kapitalizmin yaralarını onarmaya hizmet eden, ekonomik, toplumsal ve kültürel olarak emperyalizmin koruyucu meleği olduğunu unutmamak gerekir. Emperyalizmin meleği, halkların Azrail’idir.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.